top of page

Arama

Boş arama ile 129 sonuç bulundu

  • Rekabetçi Otoriterlikten Tam Otoriterliğe Geçiş: Türkiye’nin Siyasal Dönüşümü

    Türkiye'nin son 25 yıldır içinde bulunduğu sosyopolitik iklim, siyaset bilimi literatüründe “rekabetçi otoriterlik”  kavramıyla açıklanmaktadır. Steven Levitsky ve Lucan Way’in kavramsallaştırmasına göre bu rejim tipi; demokratik kurumların kağıt üzerinde varlığını sürdürmesine rağmen, iktidarın bu kurumları sistematik biçimde kendi lehine eğip bükmesiyle tanımlanır. Seçimler yapılır, muhalefet partileri mevcuttur, hatta medya ve sivil toplum örgütleri de yaşamaya devam eder; ancak iktidarın kontrol ettiği yargı, medya ve güvenlik aygıtı, rekabeti adil olmaktan çıkarır. Ülkemiz, bilhassa 2010’ların ortasından itibaren mezkur kategoriye yerleştirilmiştir. Bir taraftan seçimler düzenli olarak gerçekleşmekte ve farklı partiler mecliste varlığını sürdürmektedir. Ancak diğer yandan muhalefetin hareket alanı giderek daraltılmaktadır. 2017’de kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin yürürlüğe girmesiyle birlikte ise, yürütme gücü nihai olarak tek elde toplanmış ve denge - denetim mekanizmalarının neredeyse tamamı işlevsizleştirilmiştir. Bu aşamadan itibaren Türkiye’nin “rekabetçi otoriter” bir hüviyete sahip olduğu konusu, tartışmaya mahal vermeyecek bir biçimde ve geniş çevrelerce kabul görecektir. Ancak son yaşanan gelişmeler, bu tanımın artık ülkemizin siyasal gerçekliğini tam olarak yansıtmadığını açıkça göstermektedir. Zira CHP İstanbul İl Başkanlığı'na kayyum atanması ve parti binalarının güvenlik güçlerince ablukaya alınması, sadece muhalefetin dezavantajlı bir konumda yarıştığını değil; doğrudan kurumsal varlığının hedef alındığını ortaya koymaktadır. Velhasıl bu durum da, Türkiye’nin “rekabetçi otoriterlik”ten “tam otoriterliğe” geçiş sürecine girdiğini işaret etmektedir. Türkiye’nin Siyasal Dönüşümünde Kırılma Noktaları (2002–2025) 2002–2013 / Rekabetçi Demokrasi İddiası: AKP’nin iktidarının ilk on yılı, dışarıdan bakıldığında, demokratikleşme ve AB üyeliği kisvesiyle örtülmüş durumdadır. Ekonomik büyüme, askeri vesayetin kısmen geriletilmesi ve AB reformları gibi gelişmeler, partiye ulusal ve beynelmilel alanda meşru bir zemin kazandırmıştır. Vakıa mezkur dönemde muhalefet partileri nispeten "zayıf" bir pozisyondadır, ancak rekabet sahnesinden bütünüyle dışlanmaları da söz konusu değildir. 2013–2016 / Meşruiyet Krizleri ve Otoriterleşmenin Hızlanması: Gezi Parkı Protestoları, 17–25 Aralık Soruşturmaları ve 15 Temmuz Darbe Girişimi, iktidarın toplumsal ve siyasal meşruiyetini ciddi biçimde sarsmıştır. Bu süreçte hükümet, “olağanüstü tehdit” söylemini benimseyerek devlet aygıtını merkezileştirmiş ve toplumsal muhalefeti baskı altına almıştır. Bilhassa Gezi sonrası gösteri hakkının kısıtlanması ve medyanın yoğun baskı altına alınması, rekabet koşullarının belirgin bir biçimde değiştirildiğine delalettir. 2017 / Cumhurbaşkanlığı Sistemi ve Kurumsal Kopuş: Anayasa değişikliğiyle beraber, yürütme gücünün tek bir kişide toplanması, Türkiye’yi kurumsal olarak yeni bir rejim tipine taşımıştır. Bu sistem, kuvvetler ayrılığını fiilen ortadan kaldırırken, yargının ve yasamanın bağımsızlığını da zedelemiştir. Siyaset bilimi literatüründe söz konusu tarih, Türkiye’nin "rekabetçi otoriterlik" kategorisine yerleştirilmesinde önemli bir dönüm noktasını temsil etmektedir. 2018–2023 / Muhalefetin Daralan Alanı: Medyanın büyük ölçüde iktidar kontrolüne geçmesi, sivil toplum örgütlerine yönelik kapatma davaları ve kayyum uygulamaları, muhalefetin rekabet edebileceği alanı giderek daha da daraltmıştır. Yine de muhalefet, 2019 Yerel Seçimleri'nde İstanbul ve Ankara gibi Büyükşehirleri kazanarak sistem içinde hala etkili bir aktör olabileceğini göstermiştir. 2023–2025 / Tam Otoriterliğe Doğru: Son dönemde yaşanan gelişmeler, artık rekabetin biçimsel olarak da ortadan kaldırıldığına işaret etmektedir. Zira CHP İl Başkanlığı'na kayyum atanması ve parti binalarının kolluk güçlerince ablukaya alınması, muhalefetin kurumsal varlığını doğrudan hedef alan bir uygulama olarak öne çıkmaktadır. Bu, rekabetin yalnızca “adil olmaması” değil, bizzat varlığının reddedilmesi anlamına da gelmektedir. Böylece Türkiye, rekabetçi otoriterlikten "tam otoriterlik" rejimine evirilmiştir. CHP’ye Kayyum Hamlesi: Simgesel ve Siyasal Anlamı Türkiye’de muhalefet partilerine yönelik baskıların yeni bir gelişme olarak nitelendirilmesi "doğru bir okuma" olmayacaktır; zira Kürt siyasi hareketinin uzun süredir kayyum uygulamalarıyla karşı karşıya kaldığı unutulmamalıdır. Ancak bu kez tablo farklıdır: Kayyum uygulaması, "ülkenin kurucu ve aynı zamanda birinci partisi konumundaki" CHP’ye yönelmiştir. Bu durum birkaç açıdan kritik bir öneme sahiptir: 1. Kurumsal Varoluşun Hedef Alınması: Rekabetçi otoriter rejimlerde muhalefet, genellikle kısıtlı da olsa kurumsal varlığını sürdürebilmektedir. Ancak CHP’nin İl Başkanlığı'na kayyum atanması, artık mezkur kurumsal varlığın doğrudan tasfiye edilmek istendiğini göstermektedir. Bu da, rekabet zemininin tamamen ortadan kaldırılması anlamına gelecektir. 2. Siyasi Psikoloji ve Meşruiyet Krizi: An itibariyle Türkiye'nin birinci partisinin binalarının kolluk kuvvetleri tarafından ablukaya alınması, salt fiili bir müdahale değil; aynı zamanda sembolik de bir mesajdır: İktidar, muhalefetin kamusal alandaki görünürlüğünü bile tehdit unsuru olarak görmektedir. Bu durumun, seçmenlerin siyasal aidiyetlerini zedeleyebileceği ve toplumsal meşruiyet krizini derinleştirebileceği unutulmamalıdır. 3. Otoriter Konsolidasyonun Yeni Aşaması: Kayyum hamlesi, Türkiye’nin artık rekabetçi otoriterlikten çıkıp tam otoriterliğe konsolide olma sürecinde bulunduğunu teyit etmektedir. Bu konsolidasyon, iktidarın kendisini sadece seçimlerde avantajlı kılmakla yetinmeyip, muhalefeti tümüyle işlevsizleştirmeye yöneldiğini de göstermektedir. 4. Tarihsel Süreklilik ve Kopuş: Türkiye’de siyasi yasakların, parti kapatmaların ve devlet müdahalelerinin geçmişten gelen bir "refleks" olduğu kamuoyunun malumudur. Ancak çok partili dönemde, Cumhuriyet’in kurucu partisi olan CHP’nin böyle bir uygulamayla karşı karşıya kalması, tarihte ilk kez yaşanmaktadır. Bu da mevcut rejimin, kendisinden önceki tüm otoriterleşme deneyimlerinden daha radikal bir kopuş içerisinde olduğuna işaret etmektedir. Karşılaştırmalı Perspektif: Rusya, Macaristan ve Türkiye Rusya: Vladimir Putin’in 2000’lerin başındaki iktidarı, başlangıçta “rekabetçi otoriterlik” çerçevesinde değerlendirilmiştir. Zira seçimler yapılmaya devam etmiş, muhalefet partileri formel olarak varlığını sürdürmüş; ancak devlet aygıtı iktidarın lehine seferber edilmiştir. Sonraki vetirede ise medya tekelleşmiş, muhalefet liderleri ya sürgüne gönderilmiş ya da hapse atılmıştır. Sonuç olarak günümüz Rusya'sı, tam otoriterliğin tipik örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir. Macaristan: Viktor Orbán yönetimindeki Macaristan, uzun süre “rekabetçi otoriterlik” kategorisinde değerlendirilmiştir. Macar siyasetçi iktidarı sırasında, yargı bağımsızlığını zayıflatmış, medyanın çoğunu iktidar yanlısı sermayeye devretmiş ve seçim yasalarını kendi lehine değiştirmiştir. Ancak Macaristan’da hala muhalefetin kurumsal varlığı tamamen ortadan kaldırılmış değildir. Binaenaleyh, Macaristan rekabetçi otoriterliğin uç bir örneği olarak kalmaktadır. Türkiye: Ülkemiz, son yaşanan gelişmelere dek, yukarıda bahsini geçirdiğimiz iki örnek arasında bir yerde konumlanmıştır: Bir taraftan Macaristan gibi seçimler üzerinden meşruiyet aramış, öte yandan Rusya gibi güvenlikçi bir aparat inşa etmiştir. Ancak CHP’ye yönelik kayyum uygulaması, Türkiye’yi Macaristan çizgisinden koparıp Rusya modeline daha fazla yaklaştırmaktadır. Artık mesele yalnızca muhalefetin dezavantajlı bir ortamda yarışması değildir; muhalefetin kurumsal varlığı bizzat iktidarın müdahalesine açık hale gelmiştir. Bu açıdan Türkiye, otoriter rejim tipolojilerinde yeni bir eşiğe geçmiş görünmektedir: Rekabetin biçimsel dahi olsa sürdürülmediği ve tam otoriter konsolidasyonun başladığı bir aşama. Sonuç: Otoriter Konsolidasyon ve Türkiye’nin Geleceği Türkiye’nin siyasal rejiminin uzun süredir rekabetçi otoriterlik kavramı üzerinden açıklandığının bahsini, yazımız içerisinde defaatle dile getirdik. Ancak CHP’ye yönelik kayyum hamlesi ve partinin binalarının kolluk kuvvetleri tarafından ablukaya alınması, bu tanımın artık yetersiz kaldığını ortaya koymaktadır. Bundan böyle Türkiye, yalnızca rekabetin adil olmadığı bir rejim değil; rekabetin kurumsal zeminlerinin de ortadan kaldırıldığı tam otoriterlik aşamasına doğru ilerlemektedir. Mevcut süreç birkaç kritik sonucu da beraberinde getirmektedir: Siyasal Çoğulculuğun Tasfiyesi: Muhalefet partilerinin sadece dezavantajlı değil; doğrudan işlevsizleştirildiği bir rejimde siyasal çoğulculuktan söz etmek mümkün değildir. Bu durum, Türkiye’de demokrasi fikrinin toplumsal zeminini de zedelemektedir. Kurumsal Erozyonun Kalıcılaşması: Yargının tarafsızlığını kaybetmesi, seçimlerin güvenilirliğinin tartışmalı hale gelmesi ve yürütme gücünün tek merkezde toplanması, geri dönüşü zor bir kurumsal erozyona yol açmaktadır. Bu, yalnızca güncel siyasal dengeleri değil; gelecekteki demokratik restorasyon ihtimallerini de zorlaştırmaktadır. Toplumsal Gerilim ve Meşruiyet Krizi: İktidar, kayyum ve abluka gibi uygulamalarla kısa vadede muhalefeti pekala bastırabilir. Ancak uzun vadede bu yöntemler, toplumsal gerilimi artıracak ve meşruiyet krizini derinleştirecektir. Son kertede Türkiye, “rekabetçi otoriterlik”ten “tam otoriterliğe” evirilme sürecinde kritik bir eşiği aşmaktadır. CHP’ye kayyum atanması, söz konusu evirilmenin sembolik ve siyasal açıdan en belirgin işaretidir. Bundan sonrası, iktidarın bu konsolidasyonu ne ölçüde sürdürebileceğine ve muhalefetin –hem kurumsal hem de toplumsal düzeyde– ne ölçüde direnç gösterebileceğine bağlıdır. Tarihsel deneyimler, hiçbir otoriter konsolidasyonun mutlak ve ebedi olmadığını gösterse de, kısa vadede Türkiye’nin demokratik ufkunun giderek daha da kapandığını söylemek ne yazık ki mümkündür.

  • Agrippa: Roma’nın Sessiz Kahramanı

    Gençlik ve Yükseliş Marcus Vipsanius Agrippa, MÖ 63 civarında, Roma'nın iç karışıklıklarla sarsıldığı bir dönemde dünyaya gelmiş ve Roma aristokrasisinin içinden gelen ancak tek başına kendi yetenekleriyle öne çıkan bir figür olarak tarihe geçmiştir. Agrippa’nın ailesi, soylu bir geçmişe sahip olmakla birlikte, Roma’nın siyasi sahnesinde ön plana çıkan etkili klanlardan biri değildir; binaenaleyh Marcus'un, erken yaşlarından itibaren rüştünü ispat edebilmek adına büyük bir çaba sarf etmesi gerekecektir. Nitekim toga virilis'ini giydiği andan itibaren Roma’nın askeri ve entelektüel gelenekleriyle yoğrulmuş sıkı bir tedrisattan geçen Agrippa, bu sayede stratejik düşünme, liderlik ve disiplin gibi önemli faziletleri azami noktaya taşımıştır. Agrippa’nın gençliğinde dikkat çeken bir diğer özelliği de, cesareti ve hızlı öğrenme yeteneğidir. Roma’nın iç savaşlarla sarsıldığı MÖ 40’larda, küçük çaplı seferlerde ve senato destekli operasyonlarda görev alan Marcus'un bu görevler esnasında sergilediği üstün performans, onun sadece askeri becerilerini değil; aynı zamanda liderlik ve organizasyon yeteneklerini de gözler önüne sermiştir. Vakıa antik kaynaklar, Agrippa’nın genç yaşta gösterdiği başarıların halk arasında efsanevi bir imaj oluşturduğunu aktarmakta ve muhtelif yorumlar, onun kaderinin Roma’yı kurtarmak üzere Tanrılar tarafından seçilmiş olduğunu ileri sürmektedir. Yine, bu tür rivayetler, genç Agrippa'nın ilerideki büyük zaferleriyle mitolojik bir bağ kurulmasına da olanak tanımıştır. Agrippa’nın erken yükselişinde, Roma siyasetine olan hakimiyetinin de önemli bir faktör olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Zira İç Savaş dönemlerinde sergileme imkanı bulduğu meziyetleri, onun hem Roma halkı hem de elitler nazarında güvenilir bir figür olarak algılanmasını sağlamıştır. Aynı şekilde, bu vetirede kazandığı deneyimler, Agrippa’nın ilerleyen yıllarda Actium ve diğer önemli seferlerdeki stratejik dehasının temeli adına da bir harç niteliğindedir. Ayrıca erken yaşlarından itibaren dikkat çeken disiplini ve sadakati, onu Augustus’un gelecekteki sağ kolu haline getirecek en kritik özellikleri olarak öne çıkmaktadır. Kısacası Agrippa’nın gençliği ve yükselişi, salt askeri ve siyasi yeteneklerinin ortaya çıktığı bir süreç değil; aynı zamanda onu mitolojik bir kahraman figürüne dönüştürecek zemini hazırlayan bir evredir. Genç yaşta kazandığı ün ve halkın gözündeki özel konumu, sonraki zaferleri ve şehircilik alanındaki katkılarıyla birleşerek, onu Roma tarihinin en kritik figürlerinden biri haline getirecektir. Augustus’un Sağ Kolu Marcus Vipsanius Agrippa, Roma tarihinin en kritik geçiş dönemlerinden biri olan Cumhuriyet’in çöküşü ve İmparatorluk’un yükselişi sürecinde, Octavianus’un (sonradan Augustus) en güvenilir sağ kolu olarak öne çıkmıştır. Agrippa’nın Roma siyasetine müdahalesi, yalnızca askeri planlamayla sınırlı kalmamış; onun stratejik zekası, Augustus’un siyasi otoritesini pekiştiren kritik bir araç haline gelmiştir. Bu dönemde Roma, iç savaşlar ve siyasi kaosla boğuşmaktadır ve Agrippa, mezkur ortamda hem lojistik hem de diplomatik becerileriyle Augustus’un politik hedeflerini gerçekleştirmesine doğrudan katkı sağlamıştır. Agrippa’nın siyasi yeteneği, onun kişisel hırslarını ikinci plana atmasıyla da yakından ilgilidir; zira Roma siyaseti, genellikle bireysel güç mücadeleleri ve rekabetle karakterize edilmiştir. Ancak Agrippa bu noktada, kendi kariyerini değil; Roma’nın ve Augustus’un çıkarlarını ön plana koymuştur. Bu yaklaşım, onu yalnızca bir danışman değil; aynı zamanda devletin istikrarını güvence altına alan bir figür haline getirecektir. Bu bağlamda Plutarkhos’un anlatısı önemlidir. Romalı yazarın aktardığına göre; Agrippa savaş sonrası, bilhassa şehirlerin yeniden yapılandırılmasında aktif rol oynamış ve böylece etkisi, askeri zaferlerle sınırlı kalmayıp siyasi olarak da hissedilmiştir. Yine, Actium Deniz Savaşı ve öncesindeki stratejik planlamalarda Agrippa’nın rolü, onun askeri ve siyasi yeteneklerinin birleşimini açıkça gösteren bir diğer örnektir. Agrippa, sadece donanmanın ve orduların komutanı değil; aynı zamanda Augustus’un propaganda ve halkla ilişkiler stratejilerinin de uygulayıcısı konumundadır. Zafer sonrası düzenlenen törenler, heykeller ve yazılı belgeler, Agrippa’nın katkısını vurgularken, diğer taraftan da onu mitolojik bir kahraman olarak sunmuştur. Binaenaleyh Roma halkı, Agrippa’yı zaferlerin ve düzenin garantörü şeklinde algılamış; tanrısal müdahalenin ve kaderin yürütücüsü olarak onun rolünü yüceltmiştir. Agrippa’nın Augustus ile olan iş birliği, Roma’nın yönetim yapısının temellerini atmak açısından da kritik öneme sahiptir. Cumhuriyet’in son yıllarında yönetim boşlukları ve güç mücadeleleri, Roma’nın istikrarsız bir döneme girmesine sebebiyet vermiştir. Agrippa’nın stratejik ve lojistik desteği, Augustus’un bu boşlukları doldurmasını sağlamış ve Roma’nın yeni imparatorluk düzenine geçişini güvence altına almıştır. Aynı zamanda Agrippa, bu süreçte imparatorluk ideolojisinin somutlaştırılmasında da aktif rol oynamış; kamu projeleri, askeri zaferler ve törenler aracılığıyla halkın gözünde Augustus’un otoritesi pekiştirilmiştir. Sonuç olarak, Agrippa’nın Augustus’un sağ kolu olarak üstlendiği rol, Roma tarihinin kritik bir kesişim noktasında, askeri, siyasi ve ideolojik alanları birleştiren çok boyutlu bir etkiye sahiptir. Onun stratejik zekası ve sadakati, Roma'daki rejim değişikliğinin "sorunsuz" bir şekilde gerçekleşmesini sağlamıştır. Actium ve Roma’nın Kaderi MÖ 31’de gerçekleşen Actium Deniz Savaşı, Marcus Vipsanius Agrippa’nın askeri dehasını ve Roma tarihindeki önemini zirveye taşıyan kritik bir olaydır. Bu savaş, sadece Marcus Antonius ve Kleopatra’ya karşı kazanılmış bir zafer değil; aynı zamanda Roma’nın siyasi ve kültürel kaderini belirleyen bir dönüm noktasıdır. Agrippa, Actium’da filo düzenleme, taktik planlama ve düşman kuvvetlerinin zayıf noktalarını hedef alma konusunda üstün bir liderlik göstermiştir. Roma filosunun konumlandırılması, rüzgar ve deniz akıntılarının analizi, gemi manevralarının senkronizasyonu gibi unsurlar, onun titizlikle hesapladığı stratejik kararlarıdır. Cassius Dio’nun aktardığına göre; Agrippa’nın uyguladığı manevralar sayesinde Antonius’un gemileri sıkışarak koordinasyonlarını kaybetmiş ve bu durum, savaşın kaderini belirleyen en önemli faktörlerden biri olmuştur. Savaşın salt askeri boyutu değil; mitolojik ve propaganda boyutu da Roma tarihinin kolektif bilincinde büyük etki yaratmıştır. Ezcümle Plutarkhos, Actium zaferinin Tanrı Apollon ve deniz tanrıları tarafından desteklendiğine dair halk rivayetlerini aktarmaktadır. Bu mitolojik yorum, Agrippa’yı yalnızca yetkin bir komutan değil, tanrısal güçlerin müdahalesiyle hareket eden bir kahraman olarak da konumlandırmıştır. Actium’un sonuçları, Roma tarihinin yönünü köklü biçimde değiştirmiştir. Zafer, Marcus Antonius’un ve Kleopatra’nın siyasi gücünü ortadan kaldırmış; Augustus’un meşruiyetini pekiştirmiştir. Savaşın ardından Roma, iç savaşın çalkantılı döneminden çıkmış ve yeni bir imparatorluk düzenine adım atmıştır. Şehir Kurucusu ve Altyapı Projeleri Actium zaferinden sonra Roma, yalnızca politik ve askeri bir güç olarak değil; aynı zamanda kültürel ve mekansal açıdan da yeniden şekillendirilmeye ihtiyaç duymaktadır. Bu noktada Agrippa, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, Augustus’un ideolojisini somutlaştıran altyapı ve şehircilik projelerinin başlıca sorumlusu olmuştur. Agrippa’nın başlattığı projeler arasında en dikkat çekici olanları, Roma’nın su ihtiyacını karşılamak üzere inşa edilen su kemerleri ve dağıtım ağlarıdır. Aqua Julia ve Aqua Virgo gibi kemerler, sadece Roma’nın su gereksinimini karşılamakla kalmamış; kentin sosyo-politik düzeninin de bir simgesi haline gelmiştir. Su altyapısının bu denli dikkatle planlanması, halkın yaşam kalitesini artırmış ve Roma’nın merkezi yönetiminin gücünü görünür kılmıştır. Antik kaynaklarda, Agrippa’nın su projelerinin Roma halkı tarafından adeta kutsal bir iyilik olarak görüldüğü ve ona halk arasında “şehirlerin sessiz mimarı” unvanını kazandırdığı aktarılmaktadır. Öte yandan Agrippa, Roma’nın fiziksel ve toplumsal dokusunu dönüştüren geniş ölçekli projelere de imza atmıştır. Forumlar, hamamlar, yollar ve kamu binaları, salt işlevsel yapılar değil; aynı zamanda Augustus’un imparatorluk vizyonunu somutlaştıran ideolojik semboller olarak tasarlanmıştır. Örneğin, Agrippa’nın restore ettiği Panteon ve Forum Augustum gibi yapılar, Roma’nın hem kültürel hem de politik bir merkez olarak prestijini güçlendirmiştir. Ayrıca Agrippa’nın şehircilik yaklaşımı, teknik mühendislik ile siyasi ideolojiyi birleştiren nadir örneklerden biridir. Yol ağları ve liman düzenlemeleri, sadece ulaşımı kolaylaştırmakla kalmamış; Roma ordusunun ve tüccar sınıfının stratejik hareketliliğini de güvence altına almıştır. Böylece altyapı projeleri, hem ekonomik hem askeri hem de ideolojik bir işlev kazanmıştır. Bu yönüyle Agrippa, Roma tarihinin en etkili “sessiz yöneticilerinden” biri olarak öne çıkmaktadır. Mitolojik perspektiften bakıldığında, Agrippa’nın kentsel projeleri, halk arasında adeta tanrısal bir güçle ilişkilendirilmiş; şehirleri inşa eden ve düzeni sağlayan figür, mitolojik kahraman anlatılarıyla özdeşleştirilmiştir. Roma halkı, onun mühendislik ve şehircilik dehasını, yalnızca teknik bir başarı değil, tanrısal bir düzenin tezahürü olarak görmüştür. Binaenaleyh Agrippa’nın şehircilik faaliyetleri, onun tarihsel rolünü sadece pratik değil; aynı zamanda sembolik ve mitolojik boyutta da pekiştirmiştir. Sonuç olarak Agrippa, Roma’nın fiziksel ve ideolojik dokusunu yeniden inşa eden, altyapı ve şehircilik alanında büyük katkılar sağlayan bir lider olarak öne çıkmıştır. Onun projeleri, Roma’nın hem işlevsel hem estetik açıdan güçlenmesini sağlamış, halkın gözünde onu mitolojik bir kahraman haline getirmiştir. Sessiz Kahraman Marcus Vipsanius Agrippa, Roma tarihçileri tarafından genellikle Augustus’un sağ kolu ve stratejik danışmanı olarak anılsa da, onun tarihsel ve mitolojik boyutları, Roma halkının kolektif hafızasında çok daha derin bir etki bırakmıştır. Agrippa, askeri dehası, siyasi stratejisi ve şehircilik katkıları ile Roma’nın kaderini belirlemiş, aynı zamanda halkın gözünde neredeyse tanrısal bir figür olarak konumlanmıştır. Mitolojik perspektiften bakıldığında, Agrippa’nın efsaneleşmesi, Actium zaferi ve altyapı projeleriyle doğrudan ilişkilidir. Halk, bu zaferlerin yalnızca insan yeteneğiyle değil; tanrısal müdahale ve kaderin yürütücülüğüyle kazanıldığına inanmış ve bunun sonucunda da Marcus, adeta tanrılar tarafından Roma’nın kurtuluşuna gönderilmiş bir kahraman olarak algılanmıştır. Plutarkhos ve Cassius Dio’nun aktardığı rivayetler, Roma toplumunun Agrippa’yı neredeyse Apollon’un yeryüzündeki tezahürü olarak algıladığını ortaya koymaktadır. Söz konusu anlatılar, onun mitolojik bir figürle özdeşleştirilme sürecinin, tarihsel rolüyle nasıl iç içe geçtiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Sonuç olarak Marcus Vipsanius Agrippa, Roma tarihinin hem "gerçek" hem de mitolojik boyutlarında unutulmaz bir figür haline gelmiştir. “Sessiz kahraman” olarak nitelendirilebileceğimiz Agrippa, Cumhuriyet’ten İmparatorluk’a geçiş sürecinde Roma’nın kaderini yönlendirmiş; askeri başarıları, siyasi hamleleri ve şehircilik alanındaki çalışmalarıyla tarih ile efsane arasında bir köprü kurmuştur. Onun hikayesi, yalnızca tarih kitaplarında değil; Roma halkının kolektif belleğinde ve efsanelerinde de ölümsüzleşmiştir.

  • Göç / Tarihsel Süreklilik ve Güncel Dinamikler

    Tarihsel Arka Plan: Avrupa’da Göçün Sürekliliği ve Türkiye’nin Rolü Göç, Avrupa tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır ve yalnızca modern bir olgu olarak görülmemelidir. Roma İmparatorluğu döneminde, Germen ve Hun kabilelerinin akınları, imparatorluğun etnik ve sosyal dokusunu dönüştürmüş, siyasi yapısını yeniden şekillendirmiştir. Orta Çağ boyunca, Vikingler ve Moğol istilaları gibi nüfus hareketleri, hem yerel ekonomileri hem de toplumsal yapıları sarsmıştır. Bu tarihsel süreçler, göçün yalnızca bir ekonomik veya güvenlik meselesi değil; aynı zamanda toplumların kimliğini, kültürünü ve siyasi dengelerini dönüştüren yapısal bir olgu olduğunu göstermektedir. Keza Osmanlı dönemi, göçün toplumsal dokuyu yeniden inşa etme gücünü ortaya koyan bir başka örnektir. 15. yüzyıldan itibaren Balkanlar ve Kafkasya’dan gelen nüfuslar, yeni yerleşim alanlarında toplumsal ve ekonomik entegrasyon süreçleri ile Osmanlı şehir ve köy yaşamını etkilemiştir. Bu süreç, modern Türkiye’nin hem göç veren hem de göç alan bir ülke olarak konumlanmasının tarihsel temellerini oluşturmuştur. 19.yüzyıl ve Sanayi Devrimi ise, Avrupa’da ekonomik göçü öne çıkarmış; kırsaldan kente göç ve Avrupa’dan Amerika’ya yönelen kitlesel hareketler, işgücü piyasalarını ve sosyal yapıyı dönüştürmüştür. 20. yüzyıl da göçün bir yandan savaş, bir yandan siyasi baskı kaynaklı olabileceğini ortaya koymuştur. II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’ya işçi göçü (Gastarbeiter) ve Yugoslavya iç savaşından kaynaklı göç hareketleri, modern Avrupa’nın göç yönetimi ve entegrasyon politikalarını şekillendirmiştir. Türkiye, modern dönemde hem kaynak ülke hem de transit ülke olarak bu süreçte kilit bir rol oynamıştır. 1960’lardan itibaren Avrupa’ya yönelen işçi göçü, diasporaların oluşumuna ve Türkiye’nin Avrupa ile uzun süreli ekonomik ve diplomatik bağlar geliştirmesine neden olmuştur. 2011 sonrası Suriye krizinde Türkiye, milyonlarca mülteciye ev sahipliği yaparak uluslararası göç politikalarında merkezi bir aktör haline gelmiştir. Bu durum, göçün yalnızca demografik bir mesele olmadığını; aynı zamanda diplomatik ilişkileri, iç siyaseti ve uluslararası işbirliğini doğrudan şekillendiren bir unsur olduğunu ortaya koymaktadır. Tarihsel perspektif, günümüzdeki göç krizinin yalnızca anlık bir sorun olmadığını, aksine uzun bir süreklilik ve yapısal bir dönüşüm sürecinin parçası olduğunu gösterir. Bu bağlamda Avrupa’da süregelen göç tartışmaları, geçmişteki kitlesel nüfus hareketlerinden alınacak derslerle ve Türkiye’nin tarihsel deneyimleriyle birlikte ele alındığında, hem sorunların kökeni hem de sürdürülebilir çözüm yolları açısından daha net bir biçimde anlaşılabilir. Teorik Çerçeve Göç, modern uluslararası siyasetin en çetrefilli meselelerinden biri olarak, yalnızca demografik bir olgu değil; aynı zamanda devletlerin egemenlik anlayışını, toplumsal kimlikleri ve ekonomik dengeleri derinden sarsan bir süreçtir. Bu bağlamda göçü anlamlandırmak için tek başına hukuki veya insani bir perspektif yeterli değildir; mesele, beynelmilel ilişkiler teorilerinin sunduğu farklı mercekler aracılığıyla kavranmalıdır. Realist Yaklaşım göçü öncelikle devlet güvenliğiyle ilişkilendirirken, Liberal Kuram uluslararası işbirliği ve kurumların rolünü ön plana çıkarır. Konstrüktivist Yaklaşım ise göçün toplumsal algılar, kimlik inşası ve siyasi söylemler üzerindeki dönüştürücü etkisine dikkat çeker. Binaenaleyh Avrupa’da son otuz yılda yaşanan göç tartışmaları, yalnızca rakamlarla ölçülebilecek bir kriz değil; aynı zamanda kimliğin, kültürün ve siyasal meşruiyetin yeniden tanımlandığı bir alan olarak karşımıza çıkar. Türkiye’nin göç olgusundaki özgün konumu bu teorik çerçevenin somut bir yansımasıdır. Hem Avrupa’ya yönelik göçün transit ülkesi, hem de milyonlarca sığınmacıya ev sahipliği yapan bir devlet olarak Türkiye, realist güvenlik kaygılarından liberal işbirliği arayışlarına, konstrüktivist kimlik tartışmalarından iç siyasette göç söyleminin araçsallaştırılmasına kadar pek çok boyutu aynı anda deneyimlemektedir. Bu durum, göçün yalnızca Avrupa’nın iç politikalarında değil, Türkiye-Avrupa ilişkilerinin seyrinde de belirleyici bir unsur haline gelmesine yol açmıştır. Güncel Kriz Dinamikleri: Avrupa ve Türkiye Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Avrupa, salt ekonomik göçmenlere değil; aynı zamanda savaş ve siyasal istikrarsızlık nedeniyle yerinden edilen milyonlara da kapılarını açmak durumunda kalmıştır. Bilhassa 1990’larda Balkan Savaşları ve 2000’li yıllarda Irak, Suriye ve Afganistan kaynaklı göç dalgaları, Avrupa Birliği’nin göç politikalarını bir “acil kriz yönetimi” çerçevesine hapsetmiştir. 2015’te doruk noktasına ulaşan “mülteci krizi”, aslında Avrupa’nın uzun süredir ötelediği yapısal sorunları görünür kılmıştır: Schengen sistemi içerisinde sınırların korunması, üye devletler arasında yük paylaşımı ve göçmenlerin topluma entegrasyonu. Türkiye bu süreçte kilit bir konuma yerleşmiştir. Hem coğrafi köprü işlevi hem de milyonlarca sığınmacıya ev sahipliği yapması hasebiyle, Avrupa’nın göç politikalarının adeta dışsallaştırıldığı bir alan haline gelmiştir. 2016’daki Türkiye-AB mutabakatı, bu bağlamda bir dönüm noktasıdır: Türkiye’nin, Avrupa’ya yönelen düzensiz göçü engellemesi karşılığında mali yardım ve diplomatik vaatler alması, göç meselesinin salt insani değil, aynı zamanda jeopolitik ve stratejik bir müzakere aracı haline geldiğini göstermiştir. Ne var ki, mezkur düzenleme kısa vadeli bir rahatlama sağlasa da, ne Avrupa’da ne de Türkiye’de göç meselesine dair kalıcı çözümler üretmiştir. Avrupa kamuoyunda yükselen popülist söylemler, göçmen karşıtlığını beslemiş; Türkiye’de ise göçmen varlığı, toplumsal kutuplaşmanın ve siyasal tartışmaların merkezine yerleşmiştir. Böylelikle göç, sadece insani ve hukuki bir sorun değil; aynı zamanda toplumsal huzur ve siyasal istikrar açısından belirleyici bir faktör haline gelmiştir. Göç meselesini yalnızca bir güvenlik veya ekonomi sorunu olarak kavramak, meseleyi daraltmak olur. Oysa göç, aynı zamanda bir kimlik ve aidiyet krizidir. İnsanlar, kendi yurtlarını terk ederken sadece maddi imkanlarını değil, aynı zamanda kültürel dünyalarını da geride bırakırlar. Bu, hem göç edenler hem de göç edilen toplumlar için büyük bir sınamadır. Tarih bize, göçün toplumsal dokuyu dönüştürücü bir güç olduğunu defalarca göstermiştir. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, Roma İmparatorluğu’nun Germen kabilelerinin akınıyla dönüşmesi, Osmanlı’nın Balkanlardan ve Kafkaslardan gelen kitleleri iskân ederek yeni bir toplumsal düzen kurması ya da modern Avrupa’nın savaş sonrası işgücü göçü ile yeniden şekillenmesi, göçün yarattığı bu yapısal kırılmaların açık örnekleridir. Bugün karşı karşıya olduğumuz kriz, aslında tarihteki bu dönüşümlerin çağdaş bir versiyonudur. Fark, günümüzde göçün küresel ölçekte ve iletişim teknolojileri sayesinde çok daha hızlı bir biçimde gerçekleşmesidir. Devletler, artık göçü yalnızca sınırlarını koruyarak yönetemez hale gelmiştir. Zira mesele, sınırların ötesinde bir küresel eşitsizlik sorunu olarak belirmektedir. İnsanlar, savaşların, otoriter rejimlerin ve iklim krizinin baskısıyla yerlerinden olurken; gittikleri toplumlarda da sosyal adalet, entegrasyon ve kültürel uyum soruları gündeme gelmektedir. Bu bağlamda, çözüm arayışlarını salt “göçü engelleme” politikaları üzerine inşa etmek beyhude bir çabadır. Daha köklü ve kalıcı çözümler, göçün nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelmelidir. Uluslararası işbirliği, bilhassa savaşların ve yoksulluğun beslendiği coğrafyalarda, kalkınma, eğitim ve barış süreçlerine yatırım yapmayı gerektirir. Aynı zamanda, göç alan toplumların da kendi iç düzenlerinde kültürel çoğulculuğu kabullenmeleri, toplumsal uyumu teşvik edecek mekanizmalar geliştirmeleri elzemdir. Göç, bu açıdan bir yük değil; doğru politikalarla bir imkâna da dönüşebilir. Tarih boyunca medeniyetlerin farklı kültürel akımlarla zenginleşmesi, bunun mümkün olduğunu gösterir. Binaenaleyh meseleye dar bir güvenlik perspektifinden değil; hem insani hem de siyasal bir bütünlük içinde bakmak gerekir. Göçü “kriz” olmaktan çıkarıp bir dönüşüm fırsatı olarak değerlendirebilmek, sadece devletlerin değil; tüm uluslararası toplumun ortak sorumluluğudur. Çözüm Arayışları ve Stratejik Öneriler Göç sorunu, Avrupa ve Türkiye bağlamında yalnızca sınır güvenliği veya kısa vadeli insani yardımlarla çözülebilecek bir mesele değildir. Tarihsel deneyimler, göçün toplumsal ve siyasal yapıları dönüştürücü bir güç olduğunu göstermektedir; dolayısıyla kalıcı çözümler, yapısal nedenleri ele alan ve uzun vadeli perspektifler içeren politikalarla mümkündür. Öncelikle, Avrupa ülkelerinin ve Türkiye’nin, göçün itici nedenlerine odaklanması kritik önemdedir. Savaşlar, siyasi baskılar ve ekonomik yoksulluk, göçün temel itici dinamikleridir. Bu nedenle uluslararası işbirliği, özellikle çatışma bölgelerinde barış ve kalkınma projelerine yatırım yapmayı gerektirir. Mezkur yaklaşım, göçü salt bir kriz olarak değil; çözüm gerektiren küresel bir eşitsizlik sorunu olarak da konumlandıracaktır. İkincisi, göç alan toplumlarda entegrasyon politikalarının güçlendirilmesi, göçmenlerin toplumsal yaşama katılımını artırırken, yerel halk ile uyum süreçlerini destekler. Eğitim ve istihdam olanaklarının genişletilmesi, kültürel çoğulculuğun teşvik edilmesi ve sosyal politikaların kapsayıcı bir biçimde uygulanması, göçü toplumsal gerilimden toplumsal dinamizme dönüştürür. Avrupa’da çok kültürlülük tartışmalarının tarihi, bu tür politikaların uygulanmasının toplumsal istikrar ve ekonomik katkı açısından hayati olduğunu göstermektedir. Üçüncü olarak, göç yönetimi stratejilerinde "güvenliği maksimize etme" yaklaşımının aşılması önemlidir. Göçmenleri “varoluşsal tehdit” olarak konumlandırmak, yalnızca kısa vadeli politikalar üretebilir ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştirir. Bunun yerine göç, hem ev sahibi toplum hem de göçmenler açısından hak temelli bir perspektifle ele alınmalıdır. Ezcümle Hannah Arendt’in “haklara sahip olma hakkı” vurgusu burada pekala yol gösterici olarak kabul edilebilir; zira göçmenlerin hukuki statüleri, temel hakları ve güvenlikleri korunmadan sürdürülebilir politikalar geliştirilemez. Son olarak, Türkiye’nin rolü, Avrupa için bir sınır güvenliği meselesinden öte, stratejik bir işbirliği alanı olarak yeniden değerlendirilmelidir. Türkiye-AB ilişkilerinin, sadece mülteci akışını kontrol etmeye indirgenmesi yerine, eğitim, sağlık, istihdam ve toplumsal uyum projeleri ile desteklenmesi, her iki taraf için de uzun vadeli kazanımların ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Böyle bir yaklaşımın, göçün hem ekonomik hem de toplumsal açıdan sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesine imkan tanıyacağı gözden kaçırılmamalıdır. Tüm bu unsurlar bir araya geldiğinde, göç sorunu yalnızca Avrupa’nın ya da Türkiye’nin değil, küresel toplumun ortak sorumluluğu olarak ele alınmalıdır. Tarihsel perspektif, güncel siyasal veriler ve teorik çerçeve, bize şunu göstermektedir: Göç, doğru politikalarla hem bir kriz hem de bir fırsat olabilir. Geçmiş deneyimler, kültürel çeşitliliğin ve toplumsal dinamizmin, göçle birlikte şekillendiğini kanıtlamaktadır; binaenaleyh günümüz politikaları, tarihsel derslerden beslenmeli ve insan odaklı bir bakış açısı ile yeniden tasarlanmalıdır.

  • Mezopotamya’da İmparatorluk Tasavvuru: Sargon’dan Hammurabi’ye

    Mezopotamya, insanlık tarihinin en eski uygarlık merkezlerinden biri olarak yalnızca yazının, hukuk düzeninin ve şehirleşmenin doğduğu bir coğrafya değil; aynı zamanda siyasal düşüncenin en temel kavramlarından biri olan imparatorluk fikrinin de filizlendiği yer olmuştur. İlk Çağ’ın muhtelif bölgelerinde görülen siyasi örgütlenmeler ekseriyetle küçük ölçekli krallıklar ya da kabile birlikleriyle sınırlı kalırken, Mezopotamya’da farklı dil, etnisite ve kültürleri tek bir merkezi otorite altında toplama girişimleri çok daha erken bir dönemde ortaya çıkmıştır. Mezkur gelişimin kökeninde, Sümer kent devletleri arasındaki rekabet, tarımsal üretimin denetimi ve coğrafyanın sunduğu stratejik imkanlar bulunmaktadır. Ancak bu çekişme hali, salt askeri üstünlük ya da ekonomik çıkarların ötesinde, yeni bir siyasal modelin de doğuşuna zemin hazırlayacaktır. Nitekim Akad Kralı Sargon ile birlikte Mezopotamya tarihinde ilk kez, “sınırları aşan” ve kendisini sadece bir şehir ya da bölgenin değil, geniş bir coğrafyanın mutlak hakimi olarak gören bir yönetim biçimi şekillenmiştir. Bu sürecin devamında ise, bilhassa Hammurabi döneminde, imparatorluk tasavvuru yalnızca güç ve fetihle değil; hukuk ve adalet düzeni üzerinden temellendirilecektir. Binaenaleyh Mezopotamya, imparatorluk kavramının tarihsel serüveninde başlangıçtaki rolünün ötesine geçerek; sonraki çağlara model teşkil eden bir laboratuvar işlevi görmüştür. İşbu yazıda, imparatorluk düşüncesinin Mezopotamya’daki doğuşu Sargon’dan Hammurabi’ye uzanan çizgide ele alınacak; söz konusu modelin tarihsel arka planı, ideolojik temelleri ve sonraki uygarlıklara bıraktığı miras incelenecektir. Kent-Devlet Düzeninden Merkezi Otoriteye Geçiş Mezopotamya’nın en erken siyasal yapıları, MÖ 4. binyılın sonlarından itibaren ortaya çıkan Sümer kent devletleridir. Uruk, Ur, Lagaş ve Nippur gibi şehirler hem siyasi hem de dini merkezler olarak örgütlenmiştir. Her kent-devletinin başında “ensi” ya da “lugal” adı verilen yöneticiler bulunmakta ve bu kişiler hem askeri lider hem de tanrıların yeryüzündeki temsilcisi sıfatıyla meşruiyetlerini temellendirmektedir. Diğer taraftan, söz konusu kent-devletleri arasındaki ilişkiler kalıcı bir birlikten çok, rekabet ve üstünlük mücadelesi üzerine kuruludur. Ahvalin bu şekilde hasıl olmasının nedeni ise, Mezopotamya’nın sahip olduğu tarımsal ve stratejik özelliklerdir. Dicle ve Fırat nehirleri arasında sulamaya dayalı tarım, büyük iş gücü ve ortak örgütlenme gerektirmekte; buna karşın her şehir kendi sulama sistemini ve tarımsal alanını kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. Böylece ekonomik çıkar çatışmaları, askeri mücadelelerle evirilmekte ve sık sık savaşlara yol açmaktadır. Kentler arası bu mücadele, zaman zaman bölgesel hegemonya kuran güçlü şehirlerin ortaya çıkmasına imkan tanımış olsa da, mezkur üstünlük çoğunlukla kısa süreli olmuştur. Sümer siyasal düzeninde önemli olan nokta, krallığın sınırlı ve yerel kalmasıdır. Her kentin tanrısı ayrı kabul edildiği için yöneticiler, hakimiyetlerini yalnızca kendi şehirleriyle özdeşleştirmiştir. Bu nedenle Mezopotamya’da uzun süre “imparatorluk” ölçeğinde bir birlik tahayyül edilememiş ve siyasal düzen, dini merkezlere bağlı küçük ölçekli bir hakimiyet anlayışıyla sınırlandırılmıştır. Ancak bu parçalı yapının içsel gerilimleri zaman içerisinde yeni bir siyasi formun ortaya çıkmasına da zemin hazırlayacaktır. Zira savaşların yarattığı istikrarsızlık, bölgesel ticaretin sekteye uğraması ve nüfus artışına bağlı ekonomik baskılar, daha geniş çaplı ve kalıcı bir merkeziyetçi düzen ihtiyacını beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda MÖ 24. yüzyılda tarih sahnesine çıkan Akad Kralı Sargon, yalnızca askeri zaferleriyle değil; aynı zamanda Mezopotamya’da ilk kez kent-devlet sınırlarını aşan siyasal bir organizasyonun tesisiyle de yeni bir dönemin başlangıcını temsil edecektir. Sargon ve Akad İmparatorluğu MÖ 24. yüzyılda tarih sahnesine çıkan Akad Kralı Sargon, Mezopotamya’da imparatorluk düşüncesinin gerçek anlamda kurucusu olarak kabul edilmektedir. Sargon’un iktidarı, sadece bir kent devletinin sınırlarını aşan ilk siyasal yapı değil; aynı zamanda farklı dilleri, kültürleri ve etnik grupları tek bir merkezden yönetme girişimidir. Bu açıdan onun kurduğu Akad İmparatorluğu, Mezopotamya siyasal tarihinin en büyük dönüşümlerinden birini temsil etmektedir. Sargon’un kökeni hakkındaki rivayetler —suya bırakılan bir çocuk olarak bulunması ve sonradan yükselişi— onun iktidarını mitolojik bir çerçeveye oturtmuş, bu da karizmatik liderlik anlayışını pekiştirmiştir. Ancak başarılarının esas nedeni, askeri strateji ile kurumsal örgütlenmeyi birleştirmesinde yatmaktadır. Önceki Sümer kent devletleri arasında üstünlük sağlayan hükümdarların aksine Sargon, fethettiği bölgeleri yalnızca vergiye bağlamakla yetinmemiş; buralara kendi görevlilerini atayarak kalıcı bir idari bütünlük yaratmaya çalışmıştır. Akad İmparatorluğu’nun getirdiği en önemli yenilik, çok merkezli bir dünyada tek bir idari otoriteyi kurumsallaştırmasıdır. Sümerler’in yerel tanrı merkezli siyasal düzeninin aksine Sargon, tanrısal meşruiyeti evrenselleştirme yoluna gitmiştir. “Dört Yönün Kralı” (šar kibrāt erbetti) unvanı, belirli bir şehir ya da bölgenin değil; tüm bilinen dünyanın hakimi olma iddiasını yansıtmaktadır. Mezkur unvan, sonraki Asur ve Pers hükümdarlarının da benimsediği bir siyasal meşruiyet formülü haline gelecektir. Keza Sargon’un uyguladığı dil ve kültür politikaları da imparatorluk düşüncesinin temellerini oluşturmaktadır. Akadca, idari yazışmaların ve resmi belgelerin dili haline getirilirken, Sümerce dini ve edebi gelenekte varlığını sürdürmüştür. Bu durum, çok dilli bir toplumda yönetimin nasıl sürdürülebileceğine dair erken bir model ortaya koymuştur. Böylece Akad İmparatorluğu, yalnızca askeri fetihlerle değil, kültürel sentez yoluyla da kalıcı bir siyasal hüviyet yaratmıştır. Ne var ki bu imparatorluk kalıcı olamamış, Sargon’un ölümünden sonraki kuşaklarda iç isyanlar ve dış saldırılar nedeniyle çözülmüştür. Yine de Sargon’un açtığı yol, Mezopotamya’da imparatorluk fikrinin artık geri dönüşü olmayan bir biçimde siyasal düşünceye yerleşmesini sağlamıştır. Nitekim yarattığı model, bilahare Asur, Babil ve Pers imparatorluklarının siyasal tahayyüllerinde de temel referans noktasını teşkil edecektir. Krallık İdeolojisinin Kurumsallaşması Mezopotamya’da imparatorluk fikrinin kalıcı bir siyasal düzen olarak şekillenebilmesi, yalnızca askeri güçle değil; aynı zamanda ideolojik meşruiyetin kurumsallaşmasıyla mümkün olmuştur. Bu noktada krallık, tanrısal iradenin yeryüzündeki temsili olarak kurgulanmış ve siyasi iktidarın temeli dinsel bir söylemle desteklenmiştir. Yazımızın başında da belirttiğimiz üzere, Sümer kent devletleri döneminde her şehrin kendi tanrısı bulunmakta ve hükümdar da bu tanrının vekili ya da hizmetkarı olarak tanımlanmaktadır. Akad İmparatorluğu ile birlikte bu yerel sınırlılık aşılmış, kralın otoritesi bütün Mezopotamya’ya yayılan evrensel bir çerçevede sunulmuştur. Bu bağlamda Sargon’un ve ardıllarının kullandığı “Dört Yönün Kralı” unvanı, sadece siyasi egemenliği değil; kozmik bir düzenin koruyuculuğunu da ifade etmektedir. Binaenaleyh kral, tanrılarla halk arasında aracılık eden bir figür olmaktan çıkıp, evrensel düzenin kurucusu ve sürdürücüsü haline gelmiştir. Mezkur ideolojinin somutlaştığı alanların başında saray ve tapınak ilişkisi gelmektedir. Krallar, tanrılara adanmış büyük tapınakların inşasına öncülük ederek dini otoriteyi himaye altına almış; böylece kendi meşruiyetlerini tanrısal bir düzene bağlamışlardır. Aynı zamanda tapınakların ekonomik kaynakları ve bürokratik işlevleri, merkezi otoritenin denetiminde imparatorluğun idari yapısına entegre edilmiştir. Bu durum, dinsel ve siyasal gücün birbirini pekiştirdiği bir model ortaya çıkarmıştır. İdeolojik meşruiyetin diğer bir boyutu da, kraliyet yazıtları ve efsaneler aracılığıyla oluşturulmuştur. Sargon’un mitolojik kökenleri, Hammurabi’nin “adaletin kralı” sıfatıyla anılması ya da Asur hükümdarlarının zafer yazıtları, kralların salt askeri başarılarını değil; tanrısal bir misyona sahip olduklarını vurgulamıştır. Bu söylem de halkın, krallığı hem zorunlu bir siyasal otorite olarak hem de kozmik düzenin teminatı şeklinde algılamasına yol açmıştır. Sonuç olarak Mezopotamya’da krallık ideolojisi, zorunlu itaatin ötesinde, dinsel bir inançla içselleştirilen bir otorite modeli yaratmıştır. Bu model, Hammurabi döneminde hukuki bir boyut kazanacak ve imparatorluk düşüncesinin yalnızca güç ve tanrısal otoriteyle değil; aynı zamanda yazılı hukuk üzerinden kurumsallaşmasını sağlayacaktır. Hammurabi ve Kanunları Mezopotamya’da imparatorluk düşüncesinin kalıcı bir kurumsal kimlik kazanmasında Babil Kralı Hammurabi (MÖ 1792–1750) kritik bir dönüm noktasıdır. Zira Hammurabi, siyasi otoritesini salt fetihler ya da askeri üstünlük üzerinden değil; aynı zamanda hukukun düzenleyici gücü üzerinden pekiştirmiştir. Bu yaklaşım, Mezopotamya tarihinde ilk kez merkezi otoritenin “yasa koyucu” rolünü ön plana çıkarmış, böylece imparatorluk fikrine yeni bir ideolojik boyut eklemiştir. Hammurabi Kanunları, yüzlerce maddeden oluşan kapsamlı bir hukuk metnidir. Ancak bu metin, modern anlamda “tarafsız bir yasa derlemesi” olmaktan çok, kralın siyasi meşruiyetini yücelten bir manifestodur. Kanunların önsözünde Hammurabi, tanrıların kendisine adalet dağıtma görevi verdiğini, amacı­nın zayıfı güçlüye karşı korumak ve toplumda düzeni sağlamak olduğunu ifade etmektedir. Bu söylem, kralı sadece bir fatih değil, aynı zamanda adaletin yeryüzündeki temsilcisi olarak konumlandırmıştır. Hammurabi’nin hukuku üç temel işlev üstlenmiştir: Merkezi Otoriteyi Güçlendirme – Kanunlar, farklı şehirler ve topluluklar arasında ortak bir hukuki çerçeve oluşturarak Babil Krallığı’nı tek bir düzen altında toplamıştır. Toplumsal Hiyerarşiyi Pekiştirme – Maddeler; özgürler, köleler ve farklı toplumsal gruplar için ayrı cezalar öngörerek mevcut sınıfsal yapıyı yasal zeminle meşrulaştırmıştır. Kralın İdeolojik Meşruiyeti – Hammurabi, “adaleti tesis eden” hükümdar kimliğiyle yalnızca zorunlu itaati değil; halk nezdinde meşru bir otoriteyi de sağlamıştır. Kanunların taş sütunlar üzerine kazınarak halka açık şekilde sergilenmesi, adaletin kralın kişisel iradesi değil; kurumsallaşmış bir düzen olarak sunulduğunu göstermektedir. Bu durum, yazılı hukuk ile siyasi otoritenin ilk kez böylesine güçlü bir biçimde iç içe geçtiğini ortaya koymaktadır. Hammurabi’nin imparatorluk modeli, böylece iki katmanlı bir yapıya kavuşmuştur: Askerİ fetihlerle genişleyen bir siyasal birlik ve hukuk aracılığıyla düzenlenen bir toplumsal bütünlük. Bu ikili yapı, Mezopotamya’daki imparatorluk düşüncesini kalıcı kılmış, sonraki uygarlıklara aktarılan temel bir miras haline gelmiştir. Sonuç: Mezopotamya’nın Tarihsel Mirası Mezopotamya, yazının, hukukun ve şehirleşmenin doğduğu bir coğrafya olmanın ötesinde; imparatorluk düşüncesinin ilk kez kurumsallaştığı tarih sahnesidir. Sümer kent devletlerinin parçalı yapısından Sargon’un Akad İmparatorluğu’na, oradan Hammurabi’nin hukuka dayalı düzenine uzanan süreç, imparatorluk fikrinin siyasal bir gerçeklik olarak şekillenişini gözler önüne serer. Bu deneyim, sonraki uygarlıklar için hem stratejik hem ideolojik bir referans noktası oluşturmuştur. Asur İmparatorluğu Asur kralları, Mezopotamya’da imparatorluk düşüncesini askeri ve bürokratik boyutlarıyla ileri taşımışlardır. Akad ve Babil modellerinin mirasını devralan Asur yönetimi, bilhassa savaş teknolojisi ve merkezi idareyi birleştirerek büyük coğrafyalarda hakimiyet kurmayı başarmıştır. İdari yapının sıkı denetim altında tutulması ve vergi sistemlerinin standartlaştırılması, imparatorluk düzeninin sürdürülebilirliğini sağlamıştır. Ayrıca Asur yazıtları ve kraliyet propagandası, krallık ideolojisinin tanrısal temsiliyetle birleştiği güçlü bir meşruiyet aracı olarak kullanılmıştır. Pers İmparatorluğu Persler ise Mezopotamya’da doğan imparatorluk düşüncesini kültürel çoğulculuk ve idari esneklik açısından geliştirmişlerdir. Kiros ve Darius gibi hükümdarlar, farklı etnik ve dini grupları merkezi otorite altında birleştirirken yerel geleneklere de saygı göstermiştir. Bu yaklaşım, Sargon’un ve Hammurabi’nin merkeziyetçi modeline karşılık, çok kültürlü bir imparatorluk stratejisi sunmuş; yönetimde hem birleştirici hem de uyum sağlayıcı bir siyasal form yaratmıştır. Persler’in yol ağı, posta sistemi ve vergi düzenlemeleri, Mezopotamya kökenli yönetim tekniklerinin daha geniş bir coğrafyada uygulanabileceğini göstermiştir. Roma İmparatorluğu Roma ise Mezopotamya’da filizlenen imparatorluk fikrini hukuk ve kurumsal düzen ekseninde yeniden yorumlamıştır. Özellikle merkezi hukuk sistemi ve vatandaşlık temelli örgütlenme, Hammurabi’nin kanunlar aracılığıyla merkezi otoriteyi pekiştirme mantığının uzun vadeli bir yankısıdır. Roma imparatorları, askeri fetihlerle genişleyen toprakları hukuki ve bürokratik mekanizmalarla kontrol altında tutmuş, tanrısal meşruiyet kavramını imparatorluğun ideolojik temeli olarak kullanmıştır. Böylece Mezopotamya’dan başlayan merkezi otorite ve hukuk temelli imparatorluk düşüncesi, binlerce yıl sonra Avrupa’da yeniden vücut bulmuştur. Bu bağlamda Sargon’dan Hammurabi’ye uzanan çizgi, yalnızca Mezopotamya’nın değil; dünya siyaset tarihinin de en önemli kırılma noktalarından biri olarak değerlendirilebilir. Mezopotamya deneyimi, sonraki imparatorluklara hem askeri ve idari model hem de ideolojik ve hukuki çerçeve sunmuş; Asur’un askeri merkeziyeti, Pers’in kültürel uyum stratejisi ve Roma’nın hukuk temelli düzeni, bu mirasın farklı coğrafyalarda ve zamanlarda yeniden üretilebildiğini göstermiştir.

  • Hz. Davut’un Tarihsel Portresi: Efsane ile Gerçek Arasında

    1. Kaynak Sorunu ve Metodoloji Davut dönemine ilişkin bilgimiz, büyük ölçüde Eski Ahit’in Samuel  ve Krallar  kitaplarına dayanmaktadır. Ancak mezkur metinler, MÖ 10. yüzyılda yaşandığı kabul edilen olaylardan yüzyıllar sonra, Babil Sürgünü’nün ardından veya hemen öncesinde derlenmiştir. Binaenaleyh bu durum, anlatının hem olayların geçtiği dönemin koşullarından hem de sonraki kuşakların siyasi ve teolojik ihtiyaçlarından etkilenmiş olduğu anlamına gelmektedir. Aynı şekilde, metinlerde, Tanrı ile İsrail halkı arasında yapılan ahde bağlılık, tarihsel olayların yorumlanmasında belirleyici bir çerçeve sunar. Bu nedenle Davut’un portresi, yalnızca tarihsel bir figür olarak değil; aynı zamanda Tanrı’nın seçtiği “ideal kral” olarak kurgulanmış bir edebi inşa olarak karşımıza çıkmaktadır. İngiliz tarihçi ve oryantalist Amelie Kuhrt, bu noktada dikkatli olunması gerektiğini vurgular. Ona göre; Eski Ahit’te yer alan bilgiler tamamen reddedilmemeli, ancak doğrudan tarihsel kanıt olarak da kabul edilmemelidir. Bunun yerine, metinler, dönemin ideolojik ve kültürel dünyasını anlamak için birincil kaynak, siyasi ve askeri olayları yeniden kurmak içinse ikincil, hatta üçüncül kaynak olarak değerlendirilmelidir. Öte yandan arkeolojik bulgular, Davut dönemi hakkında doğrudan bilgi vermekte yetersizdir. Kudüs’te MÖ 10. yüzyıla tarihlenen büyük ölçekli kraliyet yapılarıyla ilgili kanıtlar tartışmalı durumdadır. Bununla birlikte, kuzeyde Tel Dan Steli’nde (Celile Bölgesi) geçen “Davut Hanedanı” ifadesi, Davut adının ve hanedan geleneğinin MÖ 9. yüzyılda bilindiğini göstermektedir. Bu da, Davut’un en azından tarihsel bir şahsiyet olduğuna dair güçlü ve dolaylı bir kanıt olarak pekala değerlendirilebilir. 2. Davut’un İktidara Yükselişi Davut’un yaşam öyküsü, Eski Ahit’te sıradan bir çobandan krallığa uzanan olağanüstü bir yükseliş olarak sunulur. Tarihsel olarak bakıldığında ise bu sürecin daha karmaşık olduğu görülür. Davut, ilk olarak Saul’un ordusunda görev alan bir savaşçı olarak sahneye çıkar. Filistinlilere karşı kazandığı zaferler, bilhassa Golyat hikayesi (2. Samuel 21.19'da Golyat ile savaşan asıl kahraman Davut değil, Elhanan'dır. Öykünün bilahare Davut lehine romantize edilmesi ve değiştirilmesi, "efsanevi kralın" yani Davut'un etrafında bir kahramanlık kültü yaratma çabasının yansımasıdır.), onu halk nezdinde kahraman statüsüne yükseltir. Ancak bu popülarite, Saul ile arasının açılmasına neden olacaktır. Davut, Saul’dan uzaklaştıktan sonra Yehuda bölgesine çekilir. Burada hem askeri hem siyasi açıdan güç toplayarak yerel bir lider konumuna gelir. Otoritesi ciddi anlamda tehdit altına giren her hükümdar gibi, Saul da Davut'un peşine düşmekte tereddüt etmez. Bu noktada, büyük bir ihtimalle zayıf konumunu güçlendirmek hasebiyle Saul'un ve İsrail'in düşmanları konumundaki Filistiler ile yakınlaşan Davut, giderek konumunu güçlendirmiştir. Söz konusu vetirede Filistilerin bölgedeki hakim güç oldukları gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim İsrail'i yenilgiye uğratmış; kralı, oğullarından üçünü ve saray maiyetini katletmişlerdir (2. Samuel 3.1). Öyle anlaşılmaktadır ki, Filistilerin egemenliği yaklaşık 8 yıl boyunca devam etmiş ve Saul'un ölümünün ardından yaşanan kaosta maktulün oğlu İşbaal, ancak ordu komutanı Abner'in desteğiyle, yalnızca kuzey bölgesinde sınırlı olacak şekilde hakimiyetini tesis edilebilmiştir. Diğer taraftan Davut ise Saul’un ölümünün hemen ardından Hebron’da yani güneyde, Yehuda kralı ilan edilecektir. Başlangıçta hakimiyeti yalnızca Yehuda ile sınırlıdır; kuzeyde ise, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere Saul’un oğlu İşbaal yönetimdedir. İki krallık arasındaki siyasi çekişme, İşbaal’ın suikast sonucu öldürülmesiyle (Kenan şehirlerinden biri olan Beerot halkı tarafından) sona ermiş ve böylece Davut, İsrail kabileleri tarafından ortak kral olarak tanınarak “Birleşik Monarşi” dönemini fiili olarak başlatmıştır. 3. Kudüs’ün Ele Geçirilmesi ve Başkent Oluşu Davut’un en önemli stratejik hamlesi, Yevus olarak bilinen Kudüs’ün ele geçirilmesidir. Bu şehir, coğrafi konumu itibarıyla hem Yehuda’nın hem de kuzey kabilelerinin dışında, tarafsız bir bölgededir ve söz özelliği, başkent seçiminde belirleyici bir rol oynamıştır. Gerçekten de şehir, fethedilmesinin ardından hem siyasi hem de dini merkez olarak yeniden düzenlenecektir Öte yandan Davut, Ahit Sandığı’nı da Kudüs’e taşıyarak krallığın manevi ağırlığını buraya sabitlemiştir. Böylece Kudüs yalnızca bir idari başkent değil; aynı zamanda Tanrı’nın varlığının simgesi haline gelmiştir. Bu hamlenin, siyasi otoriteyi dini meşruiyetle birleştiren bilinçli bir strateji olduğu ve uzun vadede Yahudi kimliği için belirleyici bir miras bıraktığı da aşikardır. 4. Krallığın Genişlemesi ve Politikaları Davut’un yönetiminde İsrail krallığı, çevresindeki siyasi aktörlerle yoğun ilişkiler içine girer. Batıda Filistilerle yapılan savaşlar, doğuda Moav ve Ammon üzerine düzenlenen seferler, kuzeyde Aram şehir devletleriyle yürütülen diplomasi ve çatışmalar, krallığın bölgesel bir güç haline gelmesini sağlamıştır. Eski Ahit, Davut’un hakimiyetini Fırat Nehri’ne kadar genişleten büyük bir imparatorluk olarak betimlese de modern tarihçiler bu iddianın abartılı olduğunu düşünmektedir. Yine de askeri başarıların krallığın merkezi otoritesini güçlendirdiği kesindir. Bu dönemde ordunun yapısında da değişiklikler görülür; maaşlı askerler ve yabancı paralı birlikler kullanılarak daha profesyonel bir askeri yapı oluşturulmuştur. Bu gelişme, bilhassa bölgesel güçler arasındaki dengede İsrail’in konumunu sağlamlaştıracaktır. 5. İç Çekişmeler ve Hanedan Sorunları Davut’un krallığı dış politikada güçlü görünse de, içerde hanedan çekişmeleri ve kabile sadakatlerinin kırılmaması merkezi otoriteyi zayıflatmıştır. En dikkat çekici olay ise, Davut'un oğlu Abşalom’un başlattığı isyandır. Söz konusu isyan, başkent Kudüs’ün kısa süreliğine de olsa el değiştirmesine yol açmış ve Davut’u siyasi açıdan zor durumda bırakmıştır. Abşalom’un başlattığı ayaklanmanın bastırılmasının akabinde krallığın kontrolünü yeniden Davut’a geçse de, mezkur olay merkezi monarşinin kırılganlığını ortaya koymuştur. Nitekim bu hadiseden kısa bir süre sonra, yine kuzeyde, bu kez Benjamin kabilesinden Şeva adlı bir Yahudi'nin başını çektiği bir başka isyan patlak vermiştir. Bütün bu gelişmelerin bize gösterdiği bir başka olgu ise, bilhassa kuzey kabileleri arasında Saul'un evine olan bağlılığın hatırı sayılır ölçüde olduğudur. Zaten Davut da bu tehdidin farkında olduğundadır ki, iktidarı ele geçirmesinin ardından Saul'un tüm ailesini katletmiştir (2. Samuel 21.1 - 14) (Sağ kalan tek kişi Saul'un fiziksel engelli torunu Meribaal olmuş, Davut onu sarayına almıştır). Bu katliamın bahanesi de, İsrailoğulları ile Gibea şehri arasında yapılan kutsal akdin Saul tarafından bozulması ve bunun sonucunda krallıkta korkunç bir kıtlığın hasıl olmasıdır. Bu bağlamda kutsala olan saygısızlığın giderilmesi ve kıtlığın sona erdirilmesi adına antla ilişkili herkesin öldürülmesi gerekmektedir. 6. Tarihsel Gerçeklik Davut dönemi, tarihsel gerçeklik ile teolojik anlatının iç içe geçtiği bir örnektir. Minimalist yaklaşımı savunan tarihçiler, Davut’un yalnızca küçük ölçekli bir kabile lideri olduğunu öne sürerken; maksimalist yaklaşımı benimseyenler, gerçekten de bölgesel ölçekte etkili bir krallık kurduğunu savunmaktadır. Davut’un tarihsel bir şahsiyet olduğu büyük olasılıkla doğrudur; ancak krallığının boyutları ve gücü, Eski Ahit’in idealleştirilmiş tasvirlerinden daha sınırlı olmalıdır. Buna rağmen Kudüs’ün başkent oluşu, hem siyasi hem dini anlamda kalıcı bir miras bırakmış; Davut figürü ise binlerce yıl boyunca hem Yahudi hem Hristiyan kültürlerinde ideal hükümdar modelinin en önemli örneği olmuştur.

  • Optimus Princeps: Roma İmparatoru Traianus

    Roma İmparatorluğu’nun uzun tarihsel serüveni içerisinde kimi hükümdarlar yalnızca askeri zaferleriyle değil, aynı zamanda devletin idaresine getirdikleri yenilikçi anlayışlarla da anılmıştır. Bu bağlamda, M.S. 98-117 yılları arasında hüküm süren Marcus Ulpius Traianus tarih sahnesindeki yaygın adıyla Trajan— “Optimus Princeps” (En İyi Yurttaş / Hükümdar) unvanıyla Roma siyasi geleneğinde özel bir konuma sahiptir. Hispania doğumlu ilk imparator olan Trajan, kökeni itibarıyla merkezi İtalya aristokrasisinden gelmeyen bir hükümdar olması hasebiyle, imparatorluğun artan kozmopolit yapısının da sembolü hüviyetindedir. Saltanatı, Roma topraklarının en geniş sınırlara ulaştığı dönemdir; ancak bu genişlemenin ardında yatan saikler salt askeri motivasyonla değil; düzenli idare, kapsamlı altyapı projeleri ve toplumsal refahı önceleyen bir yönetim anlayışı ile de ilintilidir. Binaenaleyh Trajan’ın dönemi, hem siyasi hem de kültürel boyutlarıyla, Roma İmparatorluğu’nun “altın çağ” anlatısının merkezinde yer almaktadır. Tahta Çıkışı ve Kökeni Marcus Ulpius Traianus, M.S. 53 yılında Hispania Baetica eyaletindeki Italica kentinde doğmuştur. Ataları, İtalya’nın Umbria bölgesinden Hispania’ya yerleşmiş olan köklü bir sömürgeci ailenin temsilcileridir ve bilahare Roma yurttaşlığına, hatta senatörlük kademesine dek yükseleceklerdir. Babası Marcus Ulpius Traianus ise, imparator Vespasianus döneminde önemli askeri görevler üstlenmiş, Suriye ve Hispania’da valilik yapmış, ayrıca Iudaea’daki Yahudi İsyanı’nın bastırılmasında görev almış yetenekli bir komutandır. Velhasıl mezkur askeri ve idari miras, genç Trajan’ın erken yaşta Roma ordusu ile bütünleşmesini kolaylaştıracaktır. Fiil ehliyetini kazanmasının ardından Trajan, Domitianus döneminde Germania sınırındaki lejyonların komutasına atanacak ve Ren Nehri hattında bir hayli tecrübe kazanacaktır. Bunun sonucunda da, M.S. 97'de imparator Nerva, senato ve ordu üzerindeki kırılgan otoritesini güçlendirmek amacıyla Trajan’ı evlat edinecek ve varisi olarak tayin edecektir Bu tercih, hem ordunun sadakatini kazanmak hem de yetkin bir askeri lideri tahta hazırlamak açısından stratejik bir hamledir. Nitekim Nerva’nın ertesi yıl ölümü üzerine Trajan, ordunun ve senatonun geniş desteğiyle imparatorluğun başına geçecek; böylece Roma tarihinde Hispania doğumlu ilk imparator olarak yeni bir dönemin kapısını aralayacaktır. İç Politika ve Yönetim Tarzı Trajan’ın iktidar anlayışı, hem Roma’nın geleneksel kurumlarını onurlandıran hem de imparatorluk yönetimine pragmatik yenilikler katan bir çizgide ilerlemiştir. Nitekim senato ile ilişkilerinde selefi Domitianus’un otoriter tutumunu terk ederek daha istişareye dayalı bir yaklaşım benimsemiş ve bu sayede hem aristokrat sınıfın desteğini pekiştirmiş hem de imparatorluk idaresinin meşruiyetini arttırmıştır. Antik kaynaklar, bilhassa Plinius’un Panegyricus  adlı methiyesinde, Trajan’ı senatoya karşı saygılı, eleştirileri dikkate alan ve keyfi uygulamalardan uzak duran bir lider olarak betimlemektedir. Öte yandan toplumsal refah politikalarında da, Roma halkı ve eyaletlerdeki yurttaşlar için önemli düzenlemeler yapılmıştır. Alimenta  olarak bilinen çocuk yardımı sistemi, imparatorluk genelinde yoksul ailelerin çocuklarına maddi destek sağlamak üzere düzenlenmiş; bu uygulama hem demografik hem de sosyal açıdan Roma’nın istikrarına katkı sunmuştur. Ayrıca Trajan, eyaletlerdeki valilerin yetkilerini yakından denetleyerek yolsuzluğu önlemeye çalışmış ve yerel yönetimlerin Roma ile uyumlu bir biçimde işlemesini sağlamıştır. Kamu yatırımlarına verdiği önem ise, onun yönetim anlayışının bir diğer belirleyici yönüdür. Yollar, köprüler, su kemerleri ve limanlar gibi altyapı projeleri yalnızca askeri lojistik açısından değil; aynı zamanda ticaretin canlanması ve eyaletler arası bütünleşmenin güçlenmesi bakımından da stratejik değer taşımıştır. Bu yönüyle Trajan, hem “asker-imparator” hem de “reformist” kimliğini bir arada taşımayı başarmıştır. Askeri Faaliyetler Trajan’ın saltanatı, Roma tarihindeki en kapsamlı genişleme hamlelerine sahne olmuştur. İmparatorluk sınırlarının güvenliği kadar, ekonomik kaynakların artırılması da bu seferlerin ardındaki itici güçlerin kapsamını oluşturmaktadır. Bu bağlamda en dikkat çekici askeri girişim, kuzey sınırlarında yer alan ve uzun süredir Roma’yı tehdit eden Daçya Krallığı’na karşı yürütülen savaşlardır. Daçya Savaşları (101–102 ve 105–106) Daçya, bugünkü Romanya topraklarında, zengin altın madenleri ve stratejik konumuyla Roma için hem cazip hem de tehlikeli bir komşu niteliğindedir. Keza Kralları Decebalus'un, Domitianus döneminde Roma’ya karşı Tapae'da elde ettiği etkileyici zafer de (Birinci Tapae Muharebesi'nde Roma'nın iki lejyonu imha edilmiştir.) bu durumun açık bir göstergesidir. Her ne kadar mezkur savaştan 2 yıl sonra Roma, Tettius Julianus'un komutanlığında Daçyalılardan intikamını almış olsa da, iki devlet arasındaki statüko belirsizliğini korumuştur. Trajan, tahta çıkışından kısa süre sonra mevcut vaziyeti Roma onuruna yakışmaz bulacak ve 101 yılında ilk Daçya seferini başlatacaktır. Bu süreçte, Tuna Nehri üzerine inşa edilen mühendislik harikası köprü ve lojistik hazırlıklar ise, Roma ordusunun üstün askeri disiplinini ortaya koymuştur. İlk savaşın akabinde Daçya, Roma’ya bağımlı bir müttefik haline getirilmiş; ancak Decebalus’un yeniden güçlenme çabaları, ikinci bir seferin kaçınılmaz olmasına sebebiyet vermiştir. 105–106 yıllarında düzenlenen ikinci sefer, Roma’nın kesin zaferiyle sonuçlanmış; Decebalus intihar etmiş ve Daçya toprakları imparatorluğa ilhak edilmiştir. Bu fetih yalnızca stratejik güvenliği sağlamakla kalmamış, aynı zamanda imparatorluğun ekonomik gücünü de arttırmıştır. Zira Daçya altınlarının Roma hazinesine akışı, Trajan dönemindeki imar projelerine ve sosyal politikaların finansmanına doğrudan katkı sağlamıştır. Bilahare Daçya Zaferi, Trajan Sütunu’ndaki kabartmalarla ölümsüzleştirilmiş ve imparatorun hem askeri hem de siyasi kudretinin sembolü haline gelmiştir. Part Seferi (113–117) Daçya’nın Roma topraklarına katılmasıyla kuzey sınırlarının güvenliği sağlanmış olsa da imparatorluğun doğusunda hala güçlü ve prestijli bir rakip bulunmaktadır: Part İmparatorluğu. Bu bağlamda Trajan, hem Roma’nın doğudaki üstünlüğünü pekiştirmek hem de Seleukos döneminden beri imparatorluk ideallerinde var olan Mezopotamya hakimiyetini gerçekleştirmek amacıyla 113 yılında doğuya yönelir. Seferin bahanesi ise, Part kralı II. Osroes’in Roma'nın onayını almadan Ermenistan tahtına bir prens atamasıdır; bu, Roma açısından açık bir diplomatik meydan okumadır. Seferin başlamasıyla birlikte Trajan, Suriye’ye ilerleyerek kısa sürede Ermenistan’ı Roma’ya bağlı bir eyalet haline getirmiş ve hemen ardından Mezopotamya içlerine girerek 116 yılında Part başkenti Ktesifon’u ele geçirmiştir. Mezkur ilerleme, Roma İmparatorluğu’nun sınırlarını tarihte ilk ve son kez Basra Körfezi’ne kadar genişletecektir. Ancak günün sonunda bu fetihler kalıcı olmamış; Mezopotamya’nın sert iklimi, uzun ikmal hatları ve yerel isyanlar, Roma ordusunun bölgede tutunmasını güçleştirmiştir. İlk etapta sefer, Roma’da büyük bir askeri başarı olarak kutlansa da stratejik açıdan tartışmalıdır. Zira Trajan, dönüş yolunda hastalanmış ve 117 yılında Kilikya’daki Selinus (bugünkü Gazipaşa) kentinde hayatını kaybetmiştir. Yerine geçen Hadrianus ise, doğuda ele geçirilen toprakların büyük kısmını tahliye ederek sınır çizgisini Fırat Nehri’ni olarak belirlemiştir. Her ne kadar Part Seferi, Roma’nın fetih kapasitesinin zirvesini göstermiş olsa da, "doğal sınırların" ötesinde kalıcı bir hakimiyet tesis etmenin zorluklarını da ortaya koymuştur. İmar Faaliyetleri Trajan’ın imparatorluk yönetimindeki en belirgin özelliklerinden biri, askeri zaferlerinin sağladığı maddi kaynakları kapsamlı kamu yatırımlarına dönüştürmesidir. Onun döneminde Roma kenti ve eyaletler, yalnızca siyasi kudretin değil; aynı zamanda mühendislik ve mimari estetiğin de merkezleri haline gelmiştir. Ezcümle Roma’nın kalbinde inşa edilen Trajan Forumu, imparatorluk döneminin en görkemli kentsel projelerinden biridir. Damascuslu Apollodoros’un mimarlığını üstlendiği bu kompleks; bazilika, kütüphane, meydan ve imparatorun askeri başarılarını betimleyen ünlü Trajan Sütunu ile tamamlanmıştır. Sütun üzerindeki kabartmalar ise, Daçya Savaşları’nın ayrıntılı sahnelerini kronolojik bir anlatı halinde sunarak hem bir zafer anıtı hem de tarihi belge işlevi görmektedir. Öte yandan Trajan sadece başkenti değil, imparatorluğun uzak eyaletlerini de imar faaliyetleriyle dönüştürmüştür. Ostia’daki limanın genişletilmesi, Akdeniz ticaretini canlandırırken; yeni yollar, köprüler ve su kemerleri, hem askeri hareketliliği hem de ticari dolaşımı hızlandırmıştır. Ayrıca imparator, eyaletlerdeki şehirlerin tiyatro, hamam ve forum gibi kamusal mekanlarla donatılmasını teşvik ederek Roma yaşam biçiminin imparatorluğun en ücra köşelerine dek yayılmasına katkıda bulunmuştur. Söz konusu projeler, salt mimari birer eser değil; aynı zamanda imparatorluğun ideolojik bütünlüğünü pekiştiren semboller hüviyetindedir. Binaenaleyh Trajan, inşa ettirdiği yapılar aracılığıyla hem Roma halkına hem de eyalet tebaasına, imparatorluğun kudretini ve refahını somut bir biçimde göstermeyi amaçlamıştır. Trajan’ın Kişiliği ve Liderlik Anlayışı Trajan, antik kaynaklarda hem askeri disipline sahip bir komutan hem de ölçülü, adaletli ve erişilebilir bir hükümdar olarak tasvir edilmektedir. Yazımızın başında da bahsini geçirdiğimiz üzere, Plinius’un Panegyricus  adlı eserinde, imparatorun gösterişten uzak, ölçülü ve halkın ihtiyaçlarına duyarlı bir lider olduğu vurgulanır. Yüksek mevkiine rağmen senato ile istişareye önem vermesi, onun yönetim tarzında “primus inter pares” (eşitler arasında birinci) ilkesini benimsediğinin açık bir göstergesidir. Askeri alanda, ordunun başında bizzat seferlere katılması ve cephede askerleriyle aynı zorluklara göğüs germesi ise, ona hem komutanlarının hem de erlerinin derin saygısını kazandırmıştır. Savaş alanındaki cesareti, kişisel disiplinle birleşmiş; bu da ordunun moralini yükseltmiş ve zaferlerde önemli bir rol oynamıştır. Diğer taraftan, Trajan’ın liderlik anlayışında ölçülülük ve pragmatizm dikkat çekmektedir. Katı disiplin uygulamalarına rağmen aşırı baskıcı olmamış, cezalandırma ile ödüllendirme arasındaki dengeyi korumuştur. Bu duruma ek olarak, Roma tebaası içinde farklı kültürlerin ve dinlerin varlığına karşı ekseriyetle hoşgörülü bir yaklaşım sergilemiş; yalnızca imparatorluğun siyasi bütünlüğünü tehdit eden durumlarda sert tedbirler almıştır. Hülasa modern tarihçiler, Trajan’ı Roma’nın “iyi imparatorlar” geleneğinin en parlak örneklerinden biri olarak değerlendirmektedir. Onun kişiliğinde, Augustus’un siyasi ustalığı ile Julius Caesar’ın askeri dinamizmi, insani ölçülülük ve kamu yararına adanmışlıkla birleşmiştir. Bu özellikler, “Optimus Princeps” unvanının yalnızca resmi bir övgü değil; aynı zamanda çağdaşlarının gözünde hak edilmiş bir tanımlama olduğunu da göstermektedir. Mirası ve Ölümü Daha evvel ifade ettiğimiz gibi, Trajan, Part Seferi’nden dönüş yolunda hastalanarak Kilikya’daki Selinus kentinde yaşamını yitirmiştir. Ölümü esnasında imparatorluk, tarihindeki en geniş sınırlara ulaşmış durumdadır. Yerine geçen Hadrianius, Trajan’ın yeğeni ve evlatlığıdır; ancak selefinin aksine, fetih siyasetinden ziyade mevcut sınırların sağlamlaştırılmasına yönelecektir. Bu stratejik değişim, Trajan’ın askeri genişleme politikasından uzaklaşmak anlamına gelse de, onun Roma tarihindeki konumuna halel getirmemiştir. Senato, ölümünden sonra Trajan’a divus  (tanrılaştırılmış) unvanı vermiş ve “Optimus Princeps” lakabı, onun sonraki yüzyıllarda Roma’nın ideal hükümdar modeli olarak anılmasını sağlamıştır. Daçya’dan sağlanan ekonomik kaynaklar, inşa ettirdiği kamu yapıları ve hayata geçirdiği sosyal politikalar, imparatorluğun refah düzeyini uzun bir müddet boyunca olumlu anlamda etkilemiştir. Ayrıca Roma dünyasında Hispania kökenli birinin imparatorluğa yükselmesi, devletin kozmopolit yapısının olgunlaşmasının sembolik bir göstergesi olarak kabul edilmiştir. Trajan’ın dönemi, Roma İmparatorluğu’nun askeri kudretinin zirvesi ve yönetim kapasitesinin en olgun hallerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Onun hükümdarlığı, yalnızca yeni topraklar kazanmakla değil; bu kazanımları imparatorluğun idari, ekonomik ve kültürel dokusuna entegre etmeye yönelik çabalarla da tanımlanır. Trajan, bir yandan fetih politikalarıyla Roma’nın prestijini artırmış, diğer yandan ise senato ile uyumlu, halkın ihtiyaçlarına duyarlı bir yönetim anlayışı sergilemiştir. Roma siyasi geleneğinde “iyi imparator” ölçütleri, sonraki kuşaklarda çoğu zaman “Augustus gibi imparatorluğu kurmak ve Trajan gibi yönetmek” şeklinde ifade edilecektir. Bu özdeyiş, onun hem çağdaşlarının hem de sonraki yüzyılların gözünde taşıdığı itibarı özetler niteliktedir.

  • Bir Sadrazamın Portresi: Mahmud Paşa’nın İktidar Oyunu

    Kökeni ve Yükselişi Veli Mahmud Paşa'nın kökenine dair genel kabul, onun Balkanlar’ın Boşnak veya Sırp kökenli devşirmelerinden biri olduğu yönündedir. Halil İnalcık’a göre, 15. yüzyıl Osmanlı bürokrasisinde Balkanlar’dan devşirilen çocukların, Osmanlı merkez teşkilatında yükselmeleri yaygın bir pratiktir ve Mahmud Paşa mezkur modelin tipik bir örneğidir. Paşanın gençlik yılları hakkındaki bilgiler ise, Osmanlı saray eğitimi ve devşirme sistemi bağlamında daha da anlam kazanır. Balkanlarda, bilhassa Bosna-Hersek ve Sırbistan civarında doğduğu varsayılan Mahmud, küçük yaşta devşirme olarak Enderun Sarayı’na alınmıştır. Burada verilen eğitim, yalnızca askeri disiplin ve kılıç kullanımıyla sınırlı değildir; aynı zamanda fıkıh (İslam hukuku), Arapça, Farsça, edebiyat ve yöneticilik gibi alanları da kapsamaktadır. Enderun Mektebi, Osmanlı sarayında yükselen elit yönetici sınıfın yetiştirildiği bir kurumdur. Binaenaleyh Mahmud Paşa’nın burada aldığı eğitimin, ilerleyen yıllarda onu hem devlet yönetiminde hem de sarayın entelektüel çevrelerinde saygın bir figür haline getirdiği belirtilmektedir. Özellikle, Paşa’nın şiir yazarlığı ve “Adlî” mahlasını kullanması, onun klasik İslam kültürüne ne denli hakim olduğunu gösterir. Mahmud Paşa’nın kayıtlara geçen ilk askeri görevi, II. Murad’ın Balkan seferlerine tekabül etmektedir . Bu dönem, onun askeri tecrübesinin yanı sıra Osmanlı’nın Balkan politikalarındaki etkinliğinin artışına da paralel bir yükselişi işaret etmektedir. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesinin ardından, 1456’da sadrazamlığa atanması ise, hem genç padişahın güvenini kazandığına hem de bürokratik ve askeri yeterliliğinin onaylandığına delalettir. Mahmud Paşa’nın sadrazamlık dönemi, Osmanlı merkeziyetçiliğinin kurumsallaşması ve fethedilen toprakların idari yapıya entegrasyonu açısından belirleyici bir evre olarak değerlendirilmektedir. Bilhassa Balkanlar ve Ege adalarında yürütülen askeri harekatların sevk ve idaresinde etkin bir rol üstlenmiş; tımar sisteminin bölgesel düzeyde uygulanması ile İstanbul’un yeniden imar faaliyetlerinde merkezi görevler üstlenmiştir. Bu çerçevede, hem askeri teşkilatın yeniden düzenlenmesi hem de sivil bürokrasinin kurumsal temellerinin atılmasında kayda değer katkılarda bulunduğu görülmektedir. Ayrıca, Mahmud Paşa’nın sarayda sahip olduğu entelektüel itibar da onun yükselişinde etkili olmuştur. Peçevi gibi kronikçiler, onun hem ilmi hem de edebi yönlerini övmüş, klasik İslam ahlakına bağlılığına işaret etmişlerdir. Ancak aynı kaynaklar, onun gururlu ve mağrur bir karakter olduğunu da belirtmişlerdir ki; bu durum, ilerleyen yıllarda Fatih ile yaşayacağı gerilimlerin de zeminini hazırlayacaktır. Bizans ile kurulan Soy Bağı Veli Mahmud Paşa’nın Bizans hanedanı ile olan ilişkisinin, Osmanlı-Bizans siyasi ve kültürel bağlamında önemli bir yeri vardır. Tarihi kaynaklarda, Mahmud Paşa’nın eşinin, XI. Konstantinos Paleologos’un bir akrabası olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. Bu iddia, hem Osmanlı’nın Bizans aristokrasisini kendi bürokrasisine entegre etme politikasına, hem de Veli Mahmud Paşa’nın sosyo-politik konumunu güçlendirmesine işaret eder. Ancak bu ilişkinin doğrudan ve kesin kanıtları sınırlıdır. Zira İsmail Hakkı Uzunçarşılı gibi tarihçiler, bu evliliği şüpheli fakat sembolik olarak anlamlı bulmuş, Osmanlı’nın Bizans mirasını sahiplenme ve devam ettirme çabalarının bir parçası olarak değerlendirmiştir. Nitekim Mahmud Paşa’nın soyunun Bizans aristokrasisiyle ilişkilendirilmesi, onun Osmanlı sarayında özel bir prestije sahip olmasına da zemin hazırlamıştır. Mevzubahis evlilik, sadece bireysel bir bağ değil; aynı zamanda Osmanlı’nın “meşruiyet” ve “devlet sürekliliği” politikalarının bir aracı olarak da pekala görülebilir. Osmanlılar, bilhassa İstanbul’un fethi sonrası, Bizans aristokrasisini çeşitli derecelerde saray hizmetlerine ve yönetsel görevlere dahil ederek, yeni başkentte toplumsal uyumu sağlamaya çalışmışlardır. Mahmud Paşa’nın eşi üzerinden kurulan bağ da, bu stratejinin en somut örneklerinden biri olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır. Bununla birlikte, Mahmud Paşa’nın Bizans bağlantısı, onun Osmanlı sarayındaki iktidar mücadelesinde kimi zaman dezavantajlar da yaratmıştır. Zira saray içindeki bazı klikler, söz konusu evlilik bağını güç ve ayrıcalık iddiası olarak görmüş; bu durum zaman zaman çeşitli entrikaların ortaya çıkmasına mahal vermiştir. Vezir-i Azam Mahmud Paşa Veli Mahmud Paşa, II. Mehmed’in en kudretli vezirlerinden biri olarak yalnızca saray teşkilatında değil, Osmanlı’nın askeri ve idari tarihinde de mühim bir iz bırakmıştır. Sadrazamlık makamına gelişi, dönemin siyasal ortamında merkezi otoritenin pekiştirilmeye çalışıldığı bir döneme tekabül eder. Fatih Sultan Mehmed’in yeniden tahta çıkmasının ardından, hem önceki dönemin "artıkları" tasfiye edilmiş hem de daha disiplinli ve liyakat temelli bir idare şekli tesis edilmeye çalışılmıştır. İşte Mahmud Paşa bu yeni dönemin sadrazamı olmuş; seferlerin lojistiğinden bürokratik düzenin istikrarına dek birçok kritik işlevi üstlenmiştir. Sırbistan Seferi (1459) Sırbistan'ın fethi, II. Murad döneminde başlayan fakat tamamlanamayan bir siyasetin devamı olarak değerlendirilmektedir. II. Mehmed tahta çıkmasının akabinde bu bölgeye yeniden yönelmiş, sadrazamlık makamındaki Mahmud Paşa ise seferin siyasi ve askeri koordinasyonunu üstlenmiştir. Bu süreçte Sırp Despotluğu’nun merkezi olan Semendire (Smederevo), Mahmud Paşa’nın nezaret ettiği bir kuşatma neticesinde Osmanlı topraklarına katılmıştır. Kuşatma, topçu birliklerinin etkili kullanımı ve uzun soluklu ikmal hatlarının tesisiyle sonuç vermiştir. Mahmud Paşa, sadece askeri gücün sevk ve idaresinden sorumlu olmakla kalmamış; fethin ardından bölgede kalıcı bir Osmanlı idaresinin kurulması için kadı ve sancak beylerini tayin etmiş, yerel halkın tımar sistemine entegrasyonu sürecini de yönetmiştir. Bu yönüyle sefer, Mahmud Paşa’nın idari vizyonunun da bir yansıması olmuştur. Mora Seferleri ve Despotlukların Tasfiyesi (1460) Mahmud Paşa’nın sadrazamlığı esnasında Mora’daki Bizans kökenli despotluklara yönelik çeşitli müdahaleler de gerçekleşmiştir. Bilhassa Mora'daki yerel soyluların isyanları ve Osmanlı’ya karşı ittifak arayışları, merkezi otorite için tehdit oluşturmuştur. Mahmud Paşa, bu ayaklanmaların bastırılmasında ve bölgedeki garnizonların güçlendirilmesinde doğrudan rol oynamıştır. Mora’da kurulan Osmanlı idaresinin sürekliliği, büyük ölçüde bu tür kararlı askeri ve idari müdahaleler ile doğrudan ilintilidir. Eflak Seferi (1462) Osmanlı-Eflak ilişkileri, Voyvoda Vlad Tepeş’in (Kazıklı Voyvoda) Osmanlı elçilerini öldürmesi hasebiyle büyük bir krize girmiştir. II. Mehmed'in sert bir karşılık vermesi gerektiği ortamda, Mahmud Paşa yine ordunun başında yer almış ve seferin organizasyonel yükünü üstlenmiştir. Tuna Nehri’ni geçen Osmanlı ordusu, Eflak içlerine kadar ilerlemiş; Mahmud Paşa, özellikle gece baskınlarına karşı aldığı önlemler ve tahkim edilmiş menzil hatlarının kurulması sayesinde ordunun moralini yüksek tutmayı başarmıştır. Vlad'ın gerilla taktiklerine karşı klasik Osmanlı düzeninin sınandığı bu seferde, Mahmud Paşa'nın stratejik sabrı belirleyici olmuştur. Eflak'ta Osmanlı himayesinde yeni bir yönetimin kurulmasıyla neticelenen bu sefer, Mahmud Paşa’nın kriz zamanlarındaki dengeleyici rolünü açıkça ortaya koymuştur. Midilli Seferi (1462) Denizcilik bakımından giderek daha aktif bir politika izleyen Osmanlı, Ege Adaları üzerindeki Venedik-Latin etkisini kırmak amacıyla Midilli Adası’nı hedef almıştır. Sefer, Gedik Ahmed Paşa’nın komutasında gerçekleştirilmiş olsa da, Mahmud Paşa sadrazam olarak tüm lojistik desteğin İstanbul’dan sevkini organize etmiş; donanmanın seyrüsefer planlamasında doğrudan etkili olmuştur. Ayrıca, sefer sonrasında adanın idari teşkilatının kurulmasında da ön planda yer almıştır. Midilli’nin alınmasıyla Osmanlı, Ege’deki ticaret yolları üzerindeki hakimiyetini güçlendirmiş; Mahmud Paşa bu süreci sadece bir askeri zafer değil, stratejik bir tahkimat olarak değerlendirmiştir. Bosna Seferi ve Sancak Teşkili (1463-1464) Mahmud Paşa’nın askeri kariyerinde en dikkat çekici girişimlerinden biri de, Bosna üzerine düzenlenen seferdir. 1463 yılında Osmanlı ordusu Bosna Krallığı üzerine yürümüş, Kral Stjepan Tomašević kısa sürede teslim alınmıştır. Bu sefer, hem bölgedeki Katolik unsurların direncini kırmak hem de Macar nüfuzunu geriletmek adına bilhassa önemlidir. Mahmud Paşa mezkur seferin planlanmasında ve yürütülmesinde aktif rol oynamış; fetih sonrasında Bosna’nın idari yapısının düzenlenmesi, yeniçeri garnizonlarının konuşlandırılması ve İslamlaşma sürecinin temellerinin atılması gibi görevleri itina ile yerine getirmiştir. Özellikle Bosna’da kurulan sancak sisteminin teşkilatlandırılmasında onun katkısı büyüktür. Böylece bölge sadece fethedilmekle kalmamış, uzun vadeli Osmanlı idaresine entegre edilmiştir. Arnavutluk Seferi (1466) Mahmud Paşa'nın askeri kabiliyetinin sınandığı bir diğer alan ise, Arnavutluk Seferi olmuştur. Zira Arnavut lideri İskender Bey’in direnişi Osmanlılar için kalıcı bir tehdit oluşturmaktadır. Bu nedenle 1466 yılında düzenlenen seferle söz konusu tehdidin bertaraf edilmesi amaçlanmıştır. II. Mehmed, mezkur sefer sırasında Elbasan Kalesi’nin inşasını da planlamış ve bu kalenin inşası doğrudan Mahmud Paşa'nın nezaretinde gerçekleştirilmiştir. Kısa sürede tamamlanan kale, Osmanlılar için yalnızca askeri bir üs değil; aynı zamanda stratejik bir karakol haline gelmiştir. Mahmud Paşa, bölgedeki Arnavut direnişini kırmak adına sadece askeri yöntemlerle değil; yerel beylerle kurduğu ittifaklar ve ekonomik teşviklerle de sonuca ulaşmaya çalışmıştır. Boğdan Seferi (1476) Boğdan seferi, Osmanlı’nın kuzey sınırlarını güvence altına alma politikalarının bir devamı olmuştur. II. Mehmed’in doğrudan katıldığı bu seferde Mahmud Paşa, yine veziriazam sıfatıyla ordunun başat yöneticilerinden biri olmuş, ikmal yollarının güvenliğini sağlamakla ve sefer güzergahındaki geçici yönetim yapılarını kurmakla görevlendirilmiştir. Savaş meydanında Fatih ile birlikte hareket eden Mahmud Paşa, Osmanlı ordugahının düzeninden, savaş sonrası esirlerin ve ganimetin taksimine dek pek çok iş ile ilgilenmiştir. Boğdan Seferi, Mahmud Paşa’nın askeri disiplini ve planlamadaki maharetinin son örneklerinden biri olarak öne çıkmaktadır. Mahmutpaşa Semti Veli Mahmud Paşa, yalnızca Osmanlı sarayında sadrazamlık makamını dolduran bir bürokrat değil; aynı zamanda İstanbul’un fethinden sonra bu kadim şehri bir İslam payitahtı olarak yeniden biçimlendiren kurucu iradenin mühim bir temsilcisi olmuştur. İstanbul’un fethini izleyen yıllarda sur içi mahallelerin İslamlaşması ve yeni bir Osmanlı kimliğiyle inşa edilmesi süreci, padişahın yanı sıra onun emrinde görev yapan yüksek rütbeli devlet adamlarının bireysel gayretleriyle de hız kazanmıştır. Bu bağlamda Mahmud Paşa, sadece siyasi gücüyle değil; hayırseverliğiyle de tarih sahnesinde kalıcı bir iz bırakmıştır. Yine, Mahmud Paşa’nın kendi adıyla anılan semtte inşa ettirdiği külliye, bir vakıf medeniyetinin nişanesi olmuştur. Caminin yanı sıra medrese, hamam, kütüphane, han ve sıbyan mektebi gibi yapıların yer aldığı bu külliye, yalnızca bir ibadet merkezi değil; aynı zamanda sosyal, ekonomik ve kültürel bir çekim alanı haline gelmiştir. Bilhassa Mahmutpaşa Hamamı, dönemin ticari ve toplumsal yaşamına yön veren yapılardan biri olmuş; halkın gündelik yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Mezkur yapı, mimari özellikleriyle olduğu kadar, vakfiye kayıtlarında belirtilen gelir kaynaklarıyla da, “kendi kendini idame ettiren sistem”in önemli bir örneğini teşkil etmiştir. Mahmud Paşa Külliyesi’nin etrafında gelişen ticari yapılaşma, semti zamanla bir Osmanlı çarşısına dönüştürmüştür. Mahmut Paşa Hanı (Kürkçü Hanı) ve çevresindeki dükkanlar, hem vakfın gelirini temin etmiş hem de İstanbul’daki ekonomik canlılığın merkezlerinden biri haline gelmiştir. Bu çarşılar sayesinde Mahmutpaşa, bir anlamda hem servetin dolaşımına hem de sosyal dayanışmaya aracılık eden bir alan olmuştur. Bu yapıların işlevselliği, sadece dönemin mimari zihniyetine değil; aynı zamanda Osmanlı’nın şehircilik anlayışına da ışık tutmaktadır. Zira Mahmud Paşa’nın bu semti şekillendiren yatırımları, bir yandan fethedilen Bizans şehrine Osmanlı kimliği kazandırmış, diğer yandan ise vakıf sistemi aracılığıyla uzun vadeli bir sosyoekonomik istikrarı hedeflemiştir. Külliyenin etrafına konuşlanan halk, burada yalnızca maddi ihtiyaçlarını karşılamamış; aynı zamanda dini, ilmi ve kültürel bir hayatın içine dahil olmuştur. Vakıf kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla Mahmud Paşa, mülklerini ve gelir getirici gayrimenkullerini bu külliyeye vakfetmiş; binaenaleyh yapılar yalnızca inşa edilmekle kalmamış, aynı zamanda sürdürülebilir bir hizmet döngüsü içine yerleştirilmiştir. Bu durum, onun hem şehircilik vizyonunu hem de “devletin kalıcılığı vakıfla mümkündür” anlayışını içselleştirdiğini göstermektedir. Nitekim Mahmutpaşa semti, aradan geçen beş yüzyıla rağmen İstanbul’un kalbinde hala yaşayan bir miras olarak varlığını sürdürmektedir. Düşüş ve İdam: Mahmud Paşa’nın Sonu ve Şehzade Mustafa Meselesi Veli Mahmud Paşa’nın Osmanlı sarayındaki itibarı, yıllar süren sadrazamlık ve devlet hizmetinin ardından giderek sarsılmaya başlamıştır. Fatih Sultan Mehmed’in güvenini kazanmış, seferlerde serdarlık yapmış ve başta Mahmutpaşa semti olmak üzere pek çok hayır kurumu inşa ettirmiş olan Paşa’nın siyasi kariyeri, tartışmalı bir olayla trajik biçimde son bulmuştur: Şehzade Mustafa'nın ölümü. 1474 yılında, Fatih’in Karaman Seferi sırasında Manisa'da sancak beyi olarak bulunan Şehzade Mustafa’nın ani ölümü, saray çevresinde büyük bir infial yaratmıştır. Zira Mustafa, Fatih’in gözdesi konumundadır ve muhtelif çevrelerde tahtın en güçlü varisi olarak görülmektedir. Ölümünün doğal sebeplerle gerçekleştiğine dair iddialar öne sürülse de, dönemin kaynakları ve kimi tarihçiler bu olayın arkasında bir siyasi suikast olduğu yönünde yaygın kanaat oluşmuştur. İşte tam bu noktada Mahmud Paşa'nın adı söz konusu trajediyle birlikte anılmaya başlanmıştır ... Gelibolulu Mustafa Ali " Künhü'l-Ahbâr " adlı eserinde, 1473 yılında Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'a karşı padişah ile birlikte sefere çıkan sadrazamın yokluğunda Mahmut Paşa'nın eşlerinden birinin, II. Mehmed sonrası tahtın en güçlü adayı olarak kabul edilen, iyi bir asker ve halk tarafından sevilen bir zat olan Şehzade Mustafa ile bir gece evinde birlikte olduğundan; bunu duyan veziriazamın da derhal eşinden boşanıp akabinde de Mustafa'yı zehirleterek öldürdüğünden; II. Mehmet'in ise oğlunu katleden paşayı idam ettirdiğinden bahseder. İbn-i Kemal ve Behişçi ise, Mustafa ile sadrazam arasında anlaşmazlık olduğunu kabul etse de, yukarıda bahsini geçirdiğimiz vakıayı ve idam nedenini tam olarak doğrulayamamaktadır. Ancak Meali "Hürname" adlı eserinde Mustafa'nın ölüm döşeğindeyken Lalası "Ahmed Bey"i çağırıp ölümünden Veli Mahmud Paşa'nın sorumlu olduğunu ve intikamının alınmasını vasiyet ettiğini yazmaktadır. Diğer bir hikaye de şöyledir: Mustafa'nın ölümü akabinde sadrazam idam edilmeyip ilk etapta görevinden azledilmiştir. Ancak şehzadenin vefatının ardından herkes taziyelerini sunmakla yetinirken, Mahmud Paşa padişahtan izin almaksızın Edirne'den ayrılarak doğrudan saraya gelmiş ve Sultan II. Mehmed’in huzuruna çıkmıştır. Taziyelerini ilettikten sonra da, ‘Şehzade Mustafa öldüyse, devlete hizmet etmeye ben hazırım’ şeklinde bir beyanda bulunmuştur. Fatih'in cevabı ise "Mustafa'nın düşmanının hayatta kalması mümkün değildir" şeklinde olmuş ve paşayı hapse atmıştır. Mahmud Paşa, bir süre hapiste kaldıktan sonra, ‘Ya beni affet ya da öldür’ şeklindeki mesajının Sultan II. Mehmed’e iletilmesini istemiştir. Bu talep padişah tarafından makul karşılanmış, ancak paşanın huzura çıktığında sergilediği aşırı kibirli ve mağrur tutumunu sürdürmesi, affedilme ihtimalini ortadan kaldırmıştır. Nihayetinde ise, sabık veziriazam 17 Ağustos 1474 tarihinde idam edilmiştir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere İsmail Hakkı Uzunçarşılı'dan Osmanlı Tarihi Cilt 2: İstanbul’un Fethinden Kanuni Sultan Süleyman Devri Sonuna Kadar, Halil İnalcık'tan Osmanlı İmparatorluğu: Klasik Dönem ve Franz Babinger'den Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Hakikat Arayışı: Kültürlerarası Mitler ve Felsefi Alegoriler

    Tarih boyunca insanoğlu yalnızca yaşadığı anı değil, o anın ötesinde bir hakikati de kavramaya çalışmıştır. Zamanın akışıyla açıklanamayan olaylar, mekanın sınırlarını aşan anlatılar ve varlığı sırra karışmış figürler; kimi zaman kutsal metinlerde, kimi zaman halk arasında kuşaktan kuşağa aktarılan efsanelerde karşımıza çıkmıştır. Yeşil Adam’dan Hızır’a, Zülkarneyn’den Yedi Uyurlar’a uzanan bu yolculukta; bast-ı zaman ve tayy-ı mekân gibi kavramlar, zamanın çizgisel doğasına meydan okur. Platon’un mağarasında zincirlenmiş zihinler, ışığın hakikatini ararken, insanlık da bu figürler aracılığıyla evrenin görünmeyen düzenini çözmeye çalışır. Bu yazımızda, farklı kültürlerde ve inanç sistemlerinde karşımıza çıkan mezkur figürlerin izini sürerken, aynı zamanda ortak bir sorunun peşine düşeceğiz: Gerçeklik nedir ve onu "aşmak" mümkün müdür ? Doğanın Yüzü: Yeşil Adam Ormanın sessizliğinde, yosun tutmuş taşlarda beliren bir yüz… Ne tam insan, ne de yalnızca doğa. Yeşil Adam, Batı mitolojisinin en esrarengiz ve çok katmanlı figürlerinden biridir. Kimi zaman bir katedralin duvarında yapraklardan örülmüş bir surat olarak çıkar karşımıza, kimi zaman pagan bir bayramda çiçeklerle bezenmiş bir maskenin ardına saklanır. O, doğanın kendini yenileme kudretinin, mevsim döngüsünün ve yaşamın bitimsiz döngüsünün sembolüdür. İngiliz gotik mimarisinde, bilhassa kilise cephelerinde rastlanan bu figür, ilk bakışta Hristiyan ikonografisine aykırı gibi görünür. Ancak Yeşil Adam, tarihsel olarak doğa-kültür ikiliğinin ötesinde bir yerde durur. Onun suretinde Hıristiyanlık öncesi doğa tanrılarının, Kelt mitolojisinin orman ruhlarının ve tarım kültürlerinin yaşamı kutsayan inançlarının izleri vardır. Aslında Yeşil Adam, yalnızca ağaçlara değil, insana da kök salmış bir mefhumdur; zira onun varlığı, insanın doğayla olan unutulmuş bağını hatırlatır. Modern çağda çevreci hareketlerin de sembolü haline gelen bu figür, sadece geçmişin değil; geleceğin de sesi gibidir. Antropolojik olarak baktığımızda ise Yeşil Adam, insanın doğayı ehlileştirmeden önceki sezgisel korkusunu ve hayranlığını yansıtır. O, uygarlığın karşısında değil; uygarlığın temelindeki kadim bilginin bir yankısıdır. Zamanın Dışında Bir Yolcu: Hızır Antik imgelemde sıkça rastlanan “Yeşil Adam” motifi, zamanla çeşitli kültürlerde farklı biçimlerde karşımıza çıkmış; doğanın döngüselliğini, yaşamın sürekliliğini ve gizemli bilgeliği temsil etmiştir. Avrupa'daki gotik katedrallerin taşlarına oyulmuş sakallı, yapraklarla kaplı yüzlerden Anadolu’nun söylencelerine uzanan bu figür, İslam dünyasında Hızır suretinde belirir. Ancak Hızır, yalnızca bir doğa ruhu ya da folklorik bir karakter değildir; o aynı zamanda zamanın ve mekanın ötesinde, "hakikatin eşlikçisi" olarak zuhur eder. Kur’an’da açık bir şekilde adı geçmeyen, ancak Kehf Suresi'nde Musa peygamberle olan kıssada anlatılan "ilim sahibi kul"un Hızır olduğu kabul edilmektedir. Söz konusu anlatıda Hızır, Musa’nın aklın sınırlarını zorlayan eylemlerini yorumlamasıyla, batınî (içrek) bilgiye ulaşmış bir veli olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda Hızır, sadece bir rehber değil; bilginin görünenin ardındaki katmanlarına ulaşmış, kadim bir sır taşıyıcısıdır. Hızır’ın zamanla ilişkisinin en çarpıcı yönü ise, “ölümsüz” olduğuna dair yaygın inançtır. Bu inanca göre o, hala hayattadır ve "Allah’ın icazetiyle" darda kalanlara yardım eder. “Hızır gibi yetişmek” deyimi, mezkur mitolojik çerçevenin halk dilindeki izdüşümüdür. Hızır; bozkırda kaybolmuş bir çobana su olabilir, denizde batmakta olan bir gemiye rota çizebilir yahut düşmüş bir yolcunun elinden tutabilir. Bu yönüyle Hızır, tanrısal zamanla dünyevi zaman arasında köprü kuran bir varlıktır. İlginçtir ki bu anlatı yalnızca İslam’a özgü değildir. Zülkarneyn figürüyle kurulan ilişkide Hızır, tıpkı Zülkarneyn gibi “dünyanın dört bir yanını dolaşan” bir bilgeliğe sahiptir. Bazı tasavvufî kaynaklarda Zülkarneyn’in Hızır’a yoldaşlık ettiği ya da Hızır’ın onun ordusunda yer aldığı aktarılır. Binaenaleyh Hızır, bir nevi gezgin bilge ve kozmik bir rehber konumundadır. Öte yandan, tasavvufta Hızır, bilhassa Abdâl ve Ehl-i Hakk geleneğinde büyük bir öneme sahiptir. Ahmet Yesevî'den Mevlânâ’ya, pek çok sûfî onunla karşılaştığını, ondan ilham aldığını ya da bir şekilde onun lütfuna mazhar olduğunu aktarmaktadır. Hızır, bu metinlerde bir içsel dönüşümün habercisi, yolunu kaybedene yön gösteren bir mürşit olarak görünmektedir. Muhtelif halk inançlarında ise Hızır, Zamanın Kutbu, yani evrende düzenin devamı için gerekli olan ruhani merkez figürü olarak kabul edilir. Onun sayesinde kıyamet geciktirilir, felaketler savuşturulur, hatta "dünya ayakta kalır". Bu yaklaşımda Hızır, neredeyse kozmik bir mihver haline gelir. Tüm bu katmanlar düşünüldüğünde Hızır, yalnızca tarihi ya da dini bir karakter değil; insanlığın hakikat arayışının, zaman ötesi bir simgesidir. Onunla ilgili anlatılar, varoluşsal bir boşlukta yön arayan insanın bilinçaltındaki kurtarıcı figür arzusunu da yansıtır. Yeşil Adam’la doğayı temsil eder; Zülkarneyn’le bilgeliği; Musa’yla sınavı; halk efsaneleriyle şefkati; tasavvufla ise batınî gerçeğe açılan kapıyı. Bast-ı Zaman, Tayy-ı Mekân: Varlığın Katları İnsan algısı, doğası gereği zamanı ve mekanı lineer ve sabit bir biçimde deneyimler. Oysa klasik İslam tasavvufunda bast-ı zaman ve tayy-ı mekân kavramları, bu sınırların aşılabileceğini, varoluşun daha derin katmanlarının keşfedilebileceğini anlatır. Bu iki kavram, insanın zaman ve mekân algısının esnetilmesi, bükülmesi ile ilgilidir. Bast-ı zaman, zamanı genişletme, durdurma ya da yoğunlaştırma yetisidir. Bu, bir insanın normalde yıllar alacak bir deneyimi, kısa bir anda yaşaması veya bir anda birçok olayı kavrayabilmesi anlamına gelir. Tasavvuf anlatılarında, evliyaların manevi yolculuklarında sıklıkla karşılaşılan bu durum, insanın sıradan algısının çok ötesinde bir bilincin varlığını gösterir. Öte yandan tayy-ı mekân, mekanın katlanması veya aşılmasıdır. Bir anda binlerce kilometre uzakta olmak ya da aynı anda farklı yerlerde bulunabilmek gibi görülen bu durum, fiziksel dünyanın mutlaklığına meydan okur. Yine tasavvufi rivayetlerde, evliyaların ve Hızır’ın farklı coğrafyalarda bir anda ortaya çıkması buna örnek olarak verilir. Mezkur kavramların somutlaştırdığı varlık durumu ise, zaman ve mekânı aşan bir bilinç halidir. Bu hali yaşayan kişi, evrenin görünür yüzünün ardındaki gizli düzeni sezebilir ve olayların iç yüzünü kavrayabilir. Bu, sıradan insan deneyiminden farklı, bambaşka bir varoluş biçimidir. Hızır, bu bağlamda bast-ı zaman ve tayy-ı mekânın en önemli simgelerindendir. O, zamana ve mekâna bağlı kalmayan, ihtiyaç anında ortaya çıkan, evrensel bilgeliği temsil eden bir rehberdir. Aynı şekilde, Zülkarneyn’in geniş coğrafyalar arası yolculuğu ve Yedi Uyurlar’ın uzun uyku hali de bu kavramların farklı tezahürleridir. Modern zamanın mutlak gerçeklik algısına karşılık, bu kavramlar, insan deneyiminin daha katmanlı ve çok boyutlu olduğuna işaret eder. Zülkarneyn: İki Ufkun Hükümdarı Kur’an’da adı yalnızca birkaç yerde geçmesine rağmen, Zülkarneyn figürü İslam düşüncesinde derin izler bırakmış, hem tarihsel hem de metafizik bir boyut kazanmıştır. Kelime anlamı itibarıyla "iki boynuzlu" olan Zülkarneyn, mecazen iki çağın, iki yönün ya da iki dünyanın hakimi olarak yorumlanır. Onun şahsında birleşen doğu ile batı, zahir ile batın, maddi kudret ile manevi bilgelik gibi ikilikler; tek bir irade ve hakikat arayışında erimektedir. Kur’an’da Zülkarneyn, doğuya ve batıya seferler düzenleyen, halklar arasında adaleti tesis eden, bilgeliği ile hükmeden ve Yecüc-Mecüc gibi anarşik güçlerin önünü kesmek için "demirden bir set" inşa eden bir figürdür. Bu anlatımda tarihsel bir fatihten ziyade kozmik bir dengeleyici, kaos ile düzen arasındaki mücadelede görevli bir kişi belirir. Zülkarneyn’in kimliği tarih boyunca Büyük İskender, Kiros, hatta Afrikalı bir kral olarak yorumlanmıştır. Ancak esas olan, bu figürün tarihsel bir kişiden çok arşetipik bir anlam taşımasıdır. O, her iki kutbu da tecrübe etmiş, yalnızca coğrafi değil, varoluşsal sınırları da aşmış bir yolcudur. Yolculukları, sıradan bir fethin ötesindedir. Doğuda güneşi halkın üzerine perdesiz doğarken görür; batıda onu bir balçıklı suya batar halde bulur. Bu imgeler, yalnızca fiziksel coğrafyaya değil; idrak coğrafyasına da işaret eder. Işığın ve karanlığın, bilginin ve cehaletin, aşkınlıkla içkinliğin sembolleridir bunlar. Zülkarneyn'in inşa ettiği set ise, hakikatin savunulması gereken bir değer olduğunu vurgular. Yecüc ve Mecüc, her çağda düzeni bozan, sınır tanımayan, nefsin ya da kolektif şiddetin temsilleri olarak okunabilir. Zülkarneyn'in onları engellemek için kurduğu set, fiziksel olduğu kadar metafizik bir duvardır — aklın, ahlakın, adaletin sınır çizgisidir. Tüm bu anlatılar, Zülkarneyn’i bir “mesihî figür” konumuna getirir. O, bir dönemin sonunu ve yeni bir çağın başlangıcını temsil eder. Zaman ve mekânda yaptığı seyahatler, içsel bir tekâmül sürecinin dışavurumudur. Bu yönüyle Zülkarneyn, mağara alegorisindeki zincirlerini kıran, ışığı gören ve onu halkına taşıyan bir bilge ile aynı çizgide yer alır. Yedi Uyurlar: Uyku Halinde Zamanda Yolculuk ve Dirilişin Sembolü Yedi Uyurlar miti, tarih boyunca hem Hristiyanlık hem İslam kültürlerinde farklı biçimlerde anlatılmış, ancak temel temaları ve sembolleri ortak olan çok katmanlı bir anlatıdır. Bu hikaye, insanın zamanla, ölümle, dirilişle ve kutsal koruma ile kurduğu derin ilişkiyi sembolize eder. Hristiyanlıkta Yedi Uyurlar Yedi Uyurlar ya da Köylü Gençler  olarak da bilinen bu efsane, ilk olarak 3. yüzyıl Roma döneminde Efes yakınlarındaki mağarada zulüm gören genç Hristiyanların hikayesi olarak ortaya çıkmıştır. Bu gençler, putperest imparatorun zulmünden kaçmak için mağaraya sığınmış ve Tanrı’nın mucizesiyle yüzlerce yıl uyuyup, Hristiyanlığın zaferinin ardından uyanmıştır. Mezkur hikaye, erken Hristiyanlar için zulme rağmen direnişin, sabrın ve iman gücünün simgesi olmuştur. Ayrıca, diriliş ve ahiret inancının da canlı bir tasviri olarak görülür. Gençlerin uzun uykusu, geçici dünyadaki acıların ve zulmün ardından gerçek kurtuluşun geleceğine dair olan umudu simgelemektedir. Efsane, hem Doğu Ortodoks hem Katolik hem de bazı Protestan geleneklerinde farklı varyantlarla anlatılmış; ikonografide sıkça işlenmiş ve bilhassa Paskalya döneminde anılması geleneksel hale gelmiştir. Hülasa Yedi Uyurlar’ın kıssası, ölümün zaferini değil; Tanrı’nın yaşam ve diriliş üzerindeki mutlak hakimiyetini vurgulamaktadır. İslam Kültüründe Yedi Uyurlar İslam’da Yedi Uyurlar hikayesi, doğrudan Kur’an’ın Kehf Suresi’nde geçer (9-26. ayetler). Burada gençler, zalim bir kraldan kaçmak için bir mağaraya sığınır ve Allah’ın izniyle 300 yıl (bazı rivayetlere göre 309 yıl) uyurlar. Keza uyanışları da, Allah’ın kudretinin ve korumasının açık bir işareti olarak görülür. İslam anlatısında bu gençlerin kimlikleri açıkça verilmez; vurgulanan daha çok onların Allah’a olan sarsılmaz imanları ve O’nun koruyuculuğudur. Hikaye, ahirete ve yeniden dirilişe olan inancı pekiştirir. Kehf Suresi, bu kıssayla birlikte diğer peygamber kıssalarıyla da insanlara sabır ve tevekkül öğütler. Yedi Uyurlar, İslam dünyasında “Ashab-ı Kehf” olarak da anılmış ve çeşitli halk efsanelerine, tasavvufi yorumlara konu olmuştur. Onların hikayesi, zulüm altında dahi imanın korunabileceği, hakikatin er ya da geç galip geleceği mesajını taşımaktadır. Aynı zamanda, zamanın mutlak olmadığına ve Allah’ın takdirinin her şeyin üzerinde olduğuna işaret etmektedir. Her iki kültürde de uyku, yalnızca biyolojik bir durum değil; zamanın büküldüğü, kaderin askıya alındığı, kutsal bir bekleyişin metaforudur. Yedi Uyurlar, uykuda zamana meydan okur; normal yaşam döngüsünü aşarak geleceğin dirilişine tanıklık eder. Bu, bast-ı zaman mefhumuna çok yakın bir sembolizmdir: Zamanın lineer akışı, bu gençlerin uykusuyla kesintiye uğrar, genişler ve yoğunlaşır. Ayrıca bu anlatı, kıyamet ve diriliş inançları ile doğrudan bağlantılıdır. Yedi Uyurlar, kıyametin yaklaştığı günün alametlerinden biri olarak da görülür. Zaman içerisinde Yedi Uyurlar hikayesi, çeşitli halk kültürlerinde ( Anadolu, Ortadoğu ve Balkanlar) zengin bir folklorik hüviyete kavuşmuştur. Nitekim mağaralar, kutsal mekanlar haline gelmiş ve bu efsanenin izlerini taşıyan yerler ziyaretçi akınına uğramıştır. Ayrıca, mitoloji ve halk hikayelerinde “uzun uyku”, “zamanın ötesine geçiş”, “kurtuluş ve yenilenme” temaları farklı varyantlarla anlatılmıştır. Bu yönüyle Yedi Uyurlar; zaman, ölüm ve umudun ötesinde evrensel bir arketipidir. Platon’un Mağara Alegorisi: Gerçeklik, Algı ve Aydınlanma Yolculuğu Platon’un “Devlet” adlı eserinde yer alan mağara alegorisi, Batı felsefesinin en derin ve etkileyici metaforlarından biridir. Bu alegori, insan bilincinin sınırlarını, gerçeklik algısını ve bilgiye ulaşma sürecini simgeler. Mağara, insanın cehalet ve yanılsama içinde yaşadığı dünyayı temsil ederken, dış dünya ise hakikatin ve bilgeliğin kaynağıdır. Alegorinin Yapısı ve Anlatımı Alegoride, insanlar doğdukları andan itibaren zincirlenmiş bir şekilde karanlık bir mağarada yaşarlar. Bu zincirler, başlarını sadece önlerindeki mağara duvarına çevirebilecekleri biçimdedir. Arkalarında ise ateş yakılmıştır ve ateşin ışığı, mağaranın önündeki duvara yansıyan gölgeleri oluşturur. Mezkur gölgeler, mağaradakilerin dünyayı algıladıkları tek gerçekliktir. Mağaradaki insanlar, gölgelerin gerçek nesneler olduğuna inanırlar ve dış dünyadan habersizdirler. Onlar için gerçeklik, yalnızca bu sınırlı algı ve deneyimden ibarettir. Ancak gün gelir, zincirlerinden kurtulan bir kişi mağaradan çıkar ve dış dünyayı, gerçek ışığı, güneşi görür. Önce gözleri kamaşır, ancak zamanla gerçek dünyanın tüm zenginliğini kavrar. Bilahare aydınlanan kişi mağaraya geri döner ve diğer zincirlenmiş insanlara gördüklerini anlatmaya çalışır. Ancak mağaradakiler onun anlattıklarını anlayamaz ve hatta onu alaya alır, dış dünyaya çıkmayı reddederler zira gölgelerden ibaret olan “gerçeklik” onlar için güvenlidir. Felsefi Anlamlar ve Katmanlar Cehalet ve Bilgi: Mağara, cehaletin ve yanılsamanın mekanıdır. İnsanların yalnızca duyularıyla sınırlı kalıp gerçekliğin yüzeyini görebildiklerini simgeler. Zincirler ise insanın dogmalar, önyargılar ve sınırlı algılar tarafından kısıtlanmasını temsil etmektedir. Gerçeklik ve Görünüş: Gölgeler, bizim duyularımızla algıladığımız dünyayı, yani görünüşler alemini ifade etmektedir. Platon’a göre, bu dünya gerçekliğin sadece bir yansımasıdır; esas gerçeklik ise “İdealar Dünyası”dır — değişmeyen, mükemmel ve soyut gerçeklik. Aydınlanma ve Eğitim: Zincirlerinden kurtulan kimse, aklını ve ruhunu eğiterek hakikate ulaşan filozoftur. Bu kişi, hakikate ulaşmanın sancılı bir süreç olduğunu ve ulaşılan bilgiyi toplumla paylaşmanın da başlı başına bir mücadele gerektirdiğini ortaya koyar. Toplumsal Eleştiri: Platon, bu alegori ile sıradan insanların bilgiye kapalı, değişime dirençli olmasını ve eğitimli elitlerin (filozof kralların) toplumun yöneticisi olması gerektiğini savunur. Sonuç: Zamanın, Mekânın ve Hakikatin Ötesinde Bir Yolculuk Bu yazımızda, insanlık tarihinin derinliklerinde yankılanan ve muhtelif kültürlerde farklı biçimlerde ortaya çıkan bazı temel temaları ele aldık: Yeşil Adam’dan Hızır’a, Zülkarneyn’den Yedi Uyurlar’a; bast-ı zaman ve tayy-ı mekân kavramlarından Platon’un mağara alegorisine kadar uzanan geniş bir yelpazede, zaman, mekân ve hakikat arasındaki ilişkiyi irdeledik. Hızır’ın rehberliği, Zülkarneyn’in yolculukları, Yedi Uyurlar’ın uykusu ve Platon’un mağara alegorisi, sadece ayrı ayrı anlatılar değil; insanın bilgi, hakikat ve özgürlük arayışının evrensel ifadesidir. Bu mitler ve kavramlar, insanın kendini aşma, bilinmeyene açılma ve hakikati görme cesaretini sembolize eder. Günümüz dünyasında, teknolojinin ve bilginin hızla arttığı çağda dahi, bu eski temalar hala anlamlıdır. Zira gerçek bilgi, salt veri ve görüntüden ibaret değildir; içsel bir dönüşümü, algının ve bilincin genişlemesini gerektirir. İşte bu noktada, bast-ı zaman ve tayy-ı mekân gibi kavramlar, insan deneyiminin çok boyutluluğunu anlamamız için bize rehberlik eder. Sonuç olarak, tarih boyunca farklı kültürlerde var olan bu sembolik anlatılar, insanın kendini ve evreni anlama çabasının zamana ve mekana bağlı olmayan ortak dilidir. Onlar, bizlere hatırlatır ki gerçek yolculuk, dışarıda değil, insanın kendi iç dünyasında başlar; hakikat ise, gölgelerden kurtulup ışığa adım atmakla kavranır.

  • Bronz Çağı Çöküşü: Deniz Kavimleri ve Uygarlığın Sonu

    MÖ 13. yüzyılın sonları, Doğu Akdeniz uygarlıklarının binyıllara dayanan sürekliliğinin kesintiye uğradığı, yazılı tarihin suskunlaştığı ve toplumların adeta bellek kaybına uğradığı sancılı bir dönemin eşiğini işaret eder. Miken saraylarının yıkıldığı, Hitit başkenti Hattuşa’nın harabeye döndüğü, Ugarit gibi büyük şehirlerin yangın izleriyle kaplandığı bu dönem, yalnızca siyasal ve askeri merkezlerin çöküşüyle değil; aynı zamanda üretim ağlarının parçalanması, kültürel etkileşimin kesilmesi ve yazılı kültürün neredeyse tamamen kaybolmasıyla da tanımlanır. Geleneksel olarak “Bronz Çağı Çöküşü” olarak adlandırılan bu kırılma, Antik Yakın Doğu ve Ege dünyasında merkezi krallıkların ve saray ekonomilerinin ani biçimde ortadan kalktığı, yerleşik düzenin parçalandığı ve yerini uzun süreli bir Karanlık Çağa bıraktığı çok katmanlı bir dönüşüm sürecidir. Bu yazımızda, MÖ 1200’lerin hemen başında başlayan bu tarihsel kırılmayı farklı boyutlarıyla ele alacağız: Çöküşün muhtemel nedenlerini tartışacak, Deniz Kavimleri gibi aktörlerin etkisini değerlendirecek, Anadolu ve Ege’de oluşan siyasal boşluğu irdeleyecek ve nihayetinde bu karanlık çağın yalnızca bir yıkım değil; aynı zamanda yeni bir çağın doğum sancısı olup olmadığını sorgulayacağız. Bronz Çağı’nın Sonu: Neler Kayboldu ? MÖ 1200’lere gelindiğinde, Doğu Akdeniz havzası boyunca uzanan saray merkezli uygarlıklar; gelişmiş bir idari yapı, hiyerarşik toplumsal düzen ve dış ticarete dayalı güçlü bir ekonomiyle karakterize edilmektedir. Hititler, Mikenler, Mısır Yeni Krallığı ve Mezopotamya'daki Kassitler gibi güçler, sadece askeri değil; aynı zamanda diplomatik ilişkilerle de birbirine bağlı karmaşık bir sistemin parçalarıdır. Mezkur sistemin en çarpıcı özelliklerinden biri ise, yazının yaygın kullanımı, karmaşık bürokratik belgeler, mühürler, mektuplar ve ticaret kayıtları sayesinde tarihi bilginin nispeten süreklilik arz etmesidir. Ancak Bronz Çağı’nın sonunda, bu dünyaya ait çok sayıda unsur aynı anda tarihten silinmiştir. Öncelikle, saray ekonomisine dayalı merkezi üretim modeli çökmüş; uzman zanaatkarlara ve uzun mesafeli ticarete dayanan mal akışı neredeyse tamamen kesilmiştir. Yazılı belgeler ortadan kalkmış, birçok bölge yüzyıllar boyunca sessizliğe bürünmüştür. Arkeolojik buluntular, örneğin Ugarit’te yarım kalmış çivi yazılı tabletler ya da Hattuşa’da terk edilmiş resmi arşivler, bu ani kesintinin izlerini açıkça yansıtmaktadır. Miken dünyasında ise Linear B yazısının kullanımı sona ermiş, sarayların çöküşüyle birlikte hem idari sistem hem de yazı kültürü ortadan kalkmıştır. Yunanistan'da yaklaşık üç yüzyıl boyunca yazılı belgeler tamamen kaybolmuş, proto-şehir devletlerinin doğuşuna dek süren bir belirsizlik dönemi yaşanmıştır. Bu durum, yalnızca teknik bir gerilemeyi değil; aynı zamanda kurumsal hafızanın ve toplumsal organizasyonun çöküşünü de ifade etmektedir. Kısacası, Bronz Çağı’nın sonuyla birlikte yalnızca şehirler değil, onları var eden sistemler, anlatılar ve bellek de çökmüştür. Yerine neyin, nasıl geçtiği ise ancak bu çöküşün ardında yatan nedenlerle ve onu takip eden dönüşümlerle anlaşılabilecektir. Çöküşün Nedenleri: İklim mi, Göç mü, İç Ayaklanma mı ? Bronz Çağı’nın sonunu hazırlayan nedenler, uzun süredir tarihçilerin, arkeologların ve filologların ortak ilgi alanı olmuştur. Ancak bu çöküşün ardında yatan sebepler konusunda bir fikir birliğine varılamamıştır; zira olay yalnızca bir siyasal yıkımı değil, bütün bir kültürel ekosistemin çözülüşünü kapsamaktadır. Mevcut araştırmalar ışığında, bu çöküş çok katmanlı bir krizin sonucu olarak değerlendirilmektedir: İklim değişiklikleri, kitlesel göç hareketleri, iç isyanlar, ekonomik çöküntüler ve teknolojik dönüşümler birbirini besleyen dinamikler halinde işlemektedir. Son yıllarda yapılan paleoklimatolojik çalışmalar, MÖ 13. yüzyılın sonlarına doğru Doğu Akdeniz bölgesinde ciddi bir kuraklık dönemi yaşandığını ortaya koymuştur. Ağaç halkaları, göl tortuları ve toprak örnekleri üzerinde yapılan analizler, bu dönemde tarımsal üretimin daraldığını ve kıtlıkların baş gösterdiğini işaret etmektedir. Bilhassa Hitit ve Levant bölgelerinde yaşanan söz konusu kuraklık, tarıma dayalı saray ekonomilerini doğrudan sarsmış; kıtlıklar, iç huzursuzlukları ve nihayetinde siyasal çözülmeyi de beraberinde getirmiştir. İkinci önemli unsur ise, göç ve dış baskılardır. Bu bağlamda, özellikle Deniz Kavimleri adı verilen topluluklar dikkat çekmektedir. Anadolu’nun batısından, Ege Adaları’ndan ve belki de Balkanlar’dan gelen bu gruplar, Mısır ve Levant kıyılarında büyük yıkımlara neden olmuş; saray merkezlerini yağmalamış ve ticaret yollarını kesintiye uğratmıştır. Mısır hiyeroglif metinlerinde ve bilhassa II. Ramses ile III. Ramses dönemine ait kabartmalarda mezkur saldırılar açıkça belgelenmiştir. Hititlerin yıkılışıyla eş zamanlı gerçekleşen bu hareketlilik, askeri bir işgalin ötesinde, nüfus yapısında büyük sarsıntılar doğuran bir demografik kriz yaratmıştır. Bununla birlikte, çöküş yalnızca dış tehditlerden kaynaklanmamış; iç dinamikler de en az dış baskılar kadar etkili olmuştur. Saray ekonomilerine dayalı bu sistemler, güçlü merkezi otoriteler ve hiyerarşik toplumsal yapılar ile doğrudan iltisaklıdır. Öte yandan bahsi geçen merkezileşmiş yapı, alt sınıflar üzerinde büyük bir baskı oluşturmaktadır. Bu bağlamda sosyal eşitsizlik, ağır vergilendirme, zorunlu emek ve kıtlık gibi etmenlerin, iç isyanların önünü açmış olması da ihtimaller dahilindedir. Keza bazı arkeolojik bulgular, muhtelif yerleşimlerin içten yakıldığını ve kent merkezlerinde düzenli yapılaşmanın yerini kaosa bıraktığını göstermektedir. Son olarak; bu çöküş süreci, teknolojik bir kırılmayı da beraberinde getirmiştir. Zira bronz üretimi için gerekli olan kalay, geniş çaplı bir ticaret ağına bağımlıdır. Bu ağın çökmesiyle birlikte bronz silahların üretimi sekteye uğramış ve onun yerini, daha kolay temin edilen demir almıştır. Mezkur geçiş, ilk başta teknolojik bir gerileme gibi görünse de, aslında daha küçük çaplı ve yerel güçlerin yükselişine zemin hazırlamıştır. Deniz Kavimleri ve İstilanın İzleri Bronz Çağı’nın sonunu getiren en dramatik gelişmelerden biri de, tarihi kayıtlarda “Deniz Kavimleri” olarak anılan göçebe ya da yarı-göçebe toplulukların Doğu Akdeniz’e yönelttiği saldırılardır. Bu grupların kökeni, yapısı ve amacı hala tam anlamıyla çözülebilmiş değildir; ancak Mısır, Hitit ve Levant kaynaklarında bıraktıkları izler, çöküşün seyrini belirleyen temel dinamiklerden biri olduklarını göstermektedir. “Deniz Kavimleri” ifadesi, aslında homojen bir halkı değil; farklı etnik ve coğrafi kökenlere sahip çok sayıda grubu temsil eder: Peleset, Tjekker, Shekelesh, Denyen ve Weshesh gibi isimlerle anılan mezkur topluluklar, ekseriyetle deniz yoluyla hareket etmiş; kıyı şehirlerini hedef almış ve geride derin bir yıkım bırakmıştır. Bu saldırıların en ayrıntılı betimlemesi, Mısır firavunu III. Ramses’in hükümdarlığı sırasında (yaklaşık MÖ 1175) gerçekleşmiştir. Medinet Habu tapınağının kabartmalarında, Mısır ordusunun bahsi geçen gruplara karşı yürüttüğü savunma savaşları resmedilmiştir. Bu kabartmalarda Deniz Kavimleri; kadınları, çocukları ve arabalarıyla birlikte büyük bir göç hareketi içinde gösterilir. Bu durum, onların yalnızca yağmacı savaşçılar değil; aynı zamanda köklerinden kopmuş topluluklar olduğunu düşündürmektedir. Mısır bu saldırıları püskürtmeyi başarmışsa da, kuzeydeki birçok uygarlık aynı başarıyı gösterememiştir. Deniz Kavimleri’nin etkileri, bilhassa Anadolu ve Levant kıyılarında hissedilmiştir. Hititlerin başkenti Hattuşa, bu dönemde büyük bir yangınla tahrip edilmiş ve bir daha asla eski gücüne kavuşamamıştır. Ugarit’te bulunan çivi yazılı belgelerden ise, kral Ammurapi’nin başka bir hükümdardan yardım talep ettiği ancak yardım gelmeden şehrin düştüğü anlaşılmaktadır. Söz konusu tabletler, istila öncesi son anda yazılmış ve fırınlanmadan günümüze ulaşmış belgeler olup, olayların ne denli ani ve yıkıcı olduğunu gözler önüne sermektedir. Bu yazışmalar, yalnızca bir kentin değil; bir diplomasi sisteminin ve karşılıklı güvenin de yerle bir olduğunun açık bir işaretidir. Deniz Kavimleri’nin nihai akıbeti ve göç yolları hakkında kesin bir bilgi yoktur. Bazı grupların Filistin’e ve Güney Levant’a yerleştiği, hatta bilahare Peleset’in Filistinlilerin atası sayılabileceği iddia edilmiştir. Diğer gruplar ise, büyük ihtimalle, yerel toplumlarla karışarak yeni siyasal ve kültürel yapıların oluşumuna katkı sağlamıştır. Bu noktada, Deniz Kavimlerini yalnızca bir yıkım gücü olarak değil; yeni toplumsal formların taşıyıcısı olarak da değerlendirmek gerekir. Bu sayede çöküş, yalnızca bir son değil; bir dönüşüm evresi olarak da anlam kazanır. Anadolu, Mezopotamya ve Ege’de Siyasi Boşluk Bronz Çağı’nda yaşanan çöküş, yalnızca mevcut güçlerin yıkılmasıyla değil; aynı zamanda onların ardından gelen siyasi belirsizlik ve otorite boşluğu ile de tanımlanır. Bu boşluk, muhtelif coğrafyalarda farklı sürelerde ve biçimlerde etkili olmuş; kimilerinde geçici bir dağınıklık yaratırken, kimilerinde yüzyıllarca sürecek bir istikrarsızlık dönemine neden olmuştur. Mezkur çöküşün ardından Anadolu, Mezopotamya ve Ege havzası, yeni siyasal aktörlerin doğduğu, merkeziyetçi yapılardan yerel güç odaklarına evrilen bir dönüşüm sahası haline gelmiştir. Anadolu, bu dönemde en ağır darbeyi alan bölgelerden biridir. Hitit İmparatorluğu’nun çöküşü, yalnızca başkent Hattuşa’nın düşmesiyle sınırlı kalmamış; imparatorluğa bağlı vasal krallıklar da ya tamamen dağılmış ya da kendi içinde parçalanmıştır. Arkeolojik veriler, birçok yerleşim yerinin terk edildiğini ya da yıkıldığını göstermektedir. Merkezi otoritenin ortadan kalkmasıyla birlikte, Geç Hitit Beylikleri adı verilen daha küçük ve yerel krallıklar ortaya çıkmıştır: Gurgum, Karkamış, Malatya ve Tabal gibi merkezler bu yeni dönemin aktörleri haline gelmiştir. Ancak bu yapılar, Hititlerin sahip olduğu siyasal kapsayıcılığa ya da askeri güce hiçbir zaman ulaşamamış, çoğu zaman Asur tehdidine karşı kırılgan bir varoluş sürdürmüştür. Mezopotamya ise görece daha az sarsılmış görünse de, Bronz Çağı'nın karmaşık ticaret ağlarının çözülmesi bu bölgeyi de derinden etkilemiştir. Kassit Hanedanlığı Babil'deki otoritesini yitirirken, Asur krallığı yükselişe geçmiş, ancak o da önceki dönemdeki diplomatik ve ticari etkileşimi yeniden kurmakta zorlanmıştır. Mezopotamya’daki şehir devletleri ve krallıklar, bu dönemde daha bölgeselci ve içine kapanık bir karakter sergilemiştir. Yine de Asur'un ilerleyen yüzyıllarda yeniden yükselerek bölgeye hakim olması, bu boşluğun kalıcı olmadığını göstermektedir. Ege dünyası, özellikle Miken uygarlığının ani ve köklü çöküşüyle başat bir dönüşüm yaşamıştır. Saray merkezli idari yapılar ortadan kalkmış, Linear B yazısı kullanılmaz hale gelmiş ve toplumsal yapı dağılmıştır. Aynı şekilde, kentleşme gerilemiş ve büyük yapı komplekslerinin yerini küçük köy yerleşimleri almıştır. Neredeyse 300 yıl sürecek olan bu dönem, daha sonra “Yunan Karanlık Çağları” olarak adlandırılacaktır. Siyasi örgütlenme yerel düzeyde, küçük topluluklara dayanmış ve bir anlamda proto-polis yapılarının ilk nüveleri ortaya çıkmıştır. Bu yapıların bazıları, Geometrik Dönem’den itibaren yeniden örgütlenerek Arkaik Dönem’in şehir devletlerine evirilecektir. Sonuç olarak, Bronz Çağı'nın ardından gelen bu dönem; güçlü merkezi krallıkların yıkıldığı, yazının ve yüksek idari organizasyonun geçici olarak ortadan kalktığı, ancak aynı zamanda yerel aktörlerin yükselişiyle yeni siyasal formların geliştiği bir ara evre niteliğindedir. Söz konusu siyasi boşluk, kısa vadede kaos yaratmış olsa da, uzun vadede Antik Çağ’ın karakteristik siyasal yapılarının temellerini atmıştır. Yazının ve Mimarinin Kayboluşu Bronz Çağı çöküşünün en çarpıcı sonuçlarından biri, yazılı kültürün ani ve uzun süreli bir kesintiye uğramasıdır. Bu kesinti, yalnızca belgelerin yok olmasıyla sınırlı değildir; aynı zamanda yazının bir bilgi üretme, aktarma ve meşruiyet sağlama aracı olarak kullanılmasının da geçici olarak sona erdiği bir dönem anlamına gelir. Uygarlıkların belleği büyük ölçüde yazı aracılığıyla inşa edilirken, bu belleğin kaybı, tarih sahnesinden silinmiş bir çağın ardında sessizlik ve belirsizlik bırakmıştır. Ezcümle Hititler, çivi yazısını resmi belgelerde, diplomatik mektuplarda ve dinsel metinlerde yaygın biçimde kullanan bir uygarlıktır. Hattuşa’daki arşivlerden günümüze ulaşan on binlerce tablet, bu geleneğin gelişmişliğini gösterir. Ancak çöküşle birlikte hem yazı geleneği hem de onu taşıyan bürokratik sınıf ortadan kalkmıştır. Arşivler ya yakılmış ya da terk edilmiştir. Aynı şekilde, Ugarit’te bulunan kil tabletler, istila öncesi büyük bir telaşla yazılmış, çoğu fırınlanmamış ve yarım kalmış metinlerden oluşmaktadır. Bu belgeler, yalnızca edebi veya idari bir boşluğu değil; kurumsal sürekliliğin kırılmasını da gözler önüne sermektedir. Miken dünyasında ise, saray merkezli idari sistemle birlikte Linear B yazı sistemi de ortadan kalkmıştır. Bu yazı, yalnızca elit kesimin kullanabildiği, karmaşık ve merkeziyetçi bir yönetim anlayışının taşıyıcısıdır. Sarayların yıkılmasıyla birlikte, yazı da işlevsiz hale gelmiş ve yaklaşık üç yüzyıl boyunca Yunan coğrafyasında yazılı belgeler kaybolmuştur. Bu süre zarfında, kültürel aktarım büyük ölçüde sözlü gelenekler aracılığıyla yürütülmüş, Homeros destanlarının kökeni de muhtemelen bu sözlü anlatı evreninde şekillenmiştir. Aynı şekilde, mimaride de büyük bir kırılma yaşanmıştır. Bronz Çağı boyunca inşa edilen anıtsal saraylar, tahkimatlı kentler ve merkezi tapınaklar, çöküşün ardından ya yıkılmış ya da terk edilmiştir. Mimaride kullanılan teknik bilgi, planlama becerisi ve ölçek, yerini daha küçük ölçekli, geçici yapılarla karakterize edilen yerleşimlere bırakmıştır. Örneğin Miken saraylarının yerini alan küçük köy yapıları, yalnızca fiziksel değil; sosyal bir örgütlenme farklılığını da yansıtır. Kentin odak noktası olan merkezi yönetim birimi ortadan kalkmış; bireysel ya da küçük topluluk temelli mimari çözümler öne çıkmıştır. Yazının ve mimarinin kaybı, yalnızca bir uygarlığın teknik becerilerini değil; belleğini, temsil biçimlerini ve gelecek kuşaklarla kurduğu ilişkiyi de kesintiye uğratmıştır. Bu nedenle Bronz Çağı Çöküşü, sadece bir maddi kültür yıkımı değil; aynı zamanda bir anlam rejiminin sona ermesi olarak da okunmalıdır. Yeni anlamlar, ancak bu sessizlik döneminin ardından yavaş yavaş şekillenmeye başlayacaktır. Yeniden Doğuş: Karanlık Çağ’dan Demir Çağı’na Yeni bir çağın ipuçları ilk kez Geç Bronz Çağı’nın yıkıntıları arasından filizlenmeye başlamıştır. Önce tarımsal üretim toparlanmaya başlamış, ardından daha küçük ama dirençli yerleşim yerleri doğmuştur. Bu köy tipi yerleşimlerde görülen sade mimari anlayış, merkezi bürokrasiden uzak, topluluk temelli yaşamın yeniden kurulduğunu göstermektedir. Ticaret, başlangıçta yalnızca bölgesel ölçekte olsa da, yavaş yavaş yeniden canlanmıştır. Artık eski saray ekonomileri yerine, daha esnek ve yerel aktörlere dayalı bir ekonomik yapı öne çıkmaktadır. Bu dönüşümün en önemli göstergelerinden biri ise demirin giderek yaygınlaşması olmuştur. Başlangıçta nadir ve kıymetli bir maden olarak sınırlı çevrelerde kullanılan demir, zamanla daha geniş halk kitlelerinin ulaşabildiği bir materyale dönüşmüştür. Demir teknolojisinin yaygınlaşması, yalnızca tarım araçlarının değil, aynı zamanda silahların da daha dayanıklı hale gelmesini sağlamış; bu durum, siyasal güçlerin yeniden örgütlenmesine ve küçük toplulukların kendini savunabilir hale gelmesine zemin hazırlamıştır. Aynı süreçte alfabe temelli yazı sistemlerinin (örneğin Fenike alfabesi) ortaya çıkması, bilgi aktarımının daha sade ve yaygın hale gelmesini mümkün kılmıştır. Yazı, bir kez daha hayat bulmuş; ancak bu kez yalnızca saray görevlilerinin değil, tüccarların ve zanaatkarların da erişebileceği bir araca dönüşmüştür. E ski düzenin çöküşünü izleyen bu yeniden yapılanma süreci, nihayetinde, MÖ 9. yüzyıldan itibaren yeni siyasal oluşumların, şehir devletlerinin ve kültürel kimliklerin belirmesiyle sonuçlanmıştır.

  • Unutkan Toplum, Cezasız Siyaset: Yangın Felaketlerinin Politik Arka Planı

    Her Yaz Aynı Felaket: Süreklilik Kazanan Kriz Hali Ülkemiz, 2019'dan bu yana yaz aylarında adeta sistematikleşen bir orman yangını krizi ile karşı karşıya. Ege ve Akdeniz başta olmak üzere birçok ormanlık bölge, her yılın Temmuz ve Ağustos aylarında benzer şekilde alevlere teslim olmakta. Bu yangınlar, iklim krizinin etkisiyle elbette daha geniş bir çerçevede değerlendirilebilir; ancak sorunun yalnızca “doğa”yla açıklanamayacak kadar karmaşık bir boyutu vardır. Yangınlar, doğrudan kamu idaresinin hazırlıksızlığı, ihmal politikaları ve kriz anlarında sergilenen koordinasyonsuzlukla birleştiğinde bir “doğal afet” değil, adeta “yönetimsel bir çöküşün” göstergesi haline gelmektedir. Hükümetin İhmali ve Kurumsal Reaksiyon Eksikliği Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının, yıllardır süregelen yangınlar karşısında gösterdiği refleksler, sorunu sistematik biçimde çözmeye yönelik bir iradenin varlığından çok, günü kurtarmaya dönük panik tepkilerini andırmaktadır. Mezkur durumun en somut örneklerden biri ise, 2021 yazında Türkiye’nin çeşitli bölgeleri yanarken ortaya çıkmıştır: Türk Hava Kurumu'nun (THK) elindeki yangın söndürme uçaklarının yıllardır hangarlarda çürümeye terk edilmesi, uçakların gerekli bakım ile onarımlarının yapılmaması ve bunun yerine yurt dışından kiralama yoluna gidilmesi. Bu tercihler yalnızca teknik birer hata değil, siyasal yönelimin de bir yansımasıdır. Merkeziyetçi ve partizan kadrolaşma anlayışı, liyakat esasını ortadan kaldırmış; ormanların korunması gibi teknik uzmanlık gerektiren alanlarda bile "siyasi sadakat" öne çıkmıştır. İktidarın doğa politikaları, kalkınma adı altında ormanlık alanları madencilik ve inşaat sektörüne açarken, orman yangınlarına karşı bir "ulusal strateji" oluşturulmamıştır. Bu da her yıl benzer bir trajedinin tekrarlanmasına neden olmaktadır. Kutuplaşmanın Zırhı: Lider Eleştirilemez AKP iktidarının son 20 yılında inşa ettiği siyasi atmosferde, her eleştiri “hainlik”, “teröre hizmet”, “devlet düşmanlığı” gibi kavramlarla damgalanmakta ve maalesef, orman yangınları gibi çevresel felaketler karşısında dahi bu dil terk edilmemektedir. Sosyal medyada hükümete yönelik eleştirilerini dile getiren yurttaşların gözaltına alındığı, yargılandığı veya sistematik şekilde linç kampanyalarına maruz kaldığı çok sayıda örnek ise bu çarpıcı gerçeğin bir yansımasıdır. Bu bağlamda, eleştiri kültürünün sistematik olarak bastırılması, hükümetin krizleri yönetmesini değil; krizlerin üzerini örtmesini kolaylaştırmaktadır. Siyasetin kutuplaşma zeminine oturması, halkın felaketler karşısında birlikte hareket etme gerekliliğini örselemekte ve bu durum, iktidarın en büyük avantajlarından biri haline gelmektedir: Toplumun bir kısmının, yangın söndürme uçaklarının eksikliğine yönelik eleştirilerde dahi, “milli meseleye saldırı” zihniyetinin yarattığı bir aidiyet duygusuyla hareket etmesi. Binaenaleyh hükümetin ataletine ve sorumsuzluğuna dair bir yergide bulunmak neredeyse imkansız hale gelmektedir. Uluslararası Yardım Tekliflerinin Reddedilmesi: Egoyu Devletleştirmek Orman yangınlarının geniş alanlara yayıldığı ve ulusal kapasitenin açıkça yetersiz kaldığı durumlarda bile hükümetin dış yardımları reddetmesi, "ulusal gurur" ve "egemenlik" söylemleriyle meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Oysa ki bu tür afetlerde beynelmilel dayanışma sıradan bir uygulamadır; Fransa, Yunanistan, İtalya gibi pek çok Avrupa ülkesi birbirlerine yardım etmektedir. Ülkemizin (örneğin 2021 yangınlarında olduğu gibi) Yunanistan ve muhtelif Avrupa ülkelerinden gelen yardım tekliflerini reddetmesi ise, devletin "yardım kabul etmeyi zaaf olarak gören" bir zihniyetle yönetildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu tavrın ardında yatan gerçek, yalnızca "milliyetçi refleksler" değil; aynı zamanda kriz anlarını dahi kendi siyasi gücünü tahkim etmek için araçsallaştıran bir iktidar mantığıdır. Dış yardımın kabul edilmesi durumunda, hükümetin yetersizliği daha görünür hale gelecektir. Bu nedenle, ormanlar kül olurken bile politik imajın sarsılmaması tercih edilmektedir. Ancak bu tercihin bedelini doğrudan doğruya doğa, hayvanlar, köylüler ve aslında bütün ülke ödemektedir. Terör ? Şemdin Sakık’ın Tehdidi ve Yangınların Sabotaj Olasılığı Bu noktada göz ardı edilemeyecek bir başka boyut da, geçmişte PKK tarafından yapılmış açıklamalardır. Bilhassa 1990’larda, örgütün önde gelen isimlerinden Şemdin Sakık'ın, “şehir merkezlerinde savaşamayız ama ormanları yakarız” şeklindeki söylemleri, orman yangınlarının bazı durumlarda bir tür “terör stratejisi” olarak kullanılabileceğini açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim PKK'ya yakın bazı oluşumların, geçmişteki bazı yangınları üstlendiği bilinmektedir. Ancak burada dikkat çekilmesi gereken nokta, bu ihtimali ciddiye alarak proaktif güvenlik önlemleri oluşturmak yerine, iktidarın bu tür sabotaj risklerini ya göz ardı etmesi ya da yalnızca politik manevra aracı olarak kullanmasıdır. Eğer sabotaj ihtimali gerçekse - ki kimi yıllarda ciddi bulgular ortaya çıkmıştır - bunun gerektirdiği teknolojik izleme altyapısı, insansız hava araçları, uydu bağlantılı erken uyarı sistemleri neden hala yetersizdir ? Hükümetin hem bu tehditlere karşı caydırıcı bir strateji geliştirmemesi hem de bunu iletişimde sürekli araçsallaştırması, güvenlik zafiyetini açığa vurmaktadır. Siyasal Hafıza ve Algı Yönetimi: Balık Hafızalı Toplum Varsayımı Orman yangınları gibi büyük felaketlerin kamuoyunda ciddi tepkilere neden olması, aslında siyasal iktidarın doğrudan hesap verme sorumluluğunu gündeme getirir. Ancak ülkemizde hükümetin bu gibi krizlere karşı duyarsız kalabilmesinin ardında, "toplumun balık hafızalı olduğu" yönündeki yaygın inanç yatmaktadır. Bu inanç, Erdoğan yönetiminin krizleri kısa vadeli manipülasyonlarla savuşturabileceği kanaatine dayalıdır. Yangınlar esnasında birkaç gün süren yoğun tepki, sosyal medyada dolaşan “helikopter nerede” başlıklı isyanlar, birkaç hafta içinde unutulmakta, gündem başka bir krizle değiştirilmektedir. Bu bağlamda hükümetin, krizlerin toplum belleğinde kalıcı bir iz bırakmadığına güvenerek stratejik bir ilgisizlik politikası benimsediği pekala söylenebilir. Ne var ki son dönemde yapılan kamuoyu yoklamaları, bu stratejinin artık eskisi kadar etkili olmadığını göstermektedir. AKP’nin oy oranlarındaki düşüş, yalnızca ekonomik sebeplerle değil; aynı zamanda bu tür çevresel ve yönetimsel felaketler karşısında gösterilen beceriksizlikle de ilişkilidir. Binaenaleyh iktidarın, toplumsal hafızayı manipüle edebilme kapasitesi zayıfladıkça, kriz yönetimindeki ihmalkarlık daha görünür hale gelmektedir. Yangın Sonrası İmar Politikalarıyla Orman Alanlarının Ranta Açılması Yangınların hemen ardından, bölgenin doğal yapısına uygun olmayan projelerle imara açılması artık tesadüf sayılamayacak bir düzen halini almıştır. Bilhassa turizm bölgelerinde çıkan orman yangınlarının ardından otel, villa ve lüks konut projeleri için adeta bir “imar seferberliği” başlatıldığı görülmektedir. Bu durum da, yangınların doğal yollardan değil; ranta dayalı bir sürecin ön aşaması olarak ortaya çıktığına dair ciddi ve haklı şüphelerin doğmasına sebebiyet vermektedir. Mevcut iktidar döneminde defalarca değiştirilen “orman vasfını yitirmiş alanların değerlendirilmesi” gibi düzenlemeler, bu endişeyi daha da derinleştirmektedir. Yanan alanların orman statüsünde kalması gerekirken, "özel proje alanı" ilan edilmesi ya da TOKİ benzeri kurumlara devredilmesi, çevresel tahribatın yanı sıra kurumsal çürümenin de göstergesidir. Bu tarz bir yaklaşımın yalnızca kısa vadeli ekonomik kazançlar için değil; aynı zamanda siyasal sadakat ilişkileri çerçevesinde "sermaye gruplarına kaynak aktarma işlevi" taşıdığı da göz ardı edilememelidir. Siyasal Sonuçlar: Bu Yangınlar Yalnızca Ormanları mı Yakıyor ? Görünen o ki, son günlerde yaşanan orman yangınları yalnızca doğayı değil; aynı zamanda mevcut iktidarın siyasal meşruiyetini de yok etmektedir. Her felaketin ardından dile getirilen "kader planı" ve benzeri söylemler, yönetimsel tekrarların ve çözülemeyen krizlerin birikimini temsil etmektedir. Sonuç olarak; iktidarın çevre politikaları ve afet yönetimi pratiği, toplumun geniş bir kesiminde “siyasi tükenişin semptomları” olarak algılanmaktadır.

  • Ekmek, Sirk ve Sessizlik: Roma Halkını Nasıl Uyuttular ?

    “Halk artık özgürlük talep etmiyor, yalnızca buğday ve gösteri istiyordu.” - Juvenalis MÖ 1. yüzyıldan itibaren Roma'da siyasal alan ile toplumsal beklentiler arasındaki ilişki köklü bir dönüşüme uğramıştır. Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerinde yurttaş kimliği, yalnızca askeri ya da vergi yükümlülüğüyle değil, aynı zamanda kamusal tartışmalara katılım hakkıyla tanımlanmaktadır. Ancak bu ideal, zaman içinde yerini seyirci konumuna indirgenmiş bir halk tipine bırakacaktır. Roma'nın yükselen eşitsizliklerine ve artan sınıfsal gerilimlerine karşı yönetici elitlerin sunduğu temel çözüm, bir tür "sessizlik pazarlığı"dır: Doyurulan karınlar ve oyalanan gözler. “ Panem et circenses ” yalnızca bir toplumsal uyuşma stratejisinin değil, aynı zamanda siyasal katılımın sistematik biçimde dışlanmasının da adıdır. Ekmek kuyrukları, arenalarda sunulan vahşi gösteriler ve kamuya açık eğlenceler, halkın siyasal bilinçle değil; haz ve ihtiyaçla ilişkilendirilmesini hedeflemektedir. Böylelikle Roma, yurttaşlarını yönetmek yerine onları teskin etmeyi tercih eden bir iktidar modeline evirilmiştir. Bu yazımızda, panem et circenses ’in tarihsel bağlamını incelemekle kalmayacak; aynı zamanda modern toplumlarda siyasal ilgisizliğin nasıl üretildiğine dair bir düşünsel izlek de sunacağız. Zira her çağın kendi arenaları, kendi ekmekleri ve kendi sessizlikleri vardır. Panem et Circenses Roma’da kamu politikalarının ve toplumsal düzenin şekillenmesinde temel araçlardan biri olarak görülen panem et circenses  (ekmek ve sirk) stratejisi, aslında halkın siyasi bilinçten uzaklaştırılmasını hedefleyen bir mekanizmanın adıdır. Bu stratejinin kökenleri, bilhassa yoksulluğun, eşitsizliğin ve artan sosyal gerilimin yoğunlaştığı dönemlerde belirginleşmiştir. İlk olarak gençlik döneminde, satirik bir bakış açısıyla konuya değinen Juvenalis’in eserinde yer alan bu ifade, Roma yönetiminin halkı doyurmak ve eğlendirmek suretiyle siyasi kontrolü sağlamaya yönelik uygulamalarını eleştirir. Bu bağlamda, devletin, vatandaşların temel ihtiyaçlarını (örneğin ekmek dağıtımını) karşılamakla kalmayıp; aynı zamanda gladyatör dövüşleri, tiyatro oyunları ve çeşitli halk gösterileri düzenleyerek yoğun bir kamuoyu ikmali oluşturması dikkat çekmektedir. Ayrıca, panem et circenses  uygulaması, Roma siyasal düzeninde vatandaşlık kavramının dönüşümüne de işaret eder. Cumhuriyet döneminde aktif katılımın ve kamusal tartışmaların merkezi konumda olduğu düşünüldüğünde, bu yöntemle halkın siyasi alandan sistematik olarak uzaklaştırılması, imparatorluk yönetiminin pekiştirilmesinde önemli bir araç haline gelmiştir. Böylece vatandaşın, bireysel ve kolektif bilinçle yönetime dahil olma imkanı, yerini haz ve geçici keyiflere dayalı bir pasifliğe bırakmıştır. Vatandaşlıktan Tebaaya: Halkın Politikadan Çekilmesi Roma Cumhuriyeti’nin temel dayanaklarından biri, yurttaşın siyasal katılım hakkıdır. Comitia  adı verilen halk meclislerinde yasa teklifleri oylanmakta, yüksek rütbeli yöneticiler seçimle belirlenmekte, toplumsal meseleler forumlarda tartışılmaktadır. Yurttaşlık, yalnızca bir aidiyet statüsü değil; aynı zamanda bir siyasal sorumluluk alanıdır. Ancak bu model, MÖ 2. yüzyıldan itibaren sarsılmaya başlamış; özellikle iç savaşlar, sınıf çatışmaları ve eyaletlerdeki yayılmacı politikalar neticesinde Cumhuriyet’in kurumları işlemez hale gelmiştir. Gracchus kardeşlerin toprak reformu girişimleriyle görünür hale gelen bu siyasal tıkanma, sonraki yüzyılda Marius ve Sulla arasında yaşanan iç savaşla daha da derinleşmiş; nihayetinde Sezar’ın yükselişiyle birlikte Cumhuriyet’in kurumsal çerçevesi fiilen aşınmıştır. Bu süreçte halkın doğrudan siyasete müdahil olma kanalları ya daraltılmış ya da bütünüyle işlevsizleştirilmiştir. Bilhassa İmparatorluk dönemine geçişle birlikte comitia 'nın yetkileri büyük oranda Senato’ya devredilmiş; Senato ise zamanla bir onay merciinden ibaret kalmıştır. Bu dönüşümde halkın edilgenleştirilmesi yalnızca kurumsal bir mesele değil, aynı zamanda bilinçli bir siyasal tercihtir. Zira imparatorlar, halkın doğrudan siyasete karışmasını değil; sadakatlerini gösteriler ve törenlerle ifade etmelerini beklemektedir. Yurttaş, bir aktör olmaktan çıkarılarak, düzenlenen gösterilerin seyircisi haline getirilmiştir. Siyasi karar alma süreçlerinden dışlanan halk, kolektif düşünme alışkanlığını yitirirken; yönetici sınıf da bu ilgisizliği teşvik edecek araçları sistemli biçimde üretmeye başlamıştır. Roma halkının siyaset sahnesinden çekilişi, yalnızca bir tarihsel kırılma değil; aynı zamanda siyasal kültürün yeniden biçimlendirilmesidir. Bu kırılma, modern otoriter rejimlerde de gözlemlenen bir örüntüye işaret eder: Yurttaşın, seyirciye dönüşmesi. Görsel Şölenle Düşüncenin Bastırılması Roma’nın en görkemli yapıları olarak kabul edilen Kolezyum ve Circus Maximus, abidevi eserler olmanın ötesinde, imparatorluk iktidarının halka sunduğu görsel ve duygusal deneyimlerin de merkezleri konumundadır. Nitekim, Kolezyum’da gerçekleştirilen gladyatör dövüşleri, salt bir eğlence unsuru olmaktan çok, Roma’nın askeri kudretini, imparatorun otoritesini ve toplumsal düzenin devamlılığını temsil eden törensel etkinlikler olarak değerlendirilmelidir. Diğer taraftan Circus Maximus ise at yarışları ve benzeri oyunlarla halkın dikkatini uzun süre canlı tutmak amacıyla kullanılan devasa bir gösteri alanı olarak öne çıkmaktadır. Günün sonunda mezkur alanlarda sergilenen gösterilerin amacı, toplumsal gerilimlerin hafifletilmesi ve politik baskının etkilerinin azaltılmasıdır. Zaman içerisinde imparatorlar, bu devasa alanları salt bir eğlence mekanı olmaktan çıkartarak, politik iktidarlarını sağlamlaştırmak adına kullanacaklardır. Örneğin Augustus, Res Gestae ’de, halkına sağladığı ekmek ve gösterilerle destek topladığını vurgulamış; bu sayede hem kendisine yönelik sadakati arttırmış hem de meşruiyetini güçlendirmiştir. Ayrıca gösteriler, sadece halkı oyalamakla kalmayıp, imparatorun kutsal bir figür olarak algılanmasını da olanak tanımıştır. Böylece görsel şölenler, hem iktidarın gücünü sembolize eden hem de toplumda siyasi itaat üretimini kolaylaştıran birer mekanizmaya evirilmiştir.. Günümüzde ise benzer işlevler sosyal medya, futbol karşılaşmaları ve popüler kültür etkinlikleri üzerinden yürütülmektedir. Parlak ekranlar ve sürekli tüketilen görsel içerikler, halkın siyasal farkındalığını azaltırken, onları gündelik eğlencenin ve anlık hazların içine hapsetmektedir. Bu durum, Roma’daki arenalarda kan ve gösterinin sağladığı teskin edici işlevin dijital karşılığı olarak da pekala okunabilir. Toplumsal sorunlar ve siyasal talepler, bu dijital “sirk” sayesinde görünmez kılınmış; vatandaşlar siyasal süreçlerin dışına itilmiştir. Roma’nın bu görsel ve kültürel kontrol araçları, tarihsel bir örnek olmanın ötesinde, çağlar boyunca iktidarların kullandığı toplumsal yönetim stratejilerinin ilk biçimlerinden biri olarak değerlendirilebilir. İnsanların dikkatinin dağıtılması ve siyasal katılımın sınırlandırılması, zaman ve mekandan bağımsız bir olgu olarak siyaset tarihinde kendini göstermektedir. Binaenaleyh, Roma’daki panem et circenses  pratiği, günümüz toplumlarını anlamada hala önemli bir referans noktası oluşturmaya devam etmektedir. Modern Dünyanın Sirkleri: Ekmek ve Gösterinin Bugünkü Yansımaları Roma’nın panem et circenses  stratejisinin günümüzdeki izdüşümü, özellikle medya, spor ve eğlence sektörlerinde belirginleşmektedir. Sosyal medya platformlarının, televizyon programlarının ve devasa spor organizasyonlarının, halkın dikkatini siyasi gündemden uzaklaştırmak ve siyasi katılımı sınırlamak adına kullanılan modern “sirkler” oldukları su götürmez bir gerçeklik şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bilhassa 7/24 tüketilen içeriklerle toplumun gündelik hayatı bu görsel ve duygusal bombardımanla kuşatılmıştır. Ülkemiz özelinde ise futbolun siyasetle iç içe geçtiği, medyanın belirli gündemleri sürekli öne çıkardığı ve popüler kültürün toplumsal sorunlardan dikkatleri uzaklaştırdığı gözlemlenmektedir. Söz konusu mekanizmalar, Roma’nın gladyatör arenalarındaki “kanlı gösteri”nin yerini alan dijital ve kültürel tüketim biçimleri olarak işlev görmektedir. Ancak modern toplumlarda bu stratejinin etkileri, bilgiye erişim ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi hasebiyle daha kompleks bir hal almıştır. İnsanlar bir yandan devasa içerik bombardımanına maruz kalırken, diğer yandan alternatif bilgi kaynaklarına da ulaşabilmektedir. Buna rağmen, siyasal ilgisizlik ve pasiflik genel bir eğilim olarak sürmekte, iktidarlar da bu eğilimi besleyen politikalar geliştirmektedir. Bu bağlamda, panem et circenses  paradigması, sadece tarihsel bir mefhum olmaktan çıkıp, çağdaş siyaset analizlerinde de önemli bir araç haline gelmiştir. Roma halkının görsel şölene ve ekmek dağıtımına bağlı teskin mekanizması, günümüzde farklı biçimlerde ama aynı amaca hizmet eden yöntemlerle devam etmektedir.

  • Bir İmparatorluk Nostaljisi: Osmanlı’ya Duyulan Özlem Neden Bu Denli Güçlü ?

    Osmanlı, tarihsel bir gerçeklikten ziyade bir duyguya dönüştüğünde, mesele artık yalnızca geçmişi anlamak değil; bugünü nasıl hayal ettiğimizle de ilgili hale gelir. Ülkemizde, yıkılışından bir yüzyıl sonra dahi Osmanlı’yı sevenlerin sayısı artmakta, hatta bu sevgi artık bir tür kimlik beyanına dönüşmektedir. Ancak sevilen şeyin ne olduğu sorusu çoğu zaman sorulmaz: Bir hanedan mı, bir fetih geleneği mi, yoksa adaletle özdeşleştirilmiş hayali bir düzen mi ? Kuruluşunun ardından Cumhuriyet rejimi ilk yıllarında, geçmişle radikal bir kopuşu hedeflemiş ve bu bağlamda Osmanlı’nın simgeleri silinmiş; harfler, kıyafetler, takvimler değişmiştir. Ancak tüm bu cezri adımlara rağmen değişmeyen birtakım esaslar da söz konusudur: Devletin gölgesi, geçmişin yükü ve halkın hafızası. Belki de bu yüzden, Osmanlı hiçbir zaman tam anlamıyla "yok olmamıştır". Bu yitip gitmeme hali de, zamanla yerinin değişmesine sebebiyet vermiş ve kendisine, resmi tarih kitaplarından çıkarak, televizyon dizilerinde, cami mimarisinde ya da siyasi konuşmalarda bambaşka bir hayat penceresi bulmuştur. Bugün “Osmanlı” denildiğinde anlaşılan, bir arşiv belgesi değil; bir tür altın çağ, bir güç ve ihtişam temsilidir. Peki bu temsili kim kurmuştur ? Ve daha da önemlisi: Neden şimdi ? Gelin bu yazımızda, Osmanlı nostaljisinin kökenlerine değil, günümüzdeki işlevine bakarak cevabı hep birlikte bulmaya çalışalım. Uzaklaştırılan Geçmiş, Geri Dönen Bellek Cumhuriyetimiz, kendini tanımlarken evvela ne olmadığını söylemiştir: Osmanlı değildir. Modernleşme, Batılılaşma ve laiklik üzerine inşa edilen yeni rejim, Osmanlı’yı yalnızca tarihsel bir miras olarak değil; aşılması gereken bir zihniyet olarak da görmüştür. Alfabenin değiştirilmesi, tekkelerin kapatılması, hanedan üyelerinin yurtdışına sürülmesi ve hilafetin lağvedilmesi, kolektif belleğin yönünü değiştirmeye yönelik radikal müdahalelerdir. Dönemin konjonktüründe mezkur devrimler, yeni bir ulus yaratma sürecinin olmazsa olmazlarıdır; ancak öte yandan geçmişle kurulan mesafenin derinleşmesi, toplumun bazı katmanlarında sessiz bir özlem duygusunun da filizlenmesine yol açacaktır. Bu özlem, her zaman açık bir biçimde ifade edilmemiştir. Resmi tarih anlatısının dışında kalanlar, Osmanlı’yı ya idealize ederek ya da eksik hatırlayarak belleklerde yaşatacaklardır. Bu hatırlayış ise çoğu zaman gerçek Osmanlı’dan ziyade, onun adaletle, ihtişamla ve “kayıp zamanla” özdeşleştirilmiş bir versiyonuna yönelik olacaktır ... 1980 sonrası, bilhassa Türk - İslam sentezinin devlet politikası haline geldiği dönemde, bu nostaljik damar ilk kez siyasi anlamda meşruiyet kazanmıştır. Nitekim 90’lı yıllarda Osmanlı, yalnızca anma törenlerinde veya ders kitaplarında değil; cami mimarisinde, dizilerde, lokum paketlerinde ve belediye söylemlerinde de görünürlük kazanacaktır. Ancak bu görünürlük, geçmişin sağlıklı bir hatırlanışı değil; tarihsel bağlamından koparılmış duygusal bir imalattır. Bu noktada kritik olan, söz konusu nostaljinin kendiliğinden değil; yönlendirilmiş bir inşa süreciyle ortaya çıkmış olmasıdır. AKP’nin iktidara gelişiyle birlikte, Osmanlı yalnızca geçmişin bir parçası olarak değil; bugünün siyasi meşruiyet kaynağı olarak yeniden tanımlanmıştır. “Ümmet” söylemi, “ecdad” vurgusu, Abdülhamid simgesi ve “medeniyet tasavvuru” gibi kavramlar, Osmanlı mirasını siyasal bir "ideal" haline getirerek, nostaljiyi "kimlik kurucu" bir araca dönüştürmüştür. Cumhuriyetin seküler ve ulus-devlet temelli yapısına karşı, Osmanlı’yı dinsel ve mutlakiyetçi bir "seçenek" olarak sunan bu söylem, nostaljiyi yalnızca bir "duygu" olmaktan çıkarmış ve siyasi bir projeye çevirmiştir. Tam da bu nedenle, "Osmanlı sevgisi" bugün geldiği noktada, artık salt bir tarih meselesi değil; alternatif bir gelecek kurgusu adına manipüle edilmiş bir araçtır. Popüler Kültürde Osmanlı: Görsel İktidarın Yeni Yüzü Hatırlamak, çoğu zaman görmekle başlar. Ülkemizde Osmanlı’ya duyulan nostalji de, büyük ölçüde görsel bir temsile dayanır. Bugün Osmanlı denilince akla gelen şey; bir tarihsel dönemden ziyade, bir dizi sahnesi, bir cami kubbesi, bir kahve fincanı ya da bir belediye afişidir. Hülasa imparatorluk, arşiv belgelerinden değil; estetik ve duygu yüklü imgelerden ibaret bir evrene dönüşmüştür. Özellikle televizyon dizileri bu dönüşümde belirleyici bir rol oynamıştır. Muhteşem Yüzyıl , Diriliş: Ertuğrul , Payitaht: Abdülhamid  gibi yapımlar, Osmanlı tarihini dramatik, kahramanlık eksenli ve yer yer mitolojik öğelerle bezeli bir şekilde yeniden inşa etmiştir. Bu dizilerde tarih, gerçeği aktaran bir anlatı değil; izleyicide aidiyet duygusu yaratan bir temsil alanıdır. “Osmanlıyı sevmek” çoğu zaman, bir karaktere hayran olmak, bir sahnede kendini güçlü hissetmek ya da modern dünyanın karmaşasından uzak, net sınırlarla çizilmiş bir kimliğe sığınmak anlamına gelmektedir. Popüler kültürdeki bu Osmanlı anlatısı, yalnızca eğlence sektörüne özgü kalmamış; gündelik hayatın estetiğine de sirayet etmiştir. Kahvehane dekorlarından düğün konseptlerine, belediye projelerinden külliye mimarisine dek her şey artık, "Osmanlı" etiketini taşıyabilir haldedir. Ancak bu etiket, çoğu zaman, içi boşaltılmış ve sadece semboller üzerinden işleyen bir temsil düzeyindedir. Üç hilalli tuğra, bakır işlemeler, fetih temaları ... Gerçek tarihin kompleks hali, söz konusu sembollerin altında "görünmez" hale gelmiştir. Bu görsel yayılma, aynı zamanda bir iktidar estetiğinin de taşıyıcı kolonu konumundadır. Bilhassa AKP döneminde inşa edilen yeni camiler, kamu binaları ve anıtlar, Osmanlı'nın yalnızca hatırlanmasını değil; yeniden yaşatılmasını hedeflemektedir. Fakat bu yaşatılma, geçmişin bir aynası olmaktan çok, bugünün güç tahayyülünün bir parçasıdır. Toplumun bir kesimi için bu temsiller, yalnızca estetik değil; aynı zamanda psikolojik bir güven alanı da yaratmıştır. Modernleşmenin karmaşıklığı, toplumsal çözülmeler, kimlik krizleri karşısında Osmanlı'nın güçlü, hiyerarşik, kutsal ve net yapısı bir tür sığınak işlevi görmüştür. Ancak gözden kaçırdıkları şey; bu sığınağın, geçmişin değil; bugünün ürünü olmasıdır. Nostaljinin Psikopolitiği: Geçmişi Özlemek mi, Bugünü Kaçırmak mı? Nostalji, yalnızca geçmişe duyulan masum bir özlem değildir; aynı zamanda bugünün eksikliklerini görünmez kılma arzusudur. Geçmiş, çoğu zaman hatırlanmaz; yeniden inşa edilir. Bu inşa süreci ise bireysel hatıralardan çok, kolektif arzuların, korkuların ve beklentilerin ürünüdür. Türkiye'de Osmanlı nostaljisi, tam da bu noktada bir “psikopolitik” araç işlevi görmektedir. Modern toplumun kırılganlıkları, belirsizlikleri ve kimlik çözülmeleri karşısında geçmiş, güvenli bir liman haline gelir. Ancak hatırlanan şey, gerçek bir geçmiş değil; bugünün kaygılarına göre biçimlendirilmiş, sterilize edilmiş ve parlatılmış bir “dün”dür. Osmanlı’nın yeniden yorumlanması tam da bu işleve hizmet etmektedir: Karmaşık modern dünyaya karşı güçlü bir baba figürü, hiyerarşik düzen, kutsal referanslar ve net sınırlar sunan bir tahayyül. Mezkur tahayyül, bir yönüyle geçmişin idealize edilmesi gibi görünse de, esas işlevi bugünü yeniden çerçevelemektir. Nostalji, mevcut sorunların yapısal nedenlerini görünmez kılar. Ekonomik sıkıntılar, siyasal gerilimler, toplumsal kutuplaşmalar; tümü, geçmişin yüceltilmesiyle perde arkasına itilir. “Eskiden böyle miydi ?” sorusu, çoğu zaman analiz değil, kaçış işlevi görür. Bu yönüyle nostalji, bir duygu hali olmaktan çıkıp, bir yönetim tekniğine dönüşür. Zira geçmişin yüceltilmesi, geleceğe dair radikal sorular sormayı da gereksiz kılar. “Altın çağ” çoktan yaşanmışsa, onu geri getirmekten başka bir hedef kalmaz. Böylece siyasal tahayyül, kurucu ve dönüştürücü olmaktan çıkar; restoratif ve muhafazakar bir hatta sabitlenir. İşte bu nedenle, nostaljinin asıl adresi zaman değil, psikolojidir. Çünkü mesele geçmişi hatırlamak değil; bugünü anlamlandıramamaktır. Ve bu anlam boşluğu, geçmiş imgeleriyle doldurulur. Bu imgeler, ne kadar kutsal, büyük ya da kahramanca olursa; bugünle yüzleşme ihtiyacı da o denli azalır. Nostalji, böylece bir kolektif kendini avutma biçimine, hatta bir tür siyasal uyuşturucuya dönüşür. Hafızanın Tuzakları, Geleceğin Gölgesi Tarih, yalnızca yaşananların kaydı değildir; aynı zamanda yaşanacakların da şekillenmesidir. Osmanlı nostaljisi üzerine yürütülen bu tartışma, aslında bir hafıza politikası mücadelesidir. Hangi geçmiş hatırlanacak, hangisi unutulacak ? Hangi anlatılar çoğalacak, hangileri susturulacak ? İşte bu sorular, Türkiye’nin bugünkü siyasal ve toplumsal yapısının en temel dinamiklerinden biridir. Geçmişin idealize edilmesi, kolaylıkla bugünün sorunlarının üstünü örtmeye hizmet eder. Bu örtbas, gerçek bir yüzleşmeyi engeller; toplumun sağlıklı bir geleceğe yürüyüşünü zorlaştırır. Osmanlı’nın görkemli imgesi, gerçek tarihinin karmaşıklığı ve sorunlu yanlarıyla beraber ele alınmadığı sürece, sadece bir mit olarak kalır; bu mit ise siyasal araçlara dönüşerek, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirir. Öte yandan, geçmişle sağlıklı bir yüzleşme imkanı da yok değildir. Tarihsel gerçeklikle samimi bir hesaplaşma; yeni kimliklerin, kapsayıcı toplumsal projelerin ve demokratik geleceğin temelini oluşturabilir. Ancak bunun için, hafızanın tuzaklarından kaçınmak, nostaljinin cazibesine direnmek gerekir. Zira geçmişe saplanmak, geleceği inşa etmeye engel olabilir. Türkiye’nin tarihi ve kültürel zenginliği, Osmanlı mirasını da içeren çok katmanlı bir geçmişe dayanır. Bu mirasın, farklı yorumlar ve eleştirilerle tartışılması, ancak ötekileştirmeden, kutuplaşmayı derinleştirmeden mümkün olabilir. Binaenaleyh Osmanlı’yı sadece bir siyasi ideoloji ya da nostalji objesi olarak değil; tarihsel bir gerçeklik ve toplumsal hafızanın bir parçası olarak görmek gerekir. Sonuç olarak, tarihsel hafızanın yeniden inşası, yalnızca geçmişe dair bir anlatı kurmakla kalmaz; aynı zamanda bugünü meşrulaştırma ve geleceği biçimlendirme çabasının da bir parçasıdır. Günümüzde Osmanlı nostaljisinin yükselişi, modernleşme serüveninin sancılı dönüşümlerine verilen tepkisel bir yanıt olduğu kadar, siyasi iktidarın ideolojik yönelimlerinin de bir yansımasıdır. Bu nostalji, kimi zaman köksüzlük hissine karşı bir aidiyet arayışı, kimi zaman ise bugünün çelişkilerini örten bir sis perdesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak tarihle kurulan bu türden romantize edilmiş ilişkiler, eleştirel düşünceyi zayıflatma ve toplumsal hafızayı tek sesli bir geçmiş algısıyla sınırlandırma riskini de beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla yapılması gereken, ne geçmişi tümüyle reddetmek ne de onu idealize etmektir; aksine, geçmişle bugünü diyalektik bir zeminde buluşturacak sağduyulu bir tarih bilinci inşa etmektir.

bottom of page