Robespierre: Erdemin Siyaseti ve Devrimin Çelişkisi
- Umur Ozer
- 16 Eki
- 5 dakikada okunur

Fransız Devrimi, modern siyasal düşüncenin hem en büyük ideali hem de en derin trajedisidir. Bu trajedinin merkezinde yer alan Maximilien Robespierre ise, devrimi rejim değişiminin ötesinde, insan doğasının ve toplumsal ahlakın köklü dönüşümü olarak kavrayan az sayıda figürden biridir. Onun amacı, özgürlük ve eşitlik kavramlarını hukuki düzenin sınırlarından çıkarıp yurttaşın iç dünyasının ilkesi haline getirmektir. Bu nedenle Robespierre, iktidarı elde etmenin ötesinde, siyaseti "erdemli yaşamın aracı" haline getirmeye çalışmıştır.
1758’de Arras kentinde dünyaya gelen Robespierre, taşra burjuvazisine mensup bir avukat ailesinin beş çocuğundan en büyüğüdür. Eğitimini Paris’teki Louis-le-Grand Koleji'nde tamamlamış ve burada Rousseau’nun düşünceleriyle tanışmıştır. “Genel irade”, “doğal erdem” ve “halk egemenliği” gibi mefhumlar onun siyasal felsefesinin temel taşlarını oluşturmaktadır. Binaenaleyh 1789’da Üçüncü Zümre adına Genel Meclis’e seçildiğinde, monarşinin çürümüş yapısına karşı ahlak temelli bir devrim çağrısı yapması, sahip olduğu düşünsel yapıyla doğrudan ilintilidir. Mezkur çağrının, birkaç yıl içinde Kamusal Güvenlik Komitesi'nin etkisiyle özgürlüğün en sert düşmanına dönüşmesi ise kaderin cilvesinden başka bir şey değildir ...
1793–1794 arasındaki Terör Dönemi, Robespierre’in “erdemli cumhuriyet” idealinin hayata geçirildiği evredir. Onun düşüncesine göre devrim, yalnız kurumları değil; insanın ahlak yapısını da yeniden biçimlendirmelidir. Bu anlayış, “Erdem olmadan terör ölümcül olur; terör olmadan erdem güçsüz kalır” sözünde özetlenmektedir. Ancak Jakobenlerin liderinin öngöremediği şey; erdem adına sürdürülen şiddetin, devrimin kendi meşruiyetini tüketeceğidir. Nitekim 1794 yazında, Robespierre’in hem yakın yoldaşları hem de muhalifleri ona karşı birleşecek ve "Erdemin Tiranı", 9 Thermidor sabahı giyotine yürürken beraberinde ahlakın iktidarı fikrini de sürükleyecektir.
Nihayetinde Robespierre’in yaşamı, tarihsel bir olayın ötesinde, siyaset ile ahlak arasındaki gerilimin somut ifadesidir. Onun hikayesi, fikrin mutlaklaştığında kendine yönelmesinin açık bir örneğidir. Bu nedenle Robespierre, devrim tarihinin ötesinde, modern çağın en çetin sorularından birini de bizlere hatırlatmaktadır: Erdem, kılıcını kuşandığında devrim ne kadar masum kalır ?
Devrimden Teröre: İdealin Gerilimi
1793 yazına gelindiğinde Fransa, hem içeriden hem dışarıdan kuşatılmış bir cumhuriyet görünümündedir. Krallığın yıkılışının ardından ortaya çıkan iktidar boşluğu, iç savaşlar ve ekonomik çöküşle birleşmiş ve devrimin ilk yıllarında yüceltilen "özgürlük" söylemi, kısa sürede “hayatta kalma” kaygısına dönüşmüştür. Cumhuriyetin düşmanları ise, artık sınırların ötesinde değil; şehrin sokaklarında aranmaktadır. Bu atmosferde “halkın güvenliği” fikri, politik düşüncenin merkezine yerleşecektir ...
Kamusal Güvenlik Komitesi, tam da bu bağlamda şekillenecek ve Robespierre’in giderek etkisini arttırdığı yapı, devrimi korumak adına geniş yetkilerle donatılacaktır. Ancak bu yetkiler, hukuk düzeninin "geçici olarak" askıya alınmasını da beraberinde getirmektedir. Devrimin ahlaki özü olarak görülen “erdem”, kısa sürede siyasal sadakatin ölçüsüne dönüşmüştür. Komite’nin dilinde erdem, devrime koşulsuz bağlılık anlamı taşımaya başlamış ve böylece “erdemli yurttaş” ideali, jurnal kültürünün dayanağı haline gelmiştir.
Toplumsal ahlakın siyasallaşması, Terör Dönemi’nin zihinsel temelini oluşturmuş ve her yurttaşın vicdanı, devrimin çıkarlarına göre değerlendirilmiştir. Bu bağlamda özel alan kavramı silinmiş ve "vicdani sorumluluk" kamusal göreve dönüşmüştür. Söz konusu anlayışın bir sonucu olarak, “genel irade” kutsallaştırılırken, farklı düşünce ahlak dışına itilmiştir. Devrim, kendisini korumak adına şiddeti zaruri görmüş; ancak bu zorunluluk, giderek kendi meşruiyetinin koşuluna dönüşmüştür. Hülasa Terör, artık savunma biçimi olmaktan çıkmış, düzenin devamı için gerekli bir aparat halini almıştır.
1793'ün sonuna gelindiğinde, Erdem Cumhuriyeti fikri halkın yaşamında korkunun kurumsallaşması anlamına gelmektedir. Herkesin gözü önünde gerçekleşen infazlar, adaletin kamusal bir gösteriye dönüşmesine yol açmıştır. Bu durum, Robespierre’in ideallerinde yer alan ahlaki safiyet arayışının, devlet şiddetiyle birleşerek yeni bir tür iktidar formu yaratmasına da zemin hazırlamıştır. Günün sonunda devrim kendi iç mantığına hapsolmuş ve erdem, hem amacın hem de aracın adı haline gelmiştir.
Giyotin ve Terörün Sonu
1794 yazına gelindiğinde, Terör Dönemi kendi sınırlarını aşmış durumdadır. Başlangıçta devrimi koruma amacıyla meşrulaştırılan şiddet, artık varlığını sürdürmek için yeni düşmanlara ihtiyaç duymaktadır. Her infaz, bir öncekini gerekçelendirmekte ve suçun tanımı sürekli genişlemektedir. Gelinen aşamada devrim, kendi çocuklarını tehdit olarak görmeye başlamıştır. Robespierre’in ses tonu daha keskin, dili daha ahlakçı hale geldikçe çevresindeki kuşku da giderek büyümektedir.
Kamusal Güvenlik Komitesi içinde dahi huzursuzluk artmış durumdadır ve son kertede, Saint-Just ile Couthon dışında kimse Robespierre’in ahlaki otoritesine güvenmemektedir. Kendisinin kurduğu düzen, artık onun varlığını sürdüremeyeceği bir yapı haline gelmiştir. Herkesin gözetlendiği bir ortamda, hiç kimse tam sadık görünmemektedir. Terör, kendi mantığını tüketmiştir; çünkü mutlak saflık arayışı, hiçbir insana sığınacak yer bırakmamıştır.
Kaçınılmaz olan sonunda gerçekleşir ve 9 Thermidor sabahı, Konvansiyon üyeleri Robespierre’i devrime ihanetle suçlar. Geceden sabaha dek uzanan oturumlarda onun konuşmasına izin verilmez; zira sesinin kesilmesi, simgesel bir anlam taşımaktadır. Aynı gün, Robespierre, Saint-Just ve yirmi iki yakın çalışma arkadaşı tutuklanarak Conciergerie zindanına gönderilir. Ertesi gün giyotin kurulduğunda, halk kalabalığı sessizdir. Devrimin sıradaki infazı, kendi vicdanıdır ...
Bu olay, yalnızca bir iktidar değişimini değil; devrimci düşüncenin iç çelişkisinin doruk noktasını da ifade eder. Ahlakın mutlaklaştırılması, siyasal alanı özgürleştirmek yerine daraltmıştır. Robespierre’in ideali olan Erdem Cumhuriyeti, sonunda herkesin korkuyla sustuğu bir topluma dönüşmüştür. Terör, kendi gerekçesini ortadan kaldırarak çökmüştür. Şiddet, korumaya çalıştığı düzenin meşruiyetini yitirdiği anda anlamını da kaybetmiştir.
Thermidor sonrasında Fransa, sessizliğe bürünmüş bir ülke görünümündedir. Giyotin meydanlarda susmuştur evet, fakat hafızalardaki yankısı uzun süre devam edecektir. Sonraki vetirede Robespierre’in adı, hem zulmün hem de tutarlılığın simgesi haline gelecektir. Onu anlamak, sadece geçmişi kavramak değil; siyasal ahlakın sınırlarını da sorgulamak anlamı da taşır. Devrimin en keskin döneminde yükselen şu soru ise günümüzde dahi geçerliliğini korumaktadır: Ahlak söylemi, iktidarın aparatı haline geldiğinde özgürlüğün kaderi ne olur ?
Robespierre’in Modern Siyaset Üzerindeki Etkisi
Robespierre’in düşüncesi, iki yüzyılı aşkın süredir modern siyasal kültürün görünmez damarlarında dolaşır. Onun “erdemli toplum” ideali, modern devletin ahlaki gerekçelendirme biçimlerini anlamak açısından eşsiz bir örnektir. Devrim sonrasında şekillenen ulus-devlet formu, yurttaşın sadakatini ahlaki bir sorumlulukla özdeşleştirmiştir. Bu anlayış, modern siyasette “doğruluk”, “temizlik”, “milletin çıkarı” gibi ifadelerin ideolojik işlevini hatırlatır. Devlet, tıpkı Robespierre’in tahayyül ettiği gibi, yalnız düzenin değil; erdemin de koruyucusu konumuna yerleşmiştir.
Robespierre’in mirası, siyasal şiddetin ahlaki kılıfını teşhir etme açısından da önem taşır. Modern çağda ideolojiler, çoğu zaman "etik saflık" iddiasıyla güç kazanmıştır. Bu durum, 20 ve 21. yüzyılın totaliter rejimlerinde açık biçimde görülür. “Yeni insan”, “ahlaklı toplum” ya da “düzenin bekası” gibi kavramlar, Terör Dönemi’nin dilini anımsatır. Her biri iyiliği amaçladığını ileri sürerken, bireyin özerkliğini sınırlayan birer araç haline gelmiştir. Bu yönüyle Robespierre’in hikayesi, modern siyaset için bir uyarı niteliği taşır: Ahlakın siyasal alana taşınması, belirli sınırların ötesine geçtiğinde özgürlük düşüncesini zedeler.
Buna karşın Robespierre’in mirası salt baskı kavramıyla anılamaz. Onun eşitlik, yurttaşlık ve kamu yararı anlayışı, modern demokratik ideallerin biçimlenmesinde dolaylı da olsa etkili olmuştur. Sosyal adalet fikri, ahlaki sorumlulukla birleştiğinde politikayı çıkar ilişkilerinden arındırma arzusu doğurur.
Robespierre’in hatası, bu arzuyu siyasal zorunluluğa dönüştürmesidir. Binaenaleyh onun deneyimi, demokrasinin ahlaki zeminini ararken otoritenin sınırlarını gözetmenin ne kadar hayati olduğunu gösterir.
Bugünün siyasetinde, etik meşruiyet arayışı hala güçlüdür. Fakat tarihsel deneyim, ahlakın mutlaklaştığı noktada düşüncenin yerini inancın, inancın yerini ise itaatin aldığını kanıtlar. Robespierre’in düşüşü, modernliğin temel uyarısını özetler: Siyaset erdemle birleştiğinde değil, eleştirel akılla dengelendiğinde özgürleşir.
Sonuç: Ahlakın Gölgesinde Siyaset
Robespierre’in hikayesi, devrimin doruğunda yükselen bir insanın ahlakı siyasetle özdeşleştirme girişiminin tarihsel sonucudur. Onun mirası, iktidarın her biçiminde tekrar eden bir gerçeği hatırlatır: İyi niyet, güçle birleştiğinde kendi zıddına dönüşebilir. Modern siyaset, hala daha bu gerilimin sınırlarında ilerlemektedir. Kamu yararı, etik sorumluluk, düzen arayışı gibi kavramlar, hala Robespierre’in sesini taşır. Devrimden bugüne dek uzanan çizgi ise, şu soruyu diri tutmaktadır: Siyasetin ahlakın ilkeleriyle şekillenmesi insanı özgürleştirir mi, yoksa yeni bir inanç maskesi mi yaratır ?



Yorumlar