Popülizmin Kutsal Söylemi: Dini Meşruiyetin Yeniden İnşası
- Umur Ozer
- 8 Eki
- 7 dakikada okunur

21.yüzyılın siyasal manzarası, bir yandan küreselleşmenin yarattığı kırılmalarla sarsılırken diğer yandan “halkın sesi”ni temsil ettiğini iddia eden yeni lider tiplerinin yükselişine sahne olmuştur. Bu liderler, geleneksel popülizmin sınırlarını aşarak politik meşruiyeti ilahi bir temele oturtma eğilimi göstermektedir. Artık popülizm, seküler bir halk söyleminden ibaret değildir; kutsalın diliyle yoğrulmuş yeni bir ideolojik biçim olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu dönüşümün merkezinde, siyasetin rasyonel alanından taşan bir iman söylemi yer alır. Popülist lider, kendisini temsil ettiği kitlenin yalnızca sesi olarak değil, onun kaderinin tecessümü olarak sunar. Böylece halkın iradesi “Tanrısal irade”yle özdeşleştirilir; muhalefet ise yalnız politik bir farklılık değil, kutsala karşı bir başkaldırı olarak kodlanır. Popülizmin söz konusu teolojik boyutu, meşruiyet krizinin derinleştiği toplumlarda, inanç ve kimlik üzerinden yeni bir dayanışma biçimi yaratır.
Erdoğan, Orbán ve Trump gibi siyasetçiler, mezkur sürecin farklı kültürel bağlamlardaki örneklerini teşkil etmektedir. Üçü de dinsel sembolleri, ulusal kimlik ve ahlaki düzen kavramlarıyla birleştirerek halkı “manevi tehditlere karşı koruyan lider” imajını inşa etmiştir. Bu bağlamda din, bireysel inanç alanından çıkıp siyasal mobilizasyonun asli unsuru haline gelmiştir.
Popülizmin kutsal söylemi, modern demokrasilerin seküler temellerini sarsarken yeni bir meşruiyet dili de yaratmıştır. Bu dil, ne doğrudan teokratiktir ne de salt politik bir araçtan ibaret; aksine, modern insanın aidiyet arayışına hitap eden duygusal bir yapıdadır. Halkın kendisini “inananlar topluluğu” olarak tanımladığı bu siyasal düzlemde, lider artık "temsil eden" değil; “rehberlik eden” bir figür haline gelecektir ...
Dini Meşruiyet ve Popülist Retorik
Popülizmin özünü, “halkın saf iradesi”ne yapılan sürekli vurgu oluşturur. Ancak modern dönemde bu irade, yalnızca toplumsal bir dayanışma biçimi olmaktan çıkmış ve manevi bir nitelik kazanmıştır. Zira popülist lider, halkın sesiyle birlikte onun ruhunu da temsil ettiğini iddia etmektedir. Söz konusu söylem, siyasal meşruiyetin seküler temellerini aşarak, tabiri caizse metafizik bir zemine ulaşır.
Din, bu süreçte iktidarın en güçlü simgesel kaynağı haline gelir. Seçmen kitlesi, liderin kişiliğinde kutsal bir yönelim görmeye başlar ve böylece politik sadakat, inançsal bağlılıkla birleşir. Lidere duyulan güven, rasyonel bir tercihten çok, imana dayalı bir teslimiyet biçimini alır. Bu durum, popülizmi geleneksel ideolojilerden ayıran en belirgin özelliklerden biridir: Halk ile lider arasındaki ilişki, politik bir sözleşmeden çok ruhani bir bağa dönüşür.
"Kutsal söylem" mefhumu, popülist retoriğe iki temel işlev kazandırır. Birincisi, halkın taleplerini mutlak hakikat düzlemine taşır; böylece siyasal mücadele, "doğru-yanlış" ekseninden çıkarak "iman-inkar" ikilemine dönüşür. İkincisi ise, muhalefeti salt rakip olarak değil; kutsal düzene tehdit olarak tanımlar. Her ne kadar bu yöntem toplumsal kutuplaşmayı derinleştirse de, liderin meşruiyetini aynı ölçüde tahkim eder; zira lider, mezkur anlatı içinde artık yalnızca siyasal bir figür değil; ilahi düzenin yeryüzündeki teminatı olarak konumlanır.
Bu retorik biçimi, seküler demokrasilerde dahi dinin kamusal alandaki görünürlüğünü artırır. Siyaset, ibadetle iç içe geçer; mitingler dua alanlarına, politik sloganlar ise dini vecizelere dönüşür. Halkın desteği bu yolla “imanın tezahürü” olarak algılanır. Bu çerçeve, hem Türkiye’de hem de Orta Avrupa ve ABD’de farklı biçimlerde karşımıza çıkmaktadır.
Erdoğan: İslam ve Milli İrade Sentezi
Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasal yükselişi, Türkiye’de din ile milliyetçiliğin kesişim noktasında yeni bir meşruiyet biçimi yaratmıştır. Refah Partisi geleneğinden gelen muhafazakar kimliği, 2000’li yılların başında ekonomik reform söylemiyle birleşmiş; zamanla bu pragmatik çizgi, güçlü bir dini-milli retoriğe evirilmiştir. Erdoğan’ın siyaset dili, halkın iradesini ilahi takdirin bir tezahürü olarak sunan anlatılarla örülüdür.
“Milletin adamı” ifadesi, bu retoriğin merkezinde yer almaktadır. Bu bağlamda lider, halkın tercihinin yalnızca demokratik bir hak olmadığını, aynı zamanda "Tanrı’nın lütfu" olduğunu ima eder. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yapılan konuşmalarda “bu milletin üzerine kefen biçenlere izin vermeyeceğiz” ya da “Allah’ın yardımıyla bu mücadeleyi kazanacağız” gibi ifadeler, siyasal iradeyi metafizik bir zırhla kuşatmıştır. Böylece iktidarın devamı, salt politik bir meşruiyet değil; kutsal bir görev olarak sunulur.
Erdoğan döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı da bu söylem evreninin önemli bir aktörüne dönüşmüştür. Cuma hutbeleri, devlet politikalarının dini gerekçelerle desteklendiği metinlere evirilmiş; “Birlik, sabır, dua, ümmet” gibi kavramlar, siyasal kararlara teolojik dayanak kazandırmıştır. Dini referansın bu denli kurumsallaşması, devletin laiklik ilkesinden çok, “dindar millet–lider” denklemine dayalı bir ahlaki düzen fikrini öne çıkarmıştır.
Bu süreçte Erdoğan’ın kişiliği, yalnız yönetici değil; "koruyucu bir baba" figürü olarak da inşa edilmiştir. Halkın sıkıntılarına sabırla direnen, dış güçlere karşı ülkesini savunan lider imajı, İslami fedakarlık anlatılarıyla harmanlanmıştır. Böylece politik liderlik, neredeyse uhrevi bir misyonun çağdaş yansımasına dönüşmüş ve toplumsal destek, rasyonel tartışmalardan çok duygusal bağlılıklar üzerinden pekiştirilmiştir.
Erdoğan örneği, modern popülizmin dinle kurduğu ilişkinin yalnızca sembolik değil; aynı zamanda kurumsal bir nitelik taşıdığını da göstermektedir. Devletin söyleminde dini meşruiyet, halkın iradesiyle birleşmiş; seküler hukuki temellerin yerine “manevi mukavemet” kavramı geçirilmiştir. Böylece Türkiye’de popülizm, hem inanç hem kimlik üzerinden kendine kalıcı bir dayanak yaratmıştır.
Orbán: Hristiyan Medeniyetin Savunucusu
Viktor Orbán’ın siyaset anlayışı, modern Avrupa popülizminin dinsel yüzünü temsil eden en belirgin örneklerden biridir. 2010 sonrası dönemde, Macaristan’da kurduğu “illiberal demokrasi” düzeni, sadece ulusal egemenliği değil; Hristiyan Avrupa’nın kültürel sürekliliğini de koruma iddiasıyla meşrulaştırılmıştır. Orbán, politik dilinde “Hristiyan medeniyetinin savunuculuğu”nu merkeze yerleştirmek suretiyle, siyasal rekabeti teolojik bir çatışma zeminine taşımıştır.
Orbán’ın retoriğinde “halk”, Tanrı’nın tarihteki seçilmiş topluluğu olarak tanımlanır. Bu topluluğun karşısında ise, inançsız Batı elitleri, kozmopolit bürokratlar ve göçmen akınları yer alır. Bilhassa Avrupa Birliği’ne yönelik eleştirilerinde, Brüksel yönetimi “Tanrı’dan uzaklaşmış bir uygarlığın bürokratik yüzü” olarak tasvir edilir. Böylece siyasi bağımsızlık arayışı, dini bir misyonla bütünleşir: Macaristan artık yalnızca bir ulus devleti değil, “Hristiyan Avrupa’nın son kalesi”dir.
Orbán’ın politik stratejisinde, dinin kamusal alanı biçimlendirme gücü belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu doğrultuda; hükümet desteğiyle kiliselerin eğitim ve sosyal hizmetlerde artan rolü, söz konusu stratejinin kurumsal boyutunu oluşturmakta ve devlet, “Aile, Tanrı, Vatan” üçlemesi etrafında şekillenen bir ahlaki düzen fikrini teşvik etmektedir. Nihayetinde bu yapı, seçmen nezdinde politik meşruiyetin ötesinde bir kutsiyet hissi yaratır; zira lider, ulusun ruhunu muhafaza eden bir bekçi konumuna yükselmiştir.
Göçmen karşıtı politikalar da bu kutsal retoriğin ayrılmaz parçasıdır. Müslüman göçmenler, yalnız güvenlik tehdidi olarak değil; “Hristiyan kimliğe yönelik manevi bir tehlike” şeklinde sunulur. Bu algı, dini söylemi kültürel milliyetçilikle kaynaştırmaktadır. Sonuç olarak Orbán’ın “Tanrı, Vatan, Aile” vurgusu, teolojik bir davanın politik sloganına dönüşmüş durumdadır.
Orbán örneği, seküler Avrupa’da bile dinin hala güçlü bir meşruiyet kaynağı olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda Hristiyanlık, kişisel inanç alanından çıkmış ve ulusal kimliğin kurucu unsuru haline gelmiştir. Orbán’ın liderliği, kutsalın kamusal otoriteyle yeniden buluştuğu bir siyasal modelin habercisidir: Modernleşme karşısında kökleri maneviyata dayanan bir direnç biçimi.
Trump: Evangelist Milliyetçilik ve Mesih Retoriği
Donald Trump’ın siyasal sahneye çıkışı, Amerika Birleşik Devletleri’nde din ile milliyetçiliğin birbirine yeniden bağlandığı bir dönemi başlatmıştır. Seçim kampanyalarında sıkça kullandığı “Tanrı Amerika’yı korusun” sloganı, sadece bir temenni değil; teolojik bir iddianın da ifadesidir: Amerika’nın varlığı, "Tanrı’nın özel iradesine" dayanır ve Trump, bu iradenin yeryüzündeki temsilcisidir. Mezkur yaklaşım, bilhassa Evangelistler arasında geniş bir destek bulmuştur; zira Trump, seküler siyasetin yozlaştırdığı dünyada “ilahi plana hizmet eden kusurlu bir araç” olarak görülmüştür.
Trump'ın liderlik biçimi, klasik muhafazakar dindarlığın sınırlarını aşan, sembolik bir güce sahiptir. O, kendisini dindar bir örnek olarak sunmaz; buna rağmen, inanç çevreleri tarafından Tanrı’nın seçtiği bir kurtarıcı figürü gibi yüceltilir. Bu durum, Amerikan dini geleneğinde yer alan “seçilmiş ulus” mefhumuyla da örtüşmektedir. Halk, liderin varlığında ulusal kaderin yeniden canlandığına inanır; binaenaleyh politik destek ideolojik bir tercihten ziyade, imanla örülü bir sadakate dönüşür.
Trump döneminde Evangelist retorik, devletin diline açık bir biçimde sızmıştır. Dış politika kararları —özellikle Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması— bu inanç temelli bakış açısının doğrudan yansımasıdır. İç politikada ise, kürtaj karşıtlığı, “aile değerleri” ve silah hakkı gibi konular, kutsal metinlerin yorumlarıyla meşrulaştırılmaktadır.
Bu süreçte inanç kavramı da, Trump’ın kişisel davranışlarından bağımsız şekilde bir hüviyet emaresine dönüşmüştür. Evangelist hareket, onun şahsında “Tanrı’nın sınadığı lider” temasını bulmuş; başarısızlıklar dahi bu sınavın bir parçası olarak görülmüştür. Böylece rasyonel siyaset, inanç merkezli bir mitolojiye evirilmiştir. Mitinglerde yükselen dini şarkılar, vaizlerin politik konuşmalara eşlik etmesi ve “Tanrı’nın askerleriyiz” sloganları, Amerikan popülizmini neredeyse litürjik bir nitelik kazandırmıştır.
Trump örneği, seküler bir cumhuriyetin içinde dahi dinin, ulusal kimliği nasıl yeniden biçimlendirebileceğini ortaya koymaktadır. Evangelist söylem aracılığıyla popülizm, hem geçmişe hem de ebediyete uzanan bir misyon kazanmıştır. Bu misyon, halkı yeniden “seçilmiş ulus” olarak tanımlarken, liderini de Tanrı’nın planındaki araç konumuna yükseltmiştir.
Kutsalın Siyasallaşması ve Halkın Seçilmişliği
Erdoğan, Orbán ve Trump’ın siyasal söylemleri farklı kültürel zeminlerde filizlense de ortak bir mantık üzerine kuruludur: Halkın iradesi = Tanrı’nın iradesi. Bu özdeşlik de, modern demokrasinin seküler temellerine meydan okuyan bir tür teo-politik dil yaratmıştır. Her üç lider de halkı “inananlar topluluğu” gibi kurgulamış; muhalifleri ise bu topluluğun dışında, hatta kimi zaman kutsal düzene karşı bir tehdit olarak resmetmiştir.
Her üç örnekte de lider figürü, temsil makamından çok rehber konumuna yerleşmiştir. Erdoğan, “milletin kaderini üstlenen lider” olarak; Orbán, “Hristiyan Avrupa’nın bekçisi” sıfatıyla; Trump ise “Tanrı’nın sınadığı kurtarıcı” imajıyla meşruiyet üretmektedir. Bu figürler, rasyonel siyasetin ötesinde, kutsal bir misyonun yeryüzündeki yansımaları olarak sunulmakta ve liderin otoritesi, halkın desteğiyle değil; "kader planı" ile açıklanmaktadır.
Dinin siyasal dile kattığı güç ise, her üç liderde de farklı biçimlerde tezahür etmektedir. Türkiye’de İslam, tarihsel hafızayla birleşmek suretiyle bir kimlik çatısı kurarken; Macaristan’da Hristiyanlık, kültürel bir mirasın savunusuna dönüşmüş; ABD’de ise Evangelist inanç, "seçilmiş ulus" anlatısını yeniden canlandırmıştır. Ancak tüm bu retorikteki ortak nokta, dinin bireysel inanç alanından çıkıp kamusal düzenin meşruiyet kaynağına dönüşmesidir.
Popülizmin bu dinsel formu, toplumun parçalanmış kimliğini “iman” etrafında yeniden birleştirme iddiası taşımakta ve ekonomik ya da kurumsal krizler karşısında kutsal söylem, hem açıklama hem de "teselli işlevi" görmektedir. Bu bağlamda halk, yaşadığı sıkıntıları "Tanrı’nın planının bir parçası" olarak yorumlamakta ve liderin varlığı, söz konusu planın sürekliliğinin garantisi haline gelmektedir. Binaenaleyh popülist hareketler, politik başarı kadar manevi bağlılık üzerinden de varlıklarını sürdürmektedir.
Öte yandan, bu yaklaşımın tehlikesi, siyaseti mutlak hakikat alanına taşımış olmasıdır. Zira kutsalın diline sığınan bir siyaset biçimi, tartışmayı ahlaki değil; imani bir meseleye dönüştürmektedir. Böyle bir düzlemde de muhalefet, fikri bir karşıtlık değil; inançsızlık olarak kabul görür. Bu durumun "demokratik çoğulculuğu" aşındırması ise kaçınılmazdır; çünkü kutsalın temsilcisi olduğunu iddia eden bir iktidar, kendi meşruiyetini sorgulanamaz hale getirir.
Bu üç liderin stratejilerinde görülen benzerlik, popülizmin artık salt ekonomik veya kültürel bir tepki hareketi olmadığını; aynı zamanda modern çağın manevi boşluğunu dolduran bir inanç biçimine dönüştüğünü göstermektedir. Halkın kutsalla özdeşleşmiş iradesi, modern siyasetin en güçlü mitlerinden birine dönüşmüştür.
Sonuç
Modern popülizmin dini meşruiyetle kurduğu ilişki, siyasal otoritenin meşruiyet tartışmalarıyla teolojik anlam arayışının kesiştiği bir zeminde biçimlenir. Erdoğan, Orbán ve Trump örnekleri, yalnızca dini sembollerin siyasete taşınmasını değil; aynı zamanda kutsalın politik dile yeniden dahil edilmesini temsil etmektedir. Bu süreçte din, inançtan ziyade aidiyetin; metafizikten çok kimliğin dili haline gelmiştir. Böylelikle popülizm, toplumsal hoşnutsuzlukları yöneten siyasi bir stratejiden ziyade, “kutsal olan”ı yeniden tanımlayan bir anlam üretim mekanizmasına dönüşmüştür.
Bu tür bir söylemin, halkın siyasete duyduğu güvenden çok, inancı yeniden örgütlemesi kaçınılmazdır. Zira kutsal retoriğinin gücü, rasyonel tartışmayı duygusal bir iman alanına dönüştürmesinde yatmaktadır. Binaenaleyh modern popülizmin başarıları, ekonomik ya da kültürel vaatlerinden çok, tanrısal bir düzenin yeniden kurulacağına dair sezgisel bir vaatte gizlidir. Ancak bu vaadin cazibesi, siyasal çoğulculuğu zayıflatarak meşruiyetin kaynağını akıldan değil; iman edilmiş bir “hakikatten” türetir.
Sonuçta ortaya çıkan tablo, sekülerleşme teorilerinin öngördüğü gibi “dinin bir geri çekilişi” değil; tersine, kutsalın yeni biçimlerde kamusal alana sızmasıdır. Bu durum, modernitenin rasyonel düzenine duyulan inancı sarsarken, aynı zamanda siyasetin teolojik kökenlerine dair eski bir gerçeği de hatırlatmaktadır: İktidar, yalnızca yönetme kudretinden değil, inanılma gücünden de beslenir.



Yorumlar