top of page

Uygarlığın Sonu: Roma Neden Çöktü ?



ree
  • Jeopolitik Zemin: Hazar’dan Tuna’ya İtici Güçler


Dördüncü yüzyılın son çeyreğinde Avrasya bozkır kuşağı, hem çevresel hem siyasal dinamiklerin iç içe geçtiği bir sarsılma dönemine girmiştir. Hazar havzası, Aral gölü çevresi ve Karadeniz’in kuzeyindeki düzlükler, birbirine eklemlenmiş göç yollarının kesiştiği karmaşık bir coğrafyayı temsil etmektedir. Bu alan, yerleşik tarım kolonileriyle göçebe süvari kültürünün temas hattıdır. İklimsel dalgalanmalar, otlak düzeninin bozulması, nüfus artışı ve güç rekabeti gibi faktörler, bozkırın geleneksel denge mekanizmasının çözülmesine yol açmış ve bu çözülme de, doğudan batıya doğru uzanan zincirleme göç dalgasını beraberinde getirmiştir.


Hun konfederasyonu, söz konusu hareketin merkezinde yer almaktadır. Orta Asya’nın batısında Sir Derya çevresinde oluşan mezkur güç, yüksek manevra kabiliyetine sahip atlı birlikleriyle çevresindeki toplulukları kendine tabi kılmaktadır. Hafif zırh, kompozit yay ve eşgüdümlü süvari taktikleri, yalnızca askeri üstünlük değil, psikolojik caydırıcılık da sağlamaktadır. Hunlar ilerledikçe Alan yerleşimleri çözülmekte, Ostrogot toplulukları batıya yönelmektedir. Böylece Hazar bozkırından Tuna’ya uzanan hat, birbirini iten halkaların oluşturduğu dev bir hareket alanına dönüşmüştür.


Göçün yönünü belirleyen esas etken ise, basit bir askeri baskıdan çok ekonomik ve ekolojik zorunluluklardır. Zira kuraklaşan otlaklar, sürülerin sürdürülebilirliğini tehdit etmektedir. Ticarete dayalı geçim biçimleri daralmakta ve batıya yönelmek tek çıkış yolu haline gelmektedir. Roma İmparatorluğu’nun kuzey sınırları bu süreçte yalnız dış savunma hattı değildir; aynı zamanda ekonomik çekim merkezidir. Tuna boyunca uzanan garnizonlar, tahıl ambarları ve pazar şehirleri, göç eden toplulukların ilgisini çekmektedir. Böylece göç hareketi, askeri istiladan çok, hayatta kalmak için ekonomik bir yönelim biçimi kazanmıştır.


Roma dünyasının kuzey hattı, uzun süredir göreli bir denge içinde yaşamaktadır. İmparatorluk, barbar topluluklarla ticaret, askeri ittifak ve göçmen yerleştirme politikalarını iç içe yürütmektedir. Ancak dördüncü yüzyılın son çeyreğinde bu denge bozulacaktır. Limes hattındaki tahkimatlar zayıflamış, eyalet yönetimleri kaynaklarını koruma refleksiyle merkezi otoriteden kopmuştur. Balkan ve Trakya bölgeleri, gelen göç dalgalarının ilk temas alanı haline gelmiştir. İmparatorluk yönetimi, bu nüfus akışını idari araçlarla düzenlemeye çalışmakta; fakat erzak, konut ve denetim kapasitesi hızla tükenmektedir.


376 yılında Vizigot gruplarının Tuna’yı aşarak Trakya’ya sığınması, bu kırılmanın dönüm noktasını teşkil eder. Roma yetkilileri, göçmenleri kayıt altına almak ve yerleşim bölgelerine yönlendirmek amacıyla bürokratik düzenlemeler yapmış olsa da, uygulama aşamasında yaşanan yolsuzluk, erzak hırsızlığı ve kötü yönetim gibi faktörler, göçmenlerin açlığa sürüklenmesine yol açmıştır. Sonraki vetirede kıtlık, isyana dönüşmüş ve Hadrianopolis (Edirne) civarında gerçekleşen muharebede Roma hem imparatorunu kaybetmiş hem de ordusu ağır kayıplar vererek geri çekilmek durumunda kalmıştır. Bu savaş, salt bir askeri yenilgi değil; aynı zamanda Roma idaresinin dış toplulukları denetleme yeteneğini kaybettiğinin de işaretidir.


Hadrianopolis’in yankısı, imparatorluğun sınır politikasında kalıcı bir kırılma yaratmıştır. Artık Roma, dışarıdan gelen kitleleri bastırmak yerine, onları sisteme dahil ederek denetlemeye yönelmiştir. Foederati düzeni de, bu zorunluluğun bir sonucudur. Buna göre; göçmen savaşçılar imparatorluk ordusuna katılmakta ve karşılığında toprak, iaşe ve vergi muafiyeti almaktadır. Fakat bu düzen, zaman içerisinde iç dengeyi daha da zayıflatacaktır. Zira foederati birlikleri, Roma’nın değil; kendi liderlerinin sadakatine bağlıdır. İmparatorluk artık sınırlarını korumak için dışarıdan getirdiği güçlere muhtaç hale gelmiştir ...


Hazar’dan Tuna’ya uzanan jeopolitik zincir, bu noktada çift yönlü bir etki yaratmaktadır. Bir yanda doğudan gelen hareketlilik, Avrupa’nın etnik haritasını yeniden biçimlendirmekte; öte yanda Roma’nın iç kurumları, bu baskıyı yönetmeye çalışırken kendi bütünlüğünü yitirmektedir. Göç eden her topluluk, ardında yeni bir boşluk bırakmakta; o boşluk, bir sonrakinin geçiş yolu haline gelmektedir. Zincirleme etki, imparatorluğun hem dış güvenliğini hem ekonomik sürekliliğini aşındırmış durumdadır. Artık sınır, coğrafi bir hat olmaktan çıkıp sosyal bir geçiş alanına dönüşmüştür.


Sonuçta Kavimler Göçü’nün jeopolitik zemini, dış baskı kadar iç gevşemenin de ürünüdür. Bozkırın iklimsel ve siyasal sarsıntısı, Roma’nın idari yorgunluğuyla birleştiğinde, Avrasya’nın batısında yeni bir denge arayışının başlamasına neden olmuştur. Göç eden topluluklar yalnız yıkım getirmemekte; aynı zamanda eski düzenin kaybettiği "enerjiyi" tekrar Avrupa’nın merkezine taşımaktadır. Roma’nın sınırları bu enerjiyle esnemekte ve klasik dünyanın durağan yapısı, hareketin zorunlu ritmiyle yer değiştirmektedir. Böylece Hazar’dan Tuna’ya uzanan itki, Avrupa tarihinin yeni çağını başlatan ilk büyük dalga haline gelecektir.


  • Roma’nın İç Krizleri ve Kurumsal Yorgunluk


Dördüncü yüzyılın sonlarından itibaren Roma İmparatorluğu, kendi iç dinamiklerinin ağırlığı altında yavaş bir çözülme sürecine girmiştir. İdari sistemin genişliği, artık taşıdığı işlevi yerine getirecek kapasiteden uzaktadır. Diocletianus ve Konstantinus'un reformları, başlangıçta merkeziyetçi bir istikrar yaratsa da; zaman içerisinde bürokratik kademelerinin çoğalmasına neden olmuş ve bu da karar alma mekanizmalarını hantallaşmasına sebebiyet vermiştir. Her yeni eyalet, hem vergi hem idare bakımından kendi yerel ağını kurmuş ve bunun sonucunda imparatorluk merkezinin otoritesi yalnız coğrafi olarak değil, sembolik anlamda da zayıflamıştır.


Aynı şekilde, Taşra aristokrasisi, giderek Roma’nın eski elit tabakasının yerini almaktadır. Bu yeni sınıf, yerel vergi toplama yetkisini imparatorlukla paylaşırken, artan mali yük nedeniyle giderek özerk davranmaktadır. Merkezi yönetim, taşranın zengin kaynaklarını denetlemekte zorlanırken; eyalet valileri de, vergilendirme yetkilerini kişisel servet üretme aracına dönüştürmektedir. Nihayetinde devletin temel dayanağı olan mali denge, içeriden bozulmaktadır. Roma ekonomisi artık genişleme üzerinden değil, kendi varlığını koruma çabası üzerinden işlemektedir. Öte yandan fetihlerin durması, yeni kaynak akışını kesmekte; harcamalar ise artmaktadır.


İmparatorluğun bir diğer taşıyıcı kolonu olan ordunun yapısı da, söz konusu ekonomik daralmadan doğrudan etkilenmektedir. Profesyonel lejyon sistemi giderek çözülmekte ve ücretli askerlik modeli, sadakat ilişkisini parayla sınırlı hale getirmektedir. Özetle, askerin imparatora bağlılığı, düzenli maaşın sürekliliğine indirgenmiştir. Tahıl sevkiyatındaki gecikmeler, ikmal zincirinin kopması ve donatım yetersizliği ise, ordunun disiplinini giderek zayıflatmaktadır. Komutanlar, merkezi otoritenin temsilcisi olmaktan çıkmış ve kendi birlikleri üzerinde kişisel hakimiyet kuran yerel güç odakları haline gelmiştir. Stilicho ve Aetius gibi generaller, bu dönemin karakteristik figürleridir: İmparatorluk adına savaşırken, aynı zamanda onun fiili idaresini ellerinde tutan askeri aristokratlar.


Diğer taraftan askeri zayıflık, diplomatik bağımlılığı da artırmaktadır. Zira Foederati sistemine dayanan yeni güvenlik politikası, Roma’yı kendi ordusunun denetiminden uzaklaştırmıştır. İmparatorluk, sınırları korumak adına artık kendi yurttaşlarına değil; dışarıdan gelen savaşçılara başvurmaktadır. Mezkur topluluklar, hizmet karşılığında toprak, erzak ve vergi muafiyeti elde etmekte; ancak bu ödünler, Roma’nın sosyal dokusunu sarsmaktadır. Yurttaş, kendi devletinden koruma beklerken, aynı devletin dışarıdan gelen unsurlara ayrıcalık tanıdığına tanık olmaktadır. Bunun sonucunda da toplumun bağlılık bilinci, yavaş yavaş çözülmektedir.


Ekonomik yapı da aynı ölçüde kırılgandır. Akdeniz ticaret ağları; korsanlık, iç isyanlar ve düşen üretim kapasitesi nedeniyle giderek daralmıştır. Kuzey Afrika tahılı, İtalya’nın tahıl gereksinimini karşılayan temel kaynak konumundadır; fakat bu tedarik hattının güvenliği artık sağlanamamaktadır. Tahıl sevkiyatlarında yaşanan kesintiler ise, fiyat dalgalanmalarını arttırmış ve para ekonomisini zayıflatmıştır. Gümüş ve bronz sikke arzı azaldıkça, vergi toplama sistemi nakit üzerinden işlemeyi sürdürememiş; devlet, ayni tahsilat yöntemine yönelmiştir. Nihayetinde vergi, para olmaktan çıkarak ürün, hizmet ve işgücü biçiminde tahsil edilmiştir. Bu dönüşümün, mali yapıyı daha da karmaşık hale getirmesi ise kaçınılmaz olmuştur.


Toplumsal düzeyde ise üretim ilişkileri durağanlaşmaktadır. Küçük çiftçiler ağır vergi baskısı altında toprağını yitirmekte; geniş topraklar aristokrat malikanelerinin kontrolüne geçmektedir. Kölelik biçim değiştirerek colonus sistemine dönüşmekte, borç bağıyla toprağa bağlı köylü tabakası ortaya çıkmaktadır. Bu yeni yapı, imparatorluğun üretici nüfusunu hem ekonomik hem siyasal anlamda hareketsiz kılmaktadır. Vergi yükümlülüğü, devletle yurttaş arasındaki güven ilişkisini zayıflatmakta; halk, koruyucu otorite olarak devlete değil, aristokrasiye sığınmaktadır. Bu eğilim, imparatorluk düzeninin çözülüşünü hızlandıran en derin sosyal kaymadır.


Siyasal temsil ise görünürde varlığını sürdürmekte, fakat içeriğini yitirmektedir. Senato, artık karar organı olmaktan çok, tarihi bir anıya dönüşmektedir. Gerçek yönetim gücü saray bürokrasisinin elindedir. İmparatorluk idaresi; danışmanlar, katipler ve saray ağalarının oluşturduğu kapalı bir çevre tarafından yürütülmektedir. Bu yapı, yönetenle yönetilen arasındaki mesafeyi büyütmektedir. Yurttaşın devlete erişimi neredeyse imkânsız hale gelmekte; devlet aygıtı halkın değil, kendi iç hiyerarşisinin işleyişini sürdürmektedir.


İdeolojik çerçeve de bu iç tükenmişliğe eşlik etmektedir. Hıristiyanlık, Konstantinus döneminden itibaren devletin meşruiyet aracı haline gelirken, zamanla birlik sağlama işlevini yitirmektedir. Kilise içi ayrışmalar, bilhassa Ari ve Ortodoks eğilimler arasındaki rekabet, siyasal alanı daha da istikrarsız kılmaktadır. İnanç tartışmaları, yalnız teolojik değil; etnik ve politik anlamlar da taşımaktadır. Germen kökenli toplulukların büyük kısmı Arianizmi benimsemekte; bu durum, inanç farklılığını kimlik farkına dönüştürmektedir. Böylece din, birleştirici değil; ayrıştırıcı unsur haline gelmektedir.


Bu çok katmanlı yorgunluk, entelektüel düzeyde de hissedilmektedir. Dördüncü ve beşinci yüzyıl yazarları, imparatorluğun kaderini giderek daha fazla ilahi iradeye bağlamaktadır. Reform düşüncesi yerini kurtuluş beklentisine bırakmakta; devletin sorunları insani irade değil, Tanrısal takdir çerçevesinde yorumlanmaktadır. Bu zihinsel dönüşüm, eylem kapasitesini sınırlamakta; imparatorluk, kendi varlığını sürdürme iradesini inanç üzerinden temellendirmeye başlamaktadır.


Sonuçta Roma’nın iç krizi, dış baskılardan bağımsız biçimde olgunlaşmaktadır. Vergi sisteminin bozulması, ordunun disiplin kaybı, aristokrasinin aşırı güçlenmesi, kilisenin siyasal rol üstlenmesi ve halkın devlete olan güveninin erimesi, aynı döngünün farklı yüzleridir. Devlet, dış düşmanlara karşı değil; kendi ağırlığına karşı mücadele etmektedir. İmparatorluk artık genişleyememekte, genişleyemediği ölçüde varlık gerekçesini kaybetmektedir. Fetihlerin durmasıyla birlikte Roma, kendi idari enerjisini yeniden üretememektedir. Bu nedenle çöküş, tek bir olayın sonucu değil; uzun süreli bir tükenişin kurumsal ifadesidir.


  • Kavimler Göçü’nün Mekaniği: Hareket, Yerleşim, Dönüşüm


Kavimler Göçü, yüzeyde düzensiz bir nüfus devinimi olarak görünmekle birlikte, arkasında karmaşık bir jeopolitik mantık barındırmaktadır. Farklı etnik grupların eşzamanlı hareketi, doğrudan askeri baskının sonucu olmaktan ziyade, Avrasya içlerinden gelen yapısal itkiyle açıklanmalıdır. Hun konfederasyonu, dördüncü yüzyılın sonlarında Orta Asya bozkırlarında siyasal birlik sağladığında, onun yarattığı basınç Alan, Ostrogot ve Vizigot topluluklarını batıya yönlendirmiştir. Bu hareketlilik, Roma sınırlarını aşan bir nüfus zinciri etkisi yaratmaktadır. Her topluluk ardındakinden kaçmakta, önündekinin bıraktığı boşluğa yerleşmektedir.


Göçün mekaniği, salt askeri göçlerden farklı biçimde işler. Toplulukların çoğu, savaşçı erkeklerden oluşan dar bir nüveye eklemlenen kadın, çocuk, zanaatkar ve tüccar gruplarını da içermektedir. Bu durum, göçün kalıcı yerleşim amacı taşıdığını göstermektedir. Roma idaresi başlangıçta bu toplulukları geçici müttefikler olarak görürken, süreç içinde onları kontrol edemediğini fark etmiştir. Foederati sistemi tam da bu çıkmazın ürünü olarak doğmuş; Roma, dışarıdan gelen savaşçıları kendi ordusuna dahil ederek hem sınır güvenliğini sağlamayı hem de iç isyanları bastıracak insan gücü yaratmayı amaçlamıştır. Fakat bu sistem, kısa vadeli çözüm üretirken uzun vadede imparatorluğun askeri bağımsızlığını aşındıracaktır.


Foederati düzeninde görev yapan topluluklar, hukuken Roma’nın müttefiki statüsüne sahiptir; ancak fiiliyatta özerk alanlarda yaşamaktadır. Vergi ödemezler, kendi liderleri tarafından yönetilirler, Roma ordusuna hizmet ettiklerinde maaşlarını doğrudan merkezden alırlar. Bu ayrıcalıklı konum zaman içerisinde yerel halkla ilişkilerde gerginlik yaratacaktır. Zira birçok eyalette köylü nüfus, vergi yükü altında ezilirken, foederati unsurlarının vergi muafiyeti Roma yurttaşlığı fikrini içten içe aşındırmaktadır. Devlet, kendi tebaasıyla dışarıdan getirdiği askeri unsurlar arasında bir hiyerarşi kurmakta; sadakat dengesi de bu hiyerarşinin kırılganlığında şekillenmektedir.


Kavimler Göçü’nün yönlendirdiği hareketlilik yalnız kuzey–güney doğrultusunda değildir. Batı Avrupa’nın içlerine ilerleyen Got, Vandal, Burgon ve Suev grupları, Akdeniz havzasına ulaştıklarında deniz rotalarını da kullanmaya başlamıştır. Bu evre, göçün toprağa dayalı aşamadan ticaret yollarına entegre olma biçimine geçtiği dönemeçtir. Bilhassa Vandalların Kuzey Afrika’ya geçişi, göç olgusunun salt kara hattına bağlı kalmadığını kanıtlamaktadır. Deniz rotalarının kontrolü, tahıl tedarik zincirini belirleyen stratejik unsur haline gelmiştir. Böylece Kavimler Göçü, Roma dünyasının kara sınırlarını zorlayan bir hareket olmaktan çıkarak Akdeniz sisteminin lojistik merkezlerini dönüştüren geniş ölçekli bir yeniden yerleşim sürecine evirilmiştir.


Göç dalgalarının her biri, yerleşilen bölgelerde yeni sosyo-politik ağlar kurmaktadır. Bu bağlamda Germen grupları, Roma kentlerini doğrudan yıkmak yerine, mevcut altyapıyı kendi yönetim sistemlerine eklemlemektedir. Vandal ve Vizigot krallıkları söz konusu eğilimin en belirgin örnekleridir. Roma hukukunun yerel düzeyde sürdürülmesi, Latince’nin idari dil olarak korunması, kilise örgütlenmesinin devam etmesi, kültürel sürekliliğin göç sonrası dönemde de canlı kaldığını göstermektedir. Hülasa Kavimler Göçü, medeniyetler arasındaki mutlak kopuştan çok, yavaş ve çok katmanlı bir iktidar aktarımı şeklinde de pekala okunabilir.


Toplulukların yerleşim biçimi de, siyasal esneklikleriyle doğrudan bağlantılıdır. Hareket halindeki toplumlar, sabit sınırlar yerine ilişkisel alanlar kurmaktadır. Kabile meclisleri, savaşçı liderlik yapısı, ganimetin paylaşımı ve bağlılık yemini gibi mefhumlar, göç sırasında iç düzeni koruyan esnek mekanizmalar olarak işlemektedir. Roma ise tam tersi yönde, sabit idari bölgelere dayalı katı bir hiyerarşi üretmiştir. Göç hareketi, bu iki yönetim mantığının karşılaşması anlamına gelir: Biri yerleşik ve bürokratik, diğeri hareketli ve pratik. Çatışma kaçınılmaz olsa da, uzun vadede mezkur karşılaşma her iki tarafı da dönüştürecektir.


Demografik açıdan Kavimler Göçü, Avrupa kıtasının etnik dokusunu kalıcı biçimde değiştirmiş ve Karadeniz’in kuzeyinden İber yarımadasına dek uzanan geniş hatta, nüfus karışımı yeni toplumsal kimliklerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Yerli halklar, göçmenlerle evlilik ve ticaret ilişkileri aracılığıyla kültürel sınırlarını yitirmiş; binaenaleyh “Roma vatandaşı” ile “barbar” arasındaki ayrım ortadan kalkmıştır. Bu süreç aynı zamanda, Orta Çağ Avrupası’nın temellerini atan toplumsal karışımın da başlangıcı niteliğindedir.


Kavimler Göçü’nün mekaniği, sonuçta üç temel dinamik üzerinde yükselmektedir: Hareket, yerleşim ve dönüşüm. Hareket, çevresel ve siyasal baskının doğrudan sonucudur. Yerleşim, göçmen grupların yeni ekolojik ve ekonomik alanlar kurma iradesini temsil etmektedir. Dönüşüm ise iki dünya arasındaki etkileşimin kaçınılmaz sonucudur; zira her yerleşim, hem göçmeni hem ev sahibini değiştirir. Roma’nın kurumları bu değişimi denetleyememiş ve sadece yönünü kaydetmekle yetinmiştir.


  • İdeolojik Yansıma: Barbar Söyleminin İnşası


Roma dünyasının en kalıcı icatlarından biri, kendi kimliğini tanımlarken kullandığı “öteki” söylemidir. Barbar kavramı, kökeninde dilsel bir farklılığı işaret etmesine rağmen zamanla kültürel ve ahlaki hiyerarşinin taşıyıcısına dönüşmüştür. Yunanca barbaros kelimesi, başlangıçta Yunanca konuşmayan halkları belirtmekteyken, Roma döneminde siyasal nitelik kazanmıştır. Artık barbar, salt Latince bilmeyen kişi değil; Roma hukukunun, yönetim biçiminin ve kentli yaşam düzeninin dışında kalan varlıktır. Söz konusu tanım, imparatorluğun genişlemesiyle birlikte evrensellik iddiası taşıyan bir ideolojik araca dönüşecektir.


Romalı kimliği özünde, merkez ile çevre arasındaki karşıtlığa dayanır. Bu doğrultuda vatandaşlık, sadece hukuki bir statü değil; kültürel aidiyet göstergesi olarak da işlev görür. İmparatorluğun bütünleşme sürecinde fethedilen halklar, Roma düzenine dahil oldukça barbar kimliğinden sıyrılmaktadır. Binaenaleyh barbarlık, bir etnik kategori değil, uyum göster(e)meyenlerin üzerine yapışan siyasal bir etiket haline gelmiştir. Mezkur söylem aynı zamanda, merkezi otoritenin kendi sınırlarını meşrulaştırma ihtiyacını da karşılamaktadır. Sınırın ötesinde yaşayan toplulukların yabancılaştırılması, Roma’nın kendisini “düzenin kaynağı” olarak sunmasına imkan vermiştir.


Kavimler Göçü’nün başlattığı nüfus hareketleri, bu söylemi krize sokmuştur. Dördüncü ve beşinci yüzyıllarda Roma topraklarına giren toplulukların çoğu, imparatorlukla uzun süredir askeri veya ticari ilişki içinde bulunan gruplardır. Gotlar, Vandallar, Alanlar ve Burgonlar, Roma ordusunda hizmet etmiş, Latin diline aşina olmuş, Hıristiyan inancını benimsemiş unsurlardır. Onları bütünüyle yabancı saymak mümkün değildir. Fakat Roma’nın ideolojik çerçevesi, kendisini hala civilitas kavramı etrafında tanımlamaktadır. Düzen fikri, yalnız şehirde ve imparatorluk hukukunun gölgesinde var olabilmektedir. Bu yüzden sınırın içinden gelen her yabancı, uyum gösterse dahi "tehlikeli" olarak algılanmaktadır.


Kaynaklarda sıkça karşılaşılan “ferox,” “inhumanus,” “improbus” gibi sıfatlar, barbarı salt şiddetle değil, düzensizlikle de özdeşleştirir. Ezcümle; Zosimos, Ammianus Marcellinus ve Orosius gibi yazarlar, dış toplulukların Roma erdemiyle bağdaşmadığını vurgularken aslında kendi toplumlarının çözülmesini örtmeye çalışmaktadır. Barbarın tasviri, imparatorluğun kendi iç yozlaşmasının alegorisine dönüşmüştür. Bu noktada barbar figürü, hem dış düşmanı hem iç vicdanı temsil eder. Roma, kendi erdemini kaybettiği ölçüde barbar imgesini büyütmek zorundadır; aksi halde çözülmenin kaynağını içeride aramak zorunda kalacaktır.


İdeolojik düzeyde bu söylem, teolojik içerikte anlam kazanır. Hıristiyanlığın resmi din haline gelmesiyle birlikte, barbar kimliği sadece siyasal değil; ruhsal bir karşıtlık olarak da yorumlanmıştır. Augustinus’un De Civitate Dei adlı eserinde Roma’nın dünyevi kent düzeniyle Tanrı’nın manevi kenti arasındaki ayrım, barbar istilalarını ilahi bir sınav olarak anlamlandırır. Bu bakış, tarihsel olayları Tanrısal plana yerleştirirken, Roma’nın çöküşünü günahın cezası, barbarları ise ilahi adaletin aracı haline getirir. Böylece düşman, bir yandan yozlaşmanın sembolü, öte yandan Tanrısal iradenin yürütücüsü olur.


Barbar imgesinin esnekliği, Roma ideolojisinin gücünü de gösterir. İmparatorluk, askerî açıdan gerilese bile kültürel üstünlük iddiasını korumaktadır. Got veya Vandal kökenli bir general Roma ordusunda yükseldiğinde, artık kimliğinden ziyade davranış kalıplarıyla değerlendirilir. Roma’nın son yüzyıllarında barbarın içeriye alınması, onu dönüştürmekten çok, Roma kimliğinin sınırlarını genişletmektedir. Fakat bu genişleme, kimliğin çözülmesiyle iç içe ilerlemektedir; çünkü Roma, barbarı içererek kendi sınır kavramını yitirmektedir.


Bu söylemin etkisi, sonraki Avrupa düşüncesinde de kalıcıdır. Orta Çağ kronikleri barbarı günahın mirasçısı olarak, Rönesans tarihçileri ise antik düzenin karşısına konan yıkıcı güç olarak anlatır. Aydınlanma döneminde dahi barbar figürü, kültürün olumsuz aynası olarak yaşamayı sürdürmüş ve Roma’nın ideolojik mirası, sınır ötesi toplulukları tanımlamanın temel kalıbını oluşturmuştur. “Uygarlık” ve “vahşilik” arasındaki çizgi, Kavimler Göçü çağında olduğu gibi modern dönemde de siyasal üstünlüğün gerekçesi olarak kullanılmaktadır.


Velhasıl barbar söylemi, Roma’nın yıkılışını açıklayan değil; onu anlamlandıran bir kurgudur. İmparatorluk, kendi çözülmesini dışsallaştırarak kontrol altına almaya çalışmıştır. Kavimler Göçü’nün gerçekliği, bu kurgunun sınırlarında görünür hale gelir. Roma düzeni sarsıldıkça barbar imgesi büyümekte, düzen yeniden kuruldukça o imge sönümlenmektedir. Binaenaleyh barbar, tarihsel bir aktör olmaktan çok, Roma bilincinin kendini koruma refleksidir.


  • Roma’nın Kırılgan Barışı


Beşinci yüzyılın başlarında Roma İmparatorluğu, görünürde barış içindedir; fakat bu barış, kendi çelişkilerini örten ince bir zar gibidir. Yüzeyde düzen korunmakta, idari yapı işlemektedir; ancak alt katmanda imparatorluğun yaşamsal damarları zayıflamaktadır. Savaşların yerini geçici uzlaşmalar, seferlerin yerini diplomatik vaatler, sadakatin yerini çıkar ilişkileri almaktadır. Devlet aygıtı artık, barışı korumak için savaşmaktan değil, savaşın ertelenmesini müzakere etmekten beslenmektedir.


Ravenna’daki saray, imparatorluk otoritesinin kalbi sayılır; yine de bu merkez, Roma’nın eski kudretini taşımamaktadır. Başkent, coğrafi savunma avantajı nedeniyle bataklıklarla çevrili bir sığınak haline gelmiştir. Fiziksel güvenlik duygusu, siyasal ataleti beraberinde getirmektedir. Saray çevresinde toplanan aristokrat hizipler, her biri kendi çıkarını koruyan dar çevreler oluşturmuştur. İmparator Honorius, yetkisini kağıt üzerinde sürdürmekte; karar mekanizmaları ise fiilen generallerin ve memur sınıfının elinde bulunmaktadır. Stilicho, Ricimer ve Aetius gibi figürler, bu kırılgan düzenin güç aracıdır; imparatorluk, varlığını artık ordu komutanlarının kişisel dengesiyle sürdürmektedir.


Askeri denge de aynı ölçüde istikrarsızdır. Foederati birlikleri, Roma ordusunun asli unsuru haline gelmiştir; fakat söz konusu birlikler imparatorluk yasalarına değil, kendi liderlerine bağlıdır. Got, Alan, Burgon ve Vandal savaşçılarının oluşturduğu karma birlikler, Roma ordusunun homojen yapısını bozmuştur. Askeri disiplin, etnik farklılıkların geriliminde çözülmektedir. Ücretler geciktiğinde sadakat hızla yön değiştirmekte, bağlılık ilkesi soyut bir idealden ibaret kalmaktadır. Roma’nın barışı artık, askerlerin maaş günüyle sınırlı bir istikrar anlamına gelmektedir.


Diplomasi ise Roma’nın hayatta kalma refleksine dönüşmüştür. Sınır ötesi topluluklarla yapılan antlaşmalar, içeriden bakıldığında başarı gibi görünür; ancak her antlaşma, yeni bir taviz üretmektedir. Alaric örneği, bu paradoksun en çarpıcı simgesidir. Got liderinin talepleri, imparatorluğun tükenmiş kaynaklarına dayanmakta; yine de Ravenna yönetimi, çatışmayı ertelemenin barışı korumak olduğunu varsaymaktadır. Alaric’in kuşatma taktikleri, Roma’nın iç mekanizmasını kendi silahına dönüştürmektedir. Müzakere süreci uzadıkça saray itibar kaybetmekte, Senato halkın güvenini yitirmektedir.


İç düzenin kırılganlığı, kentlerin atmosferine de yansımaktadır. Roma artık kudretli bir başkent değil, geçmişin mirasına tutunan bir hatıra şehridir. Sokaklarında açlık, Senato salonlarında belirsizlik, kiliselerinde iç çatışma hüküm sürmektedir. Kilise örgütlenmesi, siyasal işlev yüklenerek dini alanla iktidar arasındaki sınırları bulanıklaştırmıştır. Tanrısal düzen fikri, siyasal istikrarsızlığı açıklamanın aracı haline gelmiştir. Augustinus’un çağdaşı olan bu kuşak, kurtuluşu yeniden fetihte değil; ilahi müdahalede aramaktadır.


Kırılgan barışın en çarpıcı yönü, dış tehdidin iç istikrar aracı haline gelmesidir. Zira sınırda beliren her yeni göç dalgası, içerdeki hiziplerin kısa süreli birlik kurmasına neden olmaktadır. Fakat bu birlik, düşman uzaklaştığında hemen dağılmaktadır. Roma varlığı, tehdit altında kaldığı ölçüde hissedilir hale gelmiştir. Tehdit ortadan kalktığında ise kendi kimliğini hatırlatacak bir iç dinamik bulamamaktadır. Barışın sürmesi, bir bakıma varoluşun erimesi anlamına gelmektedir.


Sonuçta beşinci yüzyıl Roma’sı, savaşsız bir huzur değil; savaşın ertelendiği bir durgunluk döneminde yaşamaktadır. Diplomasi, askeri manevra, dini telkin ve ekonomik tavizlerle sürdürülen bu barış, sürekli bir çöküşün sessiz biçimidir. İmparatorluk yıkılmamakta; fakat her günü, biraz daha eksilen bir otoritenin tutanağına dönüşmektedir. Kavimler Göçü’nün hareketli dünyasıyla kıyaslandığında Roma’nın sessizliği, yorgun bir medeniyetin nefes aralığını andırmaktadır. Unutulmamalıdır ki tarih, kimi zaman büyük çarpışmalarla değil; uzun suskunluklarla yön değiştirir.


  • Çöküş mü, Dönüşüm mü ?


Roma’nın son yüzyılı, tarih yazımında uzun süre “çöküş” başlığıyla anılmıştır. Gibbon’dan Mommsen’e uzanan klasik çizgi, imparatorluğu bir medeniyetin nihai tükenişi olarak yorumlamıştır. Fakat modern araştırmalar, bu dramatik anlatının ötesine geçmektedir. Roma, askeri ve idari yapı olarak dağılmış olsa da, yarattığı kurumsal, hukuksal ve kültürel kodlar Avrupa’nın yeni siyasal evrenine taşınmıştır. Binaenaleyh Roma’nın kaderi, bir çöküşten ziyade, tarih sahnesinde biçim değiştiren bir dönüşüm süreci olarak okunmalıdır.


Bu bağlamda çözülme, kesintisiz bir yıkım süreci değil; merkezi yapının yerel güçlere devridir. Beşinci yüzyıldan itibaren ortaya çıkan krallıklar, Roma idaresinin kalıntıları üzerinde yükselmiştir. Vizigotlar, Burgonlar, Vandallar ve Ostrogotlar, ele geçirdikleri topraklarda Roma hukukunu, vergilendirme düzenini, para sistemini ve bürokratik usulleri büyük ölçüde korumuştur. Aynı şekilde, yerel yöneticiler, imparatorluk memurluğundan gelen alışkanlıklarıyla hareket etmiştir. Birçok kentte senato geleneği sürmüş ve Latince idari dil olarak varlığını devam ettirmiştir. Bu tablo, Roma’nın yalnız fiziksel varlığını yitirdiğini, zihinsel örgütlenmesini ise devretmeyi başardığını göstermektedir.


Kavimler Göçü’nün yarattığı yeni siyasal harita, Roma mirasının taşınması için zemin oluşturmuş ve Germen krallıkları, imparatorluğun yönetim tecrübesini kendi toplumsal yapılarıyla harmanlayarak melez sistemler kurmuştur. Roma hukukunun yazılı düzeni, Germen geleneklerinin sözlü hukuk anlayışıyla birleşmiş; sonuçta hem bireysel mülkiyetin hem topluluk sorumluluğunun esas alındığı karma normlar ortaya çıkmıştır. Bu etkileşim, Avrupa’da modern devlet fikrinin ilk biçimlerini meydana getirecektir. Dolayısıyla Roma’nın çözülmesi, yalnız kayıp değil; aynı zamanda yeni bir siyasal kültürün doğuşudur.


Kültürel düzlemde de süreklilik dikkate değerdir. Hıristiyanlığın kurumsal örgütlenmesi, Roma idaresinin idari mantığını devralmış; piskoposluk sistemi, imparatorluk eyaletlerinin bölgesel yapısını izlemiştir. Papalık kurumu ise, zamanla kaybolan imparatorluk merkezinin yerine geçerek evrensel otorite işlevi üstlenecek ve böylece Roma’nın imperium fikri, dünyevi biçimini yitirse de ruhani düzlemde yaşamaya devam edecektir. Bu durumun bir uzantısı olarak Orta Çağ’ın evrensellik ideali, kökenini imparatorluk geleneğinden almaktadır.


Ekonomik alanda da benzer bir süreklilik gözlenir. Akdeniz ticaret ağları parçalanmış, ancak bütünüyle ortadan kalkmamıştır. Keza Bizans, doğu havzasında Roma’nın deniz ticaret mirasını sürdürmektedir; Batı Avrupa’daki liman kentleri de, kısıtlı ölçeklerde de olsa, mezkur sistemin yerel halkalarını yaşatmaktadır. Roma’nın ağırlık ve ölçü sistemleri ise, Orta Çağ Avrupa’sında yüzyıllar boyunca kullanılmaya devam edecektir.


Tarih felsefesi açısından değerlendirildiğinde Roma deneyimi, her uygarlığın kaçınılmaz biçimde çökmesi gerektiği düşüncesine karşı güçlü bir antitez sunmaktadır. Zira Roma özelinde, devlet biçimi sona ermiş olsa dahi "medeniyet" devam etmiştir. Bu süreklilik, çöküş kavramının sınırlarını sorgulatmaktadır. Bir imparatorluk, yıkıldığında mı biter, yoksa kendini başka biçimlerde yaşatabildiği sürece varlığını sürdürür mü ? Roma’nın mirası, ikinci ihtimali doğrulamaktadır. İmparatorluk, fiziksel varlığı çözüldükten sonra bile, Avrupa düşüncesinin, hukukunun, mimarisinin ve dilinin temel dokusuna sinmiştir.


Binaenaleyh Roma’nın hikayesi, bir felaket anlatısından çok, tarihsel enerjinin yeniden dağılımıdır. Kavimler Göçü, bu enerjinin yönünü değiştirmiş; ancak onu tüketmemiştir. Roma’nın çöküşü, dünyayı düzenleyen eski ilkenin dağılması anlamına gelirken; dönüşüm, aynı enerjinin yeni biçimlerde yaşamaya devam etmesidir. Bugün dahi Avrupa’nın siyasal düşüncesi, Roma’nın bıraktığı bu ikili miras arasında salınmaktadır: Bir yanda evrensel düzen arayışı, diğer yanda yerel özgürlük talebi. Her iki eğilim de Roma’dan doğmuş ve yine, Roma’nın yıkıntıları üzerinde yeniden biçimlenmiştir.


Sonuçta Roma İmparatorluğu, tarih sahnesinden silinen bir devlet değil; farklı adlar altında varlığını sürdüren bir gelenek olarak okunmalıdır. Kavimler Göçü’nün fırtınası, bir uygarlığın sonunu haber verirken, diğer taraftan insanlık tarihi için yeni bir dönemin kapısını aralamıştır. Buradan hareketle, Roma’nın çöküşünün, tarihin kendi sürekliliğini ispatlayan en sessiz dönüşümlerinden biri olduğu aşikardır.

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page