Zamanın Şehri: İstanbul
- Umur Ozer
- 19 Eki
- 12 dakikada okunur

İstanbul, tarihin kendini görünür kılmak için seçtiği yerdir. Her çağ, bu topraklara kendi katmanını bırakmış ve şehir, yüzyıllar boyunca silinmeyen bir palimpsest misali anıları, kendi benliğinde biriktirmiştir. Bugün hâlâ bir sokakta yürürken adımlarınız Roma taşına, gölgeniz Bizans duvarına, sesiniz ise Osmanlı avlusuna dokunur.
Bu şehirde “eski” ile “yeni” karşı karşıya değil, iç içedir. Her yapı, bir öncekinin yankısını taşır; her mahalle, başka bir dönemin hafızasıdır. Fakat İstanbul’un asıl büyüsü, bu sürekliliği fark ettirmeden yaşatmasındadır. İnsan, burada hem geçmişi seyreder hem bugünü yaşar.
Suriçi’nin taşlarında imparatorlukların gölgesi, Galata’nın rıhtımlarında ticaretin soluğu, Üsküdar’ın sularında maneviyatın sesi ve Beyoğlu’nun caddelerinde modernliğin adımları duyulur. Her biri farklı bir zamanı temsil eder ama aynı şehrin hikayesini anlatır.
İstanbul’u anlamak, bu katmanların içinde dolaşmaktır: Taşın hafızasında, suda, seslerde. Zira bu şehir, değişimin değil; sürekliliğin coğrafyasıdır. Onu gezmek bir seyahat değil, bir hatırlama biçimidir.
Suriçi: Tarihin Kalbi
İstanbul’un kalbi, yüzyıllardır Suriçi’nde atar. Bugün “Tarihi Yarımada” olarak bildiğimiz bu bölge, kentin hem en eski hem de en yoğun tarihsel katmanıdır. Marmara Denizi, Haliç ve kara surlarıyla çevrili mezkur üçgen alan, yalnızca bir coğrafya değil; neredeyse üç bin yıllık bir uygarlık özetidir.
Suriçi’nin hikayesi M.Ö. 7. yüzyıla, Megaralı Yunan kolonistlere dek uzanır. Efsaneye göre; Megara Kralı Byzas, Delphoi kahininden “Karşısındakilerin kör olduğu yere” şehir kurması öğüdünü alır. Bilahare kahinin sözünü dinleyip Boğaz’ın Avrupa yakasına geldiğinde ise, karşı kıyıdaki Chalcedon (Kadıköy) yerleşiminin güzelliği görmezden geldiğini düşünür ve kendi kentini buraya kurar: Byzantion.
Boğaz’ın stratejik konumu kısa sürede kenti önemli bir ticaret merkezi haline getirir. Hem Karadeniz’e hem Akdeniz’e açılan bu dar geçit, Byzantion’u erken dönemden itibaren bir kavşak şehri yapar. Roma döneminde kent, imparatorluk politikalarının kuzeydoğu ucundaki gözü olur.
M.S. 330 yılına gelindiğinde Roma İmparatoru I. Konstantin, imparatorluğun başkentini buraya taşır ve kentin adını Konstantinopolis olarak değiştirir. Bu olay, Suriçi’nin tarihindeki en büyük kırılmadır. Zira Roma’nın idari yapısı, Hristiyanlıkla birlikte burada yeni bir biçim alacak ve şehir bir süre sonra “Yeni Roma” unvanıyla anılmaya başlayacaktır.
Bu dönemde Suriçi, dünyanın en önemli imparatorluk merkezlerinden birine dönüşür. Hipodrom, Aya İrini ve Ayasofya gibi abidevi yapılar söz konusu çağın ürünleridir. Bilhassa 6. yüzyılda İmparator Justinianus tarafından inşa ettirilen Ayasofya, Bizans mimarisinin zirvesi olarak kabul edilmektedir. Kubbesiyle göğe açılan bu yapı, hem imparatorluğun gücünü hem de Tanrı’ya adanmışlığını simgeler.
Öte yandan, kenti çevreleyen Theodosius Surları, 5. yüzyılda inşa edilmiş ve yüzyıllar boyunca İstanbul’u korumuştur. Çift katmanlı sur sistemi, dönemin mühendislik harikası niteliğindedir ve 1453’e dek şehri birçok kuşatmadan korumayı başarmıştır. Bugün Yedikule’den Ayvansaray’a dek uzanan bu surlar, hala Bizans’ın mühendislik mirasını gözler önüne sermektedir.
29 Mayıs 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethiyle beraber Suriçi yeni bir döneme girer. Şehir, artık Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentidir ve fetih sonrası en önemli adım, kentin yeniden inşasıyla birlikte İslami kimliğe uygun bir merkez haline getirilmesi olacaktır. Bu bağlamda Fatih Sultan Mehmet, Fatih Külliyesi’ni şehrin merkezine inşa ettirmek suretiyle hem bir ilim hem de idare merkezinin nüvesini teşkil etmiştir. Bu külliye; medrese, kütüphane, hastane ve imaretten oluşan bir yapı topluluğudur. Aynı dönemde eski Bizans kiliseleri camiye dönüştürülmüş ve en önemlisi Ayasofya, Ayasofya Camii olarak yeniden işlev kazanmıştır.
Sonraki yüzyıllarda Osmanlı mimarisi, Suriçi’nde zirveye ulaşacaktır. Süleymaniye Camii (Mimar Sinan, 1557) salt bir ibadethane değil; aynı zamanda bir ideolojik beyan hüviyetindedir: Osmanlı’nın ihtişamı, düzeni ve estetik gücü taşın ve kubbenin dilinde somutlaşmıştır. Topkapı Sarayı, imparatorluğun yönetim merkezi olarak Boğaz’a nazır kurulmuş; sarayın avluları, hem bürokratik hem de sembolik bir hiyerarşiyle inşa edilmiştir.
17.ve 18. yüzyıllarda Sultanahmet Camii, Yeni Cami, Nuruosmaniye Camii gibi yapılarla Suriçi, Osmanlı klasik üslubunun en görkemli örneklerini kazanmıştır. Ancak bu asırlar, aynı zamanda yangınlar ve depremlerle biçimlenen bir mimari döngünün de sahnesi olmuştur: Yıkım ve yeniden inşa, İstanbul’un süreklilik biçimi haline gelecektir.
1923’te başkentin Ankara’ya taşınmasıyla birlikte Suriçi, siyasal merkez olma özelliğini yitirmiş; fakat tarihsel ve kültürel kimliğiyle yaşamaya devam etmiştir. Cumhuriyet dönemi boyunca bölge, bilhassa Eminönü, Fatih ve Sultanahmet çevresinde tarihi mirasın korunduğu ama modernleşmenin de en çok tartışıldığı alan haline gelmiştir.
1950’lerden itibaren artan göç, ticaret ve ulaşım baskısı, Suriçi’nin dokusunu değiştirmiştir. Eski konakların yerini apartmanlar almış, bazı mahalleler kimliklerini yitirmiştir. Yine de Ayasofya, Süleymaniye, Topkapı, Sultanahmet gibi yapılar, hala daha bu şehrin tarihsel omurgası olarak dimdik ayakta durmaktadır. Bugün UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Tarihi Yarımada, İstanbul’un hem turistik hem kültürel belleğinin en canlı alanını temsil etmektedir.
Boğazın turkazından sıyırılıp da kafasını kaldırabilen biri, Suriçi'ne baktığında aynı anda üç şehri birden görme şansına nail olur: Bizans’ın Konstantinopolisi, Osmanlı’nın payitahtı ve modern İstanbul’un kalbi. Bu katmanlar birbirine karışır ancak ayrılmaz. Her köşede bir dönemin izi vardır; bir surda Roma taşı, bir cami avlusunda Bizans sütunu, bir hanın duvarında Osmanlı kireci ...
Galata: Ticaretin ve Hafızanın Eğimi
İstanbul’un kuzey yakasında, Haliç’in öteki ucunda yükselen Galata, yüzyıllar boyunca Suriçi’nin karşısında durmuş bir ayna gibidir. Suriçi’nin içe dönük, kutsal ve siyasal kimliğine karşılık Galata, dışa açık, ticari ve kozmopolit bir dünyanın simgesidir. Bu iki yaka arasındaki ayrım yalnızca coğrafi değil; aynı zamanda bir medeniyet farkının da ifadesidir.
Galata’nın tarihi, Bizans dönemine dek uzanır. İlk yerleşim, M.Ö. 5. yüzyılda burada kurulan küçük bir liman topluluğuna dayanmaktadır. Ancak bölgenin asıl yükselişi 12. ve 13. yüzyıllarda, Bizans İmparatorluğu’nun ticari ilişkilerinde Batı’nın etkisinin artmasıyla gerçekleşmiştir. Latinlerin 1204’te İstanbul’u ele geçirmesi ise, kentin kuzey kıyısında Latin varlığını kalıcı hale getirecektir.
1261’de Bizans tahtına yeniden geçen VIII. Mihail Paleologos, ekonomik ilişkileri düzenlemek adına Cenevizlilere Galata’da imtiyazlı bir ticaret bölgesi vermiş ve böylece Ceneviz Kolonisi kurulmuştur. Cenevizliler, zaman kaybetmeden kendi surlarını inşa etmiş ve günümüzde Galata Kulesi olarak bilinen Christea Turris de mezkur yapının bir parçası şeklinde hayat bulmuştur. Hem gözlem kulesi hem de egemenlik nişanı düşüncesiyle inşa edilen bu abidevi eser, İstanbul'un semavi tacında bugün dahi bir elmas gibi parlamaktadır.
Ceneviz Galatası, Orta Çağ’ın Akdeniz ticaret ağında önemli bir merkez konumundadır. Venedikliler, Cenevizliler, Bizanslılar ve Levanten tüccarlar burada aynı rıhtımı paylaşmış; liman kentinin kozmopolit ruhu, daha o dönemde oluşmuştur: Yani farklı diller, paralar veya inançlar, aynı pazarın içinde var olabilmektedir.
1453’te Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesiyle Galata, Osmanlı topraklarına katılmıştır, ancak sultanın politik zekası, bölgenin ticari canlılığını korumaktan yanadır. Bu doğrultuda Cenevizlilere ait ayrıcalıkların bir kısmı muhafaza edilmiş ve Galata, Osmanlı döneminde de yabancı tüccarların faaliyet gösterdiği “serbest liman” kimliğini korumuştur.
Fatih’in fermanlarında “Galata halkının dinine, malına, canına dokunulmayacak” hükmü yer almaktadır. Bu sayede bölge, farklı toplulukların bir arada yaşadığı özgün bir mahalle olarak varlığını sürdürmüştür. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, İtalyan Levantenler ve Müslüman tüccarlar aynı sokaklarda yan yana yaşamıştır.
16.yüzyıldan itibaren Galata, Osmanlı dış ticaretinin kalbi haline gelmiş; Haliç boyunca uzanan tersaneler, gümrükler ve hanlar bahsi geçen dönemde inşa edilmiştir. Galata Bedesteni, Yeraltı Camii (eski St. Theodoros Kilisesi), Azapkapı Camii ve Karaköy Hanları, bu çok katmanlı dönemin mimari tanıklarıdır.
19.yüzyıla gelindiğinde Galata, Osmanlı modernleşmesi için adeta bir laboratuvar işlevi görür. İmparatorluğun Avrupa ile ilişkileri arttıkça, Galata ve çevresi Batı tarzı yaşamın, bankacılığın ve iletişimin merkezi haline gelmiştir. Bank-ı Osmanî (Osmanlı Bankası) 1856’da burada kurulmuş; devletin mali sistemi ilk kez Batılı kurumlarla iç içe geçmiştir. 1860’larda Galata Bankerleri olarak bilinen Levanten finans çevresi ise, devlet borçlanmalarının arka planında belirleyici rol oynayacaktır. Bankalar Caddesi, bu dönemde yalnızca bir ticari alan değil, Osmanlı ekonomisinin vitrini haline gelmiştir.
Aynı zamanda Galata, Osmanlı’da Batı kültürünün günlük yaşama en erken nüfuz ettiği yerdir. İlk tiyatrolar, matbaalar, sigorta şirketleri, hatta gaz lambaları dahi burada ortaya çıkmış; Galata Kulesi’nden Karaköy rıhtımına dek uzanan hat boyunca modernitenin ilk izleri belirmiştir.
1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra İstanbul’un ekonomik merkezi yavaş yavaş Haliç’in ötesine, Beyoğlu ve Şişli eksenine kayacaktır. Ancak Galata, liman bölgesi olarak önemini korumuş; Karaköy, uzun yıllar boyunca hem deniz ticaretinin hem de ulaşımın kalbinde yer almıştır.
20.yüzyıl ortalarından itibaren bölgedeki çok kültürlü yapı çözülmeye başlamış; göçler, azınlıkların ayrılması ve ticaretin merkez değiştirmesi Galata’nın dokusunu değiştirmiştir. Buna rağmen, sokak adlarında, kilise çanlarında, sinagog kapılarında hala geçmişin izleri okunmaktadır.
Bugün Galata Kulesi, şehrin en tanınan simgelerinden biridir. Çevresindeki dar sokaklarda Ceneviz taşlarıyla Osmanlı tuğlaları yan yana durur. Karaköy’deki art-nouveau cepheler, 19. yüzyılın Avrupai enerjisini hala taşır. Kamondo Merdivenleri ise, bir banker ailesinin zarafet anlayışının şehre entegre olmuş halidir.
Galata, kelimenin tam anlamıyla bir eğimdir — sadece coğrafi olarak değil, tarihsel olarak da. Aşağısı liman, yukarısı kule; denizle gökyüzü arasında gidip gelen bir yarıktan ibarettir. Suriçi’nin düz, merkezi dünyasına karşı Galata her zaman meyillidir: Ticarete, değişime ve dışarıya ...
Bu nedenle Galata’nın hafızası, İstanbul’un en hareketli belleğidir. Her çağda bir dönüşüm yaşamış, ama asla yok olmamıştır. Bizans’ın kolonisi, Osmanlı’nın limanı, Cumhuriyet’in iş merkezi, bugünün sanat ve kültür mahallesi… Her dönemde başka bir yüzüyle var olmuştur.
Bugün Galata Kulesi’nden Haliç’e bakarken görülen manzara, yalnızca bir şehir manzarası değil; tarihsel bir diyaloğun devamıdır. Bir yanda surların taş sessizliği, öte yanda limanın kalabalığı … İstanbul’un bütün çelişkileri o bakışta birleşir. Galata, hala ticaretin, yabancılığın ve hatırlamanın eğiminde duran o eski şehir parçasıdır ...
Üsküdar: Zamanın Sakin Yüzü
İstanbul’un doğuya bakan yakasında, Boğaz’ın Anadolu kıyısında yer alan Üsküdar, bu kadim kentin en eski yerleşimlerinden biridir. Fakat onu benzersiz kılan, geçmişi değil; tarihe kattığı huzur duygusudur. Galata’nın hareketli, Suriçi’nin yoğun havasına karşı Üsküdar, daima dinginliğin, suyun ve maneviyatın şehri olmuştur.
Üsküdar’ın geçmişi M.Ö. 7. yüzyıla, yani Byzantion’un kuruluşuyla neredeyse aynı döneme uzanır. Antik dönemde burası, Khrysopolis (Altın Şehir) adıyla bilinmektedir. Strabon ve Herodotos gibi antik yazarlar, Khrysopolis’in Persler döneminde mühim bir askeri ve ticari istasyon olduğunu aktarır.
Khrysopolis, Boğaz’ın doğu kıyısında, Asya ile Avrupa arasındaki geçiş noktasında bulunması hasebiyle stratejik bir konuma sahiptir. Persler, Atinalılar ve Romalılar arasında el değiştiren bu yerleşim, Bizans döneminde uzun süre Konstantinopolis’in arka limanı olarak kullanılmıştır. Roma’nın doğu eyaletlerinden gelen ticaret malları, önce buraya ulaşmış; akabinde Haliç’e taşınmıştır.
Osmanlı döneminde ise Üsküdar, sadece bir liman değil; aynı zamanda bir maneviyat merkezi olarak da gelişmiştir. Bilhassa 16. yüzyıldan itibaren birçok cami, külliye ve tekke inşa edilmiş; Mihrimah Sultan Camii (Mimar Sinan, 1547), şehrin siluetine zarif bir kubbe olarak eklemlenmiştir. Aynı dönemde yapılan Şemsi Paşa Camii, Boğaz kıyısına neredeyse suya değecek şekilde yerleştirilmiştir; Sinan’ın “su ile taş arasında” kurduğu estetiğin en incelikli örneklerinden birini temsil etmektedir.
Üsküdar aynı zamanda “Kadın sultanların şehri” olarak da anılır. Mihrimah Sultan, Atik Valide Nurbanu Sultan ve Yeni Valide Turhan Sultan külliyeleri, buraya hem zarafet hem idari güç kazandırmış; her külliye, bir caminin çevresine medrese, imaret, hamam ve kütüphane ekleyerek Üsküdar’ı bir eğitim ve sosyal hizmet merkezi haline getirmiştir. Bölgenin en etkileyici yapılarından biri olan Atik Valide Külliyesi, Mimar Sinan’ın geç dönem eserlerindendir. Sinan burada salt mimari bir düzen değil, neredeyse bir şehir planı kurmuştur: Külliyenin avluları, sokak dokusuyla iç içe geçmekte ve taş duvarlar, dışarıdan içeriye geçişin ritmini belirlemektedir.
Üsküdar’ı anlamak için Boğaz’a bakmak yeterlidir. Muhit, tabiri caizse suyla konuşur. İskele meydanına vuran dalga sesi, cami avlularına karışır. Kız Kulesi, denizin ortasında duran yalnız bir mimari siluet olmaktan çok, Üsküdar’ın zamanı dinleyiş biçimidir. Antik efsaneler, kuleyi bir “bekleyiş” sembolü olarak anlatır; bu bekleyiş, belki de Üsküdar’ın ruhuna en uygun kelimedir.
Evliya Çelebi, 17. yüzyılda Üsküdar’ı “Binbir Çeşmeli Şehir” olarak tanımlar. Gerçekten de su, bu semtin hafızasında merkezi bir yer tutmaktadır. Hemen her mahallede bir çeşme, bir sebil ya da bir su yolu bulunur. III. Ahmed Çeşmesi (1728) mezkur kültürün zirve noktasını temsil eder. Lale Devri’nin rokoko üslubuyla süslenmiş bu yapı, Osmanlı zarafetinin en estetik örneklerinden biridir.
Üsküdar, aynı zamanda Osmanlı tasavvuf dünyasının da merkezlerinden biri olarak tanımlanır. Mevlevi, Halveti, Nakşi tekkeleri burada yoğunlaşmıştır. Bilhassa Aziz Mahmud Hüdayi Tekkesi, İstanbul’un manevi tarihinde özel bir yere sahiptir. Hüdayi’nin “Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur” dizesiyle halk kültürüne karışan mirası, bu semti bir dua mekanına dönüştürmüştür. Sokaklarında yürürken taş duvarların ardında gizli küçük hazireler, her köşede bir türbe ya da dergah bulunur. Bu yapıların çoğu gösterişli değildir; sade ama anlamlı bir sessizlik taşır. Üsküdar’ın ruhu tam da bu sadelikte yatar: Gürültüsüz, fakat derin ...
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde Üsküdar, idari önemini büyük ölçüde korumuş; fakat kentleşme baskısı, ne yazık ki bu yakayı da dönüşme tabi kılmıştır. 1950’lerden itibaren Anadolu’dan gelen göçle birlikte Üsküdar nihayetinde, hem tarihi mahalleleri hem yeni yerleşimleri barındıran karma bir dokuya bürünmüştür. Buna rağmen bölge, İstanbul’un “eski” kalan semtlerinden biri olmayı sürdürmektedir.
Bugün Mihrimah Sultan Camii’nin avlusundan Boğaz’a baktığınızda, karşınızda Galata ve Suriçi’nin siluetini görürsünüz. Fakat aradaki fark nettir: Karşı kıyı yükselir, Üsküdar durur. Orada taşlar ve kuleler konuşur; burada su ve ezan sesi. Üsküdar hala İstanbul’un nefes aldığı yerdir — şehrin karmaşasıyla denge kuran, geçmişle bugünü bir dua gibi birleştiren sessiz yakası ...
Beyoğlu: Yürüyen Modernite
Beyoğlu’nun kökleri Bizans dönemine kadar uzanır. Ancak bölgenin kent dokusu esas olarak 16. yüzyıldan itibaren, burada yaşayan yabancı elçiliklerin etkisiyle şekillenmeye başlamıştır. 1535’te Kanuni Sultan Süleyman döneminde Fransız elçiliği Pera’da açıldığında, burası Osmanlı topraklarında Batı’nın diplomatik merkezi haline gelir. Ardından Venedik, İngiltere, Hollanda elçilikleri de aynı bölgede yer alacaktır.
O dönemlerde Galata’nın surlarının üstündeki bu tepe, şehrin Müslüman nüfusundan ayrı bir yaşam alanıdır. Avrupalı tüccarlar, Levanten aileler ve gayrimüslim cemaatler burada yoğunlaşmıştır. Binaenaleyh Pera, kozmopolit bir mahalleye dönüşmüş; Frenkçe konuşulan, Latin alfabesinin kullanıldığı, Batı modasının takip edildiği “Küçük bir Avrupa” ortaya çıkmıştır.
19.yüzyıl, Beyoğlu’nun altın çağıdır. Tanzimat Fermanı (1839) ile başlayan reform dönemi, imparatorluğun Batı’ya açılma iradesini somutlaştırırken, mezkur açılımın kapısı da Pera olmuştur. Nitekim şehrin ilk tiyatroları, gazeteleri, pasajları ve apartmanları burada doğacaktır.
1850’lerde Beyoğlu sokaklarında gaz lambaları yanmaya başlamış; 1863’te ise Beyoğlu Belediyesi (6. Daire-i Belediye) kurularak Avrupa tarzı şehircilik uygulamaların önü açılmıştır. Aynı yıllarda İstiklal Caddesi de bugünkü formuna kavuşacaktır: İki yanında yüksek taş binalar, zemin katlarında mağazalar, üst katlarda konutlar.
Beyoğlu’nun simgelerinden biri olan Tünel, 1875’te hizmete girmiş ve Londra metrosundan sonra dünyanın ikinci yeraltı ulaşım hattı olmuştur. Bu, sadece teknik bir yenilik değil; aynı zamanda Osmanlı modernitesinin de sembolü niteliğindedir. Pera Palas Oteli (1892), Orient Express yolcularını ağırlamak üzere açıldığında, İstanbul artık Avrupa’nın bir parçası olduğunu ilan etmektedir. Aynı dönemde açılan Tepebaşı Bahçesi, tiyatrolar ve kafeler ise, Osmanlı elitinin yeni yaşam tarzını temsil etmektedir.
Beyoğlu’nun mimarisi, Avrupa’nın eklektik üsluplarını İstanbul’a taşımıştır. Neoklasik, barok, art nouveau tarzları, bilhassa 19. yüzyıl sonu apartman cephelerinde belirgindir. Botter Apartmanı, Cercle d’Orient, Camondo Hanı, İstiklal Caddesi Pasajları (Atlas, Hazzopulo, Avrupa, Çiçek) bu dönemin estetik çeşitliliğini yansıtır. Fakat Beyoğlu salt mimari değil, bir yaşam biçimi dönüşümünün de mekanıdır. Burada ilk kez kadınlar toplumsal yaşama daha görünür biçimde katılmış; batı müziği, tiyatro, resim ve edebiyat günlük yaşamın parçası haline gelmiştir. Gazeteler, edebiyat dergileri, kitapçılar, Beyoğlu’nu modern Osmanlı entelijansiyasının merkezi konumuna yükseltmiştir. Ahmet Mithat Efendi, Teodor Kasap, Recaizade Ekrem gibi isimlerin yazılarında Pera hem eleştirilen hem de hayranlıkla izlenen bir “yeni hayat” sahnesi olarak yer alır. Beyoğlu bir bakıma, Doğu’nun kalbinde Batı’nın hayalini yaşatan bir tiyatro sahnesi gibidir.
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Beyoğlu’nun kozmopolit yapısı dönüşmeye başlamış; elçiliklerin büyük kısmı Ankara’ya taşınmış ve Levanten nüfus azalmıştır. Ancak Beyoğlu zaman içerisinde, modern Cumhuriyet’in kültürel ve sanatsal hayatında yeniden bir merkez konumuna yükselecektir. Keza 1940’lar ve 50’lerde sinemalar, edebiyat dergileri ve sanat galerileri açılmış; Markiz Pastanesi, Kulis, Lale Sineması, Emek Tiyatrosu gibi mekanlar, hem İstanbul entelektüellerinin hem sanatçıların buluşma noktası haline gelmiştir. Fakat 1960’lardan itibaren yaşanan toplumsal değişim, Beyoğlu’nun dokusunu tekrar zorlamaya başlayacak ve göç, ekonomik dalgalanmalar, kentsel dönüşüm süreçleri gibi unsurlar, bölgenin sosyal çeşitliliğini azaltacaktır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Beyoğlu, 1980’lerden sonra yeniden kültürel bir çekim merkezi haline gelecek; galeriler, kafeler, kitapçılar ve sanat atölyeleri, Pera’nın “yürüyen modernitesini” bir kez daha canlandıracaktır.
Bugün Beyoğlu hala bir geçiş alanıdır: Geçmişle gelecek, Doğu’yla Batı, yerliyle yabancı burada yan yana yürür. İstiklal Caddesi’nde bir yanda Osmanlı dönemi taş binalar, diğer yanda modern mağazalar; bir sokakta kilise çanı, ötekinde ezan sesi. Beyoğlu’nun bu çok sesliliği, İstanbul’un kimliğini belirleyen en önemli özelliktir. Zira Beyoğlu, İstanbul’un “kendine bakma biçimi”dir — Avrupa’ya dönük yüzüyle, ama köklerinden kopmadan. Her dönemde farklı bir anlam taşır: Bir zamanlar modernliğin vitrini, sonra kültürün belleği, bugünse dönüşümün aynası. Yürürken belki fark edilmez ama Beyoğlu’nun zemini yavaşça eğimlidir; Galata’ya doğru iner. Bu eğim, belki de İstanbul’un kaderidir: Sürekli yükselmek isterken hep biraz aşağıya doğru kaymak ...
Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedâdır ...
İstanbul’un tarihini semt semt dolaşmak, zamanın farklı evrelerinde yürümek gibidir. Her bölge kendi ritmine, kendi hafızasına, kendi bakışına sahiptir. Fakat bütün bu parçalar bir araya geldiğinde, ortaya tek bir şehir değil, katmanlı bir zaman bilinci çıkar. İstanbul, yalnızca mekanların toplamı değildir; o, geçmişin, bugünün ve geleceğin aynı anda yaşadığı bir bellektir.
Suriçi, bu belleğin çekirdeğidir. Burada taş konuşur. Roma’nın, Bizans’ın ve Osmanlı’nın izleri, aynı toprağın üzerinde, birbirinin harcı gibi durur. Ayasofya’nın kubbesiyle Süleymaniye’nin kubbesi, farklı inançların değil, aynı mekansal sürekliliğin iki yankısı gibidir. Suriçi, bize bu şehrin hiç “yeniden” başlamadığını, her çağda kendini bir öncekinin üzerinde kurduğunu hatırlatır.
Galata ise belleğin dışa bakan yüzüdür. Limanın tuzlu kokusunda, Ceneviz surlarının taşlarında, Osmanlı hanlarının gölgesinde başka bir İstanbul yaşar: Çok sesli, çok dilli, hareketli bir şehir. Galata bize İstanbul’un hiçbir zaman yalnızca bir kültüre ait olmadığını gösterir. Burada doğu ile batının karşıtlığı değil, karşılaşması vardır; zira Galata, dünyanın İstanbul’a açılan kapısıdır.
Üsküdar, şehrin kalp atışıdır — yavaş, ritmik, suyla birlikte atan bir nabız. Burada tarih sessiz ama diridir. Mihrimah Sultan’ın zarafeti, Şemsi Paşa’nın taşında suyun sesi, Hüdayi Tekkesi’nin dua yankısı … Üsküdar, İstanbul’un ruhani hafızasını taşır. Şehrin gürültüsüyle dengesini koruyan, zamanın hızına karşı bir sükunet alanıdır.
Beyoğlu ise bu çok katmanlı yapının hareket eden tarafıdır. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan süreçte modernleşmenin laboratuvarı, Avrupa’ya açılan vitrini, kültürün kamusal yüzüdür . Burada sokaklar, fikirlerin yürüdüğü yerlerdir; gazeteler, tiyatrolar ya da pasajlar, modern bireyin doğuşuna tanıklık etmiştir. Beyoğlu, İstanbul’un kendini yeniden kurma biçimidir — geçmişten kopmadan geleceğe yönelme arzusu.
Tüm bu yüzler bir araya geldiğinde İstanbul, sadece bir şehir olmaktan çıkarak, zamanın coğrafyası haline gelir. Aynı anda hem antik hem modern, hem Doğulu hem Batılı, hem saklı hem gösterişli. Bu zıtlıklar, birbiriyle çatışmaz; aksine şehrin canlı kalmasını sağlar. Çünkü İstanbul’un sırrı uyumda değil, çoklukta yatar.
Bugün Boğaz’a bakan biri, karşı kıyıda hem geçmişi hem geleceği görür. O manzara taşların, kubbelerin, köprülerin değil; tarihsel bilincin manzarasıdır. Her dönemin izi birbirine karışmış; her çağ, diğerini sessizce taşımıştır. Bu yüzden İstanbul, diğer şehirler gibi yaşlanmaz — yalnızca derinleşir.
Belki de İstanbul’u anlamak için onu tanımaya değil, dinlemeye çalışmak gerekir. Zira bu şehir konuşmaz; fısıldar. Bir rüzgarda, bir tramvay ziliyle, bir ezan yankısıyla, bir vapur düdüğüyle … Bütün bu sesler, üç bin yıllık bir hikayenin aynı cümlede buluşan kelimeleridir.
İstanbul’un katmanlı zamanı, insanı da katmanlı yapar. Burada yaşayan herkes, farkında olmadan tarihin bir parçası haline gelir: Yürüdüğü kaldırımlar Bizans’a, baktığı gökyüzü Osmanlı’ya, içtiği kahve Cumhuriyet’e dokunur. Bu yüzden İstanbullu olmak, bir kimlik değil; bir süreklilik biçimidir.
Ve belki de şehrin en büyük mirası budur: Değişirken bile geçmişini bırakmamak. Her yeni bina, her ses, her gölge, o kadim hikayenin bir satırına dönüşür. Şehir, sürekli yeniden yazılır ama asla silinmez. Çünkü İstanbul’un hafızası, taşta değil, insanda yaşar: Bir bakışta, bir adımda ya da bir sesin tonunda ...



Yorumlar