top of page

Güneşin Gölgesinde: XIV. Louis ve Mutlakiyetin İnşası



ree

17.yüzyıl Avrupa’sı, siyasal otoritenin teolojik temellerden koparak dünyevi düzlemde yeniden inşa edildiği bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Mezkur dönüşümün en çarpıcı örneği ise, Fransa Kralı XIV. Louis’nin yarattığı mutlakiyetçi düzendir. Louis’nin iktidarı, krallığın sınırlarını aşan simgesel bir sistem olarak işlemiş ve devlet, kralın iradesinde cisimleşen bir bütünlüğe dönüşmüştür. “Devlet benim” sözüyle özetlenen bu anlayış, yalnızca kişisel bir iddia değil; aynı zamanda modern egemenlik düşüncesinin de habercisidir. Bu bağlamda Versay Sarayı, yeni iktidar biçiminin sahnesi haline gelmiş ve aristokrasinin eski gücünü törensel bağlılık ritüellerine indirgemiştir. Böylece Louis, feodal dağınıklığın önünü merkeziyetçi bir düzenle almış; yönetim ise, soyun ve Tanrı’nın lütfundan ziyade sürekli gözetim, düzenleme ve temsil mekanizmalarıyla meşruiyet kazanmıştır.


  • Versailles Tiyatrosu


XIV. Louis dönemi Fransası, siyasal otoritenin kültürel temsile dönüştüğü bir evreyi temsil eder. Bu bağlamda krallık, hukuki bir otoriteden ziyade görsel ve törensel bir düzen haline gelmiş; monarşi, bedenlerin, mekanların ve jestlerin diliyle kendini var etmiştir. Versay Sarayı ise, bu estetik rejim anlayışının tam ortasında yer almıştır. Nitekim her taşında, kralın yüceliğini simgeleyen bir mimari düşünce bulunmaktadır. Sarayın simetrik yapısı, Tanrısal düzenin dünyevi yansıması olarak tasarlanmış ve mezkur düzenin merkezinde, her şeyin kaynağı olan bir figür, yani “Güneş Kral” konumlandırılmıştır. Louis’nin şahsında iktidar, doğrudan görünürlükle özdeşleşmiş ve "hükmetmek", kendini seyrettirmek anlamına gelmiştir.


Versay, yalnızca bir saray değil; aynı zamanda gözetimin de kurumsallaşmış halidir. Evvela, soyluların saray yaşamına çekilmesi, onların eski siyasal güçlerinin törensel bağlılıklar ile sınırlandırılmasına olanak tanımıştır. Her sabah kralın uyanışı, günün ritmini belirleyen bir siyasal koreografi haline gelmiş; böylesine sıradan bir eylem, hiyerarşiyi yeniden kuran bir törene dönüşmüştür. Yine, soylular için sarayda bulunmak, krala yakınlığın göstergesi olmuş; ancak bu yakınlık, sürekli bir onay ihtiyacını da beraberinde getirmiştir. Binaenaleyh Versay, aristokrasinin gözetlendiği ve davranışlarının sembolik olarak düzenlendiği bir sosyal laboratuvar hüviyeti kazanmıştır.


Bu yeni toplumsal düzen, görgü ve beden disiplini üzerinden işlemiştir. Elias’ın “uygarlaşma süreci” olarak adlandırdığı dönüşüm, Fransa’da Louis’nin saray ritüelleriyle somut bir hal almış ve yemek adabından konuşma tarzına dek her davranış biçimi, iktidarın gölgesinde şekillenmiştir. Kralın huzurunda söylenecek bir kelam ya da verilecek bir selam, salt bireysel bir jestten çok; toplumsal konumun bir göstergesi olarak nitelendirilmiş ve bunun sonucunda iktidar, dışsal bir zorlama olmaktan çıkıp bireylerin içselleştirdiği bir davranış biçimine dönüşmüştür.


Öte yandan Versay kültürü, sanatla siyaseti iç içe geçiren bir meşruiyet mekanizması da yaratmıştır. Molière’in oyunları, Lully’nin müzikleri ya da Le Brun’un tabloları, hepsi aynı ideolojik bütünlüğün parçalarıdır: Kralın ihtişamı, devletin büyüklüğüyle eşanlamlıdır. Bu estetik seferberlik, iktidarın toplum nezdinde güzellik ve düzen ilkeleriyle algılanmasına yol açmış; krallığın görkemi, itaat duygusunu estetik bir beğeniye dönüştürmüştür. Böylece siyasal itaati besleyen duygu, korkudan ziyade hayranlıkla tanımlanmıştır.


Louis’nin Fransası’nda kültür, ifade alanı olmaktan çıkarak disiplinin temel aracına dönüşmüş ve tiyatro, mimari, müzik gibi muhtelif dallar, krala yöneltilmiş övgü düzeninin parçaları haline gelmiştir. Sanatsal üretimin tamamı, merkezi bir temaya bağlanmıştır: Düzenin estetiği. Mezkur durum, siyasetin estetikle iç içe geçtiği, hatta estetik ölçütlerce biçimlenmeye başladığı bir evreyi işaret etmektedir. Foucault’nun ifadesiyle, iktidar bu dönemde baskıcı bir yapıdan üretken bir kuvvete evirilmiş; davranışları, duyguları ve algıları biçimlendirmiştir.


Nihayetinde Versay’ın tiyatrosu, kendi görkeminin ağırlığı altında çökmüştür. Göz kamaştırıcı düzen, toplumsal hiyerarşiyi gittikçe görünmez bir hale getirmiş ve maddi eşitsizliği daha da derinleştirmiştir. 18. yüzyıla gelindiğinde ise bu estetik iktidar düzeni, halkın gözünde bir yapay cennet izlenimi vermeye başlamıştır. Krallığın parıltısı, toplumun alt tabakalarında büyüyen hoşnutsuzluğu gizleyememiştir. Güneş Kral’ın ışığı, sonunda yalnızca sarayın aynalarında parlayan bir yanılsamaya dönüşmüştür.


  • Mutlakiyet Anlayışı


Louis’nin iktidar anlayışı, kişisel ihtirasın ötesinde, devletin sürekliliğini sağlayacak rasyonel bir düzen kurma amacını taşımıştır. Feodal güçlerin siyasal alan üzerindeki nüfuzu, kalıcı bir merkezi otoritenin tesis edilmesiyle aşılmıştır. Söz konusu dönüşüm, yalnızca tahtın değil; aynı zamanda yönetim aygıtının da kutsallaştırılmasını gerektirmektedir. Bu doğrultuda krallık, hanedanın temsili olmaktan çıkarılarak, devletin kurumsal ifadesi olarak şekillendirilmiştir. Louis, bu düzeni kurarken, kendisine mutlak itaat gösteren bir bürokratik sınıf yaratmış; “krala hizmet” kavramını soyluluğun yeni biçimi olarak tanımlamıştır. Saray çevresinde şekillenen idari hiyerarşi, aristokrasinin eski bağımsızlığını törensel rollerle sınırlandırırken, yönetimsel karar mekanizmaları giderek teknik bir niteliğe bürünmüştür.


Mutlakiyetin sürekliliği ise, idari düzen kadar finansal kontrolle de mümkün kılınmıştır. Louis’nin maliye bakanı Jean-Baptiste Colbert’in uygulamaları, merkantilist düşüncenin Fransa’daki en somut tezahürleridir. Ekonomik faaliyet, ulusal zenginliğin artırılması ve savaşların finanse edilmesi hedefiyle disiplin altına alınmıştır. Bu süreçte devlet, sadece hukuk ve güvenlik alanında değil; üretim, ticaret ve "estetik değerler" üzerinde de belirleyici bir otoriteye dönüşmüştür. Böylece mutlak monarşi, hem ekonomik hem kültürel alanlarda bütüncül bir kontrol sistemine kavuşmuş; kralın iradesi, ülkenin her noktasında hissedilen bir düzen ilkesine dönüşmüştür.


  • Hollanda Savaşı (1672–1678)


1672’de başlayan Hollanda Savaşı, XIV. Louis’nin Avrupa’daki güç dengesini kendi lehine yeniden biçimlendirme girişimi olarak değerlendirilir. Fransa’nın amacı, Hollanda Cumhuriyeti’nin ekonomik ve diplomatik etkisini kırmak, aynı zamanda Ren hattında güvenlik kuşağı oluşturarak kuzey sınırlarını istikrara kavuşturmaktır. Louis’nin nezdinde bu savaş, salt askeri bir harekat değil; "rasyonel düzen fikrinin" dış politikadaki uzantısı mahiyetindedir.


Fransa, savaşa girerken dönemin en disiplinli ordusuna sahiptir. Marquis de Louvois’nın reformları sayesinde askeri yapı, Versailles’daki bürokratik sistemin sahaya taşınmış haline dönüşmüştür. Colbert’in mali düzenlemeleri ise ordunun sürekli bir biçimde finanse edilmesini sağlamıştır. Binaenaleyh savaş, Fransa açısından aynı zamanda modern askeri sevk ve idarenin işleyişini sınayan bir deneyim niteliği taşımaktadır.


1672 baharında Fransız birlikleri Ren Nehri’ni geçerek Hollanda topraklarına girmiş ve Utrecht ile Nijmegen hızla ele geçirilmiştir. Ancak ilerleme, Hollandalıların ülkenin batı kesiminde su savunma hatlarını açmasıyla birlikte durdurulmuştur. Bu savunma yöntemi, Louis’nin geometrik düzen anlayışının karşılaştığı ilk ciddi sınavdır. Velhasıl savaşın ilk evresi, Fransa’nın askeri üstünlüğüne rağmen stratejik istikrar sağlayamadığı bir döneme dönüşmüştür.


1673’ten itibaren Avrupa dengeleri Fransa’nın aleyhine değişecektir. İngiltere, kamuoyunun baskısıyla savaştan çekilmiş; Avusturya, Brandenburg ve İspanya Hollanda’nın yanında yer almıştır. Böylece savaş, yerel bir çatışma olmaktan çıkarak Avrupa çapında bir güç mücadelesi haline gelmiştir. 1674–1676 arasında Condé ve Turenne komutasındaki Fransız birlikleri muhtelif cephelerde başarılar kazanmış olsa da, Turenne’in 1675’teki ölümü sonrası, Fransa’nın ilerleme hızını tedricen düşmüştür.


Nihayetinde savaş, 1678’de imzalanan Nijmegen Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Antlaşmaya göre Fransa, Franche-Comté’nin tamamını ve Flanders bölgesinde bazı stratejik kaleleri elde ederken; Hollanda’nın bağımsızlığı ve ticari imtiyazları korunmuştur. Louis açısından bu sonuç, askeri zafer kadar diplomatik bir uyarı niteliği de taşımaktadır: Fransa, genişlemenin sınırlarını görmüş; Avrupa dengeleri içinde tek taraflı hegemonyanın sürdürülemeyeceğini deneyimlemiştir.


  • Pfals Savaşı (1688–1697)


Pfals Savaşı, Fransa’nın genişleme politikasının Avrupa’daki dengeyi zorladığı dönemin en belirgin örneklerinden biridir. 1688’de başlayan savaş, Fransa’nın Ren hattı üzerindeki nüfuzunu kalıcılaştırma ve İspanya Veraseti üzerindeki olası hak iddialarını güvence altına alma girişimidir. Ancak bu kez Louis, yalnız bölgesel rakiplerle değil, Avrupa genelinde örgütlenmiş bir koalisyonla karşı karşıya kalmıştır.


Savaşın doğrudan nedeni, Fransa’nın Pfals bölgesi üzerindeki miras talepleridir. Louis, kayınbiraderi Orleans Dükü Philippe’in eşi Elisabeth Charlotte’un miras hakkını öne sürerek bölgeyi ilhak etmeye çalışmıştır. Ancak bu hamle, Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu başta olmak üzere, Avrupa’daki birçok gücü Fransa’ya karşı harekete geçirmiş ve 1689’da Avusturya, Hollanda, İngiltere, İspanya ve Savoya’dan oluşan Augsburg Ligi Fransa’ya savaş ilan etmiştir. Böylece çatışma, Avrupa’nın tamamını kapsayan uzun soluklu bir cephe mücadelesine dönüşmüştür.


Fransa, savaşın ilk evresinde belirgin bir askeri üstünlük kurmuştur. Ordular, Mimar Sébastien Le Prestre de Vauban’ın geliştirdiği tahkimat sistemleri sayesinde savunma açısından son derece örgütlüdür ve genel strateji, klasik genişleme planlarından farklı olarak sınırların savunulması ve mevcut kazanımların korunması üzerine kuruludur. Fransa, bu dönemde istilacı bir güçten çok, var olan düzeni tahkim eden bir devlet görünümüne bürünmüştür


Pfals bölgesindeki yıkım ise, savaşın en tartışmalı aşamasını oluşturur. Fransız kuvvetlerinin Heidelberg, Mannheim ve Speyer gibi kentleri sistematik biçimde tahrip etmesi, Avrupa kamuoyunda büyük tepki uyandırmıştır. Söz konusu eylem, Fransa’nın “yakıp yıkma siyaseti” olarak anılan sert savunma anlayışının simgesi haline gelecektir. Louis’nin amacı, düşman ordularının ilerleyebileceği hiçbir altyapı bırakmamaktır; ancak bu politika, Fransa’nın medeniyet taşıyıcısı imajına ağır bir darbe indirmiştir.


1690’ların ortalarına gelindiğinde savaşın yıpratıcı etkileri hem Fransa’da hem karşı koalisyonda hissedilmeye başlar. Uzun süren çatışmalar, mali kaynakları tüketmiş, kıtlık ve vergi yükü toplumsal huzursuzluğu arttırmıştır. Bu dönemde Fransa, denizde İngiltere ve Hollanda’ya karşı ağır kayıplar vermiş, ancak karada savunma üstünlüğünü koruyabilmiştir.


Hülasa savaş, 1697’de imzalanan Rijswijk Antlaşması ile sona ermiştir. Antlaşma gereği Fransa, Pfals üzerindeki iddialarından vazgeçmiş; ancak Strasbourg’u elinde tutarak Lorraine üzerindeki etkisini sürdürmüştür. En önemlisi, Louis’nin rakipleri Fransa’nın toprak bütünlüğünü tanımak zorunda kalmıştır. Böylece Fransa, askeri olarak yıpranmasına rağmen siyasal olarak statüsünü koruyan bir güç olarak savaştan çıkmıştır.


Pfals Savaşı, Louis’nin genişleme siyasetinde önemli bir eşiği temsil etmektedir. Zira Hollanda Savaşı’nda gözlenen saldırgan dinamizm bu dönemde yerini savunmacı bir realizme bırakmıştır. Savaşın idari ve lojistik yükü, Fransa’da mutlakiyetin iç dengesini zorlamış; krallık artık yalnız estetik ve bürokratik değil; askeri bir devlet biçimine dönüşmüştür. Pfals Savaşı bu nedenle, Louis’nin iktidar anlayışının içsel gerilimini —düzenin korunması ile genişleme arzusunun çatışmasını— en açık biçimde görünür kılar.


  • İspanya Veraset Savaşı (1701–1714)


İspanya Veraset Savaşı, XIV. Louis’nin uzun hükümdarlığının son büyük mücadelesidir. Bu savaş, sadece İspanya tahtı üzerindeki veraset meselesinin değil, Avrupa’daki güç dengesinin yeniden tanımlanması açısından da belirleyici olmuştur.


1700 yılında kral II. Carlos’un ölümüyle İspanya tahtı varissiz kalmıştır. Vasiyetinde mirasını Louis’nin torunu Anjou Dükü Philippe’e bırakması ise, Avrupa’da Fransa’nın hem İspanya hem kendi topraklarını tek bir hanedan altında birleştirebileceği endişesini beraberinde getirmiştir. Bu gelişme, Habsburg hanedanı başta olmak üzere birçok devleti harekete geçirecektir.


1701’de İngiltere, Hollanda Cumhuriyeti, Avusturya ve Prusya öncülüğünde Büyük İttifak kurulur. Savaşın ilk evresinde Fransa bazı galibiyetler elde etse de, İngiliz komutan Marlborough ve Avusturyalı Prens Eugen’in ortak stratejileri üstünlüğü tekrardan Büyük İttifak'a verir. 1704’teki Blenheim Muharebesi ise, savaşın dönüm noktası olacaktır: Fransız ordusu ağır kayıplar verir ve Louis’nin Avrupa’daki yenilmezlik imajı sarsılır.


1706 Ramillies ve Turin yenilgileri, Fransa’nın kuzey ve İtalya cephelerinde de gerilemesine sebebiyet vermiştir. Savaşın ilerleyen yıllarında yaşanan ekonomik sıkıntılar, artan vergi yükü ve kıtlık, toplumsal huzursuzluğu derinleştirmiştir. Buna rağmen Fransız ordusu, 1709’daki Malplaquet Muharebesi gibi büyük çarpışmalarda direnç göstermeyi sürdürmüştür.


1711’de Avusturya İmparatoru I. Joseph’in ölümü, savaşın seyrini tamamen değiştirmiştir. Habsburg hanedanı içinde taht krizi çıkınca, Avrupa’daki güç dengesi yeniden şekillenmiş ve ittifak içindeki devletler, Fransa’nın tamamen zayıflatılmasının Avrupa'nın dengesini bozabileceği endişesiyle barış müzakerelerine yönelmiştir.


Sonuç olarak 1713–1714 yıllarında imzalanan Utrecht ve Rastatt Antlaşmaları, on üç yıl süren çatışmaları nihayete erdirecektir. Buna göre; Anjou Dükü Philippe, V. Felipe adıyla İspanya kralı olarak tanınmış; ancak iki tahtın birleşmesi yasaklanmıştır. Fransa, Avrupa’daki hegemonyasını korumuş fakat genişleme döneminin sonuna gelmiştir. İngiltere, Cebelitarık ve Menorka’yı elde ederek deniz gücünü pekiştirmiş; Avusturya ise İspanya’nın Avrupa’daki topraklarının büyük bir kısmını ele geçirmiştir.


Diğer taraftan savaş, Fransa’ya mali açıdan yıkıcı bir miras bırakmıştır. Uzun süren çatışmalar, ülkenin ekonomisini tüketmiş, tarımsal üretimi geriletmiş ve halkın yaşam koşullarını ağırlaştırmıştır. Versailles’ın ihtişamı bu dönemde artık siyasal bir temsilden çok, tükenmişliğin sembolüne dönüşmüştür.


İspanya Veraset Savaşı, Louis’nin siyasal projesinin son evresini temsil etmektedir: Mutlakiyet, artık genişlemenin değil, savunmanın rejimi haline gelmiştir. Fransa, askeri anlamda direnç göstermiş olsa da, savaşın sonunda Louis’nin kurduğu düzenin sınırları belirginleşmiştir. Bu savaş, hem Fransız devletinin disipliner gücünün doruk noktasını, hem de onun tarihsel sınırını işaret etmektedir.


  • Kırılma Noktaları


XIV. Louis’nin kurduğu mutlakiyet, görkemli bir siyasal inşa olduğu kadar, kendi içinde taşıdığı yapısal zayıflıklarla da dikkat çeker. Merkezi otoriteyi güçlendirmek amacıyla geliştirilen idari düzen, zamanla bir bürokratik katılığa dönüşmüştür. Devlet aygıtı, kralın iradesini kusursuz biçimde yansıtan bir mekanizma olma iddiasındadır; fakat uygulamada bu mekanizma, kişisel inisiyatifin ve yerel esnekliğin yokluğunda hantallaşmıştır. Bu durum, bilhassa uzun savaş dönemlerinde belirginleşmiştir. Louis’nin dış politikada benimsediği genişleme stratejisi —İspanya Veraseti, Felemenk ve Pfalz savaşları— Fransa ekonomisini aşırı ölçüde yıpratmıştır. Vergi yükü, özellikle köylü sınıfı üzerinde ağır bir baskı oluşturmuş; bu da saray ihtişamıyla halk yoksulluğu arasındaki uçurumu büyütmüştür.


Devletin mali kaynaklarının savaş ve temsil harcamalarıyla tükenmesi, Colbert sonrası dönemde merkantilist sistemin sürdürülebilirliğini de tartışmalı hale getirmiştir. Ekonomik rasyonalite yerini, sürekli artan harcama ve borç döngüsüne bırakmış ve Louis’nin son yıllarında sarayın ışıltısı devam etse de, Fransa toplumsal açıdan yorgun bir ülkeye dönüşmüştür. Aristokrasi, sembolik rollerine hapsolmuş; ancak diğer taraftan burjuvazi yükselen bir ivme yakalamıştır. Halk ise mutlakiyetin bedelini vergi ve askeri yükümlülüklerle ödemiştir. Sonuç olarak ortaya çıkan tablo, mutlak monarşinin kendi başarılarının ağırlığı altında ezilmeye başladığının en somut örneğidir.


Louis’nin ölümüyle birlikte geriye kalan, hem bir devlet aklı mirası hem de tükenmiş bir sistemdir. Güneş Kral, düzenin simgesi olarak tarihe geçmiş; fakat ardında bıraktığı idare biçimi, yüzyıl sonra devrimci bir enerjiyi besleyecek sosyoekonomik temelleri hazırlamıştır. Onun kurduğu mutlakiyet, bir yandan Aydınlanma düşünürlerinin eleştirilerinin hedefi haline gelirken, diğer taraftan modern devlet teorisinin öncül modelini teşkil etmiştir. Böylece Louis, bir çağın doruk noktası ile sonunu aynı anda temsil eden bir figüre dönüşmüştür.


  • Miras ve Modern Devletin Doğuşu


XIV. Louis’nin siyasal mirası, otoritenin tanrısal temellerden rasyonel-idari bir düzleme geçişinde belirleyici bir aşama oluşturur. Onun dönemi, monarşinin teolojik bir lütuf olmaktan çıkıp kurumsal bir akla dönüşümünü temsil eder. “Devlet benim” sözü, tarihsel bağlamı içinde değerlendirildiğinde bireysel kibirden ziyade, siyasal egemenliğin kişilikle özdeşleştiği bir çağın ifadesidir. Devlet, ilk kez bir soyun değil, sürekliliği sağlanan bir mekanizmanın adı haline gelmiştir. Bu dönüşüm, Weber’in “rasyonel otorite” tanımına giden yolun erken bir habercisidir.


Louis’nin inşa ettiği idari düzen, modern bürokrasinin temel ilkelerini sezgisel bir biçimde taşımaktadır: Merkezileşme, denetim, kayıt ve temsil. Foucault’nun daha sonra “iktidarın mikro-fizikleri” olarak adlandıracağı gözetim ve düzenleme pratikleri, Versay’ın ritüellerinde ve Colbert’in mali politikalarında ilk biçimlerini bulmuştur. Mutlakiyet, böylece sadece yukarıdan dayatılan bir otorite değil; toplumsal davranışı şekillendiren bir disiplin rejimi haline gelmiştir. Devletin her alanı düzenleme iddiası, modern idarenin tarihsel köklerini bu döneme bağlar.


Bununla birlikte, Louis’nin sistemi modern devletin temellerini atarken kendi sınırlarını da çizmiştir. Aşırı merkezileşme, kişisel otoriteye dayalı istikrarın kırılganlığını ortaya koymuş; devlet aklının sürekliliği, monarşik bedenin ölümlülüğüyle çelişmiştir. Bu çelişki, 18. yüzyıl boyunca büyüyerek devrimci bir eleştiriye dönüşmüştür. Aydınlanma düşünürlerinin mutlakiyet karşıtı söylemi, aslında Louis’nin kurduğu düzenin içkin gerilimlerinden beslenmiştir.


Sonuçta XIV. Louis, mutlak iktidarın zirvesinde dururken modern siyasal düşüncenin başlangıcına da işaret eden paradoksal bir figürdür. Onun Fransa’sı, Tanrı’nın yeryüzündeki düzeni olmaktan çıkıp insan aklının inşa ettiği bir siyasal makineye dönüşmüştür. Güneş Kral’ın ışığı, kendi çağını aydınlatırken bir sonraki dönemin gölgesini de yaratmıştır.


Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page