top of page

Trump Çağı ve Demokratik Direnç / Kurumsal Krizler ve Toplumsal Tepkiler



Donald J. Trump’ın 2016 yılında Amerika Birleşik Devletleri başkanlığına seçilmesi, yalnızca siyasi bir lider değişimini değil, aynı zamanda Amerikan demokrasisinin kurumsal yapısında ve siyasal kültüründe derin bir sarsıntının başlangıcını da temsil etmektedir. Keza Trump’ın kampanyası boyunca kullandığı popülist söylem, "elit karşıtı retoriği" ve medya ile sistematik çatışması, klasik liberal demokrasinin kurucu unsurlarına yönelik ciddi bir meydan okuma olarak kabul edilmektedir. Son kertede ise bu meydan okuma, anayasal kurumlarla girişilen doğrudan çatışmalarla, yürütme gücünün kişiselleştirilmesiyle ve meşruiyet kavramının içeriğinin yeniden tanımlanmasıyla daha da pekişecektir.


Trump döneminde ABD, başkanlık sisteminin kurumsal denge ve denetleme mekanizmalarının sınırlarına ulaştığı; yargı, yasama ve medya gibi erklerin yürütme karşısında işlevsizleştirilmeye çalışıldığı çetrefilli bir süreç içerisinden geçmektedir. Bu gelişmeler, demokratik gerileme (democratic backsliding) literatürünün temel örneklerinden biri olarak dünya kamuoyunun dikkatini çekerken, aynı zamanda ABD’nin küresel demokratik liderlik iddiasını da zedelemektedir.


Velhasıl yazımız, Trump dönemini siyaset bilimi perspektifinden analiz ederken, bilhassa anayasal kurumların nasıl aşındırıldığına ve bu aşınmanın sistemik sonuçlarına odaklanmaktadır. Aynı zamanda, günümüzde yeniden yükselen Trump karşıtı protesto dalgası, bu siyasi mirasın toplumsal düzeyde nasıl karşılık bulduğunu gösteren önemli bir örüntü olarak incelenecektir. Böylece hem Trumpizm’in yapısal dinamikleri hem de bu yapıya karşı gelişen direniş biçimleri bütüncül bir çerçevede değerlendirilecektir.


Donald Trump’ın 2017'de başlayan başkanlık serüveni, ilk günden itibaren, "klasik liberal temsili demokrasi"nin temel varsayımlarının yeniden sorgulanmasına sebebiyet vermiştir. Geleneksel siyasal elitlerden bağımsızlığı, sistem dışı bir figür olarak kendisini konumlandırması ve "halk adına konuşma" iddiası, Trump’ı "muasır popülist liderlik" tanımlarıyla birebir örtüştürmektedir. Bu çerçevede Trump, kampanyasını yalnızca Demokrat Partili rakiplerine değil, Cumhuriyetçi Parti'nin geleneksel kadrolarına karşı da konumlandırarak, kurulu düzene karşı halkçı bir başkaldırı iddiasıyla yürütmüştür.


Trump’ın siyasi stratejisinde en belirgin unsurlardan biri de, kurumsal süreçlerin ve uzmanlık temelli karar alma mekanizmalarının itibarsızlaştırılması olmuştur. "Drain the swamp" (bataklığı kurutalım) sloganıyla temsil edilen bu retorik, yalnızca Washington’daki bürokratik yapıya değil, aynı zamanda anayasal sistemin denge ve denetleme mekanizmalarına da yöneltilmiş dolaylı bir saldırı niteliğindedir. Başkan seçildikten sonra ise bu söylem, doğrudan eyleme dönüşmüş; örneğin yürütme erkini sınırlayan federal yargı kararları “siyasi” ve “gayrimeşru” olarak yaftalanmış, ana akım medya ise “halk düşmanı” ilan edilmiştir. Aynı şekilde, popülist liderliğin temel özelliklerinden biri olan “karizmatik otorite” vurgusu, Trump örneğinde kurumsal normlara karşı bireysel sadakati önceleyen bir yönetim tarzına evrilmiştir. Kurumsal geleneklere saygı, uzman danışmanlık mekanizmaları ve teamüller, Trump yönetiminde yer yer keyfilik, kişisel sadakat ve medya performansına dayalı karar alma süreçlerine terk edilmiştir. Bu durum, Amerikan başkanlık sisteminin klasik işleyişinde öngörülen "checks and balances" (denge ve denetleme) ilkesini zayıflatan temel faktörlerden biri olarak da değerlendirilmektedir.


Ayrıca, popülist söylemin doğasında bulunan dışlayıcı unsur da Trump döneminde sıkça görülmüş; göçmen karşıtı politikalar, Müslüman ülkelere seyahat yasakları, Latin Amerika kökenli topluluklara yönelik suç ithamları, yalnızca dış politika tercihlerini değil, aynı zamanda iç siyasetteki kutuplaşmayı da derinleştirmiştir. Bu söylem biçimi, demokratik sistemin çoğulculuk ilkesine aykırı olarak, siyasal meşruiyeti yalnızca belirli bir hüviyet kümesinin temsilinde aramıştır.


Donald Trump’ın liderliği yalnızca bir siyasi figürün yükselişi değil, aynı zamanda kurumsal siyasetin krizidir. Amerikan demokrasisinin tarihsel olarak inşa ettiği kurumsal denge, popülist bir figürün doğrudan müdahalesiyle ciddi biçimde sarsılmış ve mezkur müdahale, anayasal düzenin formel yapısı kadar, onun normatif temellerini de tehdit eder hale gelmiştir.


Öte yandan Trump’ın başkanlık dönemi, yalnızca politik tercihler açısından değil, anayasal düzenin temel kurumlarına yönelik söylem ve pratiklerle de dikkat çekici bir kırılma noktasıdır. Trump, sıklıkla dile getirdiği "deep state" yani derin devlet söylemiyle, Amerikan anayasal sisteminin temelini oluşturan kurumları (bilhassa federal yargı, istihbarat servisleri ve bürokratik denetim mekanizmalarını) seçilmiş iradeye karşı gizli bir direnişin parçası olarak sunmuş ve mevzubahis kurumların meşruiyetini doğrudan hedef almıştır. Bu söylemin, aynı zamanda, demokratik rejimlerde anayasal düzenin sürekliliğini sağlayan kurumsal dengeye yönelik açık bir ideolojik meydan okuma olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.


Trump'ın bahsi geçen kurumlarla olan çatışması ise ilk olarak, FBI Direktörü James Comey’nin görevden alınmasıyla başlamıştır. Comey, 2016 seçimlerine Rusya'nın müdahalesine ilişkin soruşturmayı yürüten isim olarak, Trump'ın yürütme yetkisini kişisel çıkarları doğrultusunda kullanma eğilimini görünür hale getirmiştir. Bilahare süreç, Robert Mueller’ın yürüttüğü özel savcılık soruşturmasına evrilmiş ve Trump yönetimi boyunca hem yürütme ile yargı arasında hem de kamuoyunda ciddi bir meşruiyet krizine yol açmıştır. Bu bağlamda başkanın, kendisi hakkında yürütülen soruşturmaları "cadı avı" olarak nitelendirmesi ve yargı kararlarını sistematik olarak küçümsemesi, anayasal sistemdeki güçler ayrılığı ilkesine yönelik en somut tehditlerden biri olarak göze çarpmaktadır. Diğer taraftan yargı ile olan gerilim sadece bireysel vakalarla sınırlı kalmamış, Trump’ın federal mahkemelere yaptığı atamalarla sistematik bir dönüşüm hedeflediği de görülmüştür. Trump, başkanlığı süresince üç Yüksek Mahkeme yargıcı atamış ve bu sayede Yüksek Mahkeme’nin ideolojik dengesini muhafazakar eğilimli hale getirmiştir. Bu müdahale, yalnızca yargının bağımsızlığına dair değil, aynı zamanda anayasal yorumların geleceğine dair ciddi bir tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Özellikle kürtaj, göç ve çevre politikaları gibi alanlarda alınan kararlar, Trump’ın kurumsal dönüşüm hedeflerinin ideolojik izdüşümünü yansıtmaktadır.


Trump’ın Kongre ile ilişkileri de benzer bir gerilim hattı üzerinde gelişmiştir. Demokratik sistemlerde yasama ve yürütme arasındaki dengeye dayalı işleyişin yerini, Trump döneminde sıklıkla yürütme üstünlüğüne dayanan bir anlayış almıştır. Kongre'nin soruşturma yetkileri, azil süreçleri ve bütçe denetimi gibi araçları Trump tarafından ya yok sayılmış ya da "siyasi düşmanlık" kisvesi altında meşru olmaktan çıkarılmaya çalışılmıştır. Bilhassa Temsilciler Meclisi tarafından başlatılan iki ayrı azil süreci, yürütme erkinin anayasal sınırlar içinde kalma sorumluluğunun kamuoyu önünde nasıl aşındırıldığını gözler önüne sermiştir.


Madalyonun bir diğer yüzünde ise medya, bu kurumsal çatışma alanının önemli bir parçası olarak öne çıkmaktadır. Trump, ana akım medya organlarını "fake news" yani yalan haber üretmekle suçlamış ve kendisine eleştirel yaklaşan gazetecileri "halk düşmanı" şeklinde damgalamıştır. Bu söylem, basın özgürlüğünün yalnızca haber üretme değil, kamuoyunun siyasal tercihlerini oluşturma gücünü de hedef almaktadır. Demokratik rejimlerde medya, yasama ve yargı kadar önemli bir denetim mekanizması işlevi görürken, Trump iktidarında otoriter eğilimlerin bir yansıması olmaya zorlanmaktadır.


Hulasa Trump’ın başkanlığı boyunca anayasal kurumlarla kurduğu ilişki, demokratik denge mekanizmalarına değil, yürütme gücünün konsolidasyonuna dayanmıştır. Binaenaleyh bu vetire, yalnızca kurumsal işleyişte değil, Amerikan siyasal kültüründe de kalıcı izler bırakmıştır. Trump’ın kurumlarla girdiği mücadele, popülist liderliğin anayasal düzen üzerindeki sınayıcı etkilerini gözler önüne sererken, aynı zamanda liberal demokrasinin dayanıklılık kapasitesini de test etmektedir.


Donald Trump’ın başkanlık dönemi, tabiri caizse, liberal demokrasinin yapısal kırılganlıklarının açığa çıktığı bir laboratuvar hüviyetindedir. Bu süreçte yaşananlar, yalnızca bireysel liderlik tarzı ya da geçici politik tercihler bağlamında değil, kurumsal düzenin geleceği açısından da derin etkiler doğurmuştur. Başta seçim güvenliği, yürütmenin denetimi ve hukukun üstünlüğü olmak üzere birçok temel demokratik ilke, Trumpizm’in etkisiyle aşınmaya başlamış ve bunun sonucunda Amerika, uzun süredir teorik literatürde tartışılan "demokratik gerileme" (democratic backsliding) kavramının somut bir örneği haline gelmiştir. Bu gerilemenin en kritik eşiklerinden biri ise 2020 başkanlık seçimleri sonrasında yaşanmıştır. Trump, seçim sonuçlarını tanımayı reddetmiş, seçimlerin "çalındığı" yönündeki asılsız iddialarla kamuoyunu manipüle etmiş ve bu iddiaları destekleyen komplo teorileriyle kamu güvenliğini tehlikeye atmıştır. Bu söylem, yalnızca mevcut seçim sürecine değil, aynı zamanda gelecekteki demokratik meşruiyet algısına da ciddi bir darbe vurmuştur. Trump’ın seçim sonucunu reddetmesiyle tetiklenen 6 Ocak 2021 Kongre Baskını, sembolik olduğu kadar yapısal bir krizi de temsil etmektedir. Yürütme erkine bağlı bir liderin, anayasal sürecin işleyişine yönelik doğrudan bir saldırı yönlendirmesi, Amerikan tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir vakıadır.


Trumpizm’in etkisi yalnızca federal düzeyle sınırlı kalmamış, eyalet yönetimlerine de sirayet etmiştir. Cumhuriyetçi eyaletlerde seçim yasalarında yapılan değişiklikler, oy kullanma hakkını sınırlandıran düzenlemeler ve seçmen kayıt sistemlerinde uygulanan kısıtlamalar, katılımı azaltmakla kalmamış; aynı zamanda iktidar sahiplerinin meşruiyetini sürdürmek için demokratik araçları yeniden dizayn etme eğilimini de göstermiştir. Bu uygulamalar, anayasal sistemde halk iradesiyle temsiliyet arasındaki ilişkinin daraltıldığı bir sürece işaret etmektedir.

Trump sonrası dönemde, Başkan Joe Biden yönetimi demokratik kurumları yeniden işler kılma yönünde çeşitli adımlar atmış olsa da, bu onarım sürecinin kolay olmayacağı aşikardır. Demokratik normların yalnızca hukuki değil, aynı zamanda kültürel ve tarihsel birikimle sürdürülebileceği gerçeği, Trumpizm’in bıraktığı enkaz karşısında yeniden teyit edilmiştir. Anayasal kurumların formel varlığı, onları ayakta tutan siyasal kültür ve meşruiyet olmadan işlevsiz kalabilmektedir. Bu nedenle, kurumsal onarım çabaları sadece yasal düzenlemelerle sınırlı kalmamalı; medya okuryazarlığı, yurttaşlık bilinci ve siyasal eğitim gibi alanlarda da uzun vadeli politikalarla desteklenmelidir.


2024 seçim süreciyle beraber yeniden alevlenen Trump karşıtı protestolar, yalnızca siyasi bir figüre karşı değil, aynı zamanda bu figürün temsil ettiği otoriterleşme, kurumsal aşınma ve siyasal kutuplaşmaya karşı kitlesel bir demokratik tepki olarak okunmalıdır. Bu protestolar, yalnızca geçici bir öfke patlamasının değil, son on yıldır birikmiş olan toplumsal rahatsızlıkların kristalize olduğu bir siyasal meydan okuma biçimidir.


Trump karşıtı toplumsal hareketler, ilk kez onun 2016’daki seçim zaferinin hemen ardından, 2017’de düzenlenen Women’s March ile görünürlük kazanmış; takip eden süreçte göçmen politikalarına karşı yürüyüşler, George Floyd’un ölümünün ardından patlak veren Black Lives Matter (BLM) protestoları ve nihayet 6 Ocak 2021 Kongre Baskını’na tepki olarak düzenlenen "Democracy Now" mitingleriyle kurumsallaşmıştır. Bu protesto dalgası, sadece Trump’ın şahsına yöneltilmiş bir muhalefet değil, aynı zamanda onun temsil ettiği sistemsel dönüşüme – yani Trumpizm’e – karşı gelişen bir demokratik refleks olarak da değerlendirilmelidir.


Bu bağlamda, 5 Nisan 2025 tarihinde Amerika'nın tüm 50 eyaletine yayılan eşzamanlı Trump karşıtı protestolar, son yılların en geniş çaplı toplumsal mobilizasyonu olarak dikkat çekmektedir. Protestolar, Trump’ın yeniden başkan adayı olarak sahneye çıkmasının yarattığı siyasal ve sembolik etkilerin ötesinde, onun liderliğiyle özdeşleşen otoriterleşme eğilimlerine karşı kitlesel bir "demokratik savunma hattı" olarak yorumlanmalıdır.

Gösterilerin en belirgin temaları arasında seçim güvenliği, yargı bağımsızlığı, kadınların ve azınlıkların hakları, iklim kriziyle mücadele ve Trump'ın 6 Ocak Kongre Baskını’ndaki rolüne ilişkin hukuki sürecin hızlandırılması talepleri öne çıkmaktadır. Protestocular, yalnızca Trump karşıtı bir söylem üretmekle kalmayıp, aynı zamanda Amerikan demokrasisinin geleceğine dair normatif bir vizyon da sunmaktadırlar. Bu yönüyle 2025 protestoları, geçmişteki spontane gösterilerden farklı olarak daha örgütlü, programatik ve ulusal çapta koordine edilen bir harekete işaret etmektedir.


Protestoların zamanlaması da son derece anlamlıdır. Hem 2024 seçimlerinin ardından oluşan toplumsal kutuplaşma hem de Trump’ın başkanlığa dönüş ihtimalinin ciddi şekilde tartışıldığı bir dönemde gerçekleşen bu eşgüdümlü eylemler, kamuoyunun geniş kesimlerinin mevcut siyasal düzene yönelik kaygılarını sokağa taşıma iradesinin göstergesidir. Aynı zamanda bu gösteriler, Amerikan siyasal kültüründe protestonun meşru bir siyasal ifade biçimi olarak ne kadar kökleştiğini de göstermektedir.


Mezkur protesto dalgası, Trump karşıtı muhalefetin artık yalnızca bir "reaksiyon hareketi" olmaktan çıktığını; kurumsal ve siyasal dönüşüm isteyen, kendi gündemini inşa eden bir demokratik toplumsal hareket olarak şekillendiğini ortaya koymaktadır. Sokakla sandık arasında kurulan bu ilişki, Amerikan demokrasisinin yalnızca temsili değil, katılımcı yönünün de yeniden canlandırılabileceğine dair güçlü bir umut yaratmaktadır.


Donald Trump’ın başkanlık dönemi, Amerikan siyasal tarihinin yalnızca çalkantılı bir kesiti değil; aynı zamanda anayasal kurumların sınandığı, demokratik normların sorgulandığı ve siyasal temsil biçimlerinin yeniden tartışmaya açıldığı bir eşik olmuştur. Trump’ın kişisel liderlik tarzı, popülist söylemleri ve kurumsal gelenekleri zorlayan politikaları, yalnızca geçici bir sapma değil; Amerikan demokrasisinin taşıdığı tarihsel kırılganlıkların bir dışavurumu olarak da okunmalıdır.


Bu süreçte, başkanlık sistemi ile anayasal denge-denetim mekanizmaları arasındaki gerilim açık biçimde görünür hale gelmiş; yürütme erkinin sınırlarını belirleyen normatif çerçeve, Trumpizm’in müdahaleleriyle defalarca zorlanmıştır. 6 Ocak 2021 Kongre Baskını, bu müdahalelerin zirve noktası olmuş; seçim meşruiyeti, iktidar devri geleneği ve anayasal sadakat gibi demokratik sistemin omurgasını oluşturan mefhumlar ciddi şekilde aşınmıştır. Binaenaleyh Trump dönemi, bir "olağanüstülük hali" değil, anayasal rejimin istikrar kapasitesine yönelmiş sürekli ve sistematik bir meydan okuma biçimi olarak tanımlanmalıdır.

Ancak bu dönemin en dikkat çekici yanı, yalnızca kriz üretimi değil; bu krizlere karşı gelişen demokratik reflekslerdir. Gerek kurumların iç direnci gerekse toplumsal muhalefetin sivil enerjisi, Amerikan demokrasisinin henüz tükenmemiş direnç noktalarını gözler önüne sermiştir. Bilhassa genç kuşakların öncülüğünde yükselen protesto hareketleri, siyasal katılımın ve yurttaşlık bilincinin dinamik bir şekilde yeniden üretildiği sahalar olarak önem kazanmıştır.


5 Nisan 2025 itibariyle tüm eyaletlere yayılan Trump karşıtı protestolar, bu direncin geldiği yeni aşamayı simgeler niteliktedir. Bu hareketler, yalnızca siyasal bir figüre karşı değil; kurumsal yozlaşmaya, popülist manipülasyona ve otoriter eğilimlere karşı çok yönlü bir demokratik itiraz olarak değerlendirilmektedir. Bu anlamda, sokakta başlayan tepki ile anayasal sistemin reforme edilmesi arasındaki bağ, çağdaş demokrasilerin geleceğini belirleyecek temel eksenlerden birine dönüşmektedir.


Son kertede, Trumpizm’in bıraktığı miras çelişkili ve çok katmanlıdır. Bir yanda kurumsal tahribat, yargı bağımsızlığına müdahale ve seçim güvenliği tartışmaları gibi sorunlar derinleşmiş; öte yanda bu sorunlara karşı gelişen toplumsal mobilizasyon ve demokratik talepler daha da görünür hale gelmiştir. Bu ikili yapı, Amerikan demokrasisinin geleceğinde yalnızca seçilecek bir başkanın değil, aynı zamanda halkın kolektif iradesinin de belirleyici rol oynayacağını göstermektedir.

Commentaires

Noté 0 étoile sur 5.
Pas encore de note

Ajouter une note

Umur Özer Hakkımda

Hukuk, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi ve tarih alanlarında eğitim almış biri olarak, analitik düşünceyi ve disiplinler arası bakış açısını ön planda tutuyorum. Akademik yolculuğuma Bilgi Üniversitesi'nde hukuk...

 

Devamını oku

 

Bültenimize Abone Olun

Telif Hakkı © 2025 Umur Özer - Tüm Hakları Saklıdır.

bottom of page