top of page

Mülkün Temelindeki Hakikat: Adalet Mi Yoksa Güçlünün Menfaati Mi ?

Güncelleme tarihi: 25 Mar




Adalet, insanoğlunun varoluşundan bu yana üzerinde düşündüğü en temel kavramlardan biridir. Kimi zaman haklı ile haksızı ayıran bir terazi, kimi zaman güçlü ile zayıf arasında köprü kuran bir el olmuştur. Adalet yalnızca mahkemelerde verilen kararlarla sınırlı değildir; insanın vicdanında yankı bulan bir iç ses, toplumun her katmanında hissedilen bir denge unsurudur. İnsan toplulukları ilk kez bir araya gelip kurallar koymaya başladığında, bu kuralların temelinde de adaleti buluruz. Çünkü adalet, insanların birlikte yaşayabilmesinin, hak ve özgürlüklerini güvence altına alabilmesinin vazgeçilmez koşuludur.


Bir toplumda adalet sağlandığında, bireyler kendilerini güvende hisseder, haklarına ve yaşamlarına saygı duyulduğuna inanır. Hukukun herkese eşit mesafede durduğu bir düzende insanlar, devlete ve birbirine güvenle yaklaşır. Fakat adaletin zedelendiği, hukukun eğildiği ya da gücün kişisel çıkarlara alet edildiği durumlarda ise toplumsal dokuda çatlaklar oluşur. Güven duygusu zayıflayan birey, kendini toplumun dışında ve korunmasız hisseder. Bu ise yalnızca bireyin yalnızlaşmasına değil, toplumsal çözülmenin hızlanmasına yol açar. Bu yüzden adalet, yalnızca hukuk metinlerinde aranan bir kavram değil; toplumun ortak vicdanını ve düzenin sürekliliğini sağlayan en temel harçtır.


Tarihin her döneminde, adaletin varlığı ya da yokluğu, toplumların kaderini belirleyen asli bir unsur olagelmiştir. Antik Mezopotamya’da Hammurabi Kanunları, toplumsal düzeni sağlamak amacıyla hukuku yazılı hale getirirken, devlet otoritesinin adaletle meşrulaştırılmasına zemin hazırlamıştır. Roma İmparatorluğu’nda "Justitia" kavramı, hukukun bireysel ve kamusal alanlarda kökleşmesini sağlarken, yurttaşların vicdanında adaletin ahlaki bir sorumluluk olarak benimsenmesini teşvik etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise "adalet dairesi" anlayışı, sultanın meşruiyetini doğrudan adaletle ilişkilendirirken, “Adalet mülkün temelidir” ilkesini yalnızca bir söz değil, bir yönetim felsefesi haline getirmiştir.


Adaletin ihmal edildiği ya da yozlaştığı toplumlarda ise uzun vadede istikrarsızlık ve çözülme kaçınılmaz olmuştur. Roma’nın geç döneminde aristokrat sınıfın çıkarları doğrultusunda adaletin tahrif edilmesi, sosyal gerilimlerin artmasına ve halk kitlelerinin devlete olan güveninin zayıflamasına yol açarak imparatorluğun dağılma sürecini hızlandırmıştır. Benzer şekilde, Osmanlı’nın son dönemlerinde yargı sisteminin merkezi otorite tarafından araçsallaştırılması ve adalet mekanizmasının işlevsizleşmesi, toplumsal güvenin aşınmasına ve imparatorluğun çözülme sürecine girmesine neden olmuştur.


Adalet mefhumu, Türkiye tarihinin her döneminde hem halkın hem de yönetenlerin temel referans noktası olmuştur. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişle birlikte adaletin temsili, dinamik bir dönüşüm geçirmiş; sultanın mutlak otoritesine dayanan adalet anlayışı yerini, modern hukuk devleti ilkelerine dayalı bir sistem kurma çabasına bırakmıştır. Ne var ki Türkiye, Cumhuriyet’in ilanından bu yana sık sık adaletin zedelendiği, hukukun üstünlüğünün sorgulandığı dönemlerle karşı karşıya kalmıştır.


12 Eylül askeri darbesi ya da 28 Şubat süreci gibi kırılma anlarında yargının siyasallaştığı ve hukuk normlarının askıya alındığı vakalar, toplumun adalet duygusunda derin yaralar açmıştır. Son yıllarda ise, özellikle yargının bağımsızlığına dair tartışmalar, kuvvetler ayrılığı prensibinin aşınması ve siyasi müdahale iddiaları çerçevesinde yeniden gündeme taşınmıştır. Bugün Türkiye’de adalet kavramı, yalnızca yargının işleyişiyle değil, devletin demokratik meşruiyeti ve toplumsal barış ile de doğrudan ilişkilendirilir hale gelmiştir.


Adaletin, bir toplumda yalnızca “hukuki” değil, “siyasal” bir meseleye dönüşmesi ise demokratik bir rejim için ciddi bir alarmdır. Türkiye’de son yıllarda giderek artan şekilde mahkemelerin ve savcılık makamlarının bağımsızlığı tartışmalı hale gelmiş; özellikle yüksek profilli siyasetçiler ve muhalefet temsilcilerine açılan soruşturmalar bu eleştirilerin odağı olmuştur. Yargının siyasal alanın bir enstrümanı gibi algılanması, yalnızca muhalefet seçmenleri arasında değil, toplumun geniş kesimlerinde adalet sistemine dair güven eksikliği yaratmaktadır. Özellikle “seçim süreçlerinde” veya kritik siyasi dönemlerde açılan davalar ya da alınan gözaltı kararları, adalet kavramını daha da kırılgan hale getirmekte ve toplumu kutuplaştırmaktadır.


Bu bağlamda, Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması, Türkiye’nin içinde bulunduğu adalet krizinin sembol vakalarından biri haline gelmiştir. Türkiye’nin en büyük metropolünün belediye başkanının bu şekilde adli bir sürece konu olması, yalnızca bir kişiye veya bir siyasi partiye karşı yürütülen bir dava olarak değil, demokratik süreçlere, yerel yönetimlerin özerkliğine ve muhalefetin siyasi alanına karşı bir müdahale biçimi olarak algılanmıştır.

Gözaltı kararının gerekçeleri ve hukuki zeminine dair yapılan eleştiriler, toplumun geniş kesimlerinde “yargının siyasetin gölgesinde kaldığı” yönündeki endişeleri güçlendirmiştir. Özellikle İstanbul gibi çok kültürlü ve muhalefetin güçlü olduğu bir şehirde, bu tür bir olay toplumsal kutuplaşmayı daha da derinleştirmiştir. Öte yandan, Ekrem İmamoğlu’na yönelik destek gösterileri ve toplumsal dayanışma, adaletin yalnızca mahkemelerde değil, sokakta ve kamusal alanda da yeniden tartışılmasına neden olmuştur.


Bu tür olaylar, yalnızca adli mekanizmaların değil, toplumun “ortak yaşam sözleşmesinin” de sarsılmasına yol açmaktadır. Bireylerin devlet kurumlarına duyduğu güvenin erozyona uğraması, adaletin keyfiyete açık bir hale gelmesi ve hukuki süreçlerin meşruiyetinin sorgulanması, Türkiye’de hem birey-devlet ilişkisini hem de toplumsal barışı tehdit eden unsurlar haline gelmiştir. Türkiye gibi sosyo-politik açıdan kırılgan ve kutuplaşmanın belirgin olduğu bir ülkede, yargıya duyulan güven, demokratik istikrarın vazgeçilmez unsurudur. Ancak toplumsal vicdanda “adaletin siyasallaştığı” algısı derinleştikçe, bu güven zayıflamakta ve toplumsal çözülme riski artmaktadır.


Dünya genelinde de adalet mekanizmaları, özellikle otoriterleşme eğilimleri gösteren rejimlerde benzer şekilde siyasetle iç içe geçme eğilimindedir. Macaristan, Polonya gibi Avrupa ülkeleri ile Rusya ve Latin Amerika’daki bazı örnekler, adaletin yıpratıldığı her sistemin uzun vadede sosyal ve ekonomik krizlere sürüklendiğini göstermektedir.

Türkiye ise bu anlamda bir yol ayrımındadır: Adaletin evrensel normlara uygun biçimde yeniden bağımsızlaştırılması, hukukun üstünlüğünün güçlendirilmesi ve yargıya duyulan toplumsal güvenin onarılması elzemdir.


Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması vakası, Türkiye’de yalnızca siyasi bir figürün yaşadığı kriz değil, aynı zamanda hukuk devleti ilkesinin geleceği açısından da kritik bir eşik olmuştur. Bu olay, Türkiye’nin hem adalet anlayışını hem de demokratik kurumlarının dayanıklılığını sınayan bir test niteliğindedir.

Adalet yalnızca bireylerin hak arayışıyla değil, toplumun ortak yaşam iradesiyle de ilgilidir. Türkiye, “adalet mülkün temelidir” ilkesini yeniden içselleştirip, yargı bağımsızlığını tesis edebildiği ölçüde daha adil, demokratik ve kapsayıcı bir geleceğe adım atabilir.


Roma’dan Abbasîlere, Osmanlı’dan modern ulus-devletlere uzanan tarihsel örnekler, adaletin zayıfladığı toplumlarda sosyal, siyasi ve ekonomik krizlerin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Gücün hukukun önüne geçtiği her an, kurumlar meşruiyetini, bireyler ise topluma olan inancını kaybeder. Bu nedenle adalet, yalnızca mahkeme duvarları arasında değil; sokağın, iş yerinin ve gündelik yaşamın her alanında varlığını hissettirmelidir. Aksi takdirde, toplumun dokusu gevşer ve en nihayetinde çözülür.


Ancak tüm bu karamsar tabloya rağmen, adaletin doğasında onarıcı ve yeniden kurucu bir potansiyel de mevcuttur. Adalet, kaybolduğunda dahi toplumsal vicdan ve ortak irade ile yeniden tesis edilebilen bir değerdir. Tarih, adaletin yitirildiği toplumların çöktüğünü gösterdiği kadar, onun yeniden inşasıyla dirilen medeniyetlerin de tanığıdır.

Bu nedenle “adalet mülkün temelidir” prensibi, yalnızca bir uyarı değil, aynı zamanda insanlığın her çağda kendine hatırlattığı bir pusuladır. Yeter ki onu savunacak bir irade, onu hissedecek bir vicdan ve onu yaşatacak bir toplum var olsun.


Коментарі

Оцінка: 0 з 5 зірок.
Ще немає оцінок

Додайте оцінку

Umur Özer Hakkımda

Hukuk, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi ve tarih alanlarında eğitim almış biri olarak, analitik düşünceyi ve disiplinler arası bakış açısını ön planda tutuyorum. Akademik yolculuğuma Bilgi Üniversitesi'nde hukuk...

 

Devamını oku

 

Bültenimize Abone Olun

Telif Hakkı © 2025 Umur Özer - Tüm Hakları Saklıdır.

bottom of page