top of page

Arama

Boş arama ile 129 sonuç bulundu

  • Bir İttihatçının Portresi: Enver Paşa

    2. Meşrutiyet'in hürriyet kahramanı, Balkan Savaşları'nın "Edirne Fatihi", Bab-ı Ali Baskını'nın tertipçisi, 1. Dünya Savaşı'nın 34 yaşındaki genç harbiye nazırı, Osmanlı ordularının başkumandan vekili, hanedanın Damd-ı Şehriyarisi ve İttihat ve Terakki'nin 3 liderinden biri olan Enver Paşa; 1881 yılında Divanyolu'nda, Hacı Ahmet Paşa'nın oğlu olarak dünyaya gelir. Sivil bir paşa olan Hacı Ahmet'in çocukları "askeri bir hanedanın" temellerini atacaklardır. Enver ve kardeşi Nuri paşalığa kadar yükselecek, Enver'in kendisinden iki yaş küçük amcası Halil ise Kutül Amare kahramanı meşhur Halil Kut Paşa olacaktır. Enver'in kız kardeşlerinin de durumu farklı değildir. Hasene, Selanik merkez kumandanı Nazım Bey ile, Mediha ise cumhuriyet döneminde genelkurmay başkanlığı yapacak olan Kazım Orbay ile evlenecektir. Manastır Askeri Rüşdiyesi ve İdadisi 'ni başarıyla bitirip Mekteb-i Harbiye 'ye geçen Enver; içine kapanık ve sessiz bir öğrencidir. Ancak bu haleti ruhiyesi, onun eylemden kaçan bir adem olduğu anlamına da gelmemektedir. Nitekim "amcası" Halil ile birlikte daha harbiye yıllarındayken tutuklanıp Yıldız Sarayı 'nda yargılanmış ve beraat etmiştir. Erkan-ı Harp mezuniyeti sonrası kıta yeri Makedonya olan Enver'in ilk yılları o dönemde bölgede görev yapan tüm subaylar gibi, yüzyılın popüler olan milliyetçilik akımından etkilenmiş komitacılar ve çetelerle dağ başlarında mücadele ederek geçmiştir. Bu çatışmalarda gösterdiği başarılardan mütevellit Mecidiye ile Osmanlı nişanları alan ve 26 gibi genç bir yaşta binbaşılığa kadar yükselen Enver'in faaliyetleri askerlikle de sınırlı kalmamıştır. Selanik'te 12. üye olarak katıldığı Osmanlı Hürriyet Cemiyeti 'nin (ertesi sene adı İttihat ve Terakki Cemiyeti olacaktır) Manastır'daki (Makedonya) şubesini örgütleyen bu romantik ve tez canlı asker, 1908 yılında dağa çıkıp isyan eden ve meşrutiyetin ilanı ile sonuçlanacak "krizi" çıkaran üç subaydan da biri olacaktır (diğer ikisi Resneli Niyazi ve Eyüp Sabri Bey 'dir). 2. Meşrutiyet'in ilanının akabinde Enver, ataşemiliter olarak Berlin 'e gönderilmiş ve Almanlara karşı olan temayülü bu şekilde başlamıştır. 31 Mart Vakası 'nın hasıl olmasıyla beraber alelacele İstanbul'a dönen Enver, hareket ordusu başkente girmeden evvel ordunun kurmay başkanlığını "yıldızlarının bir türlü barışmadığı" kolağası Mustafa Kemal Bey'den "devralacak" ve bir bakıma ona ait olan prestiji kendi hanesine yazdıracaktır. Hareket ordusu meşrutiyeti kurtarmıştır belki fakat İttihat ve Terakki hala iktidarda değildir. Bu sırada İtalyanlar, Trablusgarp 'a asker çıkarınca aralarında Enver ve Mustafa Kemal'in de bulunduğu genç subaylar gizlice bölgeye gidip ilhaka karşı direniş örgütlemeye koyulacaklardır. Ancak bir süre sonra Balkan Harbi 'nin patlak vermesi, bu genç ve dinamik subayların bölgeden geri dönmesine sebebiyet verecektir.  Osmanlı ordularının doğru düzgün savaşamadığı, Edirne'nin kuşatıldığı ve Bulgarların Çatalca hattına kadar geldiği Birinci Balkan Savaşı, askeriyenin genç yıldızlarına eski paşalar ile bu işin yürümeyeceğini göstermiştir. Bütün bu kaosun ortasında İttihat ve Terakki Cemiyeti, darbe yapma kararı alacak ve darbenin başrolünü de Enver oynayacaktır ... 23 Ocak 1913 günü, yanında Talat , Yakup Cemil , Filibeli Hilmi , Sapancalı Hakkı , İzmitli Mümtaz ve Mithat Şükrü Bey gibi önde gelen İttihatçılarla, o zamanın hükümet merkezi olan Bab-ı Ali 'ye silahlı bir baskın düzenlenir. Nuruosmaniye 'den beyaz bir at üzerinde bir kahraman edasıyla gelen Enver, başka bir koldan gelen Talat Bey öncülüğündeki grup ile hükümet konağının önünde birleşir. Binayı korumaya memur olan Uşak Taburu 'nun olaylara "seyirci" kalması ise hala gizemini koruyan bir hadisedir. Velhasıl Enver ve fedaileri Bab-ı Ali'ye girince çatışma başlar. Gürültüleri duyan kabine üyeleri saklanmış, aralarından yalnızca harbiye nazırı Nazım Paşa dışarıya çıkarak isyancılara mukavemet gösterecek cesareti sergilemiş ve maalesef bu cesaretinin bedelini canıyla ödemiştir. Lakin elim hadisenin müsebbibi her zaman disipline ve ordu adabına inanan Enver değil; cemiyetin kontrolü güç fedailerinden ve Nazım Paşa'nın kendisine hakaret ettiğini iddia eden Yakup Cemil 'dir. Baskının akabinde Sadrazam Kamil Paşa istifa etmiş ve yerine hükümeti kurma görevi ittihat ve Terakkicilerin hamisi, hareket ordusu komutanı Mahmut Şevket Paşa 'ya verilmiştir. Birkaç ay sonra Mahmut Şevket Paşa'nın bir suikasta kurban gitmesiyle beraber cemiyet, idareyi doğrudan ele alma imkanı bulacaktır. Yeni kurulan Sait Halim Paşa hükümetinde Talat Paşa dahiliye, Cemal Paşa bahariye ve 33 yaşındaki (yarbay ve kısa bir zaman önce "Edirne Fatihi" sıfatına da haiz olan) Enver de harbiye nazırı olmuştur. Meşhur triumvirlik nihayet kurulmuş, ancak genç yaştaki bir yarbayın tüm Osmanlı ordularının başına geçmesi uygun olmayacağından ötürü "3 hafta" gibi kısa bir sürede Enver, "2 rütbe" atlatılarak "paşa" yapılmıştır. Enver Paşa'nın önlenemez yükselişi, Naciye Sultan ile evlenip saraya damat olmasıyla beraber tamamına erecektir. Enver Paşa'nın harbiye nazırlığı süresince yaptığı belki de en önemli icraat, Balkan Savaşları'nda tezahür eden kumanda zafiyetini gidermek adına yaşlı ve alaylı subayları emekli edip orduyu gençleştirmek olmuştur. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı esnasında karşımıza çıkan kolordu kumandanları albaylar ve mirlivalar (tuğ/tümgeneral) bu gençleştirme operasyonunun bir tezahürüdür. Yıllarca cepheden cepheye koşturacak olan bu kurmay nesli, Sakarya ve Büyük Taarruz gibi muharebelerde rüştünü ispatlayacak ve Kurtuluş Savaşı'nın zafer ile sonuçlanmasını sağlayacaktır. Yine, Enver Paşa döneminde ordu modernize edilmiş ve sıkı bir disiplin altına alınmıştır. Enver Paşa, yukarıda saydıklarımız da göz önüne alındığında görece başarılı bir harbiye nazırı olabilir lakin Osmanlı İmparatorluğu'nu, felaketiyle sonuçlanacak olan cihan harbine sürüklemesi ve Sarıkamış Harekatı 'nda sergilediği yetersiz / bilinçsiz kumandanlığın on binlerce vatan evladının ölümüne sebebiyet verecek trajediyi yaratması madalyonun diğer bir yüzüdür. 1. Dünya Savaşı'nın kaybedilmesinin ardından İstanbul'u terk etmek zorunda kalan Enver, yurtdışında da siyasetten vazgeçmeyecektir. Bir gün Bolşevik liderlerden Karl Radek ile görüşürken, ertesi gün Kamenev 'in başkanlığını yaptığı Doğu Halkları Kurultay 'ına katılmaktadır. Böyle kabına sığmayan bir karakterin "haliyle" Milli Mücadele'ye müdahil olmak istemesi de doğaldır. Ancak Moskova'dan haber gönderip Kurtuluş Savaşı'na katılmayı teklif ettiğinde Mustafa Kemal Paşa bu isteği kesinlikle reddetmiştir. Amcası Halil Paşa'nın Rusya dönüşünde memlekete alınmaması üzerine ise Mustafa Kemal'e, bu seferde Batum'dan mektup yazarak "zamanında başına buyruk hareketlerine askeri kudret ve meziyetlerine binaen katlandığını" yazacaktır. Enver, o dönemde, Mustafa Kemal'in liderliğine karşı Bolşevik Rusya'nın desteğine güvenmektedir. Hatta dönemin Rusya dış ilişkiler halk komiseri Çiçerin , o sıralarda Moskova'da sefirlik görevini ifa eden Ali Fuat Paşa 'ya Anadolu halkının Mustafa Kemal'i desteklemediğini ve aslında Enver'i beklediğini söylemeye dahi cüret edecektir. Kütahya ve Eskişehir muharebeleri sırasında Meclis'in Ankara'dan Kayseri'ye taşınmasının gündemde olduğu günlerde Enver, Türkiye sınırındaki Batum'da İttihat ve Terakki'yi yeniden diriltecek bir kongre düzenlemek ile meşguldür. Olası bir hezimette Trabzon'a geçerek (taraftarlarının çoğunluğu bu havalidedir) buradan topladığı milis kuvvetler ile Milli Mücadele'ye katılmak için Ankara'ya gelmesi işten bile değildir. Ancak korkulan olmaz ve Mustafa Kemal Paşa'nın üstün liderliği ile kazanılan Sakarya Meydan Muharebesi 'nin akabinde bu romantik komitacı başka bir "maceraya" atılmanın vaktinin geldiğine kani olur. Yanındaki birkaç eski ittihatçı ve Teşkilat-ı Mahsusa mensubuyla beraber Buhara'ya gider ve orada "Bolşeviklere karşı!" Özbeklerin sürdürdüğü Basmacı İsyanı 'na katılır. 1922 yılının ağustos ayında ise Rusların verdiği bir baskın sonucu hayatını kaybeder. Enver Paşa'ya ve onun icraatlarına dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere İlber Ortaylı'dan Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfuzu ve Emrah Safa Gürkan'dan Büyük Devrimin Portreleri: Cumhuriyet'in 100 İsmi adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Aztek İmparatorluğu’nun Yükselişi ve Dini Yaşamının Anatomisi

    Teotihuacan , günümüzden 2000 yıl önce Amerika kıtasında bulunan en büyük kentti. Orta Meksika platosu üzerinde 20 kilometrekarelik bir alanı kaplıyor ve takriben 200.000 kişilik bir nüfusu barındırıyordu. Bir rahipler kastı, tüccarları ve çiftçileri olan karmaşık bir toplumun merkezi konumundaydı. Bütün bunların yanında tarihte kendine müstesna bir yer edinmiş pek çok kadim şehir gibi saraylara, dükkanlara, pazar yerlerine, su yollarına ve etkili bir kanalizasyon sistemine de sahipti. Öyle ki, bugün Buckingham Sarayı 'nın yanında bulunan gezi yolu, Teotihuacan 'da bulunan Ay Piramidi 'nden öteye doğru bir pist gibi 3 kilometre boyunca uzanan geniş Ölüler Yolu 'nun yanında tabiri caizse patika gibi kalmaktadır. Ölüler Yolu geçmişte bir tür beton ile kaplıydı ve hemen yanında düzenlenmiş meydanların zemini ise renkli sıva kullanılarak dekore edilmişti. Yolun kuzey ucunda konumlanmış olan Ay Piramidi 'ne ek olarak, doğu kanadında ve yaklaşık 800 metre ileride daha da büyük bir yapı olan Güneş Piramidi bulunmaktaydı. Söz konusu iki piramit, Mısır'ın Gize kentindeki iki büyük piramitten sonra antik dünyanın insan elinden çıkmış en büyük yapılarıdır. Ölüler Yolu'nun her iki tarafında daha küçük piramitler düzenli aralıklar ile göz alabildiğince uzanmaktadır. Her piramidin bir yüzeyinde zirveye kadar çıkan dik bir merdiven inşa edilmiştir ve piramitlerin düz ve kare biçimli zirvelerinde, kentin faal olduğu dönemde aktif bir şekilde kullanılmış olan birer sunak bulunmaktadır. Mezkur piramitlerin bir kısmı arkeolojik çalışmaların akabinde yeniden gün yüzüne çıkarılmış ve orijinal yapıtaşları olan volkanik kaya blokları kullanılarak tekrar inşa edilmiştir. Yürütülen kazı çalışmalarının sonucunda neredeyse her piramidin altında birer erkek iskeleti bulunmuştur. Bu iskeletlerden bazılarının elleri arkadan bağlanmış ve diz çökmüş haldedir. Yine, iskeletlerin çoğunun boynunda altı ya da yedi adet insan altçene kemiğinden yapılmış kolyeler bulunmuştur. Bu piramitler hiç de Mısır'daki benzerleri gibi birer anıt mezar olması için inşa edilmiş gibi gözükmemekte ya da öldükten sonra "öteki dünya"ya giden büyük bir insanı korumak için yapılmışa benzememektedir. Bilakis Teotihuacan piramitlerinde kalıntıları bulunan kimseler, bu kentte yaşayan ve tapınan insanlar tarafından öldürülmüşlerdir. Söz konusu kişilerin katledilme sebebi ise kent halkının, kurbanların vücutlarının piramitleri koruyacak ruhları içerdiğine inanmalarıdır. MS 700 yılına gelindiğinde, şehirde esrarengiz bir felaket yaşanmış ve gelişen kent saldırıya uğrayarak, yakılıp yıkılmıştır. Saldırıyı gerçekleştirenler, muhtemelen komşu kentin sakinleri olan Toltekler dir. Ancak şehri işgal etmemişler ve yağmanın akabinde çekip gitmişlerdir. Hayatta kalan Teotihuacan sakinleri kentlerini terk etmek durumda kalmış fakat dinsel uygulamaları yöre halkı tarafından kuşaktan kuşağa aktarılmaya devam etmiştir. Onlardan geriye kalan bir başka şey de kenti süsleyen yazıt ve piktogram lardır. Aradan 500 yıldan fazla bir zaman zarfı geçmiş ve 13. yüzyılın ortalarında, Batı Orta Amerika 'dan yeni bir kabile halkı bölgeye çıkagelmiştir. İlk bakışta önemsiz göçebeler gibi gözüken bu topluluk; söylenceye göre düzlükleri, bataklıkları ve çölleri geçmiş ve kendilerine vadedilmiş olan topraklar a gelmişlerdir. Dönemin şartlarına nazaran mükemmel bir askeri hüviyete sahiplerdir ve kendilerine ılımlı yaklaşmayan çevre halklarını savaşarak bertaraf etmişlerdir. Başlangıçta bir kralları yoktur ve kabilelerinin tanrısı olan Huitzilopochti 'yi göçtükleri her yere dört rahibin omuzlarında taşımak suretiyle götürmektedirler. Muhtemelen yolculukları esnasında tanrılarının kulaklarına Meksika ismini fısıldadığı bu halk, Aztekler 'den başkası değildir. Bugün Mexico kentinin etki alanı içerisinde bulunan bölgeye yerleşen Aztekler, çok geçmeden Teotihuacan 'ın gizemli kutsal kalıntılarıyla karşılaşmışlardır. Bu eski yapılar, onları derinden etkilemiş; binaenaleyh Huitzilopochti 'nin yanı sıra kentin kadim tanrısı tüylü yılan Quetzalcoatl 'ı da tanrılar panteonuna müdahil etmişlerdir. Ayrıca seleflerinin pek çok kurban ayinini de benimsemekten geri kalmamışlardır. Daha sonraki süreçte ise, askeri becerilerini ve daha önce çevre halkların hükümdarlarına paralı asker olarak hizmet vermiş olmalarının sağladığı avantajları kullanarak ivedi bir biçimde imparatorluk hüviyeti kazanmışlardır. Artık sıra kendi piramitleri ile süsleyecekleri başkentlerini inşa etmeye gelmiştir. Aztekler, neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar Orta Amerika'nın o zamana kadar gördüğü en güçlü imparatorluk haline gelmiştir ve bu bakımdan, zaman açısından aynı dilimde olmamak ile beraber, Mezopotamya 'daki kadim imparatorluklar ile büyük benzerlikler göstermektedir. Karmaşık bir altyapıya sahip olan, komşu kabileleri vergiye bağlayan, katı yasalar yapan, rahipler ve ayrıcalıklı soylular tarafından yönetilen bir toplum Aztekler, son tahlilde kendilerine, aynı zamanda tanrı da olan bir imparator seçmeye karar vereceklerdir. Ancak selefleri gibi Aztekler'in de Orta Amerika'nın kadim uygarlıklarının uyguladığı kanlı ritüellerden geri kalmadıklarını, hatta tabiri caizse "kana doymadıklarını" söyleyebiliriz. İnançları doğrultusunda Aztek rahipleri merdeyse her gün birilerini öldürerek, yeri geldiğinde de kendi kanlarını dökerek (inanışlarına göre en değerli metalardan biri de rahip kanıdır) tapındıkları tanrılarını memnun etmeye ya da öfkelerini dindirmeye çalışmıştır. Keskin obsidyen bıçaklar ile kendi vücutlarını kesmekte, dikenler ya da sivri kemik parçaları ile kulaklarını, kollarını defalarca delmekte veya dillerine derin kesikler atmaktadırlar. Öyle anlaşılmaktadır ki, rahipler kendilerini kurban etmeyi bir tür simgesel ölüm olarak görmekte ve bu sayede hayatlarını sürdürmelerine izin veren tanrılara "borçlarını ödediklerini" düşünmektedirler. Öte yandan Mexico'daki antropoloji müzesi, beynelmilel üne sahip bir esere ev sahip yapmaktadır: Güneş Taşı . Yaklaşık beş metre çapındaki bu yontulmuş sert kırmızı kumtaşı diskin çevresinde Aztek takvimi nin 20 günlük döngüsünü temsil eden bölmeler bulunmaktadır. Diskin ortasına, seçme genç savaşçıların birbirleriyle dövüşmesini canlandıran bir sahne işlenmiştir. Diskin tam orta noktasında ise savaşçıların verdiği mücadelenin fonunda tanrı Xiuntecuthli 'nin yüzü görünmektedir. Xiuntecuthli, her iki elinde birer insan kalbi tutmaktadır ve dışarı doğru uzattığı diline bir ayin bıçağı saplıdır. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, Aztekler için en önemli dinsel törenlerden biri hatta belki de en önemlisi, insan kurban edilmesidir. Cortes 'in Meksika'yı dize getiren fatihlerine eşlik eden papazlar gözlemlerinde; piramitlerin kurbanların kanıyla kızıla ve kahverengiye boyandığını belirtir. Yazılı kaynakların aktardığına göre; koku öylesine kötü ve kesiftir ki, İspanyollar Aztek kentlerini daha uzaktan görmeden kokusunu almışlardır. Azteklerin ritüelleri esnasında kurban ettikleri kurbanların ekseriyeti tutsak edilmiş savaşçılardır ancak zaman zaman bakireler ve hatta çocuklar da bu korkunç ve insanlık dışı ölüme kurban gitmişlerdir. Aztekler, kurban edilen kişilerin cennette Güneş Tanrısı 'na katılmadan önce Sinekkuşu na dönüşeceğine inanmaktadırlar ve tören zamanı gelene dek, bu kimselere bazen aylarca kimi zaman da bir yıl boyunca bakmaktadırlar. Ayrıca ayinsel bir yıkama ve arındırma işleminin akabinde kurbanlara, piramidin tepesine çıkarılıp da infaz edilene dek "tanrı" muamelesi yapmaktadırlar. (infazın detayları insanlık dışı ve dilin tasvire varmadığı kertede olmasından mütevellit bu satırlarda yer vermiyorum.) Bir başka kaynakta ise, görgü tanığı olduğu sanılan peder Deigo Duran 'ın tasvir ettiğine göre gladyatör dövüşleri ne benzeyen bir öldürme yöntemine de Aztek savaşçılarının arasında sıkça rastlanmaktadır. Bu ritüelde bir savaş tutsağı yuvarlak bir taşa bağlanmakta ve seçme bir Aztek savaşçısına karşı kendisini savunmaya zorlanmaktadır. Tutsağa "tüyden" yapılmış bir kılıç verilmekte ve Aztek savaşçısı da keskin obsidyen bıçakları eksik olan iri bir sopa almaktadır. Kimi zaman ise bazı savaş tutsakları bir direğe bağlanmakta ve ölene kadar ok yağmuruna tutulmaktadır. Şunu da ifade etmekte fayda var ki, bahsini geçirdiğimiz infaz ayinleri diğerlerine nazaran tabiri caizse en "hafifleridir". Aztekler, gerçek anlamda havsalamızın alamayacağı derecede korkunç yöntemler ile insan kurban etmişlerdir. Pek çok kurban töreni ise yamyamlık ile noktalanmaktadır. Kuşkusuz, bu tür törensel etkinliklerin önemini, bilhassa modernite sonrası, algılamak ve idrak etmek zordur. Azteklerin, evrenin işleyişini sürdürmesi adına "insan kanı" istedikleri doğrudur. Bu tür olayların ayin katılımcılarına günahlarından arınma fırsatı sunuyor olması da muhtemeldir. Antropolog Micheal Harner , insan kurban etme uygulamasının tüm Orta Amerika halkları arasında yaygın olmasının sebebinin bölgedeki insanların tükettikleri besinlerde az miktarda protein olduğu iddiasını öne sürer. Ancak bilinmektedir ki, örneğin; Aztekler, pek çok evcil hayvan türüne sahip olmasalar da bakliyat ve fasulye türü bitkileri yeterli ölçüde temin edebilmektedir. Keza pek çok Aztek kurban ayini de bu tür yiyeceklerin bol olduğu hasat mevsimi nde gerçekleşmiştir. Üstelik ilk İspanyol fatihlerden öğrendiğimiz kadarıyla kurbanlar, beslenme konusunda pek de fazla problem yaşamayan soylular tarafından tarafından "yamyamlığa" maruz kalmaktadır. Kurban ayininin gücü büyük ölçüde siyaset ve dinin bileşiminden ileri gelmektedir. Aztekler için geçerli olan şey muhtemelen, tarihöncesi toplumlar için de aynı derecede geçerlidir. Aztek kralları yalnızca tanrılar hüküm sürmelerini istedikleri için iktidardadırlar ve binaenaleyh kral, rahiplerin koruyucusu ile tapınakların bekçisi hüviyetini takınmaktadır. İnsan kurban etme uygulaması, o dönemin şartlarında ritüelin insanların yüreğine korku salması bir tarafa, tanrılar ve devlet arasındaki bağlantıyı göstermenin de etkili bir yoludur. Mevzubahis "gösteriler" halkın nazarında tanrılar tarafından krala verilmiş olan yönetme yetkisi nin pekiştirilmesi anlamına gelmektedir. Bu ayinler, devletin otoritesini güçlendirmek adına ziyadesiyle etkili bir "araç" vazifesi görmüş olmalıdır. Azteklerin kurban ayinlerinin korkunç ayrıntıları, söz konusu ritüellerin nispeten yakın zaman içerisinde ( Hernan Cortes , Michelangelo 'nun Sistine Şapeli 'ndeki resimlerini tamamlamasından yaklaşık 10 yıl sonra, 1519'da Orta Amerika'yı işgal ettiği zaman) sona erdiği düşünüldüğünde, durumun vahameti daha da artar. Zira Avrupa aydınlanması tüm hızıyla sürerken, Aztekler hala Baal ya da Marduk 'u onurlandırmak için yapılan türden pagan ayinleri düzenlemektedirler. Belki de batı uygarlığı Altın Buzağı 'nın Musa zamanında reddedilmesine sanıldığından daha çok şey borçludur ... Aztekler'e dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Camilla Townsend'den Aztekler / Yağmalanan İmparatorluk, Lewis Spence'den Aztek Mitolojisi ve Robert Winston'dan Tanrının Öyküsü adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Zerdüşt: Antik Dünyanın Peygamberi ve Mazdeizm’in Temelleri

    İsa'nın doğumundan takribi olarak 3000 yıl kadar önce, bugünkü Rusya'nın steplerinden batıya ve güneye doğru muhtelif topluluklar, hatırı sayılır ölçekte bir göç hareketi gerçekleştirir. Bir kabile, göç eden bu kitleden ayrılarak günümüzde İran'ın bulunduğu coğrafyaya doğru yönelir ve bölgeye yerleşir. Tahminen o dönemler bölgede su tedariki diğer yerlere nazaran daha kolaydır ve binaenaleyh İndo-İranlılar'ın çeşitli yerleşim yerleri kurarak komşularıyla ticaret yapmasından, bölgede kalıcı bir varlık oluşturmak istemeleri akla yatkındır. Bu süreçte bölgenin yeni sakinleri, Mezopotamya'da taşıma aracı olarak kullanılan öküz arabasını kendi sosyal hayatlarına entegre ederler ve bulundukları platoyu çevreleyen dağlardan bakır ve kalay gibi madenleri çıkarmayı öğrenirler. İlerleyen zamanlarda, yeni yeni geliştirmeye başladıkları metalürji becerilerini savaş meydanlarında da kullanmaya başlarlar ve kullandıkları dilde savaşçı ya da savaş arabası gibi pek çok askeri terim ortaya çıkar. Arkeolojik kayıtlar, kendi aralarında kan davası gütmek veya kendi yerleşim yerlerine saldırmakla, en az dışarıdan gelen saldırıları savuşturmak kadar çok uğraştıklarını göstermektedir. Bütün bu çalkantılı kan dökme çağının belirli bir aşamasında ise, yeni bir inanç sistemi ortaya çıkar. Söz konusu akide; eşitliği, kişisel sorumluluğu ve tanrının egemenliğini ilan etmektedir. İndo-İranlılar, Zerdüştçülük'ten önce, rahiplerin yönettiği çapraşık bir hayvan ve bitki kurban etme sistemi kullanarak bir dizi tanrıya tapınmaktadır. Doğanın öğelerine aşina ve yakın olan bu halk; suya, ateşe, gökyüzüne, aya ve rüzgara çeşitli ulvi anlamlar yüklemektedir. İlk zamanlarda göçebe olmalarından mütevellit inançları doğrultusunda herhangi bir kalıcı eser veyahut tapınak inşa etmemişlerdir ve bu konudaki bilgi ve tecrübe eksikliklerinden dolayı ilk tapınak örnekleri son derece basit ve pratiktir: Çevresine siper kazılmış dikdörtgen bir toprak parçası. Kurban törenlerini ve ritüellerini; tam ortasında bir ateşin olduğu söz konusu alanda ve bir rahibin yönetiminde gerçekleştirmektedirler ve hareket halinde bir topluluk olmalarından mütevellit "ağır eşyalara" sahip olmaktan kaçınarak kutsal nesneler edinmemişlerdir. Kurban törenlerinde kullanılan aletler, ritüelin akabinde su ile temizlenmekte ve böylece "sıradan insanlar" tarafından dokunulabilecek ve paketlenip taşınabilecek hale getirilmektedir. Pek çok savaşçı toplum gibi İndo-İranlılar da zaman içerisinde birtakım ahlaki davranış kuralları geliştirmişlerdir. Örneğin; dürüstlük ve terbiyenin, tıpkı güneşin doğuşu ve batışı ya da mevsimlerin geçişi gibi, Asha adını verdikleri temel yasalar olduğuna inanmakta ve ne zaman bir kişinin yemin etmesi ya da bir başka kimseyle anlaşma yapması gerekse söz konusu protokolü gözetmesi için belli başlı tanrıları yardıma çağırmaktadırlar. Bu şekilde davranarak yemini ya da anlaşmayı bozan kişinin büyük çileler çekmesini, inançları doğrultusunda teminat altına almışlardır. Panteonlarındaki en önemli tanrılarından biri de, belirli bir zaman zarfının akabinde, içerisinde düalist ve eskatolojik inanışın ilk örneklerini barındıracak monoteist bir vahiy dininin yegane simgesi, namı diğer bilgelik tanrısı Ahura Mazda'dır. Kadim İndo-İran toplumunda katı bir kast sistemi egemendir ve ölümden sonra yaşam söz konusu olduğunda kadınlar, çocuklar ve alt tabakadan insanlar ölüler diyarında belli belirsiz bir varoluş dışında herhangi bir lütuf elde edememektedir. Mezkur diyarda varlıklarını sürdürebilmeleri, hayatta olan akrabalarının kendilerine kurban sunmalarına bağlıdır. Savaşçılar, rahipler ve toplum piramidinin üst basamaklarında yer işgal eden kimseler için ise ahval, çok daha iç açıcıdır. Onlar için yeryüzünün merkezinden yukarı doğru yükselen bir köprüyle ulaşılan, öncesiz ve sonrasız bir cennet vaat edilmektedir. Bu cennete girmeye hak kazananlar, hayatlarının sona ermesinin üzerinden bir yıl geçmesinin akabinde "ölümden sonraki yaşam"ın tüm zevklerini tatmak üzere fiziksel bedenlerine tekrar kavuşmaktadır. İşte Zerdüşt, ya da Yunanların daha sonradan ona verdiği isim ile Zoroaster, yukarıda bahsini geçirdiğimiz itikadın rahiplerinden biridir. Onun hakkında bildiğimiz pek az şeyin büyük bir kısmını ise Gatalar adlı, yine onun tarafından bestelendiği düşünülen 17 ilahiden öğreniriz. Söz konusu ilahileri, Zerdüşt'ün takipçileri önce sözlü daha sonra ise yazılı olarak kuşaktan kuşağa aktarmıştır. Zerdüşt ve Gatalar'ın gerçek yaşı hakkındaki tartışmalar günümüzde de devam etmektedir. Örneğin; Zerdüştçülük'ün bir mezhebi, Zerdüşt'ün İsa'dan 6000 yıl önce yaşadığını iddia ederken, bir başka mezhep bu zaman zarfının 600 yıl olduğunu ileri sürmektedir. Muhtelif araştırmacı bilim insanları ise Gatalar ile MÖ 1600-1500 yılları arasında bestelendiği bilinen Hindu metinleri Vedalar arasındaki benzerliğe vurgu yaparak MÖ 2. yüzyıl ortalarını daha makul bulmaktadır. Zerdüşt kendisini Zaotar yani "törenlerin lideri" olarak tanımlar ve bu, onun aynı zamanda yirmisine basmadan, hatta muhtemelen 15 gibi küçük sayılabilecek bir yaş aralığında rahipliğe atandığı anlamına gelmektedir. Zerdüştçülük inancına göre 15 yaş, çocukluğun bitip erkekliğin başladığı yaştır.  Işıltılı bir varlık, onu, bilgelik tanrısı olan Ahura Mazda'nın huzuruna götürdüğünde 30 yaşında olan Zerdüşt, ömrü boyunca bu "varlık" ile birkaç kez daha karşılaşacak ve kimi zaman onu "doğrudan" görecek, kimi zaman ise sadece sesini duyup sözlerini işitecektir. Bütün bu "deneyimlerin" akabinde Zerdüşt için Ahura Mazda; tüm tanrıların babası, öncesiz, sonrasız ve "yaratılmamış" tek tanrı'dır. Zerdüştçülük öğretisine göre dünya, iyiliğin ve kötülüğün çarpıştığı bir savaş meydanıdır ve bu mücadelede Ahura Mazda, kötüler ile cahillerin tanrısı olan Angra Mainyu'ya karşı savaşmaktadır. Zerdüşt, öğretisini geliştirirken kadim panteonu yeniden düzenler ve 6 tanrıyı, (Ahura Mazda'nın yarattığı, görece daha küçük ancak yine de ehemmiyet taşıyan) ilahi varlıklar olarak kabul eder. Bunun yanında savaşçıların tanrısı olan İndra'yı ise reddeder. Öğreti; Ahura Mazda'yı tek önemli tanrı olarak yüceltirken, toplumda uzun zamandır varlığını sürdüren diğer tanrıların "kötü" olduklarını beyan eder ve yavaş yavaş yeni bir anlayışın tohumlarını ekmekten de çekinmez. Aslına bakılırsa Zerdüşt'ün, açık seçik tanımlanmış sosyal bir amacı vardır. O, iyi ve kötü güçlerin varoluşlarından itibaren hüviyetlerini seçmiş olduklarına inanmaktadır ve dünyevi yaşamda da insanlar, benzer bir şekilde yaptıkları seçimlerden ibarettir. Zerdüşt'ün bu düşünce yapısı, ölümden sonra yaşam ile alakalı kadim inancın aktardıklarını sorgulamasına sebebiyet vermiştir. Cennet, der Zerdüşt, tüm cinsiyet ve sınıflara açıktır; oraya girmek, insanın ömrü boyunca biriktirdiği iyi düşünce, söz ve davranışların miktarına bağlıdır. Yine, Zerdüşt'ün öğretisine göre; Urvan (ruh) ölümden sonra, kelimenin gerçek anlamıyla, "tartılmaktadır". Eğer ruhun sahibi eser miktarda "iyilik" biriktirdiyse "güzel bir bakire" yanına gelerek onu, sonsuz bir mutluluğa uzanan Şinvat Köprüsü'nden geçirmektedir. Ancak ruhun sahibinin kötülükleri ağır basarsa köprü, incecik bir ip olana dek daralmakta ve kişinin "cehenneme" düşmesine sebebiyet vermektedir (bkz: Sırat Köprüsü). Zerdüşt öğretisinde, rahipliğin gereksiz olduğunu veyahut kurban sunmanın hiçbir işlevi olmadığını söylemez. Ya da toplumun yozlaştığına ve yakında yok olacağına dair her dönem popüler olan klişe beyanlarda da bulunmaz. Bu tarz kehanetler, insanlığın tektanrıcılığa yöneldiği süreçte sıkça ortaya atılmıştır ancak Bronz Çağı'nda yaşamış bu sıra dışı İranlının perspektifinde bu minvaldeki söylemlerin yeri yoktur. Semavi olarak nitelendirilen dinlerde olduğu gibi Zerdüştçülükte de kutsal metinleri vardır ve bunların tamamına Avesta adı verilir. Avesta, aynı zamanda, Zerdüşt'ün öğretileri olan Gatalar'ı da içermektedir. Rivayet odur ki; Büyük İskender, MÖ 4. yüzyılda bölgeyi fethettiğinde Avesta'ya el koymuş ve geri dönerken de kitabı yanında götürmüştür. Bu sayede de Avesta, Helen istilasından kurtulmuş ve Zerdüştçü rahipler sistematik bir biçimde öldürülürken "inancın" hayatta kalmasının temel dayanağı olmuştur. Avesta, sadece Zerdüştçülüğün yaratılış ile alakalı görüşünü içermez; içinde çeşitli yasalar, ilahiler ve dualar da bulunur. Yine, elementlerin saflığı, Zerdüşt'ün öğretisi açısından önemlidir. Kitapta insanların söz konusu elementleri kirletmekten sakınmaları için tasarlanmış ayrıntılı ayinler ve kendilerini kötülükten sakınmalarını sağlayacak birtakım kurallar mevcuttur. Sessizlik Kuleleri'nin kökeni bu bilgilere dayanmaktadır. Örneğin; ölünün gömülmesi ya da yakılması toprağa karşı saygısızlıktır, çünkü onu kirletmektedir. Zerdüştçülük inancına göre bir cesedi yok etmenin en uygun yolu, bedenin, sapa bir tepede köpekler ve kuşlar tarafından yenmesini sağlamaktır. İtikadın yayılmasının akabinde inancın takipçileri kentlerde yaşamaya başlar ve defin işleri açısından pratik bir çözüm yolu olarak Sessizlik Kuleleri'ni inşa ederler. Öğretiye göre; ölüm, doğal bir olay değil; acıklı bir felakettir ve kötü tanrı Angra Mainyu'nun icraatı olarak kabul edilir. Zerdüşt'ün "kendi yolunu çizmesinden" evvel mensubu olduğu atalarının kadim dininin rahipleri, görevlerinin bir işareti olarak bellerine yünden örülmüş kemerler takmaktadır. Zerdüşt, akidesini ilan ettiğinde bu uygulamayı öğretisine mensup tüm takipçileri için genişletir. Rahiplik kurumunu kaldırmaz ancak müritlerine, herkesin kendi kurtuluşundan kendisinin sorumlu olduğunu telkin eder. Zerdüşt'ün takipçileri günümüze dek, boğaz kısmına içeriden küçük bir cep dikilmiş beyaz bir gömlek ile "Kusti" adını verdikleri bu kemeri hep takmışlardır. Bu adet onlara; iyi düşünceler, sözler ve davranışlar aracılığıyla "ruhani servet" biriktirmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır. Zerdüşt'ün yeni dini insanlara sadece soyut kavramlar vermek yerine, elleriyle tutabilecekleri somut simgeler vermiştir. Bu da yeni dinin yayılmasında önemli bir unsur olarak göze çarpmaktadır. Zerdüşt ayrıca günlük ibadet sayısını da üçten beşe yükseltir ve mevsimlere göre belirlenmiş yedi bayram içeren yeni bir takvimi de yürürlüğe sokar. Aynı zamanda, günümüze dek devam eden bir ibadet rutini geliştirir. Buna göre dindar kişi önce ellerini yıkar ve sonra kutsal kemerini çözer. Kustisini de ellerine alarak ayakta durur ve kötü tanrı Angra Mainyu'yu hor gördüğünü göstermek için kemerin uçlarını hızlıca sallar. Bu eylem esnasında gözlerini kutsal alevlere dikmekten de geri kalmamaktadır. Kadim ateş töreninin bir kalıntısı olan bu alevler, Zerdüştçülük inancının etkili sembollerinden biridir. Yezd'deki Ateş Tapınağı'nın merkezinde yaklaşık olarak "1700" yıldır kesintisiz yanmakta olan bir ateş bulunur. Beyazlar giymiş bir rahip sürekli bu ateşin bakımıyla meşgul olur ve ateş besleneceği zaman rahip, ateşin bir insanın soluğuyla kirlenmemesi için yüzüne pamuklu kumaştan bir maske takar. MÖ 2. yüzyıl ile İslam fütuhatı arasında kalan zaman zarfı içerisinde Zerdüştçülük, İran coğrafyasındaki en önemli dindir. Ancak 1979 yılında gerçekleşen İslam Devrimi sonrası bölgedeki Zerdüştçülerin ekseriyeti ya mezkur topraklardan göç etmeyi ya da inançlarını daha "göze batmayacak" şekilde sürdürmeyi tercih etmişlerdir. Zerdüştçülük, tam olarak tektanrılı bir din olmasa da kurduğu inanç sistemiyle sosyal statü gözetmeksizin yeteri kadar iyilik yapan herkesin "ölümden sonra yaşamayı" hak ettiğini ilan eden ilk dinlerden biridir. Bilahare semavi dinlerde de bu tema öne çıkarılacaktır. O halde neden Zerdüştçülük'e monoteist bir din denmektedir ? Bunun sebebi, Zerdüştlüğün tarihinin büyük bir kısmının Batılı Yahudi / Hıristiyan bakış açısıyla yazılmış olmasından ileri gelmektedir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Joseph Wiesehöfer'den Antik Pers Tarihi ve William Sandys'ten Persler: Parthlar, Sasaniler adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Tevhid'in Mimarı: Hz. İbrahim

    MÖ 3. binyılın sonunda Orta Doğu'daki medeniyetin demografik yapısı, doğudan batıya doğru gerçekleşen göç hareketlerinin yol açtığı bir dizi istilanın sonucunda radikal değişikliklere maruz kalır. Söz konusu istilacılar bilhassa Mısır ve Kenan gibi bölgelerde büyük kargaşaya ve yıkıma sebebiyet verirler. Arkeolojik çalışmalar doğrultusunda edinilen bilgiler, göç eden toplulukların mezkur coğrafyalara yönelmelerinin altında yatan motivasyonun denize yani Akdeniz'e ulaşmak olduğunu göstermektedir. Ekseriyetinin Batı Sami dili konuştuğu tahmin edilen topluluktan, bölgedeki kazılar sonucunda ortaya çıkarılan bir dizi Mezopotamya tableti; Hapirular ya da Habirular yani başka bir deyiş ile İbraniler şeklinde bahsetmektedir. Belirli bir zaman zarfının akabinde bölgeye entegre olan istilacıların tam olarak yerleşik yaşamı benimsememelerinden mütevellit belirli bir toprak parçası üzerinde hak iddia etmediklerini, tarım ile uğraşmadıklarını ya da kendi devletlerini kurmaya yeltenmediklerini görürüz. Başlıca uğraşları "tüccarlık" ve "paralı askerlik" olan Habirular esasen bir kabile topluluğudur ve basit bir yapılanmaya sahip olmasına rağmen pek çok konar göçer kavimde gözlemleyebileceğimiz üzere içerisinde muhtelif gruplar da barındırmaktadır. Her Habiru grubunun kendi önderi vardır ve bu kimselerin sadakati mensubu oldukları kabileye değil, liderlik ettikleri grubun yaşadığı bölgede iktidarı elinde bulunduran hükümdarlara karşıdır. Velhasıl yazımızın odağında olan Hz. İbrahim'in de İbrani klanına mensup Habiru önderlerinden biri olduğu tahmin edilmektedir. İbrahim'in öyküsü, gerçeğin ve efsanenin birbirine karıştığı yer olan kadim Ur kentinde başlar. Bilimsel çalışmalar MÖ 1900'e kadar (ki bu tarih aynı zamanda İbrahim'in yaşamış olabileceği döneme de çok yakındır) Ur'un, uygar ve gelişen bir metropol ve dönemin şartları göz önüne alındığında sakinlerine güvenlik ile "yüksek yaşam standartları" sunan bir kent olduğunu göstermektedir. Bu tarihten itibaren ise şehir için bir ekonomik çöküş süreci başlar. Şehri yöneten Akad hanedanının, Amoritler karşısında yaşadığı ağır hezimet muhtemelen kentteki yaşam şartlarını çok daha istikrarsız hale getirmiş ve binaenaleyh imkanı olan pek çok aile şehri terk etmeyi tercih etmiştir. İbrahim'in babası Terah ve ailesinin diğer üyeleri ile beraber Ur'u terk etmesi de takriben bu tarihlere tekabül etmektedir. Yaratılış Kitabı bizlere, İbrahim ve Terah'ın, önemli bir ticaret yolu üzerinde bulunmasından dolayı gelişip zenginleşmiş bir kent olan ve bugün Şanlıurfa ilimizin sınırları içerisinde yer alan Harran 'a doğru yola çıktığını aktarmaktadır. "Haran" kelimesi İbranice ve Akadca , "yol" ya da "rota" anlamına gelmektedir ve Hititçe deki " Harvana" sözcüğü de muhtemelen aynı kökene sahiptir. Bugün günlük hayat içerisinde sıkça kullandığımız ve etimolojik yapısı Farsça olan " Kervan" sözcüğü de, yine, bu kökene dayanmaktadır. MÖ 2. binyılın başlarında yaygın bir inanç olan Ay Kültü 'nün merkezi o dönemlerde Ur'dan Harran'a taşınmıştır ve İbrahim'in babasının bu yolculuğa çıkmasının altında yatan tali unsurlardan biri de pekala bu olabilir. Ancak sebebi her ne olursa olsun Harran, İbrahim'in hayatının tamamen değişeceği yer olacaktır, çünkü babasının vefatının akabinde Hz. İbrahim'e ilk vahiy burada gelecektir. "Ülkeni, akrabalarını, baba evini bırak, sana göstereceğim ülkeye git." (Yaratılış 12:1) Böylece İbrahim, "yeni inancını" daha iyi yaşamak ve kendi pagan çevresinden kaçınmak için bir kez daha yola revan olur. Bu kez daha batıya, 700 kilometre ötedeki Kenan'a gidecektir. Bu süreçte, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, İbrahim, bir Habiru önderi olarak hayli güçlü ve nüfuzlu biri haline gelir. Yine, Yaratılış Kitabı 13. Bölümde İbrahim'in, yeğeni Lut 'u tutsak alanların peşine düşmek üzere "evinde doğup yetişmiş 318 adamını alarak" büyük bir kuvvet topladığını anlatır. Aynı kitabın 12. bölümünde ise, kabilesi Kenan'daki ciddi bir kıtlıktan kaçarken İbrahim'in, Mısır'daki otoritelerle görüşmeler yapmasına olanak sağlayacak bir "statüye" sahip olduğunu görürüz. Mısır'daki görüşmeleri esnasında İbrahim, güzelliği dillere destan bir kadın olan karısı Sara 'yı mısırlılara kız kardeşi olarak tanıtmıştır. Mısırlıların karısına el koymak isteyebileceğini öngören İbrahim, hem karısını hem de kendi hayatını kurtarabilmek adına böyle bir yönteme başvurmuştur. Keza aynı mizanseni Gerar ülkesinde seyahat ederken Kral Avimelek 'e karşı da kullanacaktır. İbrahim'in evlatlık oğlu olan Eliezer ile olan hikayesi de bizlere hem İbrahim'in karakteristik özelliklerini hem de yaşadığı dönemde inanç kavramına dair genel geçer algıyı göstermesi açısından kayda değer bir önem taşımaktadır. Kutsal kitaptaki anlatıya göre İbrahim, bir varisi olmayışından mütevellit kederli bir şekilde yakınırken şöyle der: "Ey egemen Elohim bana ne vereceksin ? Çocuk sahibi olamadım. Evim Şam lı Eliezer'e kalacak". Eliezer, İbrahim'in uşağı olmasının yanı sıra aynı zamanda evlatlığıdır ve o döneme ait pek çok çivi yazısı tabletin de bize gösterdiği üzere çocukları olmayan çiftlerin evlat edindikleri kimse, bu durumun aksine yönelik bir düzenleme olmadığı takdirde, söz konusu çiftin yasal varisi olmaktadır. Kısır olan ve kocasını çok seven Sara , bu sorunu ortadan kaldırmak adına cariyesi Hacer 'i İbrahim'e sunmuştur. Tabiri caizse taşıyıcı annelik kurumunun ilk denemelerinden biri olan Sara'nın bu girişiminin amacı, sadece kocasının acısını dindirmek değil; aynı zamanda kendi konumunu da sağlamlaştırmaktır. Nuzu (günümüzde Şam kentine yakın bir bölge) tabletleri bu tür bir taşıyıcı annelik sözleşmesinin Mezopotamya'da büyük ölçüde kabul gören bir uygulama olduğunu göstermektedir. Evli ama kısır bir kadın, cariyelerinden birini "çocuk sahibi olabilmek adına" kocasına "sunabilir" ve yine, Nuzu tabletlerinden öğrendiğimiz kadarıyla kadının, cariye ile kocasının beraberliğinden doğan çocuk üzerinde "anne" sıfatıyla otorite kurması kendisine verilen bir haktır. Bunlar yalın gerçeklerdir ama Yaratılış Kitabı'nda anlatılan öykü, bu tarz düzenlemelerin ortaya çıkarabileceği sonuçları da saklamaz. Hacer hamile kalınca Sara'yı "küçümsemeye" başlar. İsmail'in dünyaya gelmesi ile beraber Sara'nın kıskançlığı daha da artar ve nihayetinde Hacer'i evden kovup çölün insafına terk eder. İbrahim ise bu gelişmeler karşısında Sara'ya engel olmayı tercih etmez ve herhangi bir sorumluluk almayı reddeder. İbrahim'in tek müdahalesi, Hacer çöle doğru yola çıkarken ona bir tulum su ve bir somun ekmek vermek olur. İşte tam bu noktada tanrı devreye girer ve Hacer'e bir melek göndererek (kutsal kitapta ilk kez bu hikayede meleklerden söz edilmektedir.) onu İbrahim'in evine dönmeye ikna eder. Bunu yaparken Hacer'e, oğlu İsmail'in günün birinde büyük bir halkın babası olacağını söylemeyi de ihmal etmez. Bu aşamada Elohim başka bir hüviyet kazanır. İbrahim'e bir kez daha görünerek kendini El Şaddai yani "her şeye gücü yeten tanrı" olarak tanıtır. "Benim gösterdiğim yoldan yürü ve bana karşı samimi ol.". Bu sözlerin akabinde El Şaddai, İbrahim'den kendisine söz vermesini ister ve aralarındaki sözleşmeye bağlı kalacağının bir işareti olarak İbrahim'e ailesinin tüm erkek üyelerini ve onların torunlarını sünnet ettirmesi talimatını verir. İbrahim'in tek tanrısı, onun önceden aşina olduğu diğer tanrılardan farklıdır. İbrahim'in tamamen iyi bir insan olmadığını kabul eder (zaten kimse tamamen "iyi" değildir) ve onu eleştirmekten çok, iyi şeyler yapmaya teşvik eder. Önceki tanrılardan farklı olarak El Şaddai, insanların kendisiyle "tartışmasına" izin vermektedir. Örneğin; tanrı, İbrahim'in kardeşi Lut'un yaşadığı kent olan Sodom adlı kötü şöhretli kenti yeryüzünden silme tehdidinde bulunduğunda İbrahim tanrıya karşı samimi davranır ve ona, eğer orada 50 iyi insan yaşıyorsa bu kenti yok etmek "ahlaki" açıdan "doğru" olur mu şeklinde bir soru yöneltir. Tanrı, İbrahim'in sorusunu makul bulur ve ona, 50 "iyi" kişi bulabildiği takdirde şehri yok etmekten vazgeçeceğini söyler. İbrahim daha da ileri giderek sayıyı devamlı azaltmaya çalışır. Bu kıssadan hissede İbrahim'in ağzından insanlığa verilmek istenen ahlaki ders; sadece tek bir iyi insanın (iyiliğin) bile bütün kötülüklerden üstün gelmesi gerektiğidir. İlk bakışta bu pasaj her ne kadar tanrının sınanması olarak gözükse de aslında tanrı, İbrahim'in kişiliğinde insanı " adalet duygusuna sahip bir canlı " olarak tasvir etmeyi amaçlar. Bu düşüncenin İbranilerin tektanrılı dininin ana teması olduğu söylenebilir. Bilahare yine, kutsal kitabın ilerleyen kısımlarında "adalet" kavramı defaatle işlenecektir. İbrahim'in hayat hikayesi bize, tüm "insanlık" hakkında bir şeyler anlatmaktadır. Tanrı hakkındaki tüm fikirler herkes tarafından kabul edilebilir veyahut benimsenebilir nitelikte olmak zorunluluğu taşımamalıdır. Nitekim insanlık tarihine ilişkin görüşlerin çoğu, sadece hayatta kalmamıza ve ürememize yardımcı olan inançları benimsediğimiz varsayımı üzerine kurulmuştur. Muhtelif antropologlar, her ayinin toplumları birbirine bağlama amacı güttüğünü anlatırken; Marksistler , Tanrı Fikri'nin bir grubun diğer bir grup üzerinde egemenlik kurmasının bir yolu olduğunu söyler. Bu bilgilerin ışığında Tanrı Fikri 'nin acı ve sefalet doğurabileceği ya da barışçıl bir varoluş sebebi olabileceği sonucu çıkabilir. En nihayetinde, her şeyde olduğu gibi bu konuda da "seçim" insan a aittir.

  • Kumların Üzerine Yazılmış Bir Ağıt: Kerbela

    Yaşandığı tarihin üzerinden neredeyse 1400 yıla yakın bir zaman zarfı geçmiş olmasına rağmen günümüzde hala dünya politikasını etkilemeyi sürdüren Kerbela olayı, sahip olduğu trajik hüviyetiyle büyük bir dini hizipleşmenin de temelini oluşturmaktadır. Söz konusu elim hadisenin bugüne dek süren etkilerini doğru bir şekilde analiz etmek için ise, trajedinin cereyan ettiği ana dek yaşanan olaylar silsilesine bakmak gerekir. "Yiğitçe savaşan, bilgece öğüt veren, güzel konuşan, dürüştçe arkadaşlık eden ve düşmanlarına karşı bile dostça davranan Ali , hem Müslüman asaletinin ve cömertliğinin mükemmel örneği hem de adına sayısız şiir yazılan, deyişler söylenen, vaazlar verilen ve öyküler anlatılan Arapların Süleyman 'ı oldu." Tarihçi Philip Hitti 'nin yukarıdaki ifadeler ile Hz. Ali'yi tanımlarken okuyucunun gözünde canlanmasını istediği portresi kanımca, onun sahip olduğu faziletleri göstermesi açısından daha doğru ve yerinde çizilemezdi. Gerçekten de İslam'ın 4. halifesinin haiz olduğu üstün nitelikler göz önüne alındığında onun kaybı, hem önderlik ettiği cemaatin hem de temsilcisi olduğu inancın ahvali açısından olumsuz sonuçların doğmasının ve geri dönülemez kopmaların yaşanmasının miladı olarak tanımlanabilir. Nitekim Ali'nin suikasta kurban gitmesinin akabinde yaşanan iktidar mücadelesi, yazımızın konusu olan Kerbela Olayı 'nın ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. İlk olarak, Ali'nin ölümüyle beraber iki oğlu Hasan ve Hüseyin kaçınılmaz bir şekilde halife adayı haline gelirler. Peygamberin her iki torunu da ümmet tarafından cemaat önderi yani imam olarak görülmektedir ve bu konjonktürde İmam Hasan, Bağdat 'ın doğusunda yer alan ve Hz. Ali'nin karargahının da bulunduğu Kufe kentinde destekçileri tarafından halife ilan edilir. Ancak Sıffin Savaşı 'nda gerçekleştirdiği hile ile Ali tarafından yok edilmekten kıl payı kurtulan Suriye valisi Muaviye , aradan geçen 4 yıllık zaman zarfı içerisinde mukavemetini tekrardan toparlamış veAali hayatta iken bir şansının olmadığını idrak etmesinden mütevellit doğru zamanı beklemeye koyulmuştur ve Hasan'ın halifeliğini ilan etmesiyle beraber zamanının geldiğine kanaat getirir. Binaenaleyh Suriye , Filistin ve Kuzey Arabistan 'dan topladığı 60.000 kişilik ordusuyla Şam valisi, Hasan ile kozlarını paylaşmak üzere Kufe'ye doğru kentten ayrılır. Muaviye'nin ordusuyla beraber hareket halinde olduğunu öğrenen Hasan da, Madain yakınlarında mevzilenmek üzere ana kuvvetleriyle beraber Kufe'den yola çıkar. İki ordu karşı karşıya geldiğinde, tarihte örneklerine sıkça rastladığımız bir hadise cereyan eder ve Hasan'ın askerlerinden bir kısmı Muaviye'nin tarafına geçer. Daha sonra kendilerini Hariciler şeklinde tanımlayacak olan kesim de Muaviye'ye destek vermeye karar verince Şam ordusu, Hasan'ın kuvvetlerine karşı sayıca bariz bir üstünlük sağlamış olur. Emrinde yalnızca 4000 asker kalan ve durumun umutsuz olduğuna kanaat getiren Hasan, Muaviye'ye barış teklifinde bulunmak durumunda kalır. Mutabakatın akabinde Kufe'ye girerken " Ben İslam'ın ilk kralıyım " dediği rivayet edilen Muaviye'nin temellerini attığı Emevi hanedanı işte bu şekilde tesis edilmiş olur. Bütün bu gelişmelerin ardından, ömrünü ibadet ederek geçirmek isteyen Hasan, Medine 'de inzivaya çekilir ancak Muaviye, onun hala hayatta olmasının kendi iktidarı için bir tehdit oluşturabileceğini düşünerek Hasan'ı öldürtür (Kimilerine göre suikastı gerçekleştiren kişi, Muaviye tarafından aklı çelinen Hasan'ın karısı Eş'as bin Kays kızı Cude'dir. Muaviye ona, Hasan'ı zehirlediği takdirde oğlu Yezid ile evleneceğini vaat etmiş ancak Hasan'ın vefatının akabinde böyle bir evlilik gerçekleşmemiştir). Muaviye, 19 yıl iktidarda kaldıktan sonra kendisinden beklenileceği üzere verdiği söze riayet etmez ve hilafeti saltanata dönüştürmeyeceği; bunun yerine istişare ile ardılının seçilmesine izin vereceği şeklinde hasan ile anlaşmış olmasına rağmen, oğlu Yezid 'in yerine geçmesini vasiyet ederek ölür. İktidarı devralan Yezid, ivedilikle Medine valisine buyruk göndererek Hüseyin'in kendisinin egemenliğini tanıdığını bildirmesini ister. Muaviye'nin ardından kendisine halife olacağı sözü verilmiş olan Hüseyin de bu usulsüzlüğe bir tepki olarak davasına destek bulmak amacıyla ailesini de yanına alarak Medine'den Kufe'ye doğru yola çıkar. Bu gelişmeyi haber alan Yezid, Hüseyin ile taraftarlarının Kufe'ye ulaşmasını önlemek amacıyla 4000 kişilik bir kuvveti onların üzerine yollar ve Hüseyin'in yürüyüşü, Kufe'ye 40 kilometre uzaklıktaki Kerbela Ovası 'nda Yezid'in kuvvetleri tarafından durdurulmuş olur. İbni Sad komutasındaki Yezid kuvvetleri, Hüseyin ve ailesinin suya ulaşım imkanını ekarte edebilmek adına Fırat kıyılarını kontrol altında tutacak şekilde konuşlanır ve İmam Hüseyin'i yanında bulunan 72 kişiyle beraber çember altına alır. Akabindeki süreçte pazarlıklar başlar ve görüşmeler 8 gün sürer. İbni Sad görüşmeler esnasında Hüseyin'e Yezid'in halife olmasının kaçınılmaz olduğunu ve Hüseyin'in buna rıza göstermekten başka çaresinin olmadığı telkininde bulunur. Bu sırada Şam'dan yani Yezid'den İbni Sad'a, Hüseyin'in direncinin kırılacağına ve onun grubundan herhangi birinin kesinlikle Fırat nehrine ulaşmaması ve su temin etmesine izin verilmemesi gerektiğine dair bir mesaj gelir. Günler geçtikçe Hüseyin ve yakınlarının su ihtiyacı artar. Bu gereksinimi gidermek adına Hüseyin'in küçük kardeşi Abbas , Fırat Nehri'ne yönelik cesur bir huruç harekatı gerçekleştirir ve birkaç kırba su ile geri dönmeyi başarır. Ancak bu geçici çözüm, nihai sona yaklaşmakta olan Hüseyin ve kafilesi adına kaçınılmaz olanın geciktirilmesinden ibarettir. Nitekim Hüseyin, yandaşlarını toplayarak hepsine teşekkür eder ve onlara karşı minnetinin sonsuz olduğunu ifade eder. Akrabalarına ve yandaşlarına gitmelerine yönelik defaatle telkinde bulunsa da hiçbiri bunu kabul etmez. Bunun üzerine Hüseyin, 10 Ekim 680'de sabaha karşı bazıları daha 14 yaşında olan taraftarlarını savaş düzenine sokar. Ancak ne yazık ki Hüseyin'in yandaşları cesurca direnmelerine rağmen sayıca çok üstün olan Yezid kuvvetleri tarafından bir bir katledilir. Hüseyin'in daha bir bebek olan oğlu dahi bu vahşetten kurtulmaz ve babasının kucağında boynuna isabet eden bir ok ile yaşama veda eder. Ölmeden önce sayısız yara alan İmam Hüseyin'in akıbeti ise, yaşanan insanlık dramının final perdesinden başka bir şey değildir. Başı kesilen ve vücudu atların nalları altında çiğnetilen Hüseyin'in ailesinden geriye sadece birkaç savunmasız kadın ve ağır yaralı büyük oğlu Ali Zeyn kalır. Onlar da muhafızlar tarafından yakalanarak Şam'a gönderilir... Hz. Muhammed 'in ailesinin Kerbela'da katledildiğinin haberi, İslam dünyasında, tabiri caizse, bir deprem etkisi yaratır. Katliamdan sonra Yezid, Hüseyin'in ağır yaralı şekilde ele geçirilen oğlu Ali Zeyn'i bir devenin arkasına bağlar ve büyük bir ganimet kazanmışçasına onu Kufe sokaklarında dolaştırır. Bununla da yetinmeyen Yezid, "otoritesini pekiştirmek adına" Hüseyin'in kesik başını halk arasında gezdirmeyi de ihmal etmez ... Bu vahşi ve insanlık dışı gösteri, muhalefeti gidermek şöyle dursun isyan ve iç savaşın çıkmasına sebebiyet verir. Hariciler , İran ve Arabistan Yarımadası'nda bağımsızlıklarını ilan eder. Kufe halkı ayaklanır ve kentin önde gelen isimlerinden bazıları Emevi iktidarını tanımadıklarını dile getirirler. İslam topraklarının parçalanmanın eşiğinde olduğunu farkına varan Yezid, zaman kaybetmeden kuvvetleriyle Mekke ve Medine 'yi kuşatır. Müslümanların kutsal şehirleri uzun süre Emeviler'e karşı dirense de belirli bir zaman zarfının akabinde teslim olmak durumunda kalır. Kerbela Olayı 'ndan dört yıl sonra, kendilerine Tevvebun yani "Tövbekarlar" diyen bir grup Müslüman, Hüseyin ve ailesinin yasını tutmak üzere katliamın gerçekleştiği yerde toplanırlar. Niyetleri hem İmam 'a bağlılıklarını göstermek hem de Hüseyin ve ailesi katledilirken Kufe'den çıkıp onların yardımına gelmemelerinden ötürü çektikleri vicdan azabını dindirmektir. Toplu halde dövünmeleri ve kurban yoluyla kefaret ödeme çabaları, zaman içerisinde Şiilik mezhebinin en önemli öğeleri haline gelecektir. Hüseyin'in ve yakınlarının yaşadığı trajedi, pek çok kültürde ve muhtelif toplumların algısında tiranlık ve zulme karşı verilen mücadelenin simgesi haline gelmiştir. Kerbela Ovası, Hüseyin'in ölümüyle beraber kutsal bir yer haline gelir ve İmam'ın gömüldüğü yere bir türbe yaptırılır. Şia itikadının takipçileri, Kerbela olayını andıkları Aşure Bayramı 'nda 10 gün süreyle yas tutarlar ve bu zaman zarfı içerisinde "Kötü Yezid'in", "İyi Hüseyin" karşısında galebe çalmasının yasını tutarak göz yaşı dökerler. Yine, bu dönemde, Kerbela katliamını anlatan temsiller düzenlenir ve 10. gün, Muhammed'in torunu İmam Hüseyin'in aldığı yaraların anısına kendilerini zincirler ile döven ve bazen de bıçaklarla kesen oruçlu erkeklerin oluşturduğu cenaze alayının geçişiyle bayram sona erer. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Abdülbaki Gölpınarlı'dan Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, Farhad Daftary'den Şii İslam Tarihi ve Laurence Louer'den Sünniler ve Şiiler / Bir İhtilafın Siyasi Tarihi adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Zamanın Ötesinde Bir Zihin: Galileo Galilei

    Galileo, tüm zamanların en önemli bilim adamlarından biridir ve bir Katolik olmasına karşın çalışmaları; bilimsel araştırmaların dinden ayrılmasına ve bilimin, dünyayı açıklamakta kullanılan bir araç olarak skolastisizmin yerini almasına yardımcı olmuştur. Modern fiziğin kurucusu olarak da nitelendirebileceğimiz Galileo, belki de kaderin cilvesiyle erken yaşta bir manastır tarikatına katılmıştır (bkz: Dominikan Tarikatı ). Ancak oğlunun bu hareketi karşısında dehşete kapılan babası, onun dini bir tedrisattan geçmesini istememektedir ve bu sebepten mütevellit Galileo'yu manastırdan çıkararak tıp eğitimi alması için Pisa 'daki üniversiteye gönderir. Parlak bir öğrenci olmasına ve kabul edilmiş gerçekleri sorgulamasından ötürü saygınlık kazanmasına rağmen üniversiteden diplomasını almadan ayrılan Galileo, okul sonrası ilk olarak Floransa 'da özel matematik dersleri vererek hayatını kazanmaya çalışır. Boş zamanlarında sarkaçlar ile deney yapmayı seven bu genç adamın parası yoktur ve bilimin masraflı bir iş olduğu düşünüldüğünde kendisine bir hami bulması gerekmektedir. Bunun üzerine yerel bir aristokrat ve aynı zamanda mekanik alanında saygın bir otorite olan Marki Guidobaldo del Monte 'nin himayesi altına giren Galileo, markinin nüfuzu sayesinde dört yıllık bir ayrılığın ardından bir zamanlar terk etmiş olduğu Pisa Üniversitesi 'ne bu sefer profesör olarak geri döner. Ancak bu alev saçlı, sıra dışı öğretmenin iş arkadaşlarıyla mesafeli bir ilişkisi olacaktır. Öğrencileriyle birlikte kentin pespaye semtlerinde sarhoş olmayı, akademisyen cübbesi giymeye tercih eden Galileo, 1592 yılında Pisa'dan ayrılarak o zamanlar Venedik tarafından yönetilmekte olan Padua 'da yeni bir göreve başlar. Yeni işi sayesinde Venedik toplumundaki güçlü ve zengin kişilerle temas kurma şansını yakalayan Galileo, Bretna kanalı üzerindeki şık villasında çılgın partiler düzenlemesiyle nam salmış, zevk ve sefa düşkünü Gianfranco Segafredo ile yakın arkadaş olur ve uçarı bir hayat tarzı benimser. Hayatımın aşkı olarak nitelendirdiği Maria Gamba ile de bu süreçte tanışan Galilei, ne olduğunu anlamadan 3 çocuk babası bir adam haline gelmiştir. Sansasyonel bir yaşam tarzına sahip olan Galileo, yine de bilimsel çalışmalarını aksatmaz. Hayatını kökünden değiştirecek olan buluşu ise teleskop olur. Aslında bu tür aygıtların ilkini 1608 yılında Hollandalı bir mercek imalatçısı geliştirmiştir. Hatta 1609 yılında Paris'te insanların bu yeni ve orijinal aleti birbirlerine hediye ettiği de bilinmektedir. Galileo bu tarz bir aletin varlığını ilk kez Venedik Doçu 'nun teknoloji danışmanı olan Peder Paolo Sarpi 'den duyar ve ufukta beliren gemilerin neyin nesi olduğunu görmeyi sağlayan bir aygıtın deniz ticaretine bağımlı olan Venedik'e (ve kendisine) büyük bir fayda sağlayabileceğini hemen kavrar. İvedilikle benzerlerinin ötesinde, görüntüyü düz (ilk teleskoplar görüntüyü ters göstermektedir) ve olduğundan on kat daha büyük gösteren bir teleskop yaparak şık bir deri kılıf içerisinde doça sunar. Doçun ihsanına mazhar olan Galileo, altın yumurtlayan tavuğunu geliştirmeye devam eder ve muhtelif Avrupalı hükümdarlara bu aygıtın birtakım versiyonlarını gönderir. Galileo zaman içerisinde görüntüyü 20 kat büyütme gücüne sahip teleskoplar geliştirir ve artık o ana dek kimsenin yapamadığı şekilde gökyüzünü gözlemleyebilmektedir. Pürüzsüz olduğu düşünülen ay ın yüzeyinde krater ler bulunduğunu keşfeden, Jüpiter 'in hareketlerini gözlemleyen ve Samanyolu 'nun binlerce farklı yıldızdan meydana geldiğini idrak eden Galileo, bulgularını Siderius Nuncius (Yıldızların Habercisi) adlı eserinde yayımlayarak akademik camiadaki saygınlığını da perçinlemiş olur. Eser, yayımlandıktan 5 yıl sonra 1610'da Çince ye dahi çevrilecektir ... Ancak Galileo'nun keşifleri aynı zamanda bir paradoks da yaratmıştır. Dünya, diğer gezegenler ile birlikte güneşin etrafında dönmektedir ve bu gerçek, İncil 'in aktardıkları ile çelişmektedir. Nicolaus Copernicus 'un başına gelenlere aşina olan Galileo, kendisinden beklenmeyecek şekilde ihtiyatlı davranmaya karar verir ve 1611 yılında Toskana 'ya bilim elçisi olarak atanmasının akabinde Roma'ya giderek Papa'yı ziyaret eder. Papa'nın başdanışmanı Kardinal Bellarmine 'den eseriyle alakalı onayı bu şekilde temin eden Galileo, Roma'da gördüğü sıcak karşılamadan cesaretle yeni keşfettiği bulguları da kamuoyuna sunar. Ancak 1621'de Papa V. Paul ile Kardinal Bellarmine 'nin ölümü, okları tekrar çılgın mucidimizin üzerine çevirir. Birtakım yüksek mevkilerde bağlantıları olması rağmen engizisyon un nefesini ensesinde hisseden Galileo, kurtuluşu, Barberini adını taşıyan genç bir soylunun özel öğretmenliğini yaparak bulur. Mevzubahis genç adamın amcasının 1623 yılında 8. Urban adıyla Aziz Petrus Tahtı 'na oturmasıyla beraber şans bir kez daha kendisine gülmüş olur. Galileo zaman kaybetmeden yeni kitabı Ayarcı 'yı Barberini ailesinin arılı armasıyla süsleyip yeni Papa'ya ithaf eder. Bu jest Urban'ın o kadar çok hoşuna gider ki yemek yediği zamanlarda kitabın yüksek sesle kendisine okunmasını istemektedir. Rüzgarı tekrar arkasına aldığını hisseden galileo, daha radikal bir adım atmaya karar verir ve 1629'da yayımladığı İki Büyük Dünya Sistemi Üzerine Diyalog adlı eserinde Kopernik çi görüşü savunan Salviati ile Batlamyus çu görüşü savunan Simplicio adlı iki karakterin ağzından okuyucuya aktardıklarıyla bir anlamda kendi sonunu hazırlamış olur. Aptal yerine konduğunu düşünen Urban, Cizvit lere Galileo'yu suçlayıcı nitelikteki tüm materyalleri toplama emri verir. Kopernikçi evren modelini benimsememesi, savunmaması ve öğretmemesi konusunda Mart 1616'daki Papa ile olan görüşmesinde Galileo'nun uyarıldığına dair tutanaklar da dahil olmak üzere pek çok belge Cizvitler tarafından toparlanır ve oluşturulan kapsamlı rapor 1631 yılında Peder Melchior İnchofer tarafından Papa'ya sunulur. Bunun üzerine Galileo, sapkınlık suçlamasıyla yargılanmak üzere Roma'ya çağrılır. Engizisyon tarafından işkence ile tehdit edilen ve arterit ten ötürü ziyadesiyle acı çekmekte olan Galileo, 69 yaşında ömür boyu hapis cezasına çarptırılır. Onu idamdan kurtaran ise, tövbe edeceğini beyan etmiş olmasıdır. Aslına bakılırsa bu o kadar da ağır bir ceza değildir. Hapis cezası, ev hapsine çevrilir ve Galileo'nun, Floransa 'yı gören tepelerde büyük bir bahçesi olan ve şehir merkezine yürüyüş mesafesi içinde bulunan taraçalı villasında cezasını ifa etmesine izin verilir. 1642 yılında ölene dek burada çalışmalarına devam Galilei, ömrünün geri kalan yıllarında ürettiği İki Yeni Bilim adlı eserde tüm evrenin insan aklı tarafından anlaşılabilecek yasalar ile yönetildiği ve matematik sayesinde öngörülebilecek güçler tarafından işlediği görüşünü ortaya atar. Mevzubahis eser gizlice İtalya'dan çıkarılarak Hollanda'da Louis Elsevier tarafından basılır ve tüm Avrupa'da bilimin gelişimi açısından hayati derecede önemli bir etki yaratır ( Isaac Newton , 1687'de yayımladığı Philosophiae Naturalis Principia Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) adlı eserini Galileo'dan ilham alarak yazmıştır). Galileo'ya ve onun düşüncelerine dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere "İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog" ve "İki Yeni Bilim Üzerine Diyaloglar" adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Tanakh: Eski Ahit’in Anlatısal Yolculuğu

    Eski Ahit'in İbranicedeki karşılığı olan "Tanakh" kelimesi, Yahudi kutsal metinlerinin üç önemli cildinin isimlerinin baş harflerinden meydana gelir. "T" harfi, Musa'nın beş kitabı olan Torah'ı; "N" harfi ", Nevi'im'i yani "Peygamberler Kitabı"nı ve son olarak "K" harfi de Ketuvim'i yani "yazılar" kitabını temsil eder. Karmaşık dini yasalar sisteminin türetildiği Torah 'ın beş kitabının bazı kısımlarını bir kenara bırakırsak, İbrani kutsal kitabı başından sonuna dek bir tarih kitabı olarak da pekala okunabilmektedir. Hikaye, tanrının insanı (erkeği) kendi suretinde topraktan yaratması ile başlar. Akabinde tanrı, Adem ile Havva 'ya içinde yaşamaları için Cennet 'i verse de onlar tanrıyı hayal kırıklığına uğratırlar ve cennetten kovulurlar. Dünyadaki sürgünlerinde devamlı olarak göç edip durmak zorunda kalan Adem ile Havva'dan kuşaklar sonra tanrı, insanı günahlarından arındırmak için yeryüzüne büyük bir sel yollar ama bu korkunç felaket esnasında dürüst bir adam olan Nuh 'u ve ailesini korur. Bilahare tanrı, Nuh'un torunu olan İbrahim 'e; çocuklarının ve torunlarının kudretli bir ulus yaratacağını bildirir. Bu gelişmeler yaşanırken aynı zamanda çölde yaşayan bir ailenin olağanüstü hayat macerası da bütün erdemleri ve kusurlarıyla tasvir edilmektedir. Bir zaman sonra İbrahim'in torunu olan Yakup 'un (bkz: İsrail ) en sevdiği oğlu olan Yusuf , kıskanç kardeşleri tarafından göçebe bir kabileye satılır ve Mısır'a götürülür. Mısır'da talihi dönen ve kendisini gösterme fırsatı yakalayan Yusuf, zaman içerisinde firavunun en güvenilir danışmanı haline gelir. Bu sırada Kenan Diyarı'nda büyük bir kıtlık yaşanmaktadır. Yakup'un önderliğinde İsrailoğulları "eski küskünlükleri bir kenara bırakarak" Mısır'a göç eder ve buraya yerleşir. Belirli bir zaman zarfının akabinde yeni bir firavun, onların zaten pagan bir toplum tarafından zihinsel olarak köleleştirilmiş durumda bulunan torunlarını fiziksel olarak da köleleştirir. Bunun üzerine tanrı, Musa'ya görünür ve ona İsrailoğulları'nı Mısır'ın boyunduruğundan kurtarma ve özgürlüklerine kavuşturma görevini verir. Esaretlerinin sona ermesiyle beraber Musa'nın önderliğindeki İbraniler, Kızıldeniz 'i geçip ıssız topraklara doğru yol alırlar. Bu sırada Musa'nın liderliği de sürekli sınanmaktadır. Musa, kardeşi Harun 'u İsrailoğulları'na başrahip olarak bırakır ve Sina Dağı 'na çıkar. Musa burada On Emir 'i doğrudan doğruya tanrıdan alır. Bu emirler, Yahudiler tarafından uyulması ve tüm dünyaya yayılması gereken "evrensel yasalar" hüviyetindedir. Lakin Musa dağda iken İbraniler inançlarını yitirirler ve altın bir buzağı inşa ederler. Musa geri döner ve tanrı, yasalara sıkı sıkıya bağlı kalmaları şartıyla onları affeder. Kırk yıl boyunca çölde dolaşmalarının akabinde başka bir önderin, Yeşaya 'nın liderliği altında ve içinde On Emir 'i sakladıkları Sözleşme Sandığı 'nı da taşıyarak, vaat edilmiş topraklar a, "süt ve bal ırmakları akan ülkeye" giriş yaparlar. 12 İsrail kabilesi, Kenan 'ın muhtelif yerlerine yerleşir ve yeni bir ulusun nüvesini oluşturmanın ilk adımlarını atmış olur. Bir dönem " yargıçlar" tarafından yönetilirler ve bir zaman sonra Kenanlılar ile olan mücadelelerinde kendilerine liderlik etmesi için bir kral atamaya karar verirler. Son yargıçları olan Samuel 'in önderliği altında (MÖ 11. yüzyıl) gevşek bağlara sahip kabile konfederasyonu, bir monarşi ye dönüşür. Karizmatik bir savaşçı olan Saul kutsanarak başa geçirilir. Kenanlılar ile yapılan bir savaşın kaybedilmesinden ötürü Saul hayatına son verir ve yerine bir başka büyük savaşçı ve Saul'ün damadı olan Davut gelir. Yahuda Devleti 'ni yıkılmaktan kurtaran Davut'tan sonra ise oğlu Süleyman iktidarı devralır ve başkent Yeruşalim 'de " Birinci Tapınağı" inşa eder (MÖ 10. yüzyıl). Süleyman'ın vefatının ardından kuzey kabilelerinden on tanesi İsrail Krallığı 'nı kurmak üzere birlikten ayrılır. Davut'un torunları ise Yahuda'da kalır ve devleti idare etmeye devam eder. İsrail krallığı halkı genellikle Baal kültü ile diğer pagan pratikleri tercih ederek ve birbirlerine adaletsizce davranarak onları koruyan tanrılarına ( Yehova ) sadece göstermelik bir bağlılık duyarlar. Peygamberler, bu şekilde devam ettikleri takdirde "kıyametin" yakın olduğunu vaaz ederek günahkar halkı uyarırlar ancak çabaları beyhudedir. İsrail Krallığı MÖ 700'de Asurlular tarafından istila edilir ve halkı kılıçtan geçirilir. Bu elim hadiseden aşağı yukarı 100 sene sonra yani MÖ 587'de bu sefer de Yahuda Krallığı, Nebukadnezar 'ın önderliğindeki Babilliler tarafından istila edilir. Halk, Babil 'e sürgün edilir ve 400 sene önce Süleyman tarafından inşa edilmiş olan kutsal tapınak yok edilir. Takriben 50 yıl sonra Yahudiler sürgünden geri dönerek Yeruşalim'in etrafındaki surları onarıp " İkinci Tapınağı" inşa ederler ve bu şekilde Eski Ahit'in anlatısı sona ermiş olur.

  • 20. Yüzyılın En Büyük Siyasi ve Askeri Dehası: Mustafa Kemal Atatürk

    Kurtuluş Savaşı'nın en önemli şahsiyeti, Türkiye Cumhuriyeti'nin büyük banisi, ilk cumhurbaşkanı ve iki mareşalinden biri olan Mustafa Kemal Atatürk, Selanik'te orta halli bir Osmanlı ailesinin mensubu olarak dünyaya gelir. Doğum tarihi genelde 1881 olarak bilinse de, Osmanlı dönemindeki kayıtlarda 1879 ve 1880 gibi tarihlere de rastlanmaktadır. 1922 yılında, saltanatın kaldırılmasından iki hafta önce hazırlanan ve bugün hala Şişli'deki Atatürk Müzesi'nde sergilenen hüviyetinden hareket ile Necdet Sakaoğlu'nun önerdiği tarih ise 4 ocak 1879'tur. Mustafa Kemal'in babası gümrük memuru Ali Rıza Bey , annesi ise Zübeyde Hanım 'dır. Ali Rıza Bey, bir ara kereste ticareti ile uğramış fakat sonunda iflas etmiş ve akabinde büyük bir moral çöküntüsü içerisine girerek vefat etmiştir. Babasının vefatı sonrası 7 yaşındaki Mustafa, ilk önce okulu bırakmış ancak kısa bir zaman zarfının akabinde halasının yanında Selanik Mülkiyesi 'nde tekrar eğitim hayatına başlamıştır. Ancak küçük Mustafa'nın gönlünde yatan bürokrat değil, asker olmaktır. Binaenaleyh bu doğrultuda, annesinden gizli olarak girdiği Selanik Askeri Rüşdiyesi sınavını kazanır ve hem kendisinin hem de ülkesinin kaderini sonsuza dek değiştireceği kariyerinin ilk adımlarını atmış olur. Dönemin Selanik'i, Osmanlı İmparatorluğu'nun en modern şehirlerinden biridir ve İkinci Abdülhamit 'i meşrutiyet ilan etmeye zorlayacak olan İttihat ve Terakki Cemiyeti 'nin de merkezi konumundadır. Her ne kadar ilerleyen yıllarda Atatürk , asker olmak istemesinin altında yatan motivasyonun üniformalı komşusuna özenmesi olduğunu ifade etse de o dönemde askeri okul, orta sınıfa mensup bir Osmanlı genci için görece rahat bir yaşam sürmenin ve belki de "sınıf atlamanın" en emin yollarından biridir. Zira bu mektepler sadece asker yetiştirmek ile kalmamakta, aynı zamanda yabancı dil eğitimini de içeren modern bir eğitim vermektedir. Nitekim askeri rüşdiyelerde okuyan subay namzetleri bu eğitim ile ileride başka alanlarda da faaliyet göstereceklerdir. Mustafa Kemal, 1896 yılında Selanik Askeri Rüşdiyesi'nden dördüncülük ile mezun olur. Ardından yine, Balkanlar 'daki bir başka şehre geçecek ve Manastır Askeri İdadisi 'ne kaydolacaktır. Burayı da ikincilik ile bitiren genç Mustafa, ileriki hayatında önemli rol oynayacak olan arkadaşları Ali Fethi Okyar ve Kazım Özalp ile de bu okulda tanışmıştır. İdadideki yılları Mustafa Kemal'in, batı kültürü ne merak saldığı yıllardır ve okuldaki derslerinden arta kalan zamanlarında Frenkler mektebi olarak da bilinen College des Freres de La Salle 'ye gidip Fransızca eğitimi almıştır. Harbiye yıllarında da yine Fransızca özel ders almayı ihmal etmeyen Mustafa Kemal, Sofya ve Karlsbad 'da bulunduğu dönemlerde ise kendisine bir Almanca hocası tutmaktan geri kalmayacaktır. Bu öğrenme ve kendini geliştirme isteği yalnızca atamıza mahsus değil, o dönemin kuşağına mensup pek çok kişide (bilhassa kurmaylarda) görülen bir özelliktir. Örneğin ismet inönü , cumhurbaşkanlığı döneminde özel bir hocadan İngilizce, fizik ve kimya dersleri almıştır. 1899 yılına gelindiğinde, orta ve lise seviyesindeki okullarda gösterdiği başarılardan mütevellit İstanbul'daki Mektebi Harbiye 'ye gitmeye hak kazanan Mustafa Kemal'in payitahta gelmesiyle beraber siyasi olarak bilinçlenmesi de bir olur. Bir ara arkadaşları ile bir gazete çıkaramaya da niyetlenen genç Mustafa'nın bu girişimi, okul müdürü Ali Rıza Paşa'nın bu gazeteden haberdar olmasıyla beraber pek de uzun ömürlü olmayacaktır. Harbiye Mektebi'nin ilk senesinde 700 öğrenci arasında 27. , ikinci senesinde 11. ve son senesinde 8. olan Mustafa Kemal, bu başarısı sayesinde Mekteb-i Erkan-ı Harbiye 'ye gitmeye hak kazanır. Genç Mustafa'nın, Ali Fuat Cebesoy ile olan yakın dostluğunun başlangıcı da yine bu dönemlere tekabül etmektedir. Ali Fuat'ın babası, daha sonra Kurtuluş Savaşı 'nın ilk yıllarında da önemli bir rol oynayacak olan İsmail Fazıl Paşa 'dır. İkinci Abdülhamit tarafından sürgüne gönderilmiş ve terfii uzun süre engellenmiş muhalif bir komutan olan İsmail Fazıl Paşa, oğlunun yakın arkadaşını kendi evladı gibi kollamaktadır. Mustafa Kemal, izin günlerinde Ali Fuatların Kuzguncuk 'taki evine sık sık gitmekte ve bu iki genç delikanlı hafta sonları İstanbul'u baştan sona arşınlamaktadır. Mustafa Kemal, 1905 yılında Erkan-ı Harbiye'den mezun olur ve artık kıtaya çıkması gerekmektedir. Ancak mezuniyetinden hemen önce yaşadığı tatsız bir olay (Şişli'de Harbiyeli arkadaşlarıyla yaptığı gizli toplantılar bir muhbir tarafından saraya ihbar edilir ve neticesinde Mustafa Kemal ile arkadaşları birkaç hafta hapis yatar), gönlünde yatan aslan Makedonya olmasına rağmen (bir nevi sürgün anlamına da gelen) kendisini Suriye 'deki 5. Ordu'da bulmasına sebebiyet verir. Bu atama onun kariyerinde önemli bir rol oynayacaktır; zira bu yıllar İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin serpildiği döneme tekabül eder ve Mustafa Kemal o an için "oyunun" uzağında kalmış gibi gözükmektedir. Makedonya'da görev bulabildiğinde ve İttihat ve Terakki'ye üye olduğunda ise, takvim yaprakları 1907 yılını göstermektedir. Bu iki yıllık gecikme kendisinin Enver Paşa gibi akranları tarafından bir süre ekarte edilmesine yol açacaktır. İkinci Meşrutiyet 'in 1908'deki ilanıyla birlikte kendilerini bir anda siyasetin göbeğinde bulan İttihat ve Terakki'nin önde gelen liderleri ile Mustafa Kemal arasında her daim bir fikir ayrılığı olmuştur. Mustafa Kemal'e göre ordu, siyasete angaje olmamalıdır ve kendisi bu eleştirilerini 1909'da toplanan cemiyetin kongresi başta olmak üzere defaatle ve açık şekilde pek çok yerde dile getirmekten de çekinmemektedir. Gençliğinin, dönemin ruhunun ve karakterinin de etkisiyle Mustafa Kemal, kariyeri boyunca birçok kez düşündüğünü söylemekten imtina etmeyen bir hüviyete sahiptir. Her vizyoner gibi o da, çevresinin ekseriyeti tarafından anlaşılamamaktadır ve inatçıdır. Karşıt görüşleri dinlemek ile beraber, herhangi bir şeyi kafasına koyduysa onu kararından döndürmek zordur. Askeri kariyerinin ilk senesinde bilhassa bu aykırı mizacı ve düşüncelerinden mütevellit geri planda kalmak zorunda olması, kendisine hazır olmayan toplulukların arka plana ittiği mühim tarihi şahsiyetler gibi, onun da elbette canını sıkmış olmalıdır. Ancak dönem savaş dönemidir ve parlak bir kumandan, gerçek değerini her daim muharebe meydanlarında ispatlama şansına sahiptir. Nitekim kariyerini kurtaran da belki de ahvalin bu şekilde hasıl olması olacaktır; olası bir barış döneminde Mustafa Kemal gibi çevresinin çok ilerisinde vizyona sahip birinin, insanlığın müdebbir vasatlığına yenik düşmesi ihtimaller dahilindedir. Onun gibi aksiyon adamlarının en büyük düşmanının "atalet" olması boşuna değildir. Çanakkale 'de kurmay olarak maharetlerini sergilediğinde, en büyük rakibi Enver dahi onun vazgeçilmez olduğunu anlayacaktır ... Mustafa Kemal'in cemiyet içindeki en önemli rakibi Enver Paşa 'dır. Bu iki parlak subay adeta birbirlerinin zıddıdır. Enver'in romantizmine ve tez canlılığına karşılık, Mustafa Kemal'in gerçekçiliği ve kararlığı söz konusudur. Enver, Mustafa Kemal'in askerlik kariyerinin ilk on yılında hemen her aşamada şu veyahut bu şekilde onun önünü kesmiş ve parlamasına engel olmuştur. Örneğin; 1909'da Hareket Ordusu, İkinci Meşrutiyet'i korumak için İstanbul'a yürüyüşe geçtiğinde, ordunun başında Selanik Redif Komutanı Hüsnü Paşa vardır ve onun kurmay başkanı genç kolağası Mustafa Kemal'dir. Enver ise o sırada Berlin 'de ateşemiliter olarak görevlidir. Ancak ordu, tam İstanbul önlerine geldiğinde Enver onlara yetişecek ve kurmay başkanlığı Mustafa Kemal'den devralacaktır. Selanik'teki İttihat ve Terakki merkezinden gelen talimata göre, ordunun komutası Mahmut Şevket Paşa 'ya devredilmelidir. Tahmin edebileceğiniz üzere onun da Kurmay Başkanı Enver'den başkası değildir. Balkan Savaşları 'nda da benzer bir "köşe kapmaca" durumu hasıl olur. Hem Bolayır Muharebesi 'nde hem de Edirne 'nin kurtarılışı esnasında Enver ile Mustafa Kemal karşı karşıya gelir. Lakin nihayetinde, 1913 yılındaki Bab-ı Ali baskını ile bu rekabet kesin bir şekilde Enver lehine sonuçlanacaktır. O, artık bir Osmanlı Prensesi ile evlidir yani bir Damad-ı Şehriyari 'dir. Rütbeleri "birer ikişer" alıp paşa olmuş, bununla da yetinilmemiş bir de üzerine harbiye nazırlığına getirilmiştir. Bu sırada Mustafa Kemal'in payına, Sofya 'ya diplomatik bir görevle (sürgüne) gönderilmek düşmüştür. Mustafa Kemal'in Çanakkale'de kazanacağı prestij ise, bu dengeyi yavaş yavaş değiştirecektir. Birinci Dünya Savaşı 'nın ilerleyen yıllarında Suriye 'de ve Doğu Cephesi 'nde Kazım Karabekir ve İsmet İnönü gibi isimlere de komutanlık yapan Mustafa Kemal'i, Kurtuluş Savaşı 'nın gelecekteki kurmaylarının, kendisini lider olarak görmeye başlamış olmaları da kanaatimce bu döneme tekabül etmektedir. Mustafa Kemal ile Enver arasındaki ilişkiyi kavrayabilmek için o dönemin ruhunu ve kuşağını doğru analiz ve idrak etmek gerekmektedir. Karşımızda sadece kendisini düşünen, pragmatist bir kariyerizm içerisinde boğulmuş insanlar değil; aynı okullardan çıkmış idealist subaylar vardır. Mevzubahis subaylar, en güçlü gözüktükleri anlarda dahi kendi arkadaşları gözündeki itibarları kadar muktedirdirler. Nitekim en acımasız zamanlarda bile "vatanı kurtarmak" olarak tanımladıkları bir ülkü çerçevesinde hayatlarını riske atmaktan çekinmeyeceklerdir. Lakin ahvalin bu şekilde hasıl olması Enver'in, özellikle Çanakkale Savaşları'ndaki başarılarının akabinde Mustafa Kemal'den "tedirgin" olmasının önüne ket vuramayacaktır. Bu tedirginliği, Mustafa Kemal'in resmini Harp Mecmuası 'nın kapağından çıkarttırmasında ve kendisini paşa yapmak "zorunda kaldığında" söylediklerinde görmek mümkündür: "Mustafa Kemal'in mirlivalığa terfi iradesi cebimdedir. Ama siz onu bilmezsiniz. O hiçbir şey ile memnun olmaz. Mirliva olur, feriklik ister; ferik olur, müşirlik ister. Müşir yaparsınız, bununla da yetinmez; padişahlık ister." Velhasıl İttihat ve Terakki Cemiyeti'nde aradığını bulamasa da Mustafa Kemal, subaylık meziyetlerini görev aldığı her sahada başarılı bir şekilde sergilemiştir. Özellikle, Osmanlı İmparatorluğu'nun kaderini belirleyen cihan harbi ndeki faaliyetlerine baktığımızda Mustafa Kemal'in ileride de karşımıza çıkacak iki mühim niteliği gözümüze çarpacaktır. İlk olarak, harp boyunca, başta Liman von Sanders olmak üzere Alman komutanların aldığı yanlış kararları sorgulayacak ve inisiyatif almaktan çekinmeyecektir. Alman subayların, Osmanlı ordusunda bu kadar söz sahibi olmasını, egemenlik açısından doğru bulmamakta ve açıkça eleştirmektedir. İkinci olarak, yaptığı tüm tahminler doğru çıkmış ve askeri dehası taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanmıştır. Örneğin; Çanakkale Savaşları esnasında İngilizlerin yaptığı çıkarmanın ilk günü Arıburnu 'ndan Conkbayırı 'na ilerleyen düşman birliklerini durduran kumandan odur. Dört ay sonra Anafartalar 'da düşmana ağır kayıplar verdiren de yine bizzat kendisidir. Çanakkale'nin akabinde, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, Suriye ve Doğu Anadolu gibi pek çok cephede komutanlık yapan Mustafa Kemal, kendisinden "esirgenen" paşa rütbesine mirliva olarak atandığı 1916 senesinde ulaşır. Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandığı sırada ise, Yıldırım Orduları Kumandanı sıfatıyla askeri kariyerindeki en prestijli görevlerinden birini ifa etmektedir. Aynı şekilde, mütarekenin imzalanacağından haberi olur olmaz, İstanbul'u telgraf yağmuruna tutarak tavsiyelerini paylaşmakta da zaman kaybetmeyecektir. Pes etmeyen, halkından ve vatanından bir an olsun ümidini kesmeyen, çağının fersah fersah ötesindeki bu büyük adam a göre; yeni askere alımlar ile ordu güçlendirilmeli, askeri teçhizatlar Toroslar 'ın güneyine taşınmalı ve Mondros'taki kısıtlamalardan etkilenmeyen jandarma kuvvetleri güçlendirilmelidir. Mütarekenin meşhur yedinci maddesi nin, İtilaf Devletleri tarafından kötüye kullanacağının ivedilikle farkına varan Mustafa kemal paşa, İngilizler kendisinden İskenderun 'u boşaltmasını istediğinde askerlerine ateş emri vermiş, lakin saraydan gelen talimat ile bu emrini geri çekmiştir. Nitekim kısa bir zaman zarfının akabinde de bilhassa harbiye nezareti ile sürekli fikir ayrılığına düşmesi onun payitahta yani İstanbul'a geri çağrılmasına sebebiyet verecektir. Ancak bu, ilerleyen yıllarda Atatürk'ün ölümsüz eseri Nutuk 'ta da ifade ettiği gibi, onun öngördüğü bir durumdur. Zira artık esas mücadele cephelerde değil, siyasi dengelerin her gün değiştiği yorgun payitahtta verilmelidir. Mustafa Kemal Paşa'nın en başından beri kadim düzeni ya da Fransızların deyimiyle Ancien Regime 'i demode bulduğu aşikardır ve onu olabildiğince köklü bir şekilde değiştirmek istemektedir. Bu değişimin bir kültürel ayağı olmasını istediği de bellidir; zira Sofya Operası 'nda Bizet 'nin Carmen 'ini dinledikten sonra böyle bir eser üreten bir toplumun yıkılamayacağını ifade eden bir şahsiyetten bahsediyoruz. Bunun dışında "yabancıların" askeri ve idari olarak müdahil olmasından duyduğu rahatsızlığı da Çanakkale'de Liman Von Sanders'e ve Suriye'de Von Falkenhayn 'a karşı tavırlarından anlayabiliyoruz. İstanbul'a dönmesinin akabinde zaman kaybetmeden çalışmalarına başlayan Mustafa Kemal Paşa, 14 Ekim 1918'de Vahdettin'in yaveri Naci Eldeniz 'e çektiği telgrafta Tevfik Paşa yerine Ahmet İzzet Paşa 'nın sadrazam olması gerektiğini belirtmiş ve yeni oluşturulacak kabinede Ali Fethi , Rauf , İsmail Canbulat , Tahsin Uzer ve Azmi bey ler ile birlikte kendisinin de harbiye nazırı olarak yer alması gerektiğini önermiştir. Mondros'u takip eden kaos ortamında komutanların askerlerini terhis etmesinin ve silah ile teçhizatın düşmana teslim edilmesinin önüne geçmek adına harbiye nezareti nin kontrolü bilhassa ehemmiyet teşkil etmektedir. İstanbul'da kaldığı zaman zarfı boyunca dört kere Vahdettin ile görüşme imkanı bulan Mustafa Kemal Paşa, ondan bir şey beklememek gerektiğini hemen anlamıştır. Mebusan Meclisi 'nin de aksiyon almakta atıl kaldığını fark eden bu azimli kurmay, direniş için umudun Anadolu 'da olduğuna karar verir ve Ali Fuat Cebesoy , Kazım Karabekir , İsmet İnönü gibi vatanperver subaylar ile "vatanın selameti" için toplantılar yapmaya başlar. Bir zaman sonra İngilizlerin, Ali Fethi Okyar 'ın da aralarında olduğu birtakım Osmanlı subay ve siyasetçilerini tutuklayıp Malta'ya sürgüne göndermesi, İstanbul'da yapılacak bir şey kalmadığının ve direniş için Anadolu'ya geçmek gerektiğinin Mustafa Kemal ve silah arkadaşları açısından kesin göstergesi olur. Nitekim Ali Fuat ve Kazım Karabekir paşalar, kendilerini Anadolu'daki iki kolordunun başına atatmayı başarmışlardır. Mustafa Kemal Paşa da aradığı fırsatı, İngilizler'den gelen bir talep ile yakalar; Doğu Karadeniz'deki "karışıklıkların" bastırılması ve "asayiş-i dahili"nin sağlanması için oluşturulan "9. Ordu Kıtaatı Müfettişliği". Genç, dinamik ve prestijli bir komutan olarak Mustafa Kemal Paşa, dönemin şartlarında bu görev için en ideal isim olarak gözükmektedir. Her ne kadar İttihatçılar ile sınıf arkadaşı olsa da, aktif olarak siyaset yapmaktan kaçınmış ve hatta subayların siyasete girmemesi gerektiğini defaatle dile getirmiştir. Ayrıca padişahın da güvendiği bir isim olan Mustafa Kemal Paşa; Vahdettin'e 1918'deki Almanya seyahati esnasında eşlik etmiştir yani onun bir anlamda fahri yaveridir. Örneğin; bu kadar geniş yetkiler ile Anadolu'ya gönderilmesine karşı çıkan adliye nazırı ve şeyhülislama, Damat Ferit !, padişahın Mustafa Kemal Paşa'ya olan teveccühünü hatırlatacaktır. Tabi Damat Ferit gibi bir haini kendisine güvenebileceği konusunda ikna eden sebepler arasında, Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a hareket etmeden hemen önce 14 mayıs akşamı onunla görüştüğü sırada gösterdiği kişisel karizması ve diplomasi yeteneğini de unutmamak gerekir. Mustafa Kemal Paşa Anadolu'ya geçer geçmez, ordu müfettişliği unvanının verdiği yetkileri de kullanarak ivedilik ile bir direniş örgütlemeye koyulur. Bu noktada tüm Kurtuluş Savaşı boyunca kendisini gösterecek olan bir örüntüden bahsetmezsek, Atatürk'ü milli mücadelenin diğer paşalarından ayıran özelliği ifade etmekte zorlanırız. Diğer kumandanların aksine Mustafa Kemal Paşa, başkentin ataletinin en başından beri farkındadır. Damat Ferit'i de, Vahdettin'i de çok iyi tanımaktadır ve onun vizyonu Anadolu'dan yeni bir hareket çıkarmak, ülkeyi kurtarmayı başarabilirse de yeni bir düzen kurup imparatorluğun kronik problemlerini çözmektir. Binaenaleyh en cesur hamleleri yapmaktan çekinmez. Bu hamlelerin her birinde yanındakilerin "şerhiyle" karşılaşması, milli mücadele boyunca karşımıza çıkan bahsettiğimiz "örüntüdür". Gerek Erzurum ve Sivas Kongrelerinde gerekse ardından son Osmanlı Meclisi' nin toplanmasına yol açan süreçte Atatürk, yanındakilerinin ekseriyetinin kendisine olan desteğinin "şartlı" olduğunun farkındadır. Zaten Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarında yanında bulunan Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele gibi isimlerle ilerleyen yıllarda yollarının ayrılmasının nedeni biraz da budur. Mustafa Kemal, bu paşalara nazaran daha radikal fikirlere sahiptir ve bu fikirlerin "uygulama" zamanı geldiğinde bunu hiç tereddüt etmeden fiiliyata dökme konusunda da ısrarcıdır. Gençlik yıllarından itibaren kafasında her daim modern bir toplum ve devlet modeli olan Mustafa Kemal Atatürk, bu tasavvurunu köklü inkılap lar ile gerçekleştirmek isteyen biridir. Kariyerinin ilk dönemlerinde fikirleri fazla iddialı bulunup pek fazla itibar görmemiş olsa da Birinci Dünya Savaşı 'ndan başlayarak Kurtuluş Savaşı'nın sonuna kadarki süreçte elde ettiği muazzam başarılar, ülkemizin ve toplumumuzun bekası için yapmak istediklerini gerçekleştirmek adına kendisine gerekli olan güç ve yetkiyi elde etmesine imkan sağlamıştır. Atatürk 'e dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Falih Rıfkı Atay'dan Çankaya, Attila İlhan'dan Hangi Atatürk, İlber Ortaylı'dan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Emrah Safa Gürkan'dan Büyük Devrimin Portreleri: Cumhuriyet'in 100 İsmi adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Haçlı Seferlerinin En Karanlık Yüzü: Maarra

    "Burası yabani hayvanların kol gezdiği bir çayırlık mı yoksa benim evim mi, doğduğum yer mi, bilmiyorum!" Bağları, zeytinlikleri ve incir bahçeleriyle refah içerisinde ve o dönemde Halep 'in hükümdarı olan Rıdvan 'ın metbuluğu altında dingin bir yaşam idame ettiren Maarra şehrinin kaderi, "kutsal toprakları kurtarma" gayesi ile batıdan yola revan olmuş ve daha sonra Haçlılar olarak nitelendirilecek olan Frenk lerin istilası sırasında korkunç bir hal alacaktır. 1098'in ilk aylarında Maarra sakinleri, kendi şehirlerinden üç günlük yürüyüş mesafesi uzaklıkta bulunan Antakya 'da gerçekleşen savaşı kaygı içerisinde takip etmektedirler. Şehrin düşmesinin akabinde muzaffer Frenkler, komşu birkaç köye çapul akını düzenlemiş ancak Maarra'ya dokunmamışlardır. Sıranın kendilerinde olduğunu hisseden şehrin kimi sakinleri, daha güvenli olacağını düşünerek Halep , Humus ve Hama gibi nispeten daha büyük ve korunaklı yerlere göç etmeyi tercih etmiş ve zaman, kasım ayının ortasına doğru binlerce Frenk atlısı gelip de Maarra'yı kuşattığında, bu kaygıların ne kadar yerinde olduğunu haklı çıkarmıştır. Nüfusun bir bölümü kaçmayı başarmış olsa da, çoğunluk kapana kısılmıştır. Maarra'da düzenli bir ordu değil, yalnızca şehir milisi vardır ve hiçbir askeri tecrübesi olmayan birkaç yüz genç de, tehlikenin büyümesinin ardından ivedilikle milis kuvvetlere katılmıştır. Ürkütücü şövalyeler karşısında iki hafta boyunca şehri cesurca savunan kuvvetlerin direnci, 11 Aralık 1098'de kırılmış ve Maarra'nın ileri gelenleri, saldırganların başında bulunan Antakya'nın yeni efendisi ve 1. Haçlı Seferi 'nin meşhur 4 komutanından biri olan Bohemond ile şehrin teslim şartlarını görüşmek üzere temas kurmuştur. Bohemond, çarpışmayı kesip bazı meskun yerlerden çekilmeleri koşuluyla şehrin sakinlerinin canının bağışlanacağına dair söz vermiş; ancak Haçlı Seferleri esnasında sıkça gördüğümüz üzere Frenkler, yine, verdikleri sözde durmamışlardır. İbnü'l Esir 'in aktardığına göre; 12 aralık günü şafak ile beraber şehre giren kuvvetler, büyük bir kıyım gerçekleştirmiştir. Ancak anlatıdaki dehşet, kurban sayısının çokluğundan ziyade, ahaliye reva görülen ve tasavvuru bile güç olan sondan kaynaklanmaktadır. "Maarra'da bizimkiler yetişkin dinsizleri kazanlarda kaynatıyor, çocukları ise şişe geçiriyor ve kızartıp yiyorlardı."  Bu sözler, Frenk kronikçi Raoul de Caen 'e aittir. Maarra'ya yakın yerleşimlerde yaşayanlar, Raoul'un bu itirafını okumasalar dahi, görüp işittiklerini ömürlerinin sonuna kadar unutamayacaklardır. Hem yerel ozanlar hem de sözlü rivayetler tarafından yayılan bu vahşetin anıları, silinmesi çok zor bir Frenk imgesini belleklere kazıyacaktır. O dönemde kültür olarak çok üstün olsa da, her türlü savaşçılık özelliğini çoktan yitirmiş olan Araplar açısından Frenk istilası, korku ve horgörünün birbirine karıştığı duyguların hasıl olmasına sebebiyet verecektir. Bu algının bir tezahürü olarak Arapların hemen hemen bütün destan edebiyatında Frenkler, "insan yiyen kişiler" olarak betimlenecektir. Maarra'daki vahşetin ertesi yılı Bohemond'un Papa'ya gönderdiği resmi mektupta konuya dair şu ifadeler yer almaktadır: "Ordu, Maarra'da korkunç bir açlığın pençesine düştü ve ihtiyaç, onları Müslümanların cesetlerini yemek gibi canavarca bir işe mecbur etti." Maarra bölgesinin sakinlerinin maruz kaldıkları ve sadece "açlık" ile izah edilemeyecek zulüm, 1098'nin meşum kışı boyunca devam etmiştir. Bağnaz Frenk çeteleri olan Tafur ların, Müslüman eti yemek istediklerini yüksek ses ile haykırarak kırlara dağıldıkları ve akşamları öldürdükleri insanları parçalayıp yemek için yaktıkları ateşin başında toplandıkları, muhtelif kaynaklarda belirtilmektedir. Bu yamyamlık bir ihtiyacın sonucu mudur yoksa bağnazlığın mı ? Tüm bu anlatılanlar son derece gerçekdışı gelse de, tanıklıklarda dile getirilen suçlamalar hem betimledikleri olaylar hem de hissedilen marazi hava açısından inandırıcıdır. Bu bağlamda, Maarra'daki kuşatmaya bizzat katılmış Frenk kronikçi Albert d'Aix 'in bir cümlesi, dehşet düzeyindeki erişilmezliğini korumaktadır: "Bizimkiler sadece öldürülmüş Müslümanları değil, köpekleri bile hiç iğrenmeden yiyorlardı !" Maarra'da yaşanan vahşet, Araplar ile Frenkler arasında yüzyıllar geçse de kapanmayacak derin bir uçurum yaratacaktır. Bu menfur hadisenin bir sonucu olarak, Frenk istilası sırasında pek çok şehir, köşeye sıkıştırılmadıkları takdirde direnmeden teslim olmuştur. Arkalarında dumanı tüten harabelerden başka bir şey bırakmayan Frenklerin Kudüs'e doğru yürüyüşleri esnasında kendi iç çekişmeleriyle meşgul olan Suriyeli emirler ise, Maarra ile aynı kaderi paylaşmamak adına istilacılara armağanlar yüklenmiş elçiler göndermiş ve iyi niyetleri konusunda güvence vermişlerdir. Haçlı Seferleri'ne dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere; Ernoul Kroniği / Haçlı Seferleri Tarihi ve Amin Maalouf'dan Arapların Gözünden Haçlı Seferleri adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Protestan Reformu ve Avrupa’nın Dönüşümü

    16. yüzyılın başlarında genç bir üniversite öğrencisi Almanya'nın Erfurt kasabası civarındaki kırlarda yürümektedir. Bir fırtına çıkar ve şimşekler çakmaya başlar. O esnada bir yıldırım, genç adamı kıl payı ıskalayarak toprağa saplanır. Genç adam bu olayı, tanrıdan gelen ilahi bir işaret olarak addeder ve ona olan minnetini göstermek adına papaz olmaya karar verir. Martin Luther , doğduğu yer ve yetiştiği ailenin de etkisiyle küçük yaşlarından itibaren belirli aralıklarla nevrotik dönemlerden geçen ve çevresine adapte olma konusunda birtakım güçlükler çeken, tabiri caizse münzevi bir kişiliktir. 1510 yılında, yine, bu tarz buhranlı bir ruh halindeyken gerçekleştirdiği Roma yolculuğu da aslında bir süredir gözlemlediği ve kendisini düşünmekten alıkoyamadığı birtakım "olumsuzlukların" dışavurumundan ibarettir. Muhtelif bunalım türlerinin ortak özelliği; kişinin yaşadığı dünyayı çirkin ve kötü bir yer olarak addetmeye başlamasıdır. Ne dinlediği müzikten hoşnut olabilen ne de doğası itibariyle sosyal bir varlık olmasına rağmen çevresindeki insanlarla diyalog kurmaktan keyif alabilen kişi, bu nevrozun bir sonucu olarak mütemadiyen her şeyi sorgulamaya başlar. Binaenaleyh Martin için de Roma, sözüm ona uhrevi bir kent olmasına rağmen büyük zenginliği ve ölçüsüz savurganlığı ile yozlaşmış bir hüviyete sahiptir. Kilisenin prensleri yani kardinal ler, metrelerce kumaş harcanarak dikilmiş kaftanlar giymekte ve kutsal şehrin sokaklarında arzı endam etmektedir. Neferi olduğu öğretinin temsil ettiği değerler ile birebir zıtlık içerisinde olan Aziz Petrus'un tahtı için bir şeyler yapılması gerektiğine kanaat getiren Luther, nihayetinde İsa'nın izinden giderek çilekeş bir yaşam süren ve "zengin adamı" cennete sokacak yegane niteliğin alçakgönüllülük olduğunu dile getiren gezgin bir din adamıdır ... Protestan lığın sadece nevrotik bir keşişin Roma 'da deneyimlediklerinden mütevellit ortaya çıktığını iddia etmek, olguları basite indirgemek olacaktır. İnsanlık tarihi boyunca gözlemleyebileceğimiz gibi büyük değişimler; rastlantısal olaylar ile elverişli koşullar çakıştığı zaman meydana gelir. Filhakika Luther ortaya çıkmadan önce de pek çok kişi uzun süredir (Roma İmparatorluğu ile kilisenin nikahlanmasından bu yana) kiliseyi eleştirmekte, onun gücüne ve zenginliğine karşı çıkmaktadır. (bkz: Tanchelmus ) (bkz: John Wyclif ) lakin muhtelif isimler arasında en büyük etkiyi ve köklü bir değişimi yaratacak olan Martin Luther'dir. Luther ilk olarak öfkesini, kilisenin "parayla günah bağışlama" uygulamasına yöneltir. Roma, bu işten ciddi bir gelir elde etmektedir ve Martin'in kutsal şehirde bulunduğu esnada "günah bağışlama piyasasında" patlama yaşanmaktadır. Örneğin; 1516 yılında Papa X. Leo "üc reti mukabilinde" kutsal emanetleri görmeye gelenlerin günahlarını affetmiştir. 1517 yılında ise Tetzel adlı bir Dominiken rahibi, katedral inşa etmek ve bağlı olduğu başpiskoposun "kişisel" borçlarını ödemesine yardımcı olmak adına Almanya'da kapı kapı gezip para karşılığı günah bağışlamıştır. 16. yüzyılın ilk yarısında İsa'nın giysileri ya da üzerinde gerildiği tahta haçın parçaları gibi sözüm ona kutsal emanetler hemen her yerde satılmaktadır ve birtakım manastırların en önemli gelir kalemi, kutsal emanetlerin endüstriyel ölçekte üretimidir. Yine, kilisedeki önemli pozisyonların rüşvet karşılığında alınıp satılması, dönemin alışkanlık haline gelmiş bir diğer uygulamasıdır. Yukarıda bahsini geçirdiğimiz Tetzel 'in "hamisi" olan Mainz başpiskoposu, bulunduğu konumu elde etmek adına verdiği rüşvetlerden mütevellit büyük bir borç yükünün tahakkümü altındadır. Bütün bu gelişmelerin akabinde ve gördüklerinin de etkisiyle öfkeli Luther, kilisenin anlamsız uygulamalarına yönelik eleştirilerini içeren meşhur 95 Tez 'ini hazırlar ve 31 Ekim 1517'de metni Wittenberg Katedrali 'nin kapısına çiviler. Mevzubahis davranış bugün bize fazlasıyla dramatik ya da tiyatral gelebilir ancak Orta Çağ Avrupası'nda bir tartışma başlatmak isteyen kimseler ekseriyetle bu şekilde davranmaktadır. Nitekim Luther'in bu hareketi gerçekten de Avrupa tarihindeki görece en büyük dini kargaşanın fitilini ateşleyecektir. Luther'in Katolik öğretisine karşı eleştirisi üç temel noktaya odaklanmaktadır. İlk olarak Aziz Pavlus 'un Romalılara yazdığı mektuptaki bir pasaja dayanarak insanların "kurtuluş" için sadece iman etmelerinin (inanmalarının) yeterli olduğunu ileri süren Martin; rahiplerin, keşişlerin, piskoposların ve benzerlerinin "sıradan bir insandan" daha kutsal ya da mühim olmadığını ifade eder. Ona göre gösterişli ayinlerin, resimlerin, diz çökmelerin ya da parayla günah bağışlamaların herhangi bir ehemmiyeti yoktur ve bütün bunların "kurtuluş" için bir araç olarak görülmesi saçmalıktan ibarettir. Önemli olan yegane şey, Sola Fide yani "sadece inanç"tır. İnananların tanrıya sadece ayinlere katılarak ya da dua ederek değil, günlük hayatlarını idame ettirmek için ifa ettikleri görevlerini (işlerini) şevk ile yerine getirerek ibadet etmesi de mümkündür. Hülasa ister hasat kaldırmak ister ticaret yapmak olsun, "sıkı ve dürüst bir şekilde çalışmak" da tanrıya ibadet etmenin bir yoludur. İkinci olarak Luther, kutsal kitabın Hristiyanlığa dair yegane bilgi kaynağı olduğunu ileri sürer. Ona göre İncil 'in okunması ve içeriği hakkında düşünülmesi bireylerin hem hakkı hem de vicdani sorumluluğudur. Papa'ya varıncaya dek hiçbir rahibin bu süreç içerisinde işlevsel bir yeri yoktur çünkü kurtuluş, bireysel bir meseledir ve kişinin vicdanı ile tanrı arasındaki ilişkide aracıya gerek duyulmamalıdır. Üçüncü olarak Luther, vaftiz ya da komünyon gibi ayinlerin "büyülü" bir yanı olmadığını dile getirir. Bunlar inancın sembollerinden başka bir şey değildir. Katolik öğretisi ise rahibin şarap ekmek ayini sırasında şarabı ve ekmeği, İsa'nın kanı ve etine dönüştürme gücüne sahip olduğunu belirtmektedir. Luther, bu fikirlerin bir kenara atılması gerektiğini ifade eder ve böylece ileride Calvin gibi birtakım Protestanların komünyon ayininin sembolik anlamı dışında herhangi bir niteliği olmadığını iddia etmelerinin zeminini hazırlamış olur. Aslına bakılırsa Luther'in fikirlerini objektif bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde söylediklerinde özgün veyahut benzersiz bir yan olmadığını kolaylıkla gözlemleyebiliriz. Farklı inanç sistemlerinde de görebileceğimiz üzere "tanrı fikri" nerede bir rahipler hiyerarşisi ve ayinler silsilesi doğuran örgütlü bir din halini alacak olsa, birileri çıkıp bireysel ibadetin daha önemli olduğunu ileri sürmekte ve günlük yaşamımız içerisinde gerçekleştirdiğimiz en sıradan eylemler dahil, her şeyin aslında ilahi ve uhrevi bir hüviyeti olduğunu (bkz: ibadet ) iddia etmektedir. Ancak Luther'in kişisel protestosunun pek çok insanın hep bir ağızdan attığı savaş narasına dönüşmesinin belli başlı tarihsel sebepleri vardır. Örneğin; 15. yüzyılın ikinci yarısı ve 16. yüzyılın başı itibariyle okuryazarlığın artması ve ucuz kitapların yaygınlaşması, Martin'in fikirlerinin bir ülkeden ötekine sıçramasına yardım etmiştir. Dini ve dünyevi otoriteler, artık yalnızca kitapları yakarak fikirleri yok etmeyi başaramamaktadır çünkü yeni teknoloji (bkz: matbaa ), yakılanların yerine ivedilikle yenilerinin konmasına olanak sağlamaktadır. Antik Yunan'a ve kadim Roma'ya yeniden ilgi duyulması, insan aklını her şeyden üstün tutan hümanizm felsefesini beslemiş ve septisizm 'i teşvik etmiştir (bkz: neoklasisizm ). Yine, kutsal kitabın İbraniceden ve Yunancadan yapılan çevirileri toplumun, kilisenin kutsal metinlere dair resmi yorumlarını sorgulamasına neden olmuş ve Erasmus gibi düşünürlerin hicvi, cehalet ve batıl inançlara karşı bir silah olarak kullanmasına olanak sağlamıştır. (bkz: Deliliğe Övgü ) (bkz: Deliler Gemisi ) Protestanlığın başarısındaki bir diğer unsur da ekonomi modeli ndeki değişimlere doğru bir şekilde entegre olmasıdır. Teknolojik gelişmeler, keşfedilen Yeni Dünya 'daki zenginlikler ve gelişmiş iletişim ile taşımacılık yöntemlerinin ortaya çıkması bilhassa tüccarların daha uzak ve farklı yerlerde ticaret yapmasına ve büyük servetler edinmesine olanak sağlamıştır. Aynı zamanda kendi yiyeceğini ve giysilerini üreten aile birimi , insanların gereksinim duyduğu şeyleri satın alma kapasitesi elde edebilmek için emeğini satmaya başlamasıyla birlikte daha az kendi kendine yeter bir hale gelmiştir. Bilahare Karl Marx 'ın da ifade edeceği gibi bu yeni kapitalist yaşam tarzının kendine özgü birtakım sakıncaları vardır. Mevzubahis düzende parası olmayanın gücü de yoktur ve işçiler, aynı kişiye hem emeklerini satmak hem de ondan temel ihtiyaçlarını "satın almak" durumundadır ve arz sahibi de bu yol ile işçileri sömürerek azami kar elde etmektedir. İşte bu noktada protestanlık inancının, yeni ekonomik modele uyumlandığını görürüz. İtikadın savunduğu ilke doğrultusunda tanrıya günlük yaşam pratikleri kanalıyla ibadet edilebileceği fikri, çalışmanın kendisinin ruhani bir etkinlik olduğu anlamına gelmektedir. Yine, Protestanlığın lüks ve zenginliği reddetmesi ve dindarlardan çalışkan olmalarını istemesi, pragmatist arz sahiplerinin daha fazla kar etmeye özenmelerine sebebiyet vermektedir. Velhasıl "rastlantısal" olarak şartların ortaya çıkardığı uyum, kapitalizmin de yeni amentüyü desteklemesine neden olmuştur. Milliyetçilik akımının ortaya çıkışı da, yine, Protestanlığın yayılışının ilk aşamalarında önemli bir rol oynamıştır. Avrupalı hükümdarlar, oldukça maliyetli haçlı seferleri ni finanse etmek ve kiliseye ağır vergiler ödemek zorunda bırakılmalarından (papanın, bilhassa monarşiler üzerindeki tahakkümünü de unutmayalım) mütevellit Luther'in Papa'nın otoritesini reddetme fikrini cazip bulmuşlardır. Ayrıca Martin'in savunduğu Cujus Regio, Ejus Religio ilkesi, Roma'ya karşı Avrupalı monarkların aradığı türden bir ideolojidir. Basitçe ifade etmemiz gerekirse, bu fikre göre; dini farklılıklar hoş görülebilmektedir lakin her toplum, kendi önderinin dinini benimsemelidir. Kilise tarafından "sapkınlık" olarak nitelendirilen Protestanlık, hükümdarların kendi uyruklarının neye inanacağına karar vermesine olanak tanıyarak Katolisizm karşısında kendisine güçlü müttefikler edinmiş olur. Unutulmamalıdır ki, belli bir dini inanç ancak onu bastıracak bir iktidar varsa sapkın olarak addedilebilir ve söz konusu ilke, yeni itikadın eskisi karşısında kora kor bir mücadele vermesine olanak tanımıştır. Nitekim 1555 yılında gerçekleşen Augsburg Barışı 'nın, Cujus Regio, Ejus Religio ilkesine pozitif hukuk içerisinde önemli bir yer açarak Protestan hükümdarların kendi uyruklarına özgür olma ve hoş görülme hakkını tanımasıyla beraber Katolik kilisesinin otoritesi her anlamda ciddi bir darbe almış olur. Protestanlık, bireyin kurtuluşundan kendisinin sorumlu olduğuna vurgu yaparak günümüz modern toplumlarını oluşturan aydınlanma fikirlerinin ortaya çıkışını kolaylaştırmıştır. Ağustos 1789'da Fransa'daki devrimciler, "insanlar eşit haklarla doğarlar ve yaşarlar" diyerek evrensel insan hakları nı deklare ettikleri zaman kısmen de olsa Protestanlığın dünyaya getirmiş olduğu bir "ruhu" devam ettirmektedirler. Özgür ve tüm insanlar ile eşit olan birey fikri, varoluşumuzun temel dayanaklarındandır ve bu bireyin önemi, herhangi bir itikadın değerinden çok daha fazladır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Martin Luther'den Doksan Beş Tez, Desiderius Erasmus'tan Deliliğe Övgü, Immanuel Kant'dan Aydınlanma Nedir ve Friedrich Engels'ten Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Haşhaşiler: Dağın Gölgesinde Korku ve İtaatin Mimarları

    Haşhaşiler; devlet içerisinde devletin hakimiyet ve hükümranlığının teşekkülü. 300 yıllık bir zaman dilimi içerisinde her yere dehşet salmış bir korku imparatorluğu... Peki nasıl oluyor da karizmatik bir liderin etrafına toplanmış bir avuç adamın yaptıklarının etkileri günümüze kadar ulaşabiliyor ya da pek çok kişi tarafından suç örgütü olarak nitelendirilen ve yerleşik kamu düzenine bir tehdit hüviyetindeki bu oluşum popüler kültürde kendisine müstesna bir yer edinebiliyor, bilgisayar oyunlarında (Assassin's Creed) ve tüketim toplumunun ihtiyaçlarında ziyadesiyle yer bulabiliyor ? İnsanın düzene karşı başkaldırı ihtiyacı mı ? Kuralsızlığa, anarşiye duyulan özlem mi ? Yoksa içimizde süregelen iyi ve kötü çatışmasının bir tezahürü mü ? Tüm bu soruların cevabını bulabilmek adına geçmişe, neredeyse bin yıl geriye gitmemiz gerekiyor çünkü her konuda olduğu gibi geçmiş, bugüne ve geleceğe anlam kazandırmak isteyenlerin başvurabileceği yegane kılavuz ... Haşhaşiler 1090 yılında, Alamut Kalesi 'nin alınmasından çok önce, tarikatın kurucusu ve ilk şeyhi olan; Seyidna , Şeyh el Cebel , Yaşlı Adam ve Dağın Şeyhi gibi sıfatlara haiz Hasan Sabbah tarafından organize edilmeye başlanmış bir örgüttür ve her yapılanmada olduğu gibi Haşhaşiler'de de bir hiyerarşi söz konusudur. Hiyerarşinin en tepesinde, her türlü sırrın sahibi "şeyh" yer alır. Şeyhin hemen arkasından ise üç yardımcısı gelir ve bu kimselerin müdahil olduğu gruba " dai" denmektedir. Dailer, basitçe ifade etmemiz gerekirse, propagandacı dervişlerdir. Tarikata mürit toplamak ya da tarikatın ideolojisini insanlara tebliğ etmek gibi önemli işlerin denetimden mesul olan mevzubahis kimseler, aynı zamanda örgütün ekseriyetle faaliyet gösterdiği üç bölgeden de sorumludurlar. (Haşhaşi faaliyetlerinin en yoğun olduğu bölgeler ehemmiyet sırasına göre ilk olarak; Doğu İran , Horasan , Kuhistan ve Maveraünnehir , ikinci olarak; Batı İran ile Irak ve son olarak Suriye 'dir. Hiyerarşi piramidinin dailerden sonraki basamağında " refikler" yer almaktadır. Refiklerin (gerekli eğitimi almalarının akabinde) bir kaleyi idare etme, bir kenti veyahut eyalet örgütünü yönetme gibi önemli yetkileri bulunmaktadır ve bu grubun içerisinde en yetenekli olanlar, belirli bir zaman zarfının akabinde dai payesini elde etmeye hak kazanırlar. Refiklerin arkasından ise "tarikata bağlı olanlar" yani " lesikler" gelmektedir. Bu kimseler, ilme veya şiddete meyilli olmayan tabandaki müritlerdir ve aralarında Alamut civarından pek çok çoban, kadın ve ihtiyar vardır. Yukarıda bahsini geçirmediğimiz ancak tarikatın bel kemiği olarak nitelendirilebilecek bir grup vardır ki o da mücibler yani "icabet edenler"dir. Mücib, örgüt üyeliğine aday olan kimselere verilen isimdir ve adaylar aldıkları ilk eğitimin akabinde yeteneklerine göre refik veya fedai sınıfına ayrılmaktadır. Bu noktada " fedai" sınıfına bir parantez açmamız gerekir. Fedailer tarikatın, bilhassa Alamut Kalesi'ne yerleşmesinin akabinde, "vurucu gücünü" oluşturan kesimidir. Binaenaleyh şeyh onları; imanı sağlam, becerikli ve dayanıklı ancak ilim ile eğitime fazla ilgisi olmayan mücibler arasından seçmektedir. Fedailer; hızlı ve gizli haberleşme araçları olan posta güvercinlerini kullanmak, şifreli alfabeleri ezberlemek, yerel bir lehçeyi/ağzı öğrenmek, yabancı ve düşman bir ortama sızmak ve orada yeri geldiğinde haftalarca hatta aylarca kendini belli etmeden yaşamak, saldırı yapılacak kimseye dair en ince ayrıntıyı (alışkanlıklarını, kiminle nerede ve ne zaman vakit geçirdiğini öğrenmek gibi) kuşku uyandırmadan araştırmak gibi muhtelif ve zorlu eğitimlerden geçmektedirler. Fedailere verilen en dikkat çekici eğitimlerden biri de, infazı gerçekleştirecek kişinin cinayetin akabinde olay yerinden kaçmamasına yönelik olandır. Psikolojik harp olarak da nitelendirebileceğimiz bu davranış biçimiyle amaçlanan yaratılacak olan dehşetin etkisini arttırmak ve kendisini feda eden kimsenin yüce bir davaya hizmet ettiğini topluma göstermektir. Sabbah'ın meşhur öğretisinde de ifade ettiği gibi tarikatın müritleri, kendilerini savunmak için öldürmekte ancak insanları ikna etmek, kazanmak için ölmeyi de bilmektedirler ... 11. yüzyılın sonlarında ve 12. yüzyılın ilk yarısında Haşhaşiler'in faaliyet gösterdiği coğrafyadaki konjonktür göz önüne alındığında suikastlerin yapıldığı kişiler ve eylem sonrası fedailerin takındığı tavır Hasan Sabbah'a ve takipçilerine gerçek dışı bir hüviyet kazandırmaktadır. Ancak alışılmışın dışında olan bu davranış biçimi, aynı zamanda ( Selçuklu sarayının bilhassa propagandasını yaptığı) Sabbah'ın takipçilerinin uyuşturucu etkisinde eylemlerini gerçekleştirdiklerine dair dedikoduları da beraberinde getirmiştir. Filhakika Haşhaşiler bir süre sonra Haşşaşiyun yani "afyon içenler" ismiyle anılmaya başlanır. Muhtelif oryantalistlere göre Avrupa dilindeki "Assassin" kelimesi de bu tabirden türemiştir. Muvaffak Nişaburi 'nin okulunda Ömer Hayyam ve Nizamülmülk ile beraber eğitim gören Hasan Sabbah'ın bitkilere ilgi duyduğu, onların şifalı etkileri bir yana yatıştırıcı ve uyarıcı özelliklerini de iyi bildiği ve Alamut'taki kalesinde müritlerini "öğrenmeye" daha açık kılmak için ceviz, bal ve kişniş karışımı bir macun hazırladığı dönemin vakanüvisleri tarafından muhtelif kaynaklarda aktarılmaktadır. Ancak Haşhaşi kelimesinin etimolojik yapısına baktığımızda ve Alamut'tan günümüze kadar gelmiş olan belgeleri incelediğimizde karşımıza bambaşka bir gerçek çıkmaktadır. Bu bağlamda Sabbah'ın müritlerine "dinin esaslarına bağlı kalanlar" manasında Esasiyun şeklinde hitap ettiğini ve zaman içerisinde bu kelimenin hem bölge insanlarının yanlış telaffuzu hem de tarikatın kötü şöhreti hasebiyle "Haşşaşiyun"a yani "afyon kullananlara" evirildiğini görürüz. Buraya kadar tarikatın teşkilatlanmasını, isminin etimolojik kökenini ve faaliyetlerini icra etme biçimlerini inceledik. Sıra, tarihe damga vurmuş mevzubahis yapılanmanın arkasındaki üst akılda yani Hassan Sabbah'ta. Hasan Sabbah, Rey kentinden gelen ve katı bir şii tedrisatından geçen Ali isimli bir rafızi nin oğludur. Bugünkü İran'ın Kum kentinde 1040'lı ya da 1050'li yıllarda dünyaya geldiği rivayet edilmek ile birlikte Hasan'ın doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. Küçük yaşlarında babasının da etkisiyle On İki İmam Şiiliği üzerine eğitim gören Hasan, daha sonra yine babası tarafından, yukarıda da belirttiğimiz üzere, meşhur bir Sünni alim olan Muvaffak Nişaburi 'nin okuluna Nişabur'a gönderilir ve burada (kimi kaynaklarda durumun bu şekilde olmadığı belirtilse de) Ömer Hayyam ve Nizamülmülk ile tanışır. Rivayet odur ki; üç arkadaş talebelik yıllarında birbirlerine "aramızdan kim ihya olur, sübuta ererse; diğer ikisine yardım edecek." şeklinde bir söz vermiştir. Nitekim Nizamülmülk, belirli bir zaman zarfının akabinde Selçuklu Devleti 'ne vezir olur. Kendisine ilk ziyareti Hayyam yapar. Nizam, Hayyam'a vezirlik teklif eder lakin dünya malında gözü olmayan Hayyam, şiir ve astronomi ile uğraşmak istediğini dile getirir. Bunun üzerine Nizamülmülk, Hayyam'a ilim çalışmalarını rahat bir şekilde ifa edebilmesi için devlet hazinesinden belirli bir ödenek sağlar. Hasan'ın ise Nizam'ın ilk vezirlik yıllarında sesi çıkmaz. 1072'de Melikşah 'ın tahta çıkması ile beraber Sabbah, Selçuklu sarayına gelir ve Nizam'a birbirlerine verdikleri sözü hatırlatır. Bunun üzerine Nizam, Sabbah'ı sultana takdim eder ve Sabbah, Selçuklu sarayında makam sahibi olur. Zaman içerisinde Sabbah'ın rekabetçi kimliği kendini gösterir ve Melikşah'ın gözünde itibarı artar. Bilahare Sabbah, Nizam'a, devlet gelir ve giderleri ile alakalı tutulacak çeteleyi 40 günde halledebileceğine dair Melikşah'ın huzurunda meydan okur. İtibarının sarsıldığını hisseden Nizam, bu süreçte Sabbah'tan gizli bir şekilde onun yaptığı hesaplara dair çalışmanın mühim birkaç sayfasını bozar. 40. günün sonunda Sabbah, sultanın karşısına yanlış hesaplar ile dolu bir çalışma çıkar ve saraydan kovulur. Nizam'ın oyunun farkına varan Sabbah, hayatının tehlikede olduğunu anlar ve önce Rey şehrine akabinde de Isfahan'a kaçar. Isfahan'da olduğu süre boyunca evinde kaldığı Ebufasl 'ın etkisiyle tekrar eski inancına yönelim göstermeye başlayan Sabbah, Fatımiler in koruyuculuğu altındaki İsmaililik mezhebine geçiş yapar. Daha sonra Irak bölgesi Başdaisi Abd'ul-Melik İbn Attaş 'ın yanına giden Sabbah, onun tavsiyesiyle Fatımi halifesi olan Müstansır 'ın yanına gider ve Darülhikme 'de İsmaili mezhebi hakkında eğitim almaya başlar. Zaman içerisinde burada da sivrilen Sabbah, Müstansır'dan icazet alarak Horasan bölgesinden sorumlu dai olur. Halife Müstansır'dan sonra hilafet makamına veliaht Nizar 'ın geçmesini isteyen Sabbah, burada da Selçuklu sarayında olduğu gibi yine Başvezir Bedr el-Cemali ile karşı karşıya gelir. Mısır'daki iktidar mücadelesi de hüsran ile sonuçlanan Sabbah, önce Cemali tarafından hapse atılır akabinde de Kahire'den sürgün edilir. 1081 yılında tekrar Isfahan'a gelen hasan burada, 9 yıl boyunca sürecek olan ve kendi tabiriyle Bâtınîlik - İsmaililik'in bir sentezi olan ideolojisinin tebliğine başlar. 1090 yılına gelindiğinde Sabbah bütün hazırlıklarını tamamlamıştır. Artık ihtiyacı olan tek şey faaliyetlerini organize şekilde yürütebileceği bir merkezdir. Uzun yıllar boyunca yaptığı seyahatlerin ve çalışmaların bir sonucu olarak Hasan, hem coğrafi konumu ve yapısı itibariyle mükemmel bir hüviyete sahip olan hem de yaratacağı personanın temel direklerinden biri olabileceğini öngördüğü Alamut Kalesi 'nde karar kılar ve kale, kısa süren bir müzakere sürecinin akabinde üç bin altın dinar karşılığında (kan dökmeden) kalenin komutanı ve aynı zamanda bir Selçuklu subayı olan "Muzaffer Reis"ten teslim alınır. 34 yıl boyunca Alamut'tan çıkmak şöyle dursun, kalenin kulelerinden birinde kendisi için özel olarak hazırlattığı bölümden dahi ayrılmayan Sabbah buradan, kimilerine göre insanlık tarihinin gördüğü en dehşetengiz faaliyetleri planlamış ve idare etmiştir. Sabbah'ın organize ettiği suikastlerde okul arkadaşı Nizamülmülk ve Selçuklu sultanı Melikşah da dahil olmak üzere pek çok devlet adamı ve önemli şahsiyet yaşamını yitirmiştir. Haşhaşiler'e dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Joseph von Hammer'den Haşhaşilerin Esrarlı Tarihi, Amin Maalouf'tan Semerkant, Vladimir Bartol'dan Alamut Kalesi ve Bernard Lewis'ten Haşhaşiler adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Bir Diktatörün Anatomisi: Gaius Julius Caesar

    Sayısız kuşağı etkisi altına alan ve dramatik hayatı ile Shakespeare ve Bernard Shaw gibi büyük isimlere ilham kaynağı olmuş Gaius Julius Caesar, tüm zamanların en yetenekli generallerinden biri olmak ile kalmayıp aynı zamanda Roma Cumhuriyeti'nde en yüksek yetkeyi ele geçirmiş, hiçbir zaman kral titrini kullanmasa da pratikte hükümdarlık mertebesine ulaşmış bir politikacı ve devlet adamıdır. Kendisinden sonra iktidara gelen, yeğeni ve aynı zamanda evlatlık oğlu olan Octavianus'un ilk imparator sıfatıyla yarattığı hanedanlık, MS 68'de Nero ile birlikte son bulmasına rağmen onunla hiçbir kan veya evlatlık bağı bulunmayan tüm Roma imparatorlarının Caesar unvanını kullanması ise dikkate değerdir. Julii gibi kadim ancak pek de popüler olmayan bir klanın mensubu olan Caesar'ın isminin bilhassa uzun vadede yüce ve meşru gücü simgeleyen bir san haline gelmesi, Gaius'un insanlık tarihine etkisini idrak etmek açısından son derece önemlidir. İktidar ile isim arasındaki bu ilişkinin kuvveti, 20. yüzyılın başında dünyanın en güçlü ülkelerinden ikisinin hükümdarının unvanlarının, Caesar isminden türemiş olan "çar" ve "kayzer" olmasından da anlaşılabilir. Günümüzde batı devletlerinde klasik medeniyetler özellikle eğitimde eskisi kadar merkezi bir yer teşkil etmemesine rağmen Julius Caesar, antik dönemin beynelmilel tanınan birkaç isminden biridir. Keskin zekalı ve iyi eğitimli biri olan Gaius'un hafızalara kazınmasını sağlayan nitelikleri, ataklığı ve eylem adamı olmasıdır. Fevkalade kabiliyetlidir ve hitabet ile edebiyat alanlarındaki yeteneğinin yanı sıra hem yasa yapmakta hem de politik sahada oldukça başarılıdır. Ancak dört buçuk yüzyıl sürmüş olan cumhuriyet rejiminin son bulmasındaki başlıca aktörlerden biri olan Caesar'ın belki de en önemli özelliği hem Roma halkını hem askerleri hem de baştan çıkardığı kadınları cezbeden karizmasıdır. Onun iyi bir insan olduğunu veyahut yaptıklarının daima şüphe götürmeyecek şekilde olumlu sonuçlar doğurduğunu iddia etmek zordur. Ancak yaptığı yanlışları en azından kendisine itiraf edebilmekte ve hasıl olan yeni koşullara ivedilikle adapte olabilmektedir. Keza onu büyük yapan ve halefleri ile seleflerinden ayıran fark da burada yatmaktadır. Yeri geldiğinde oldukça acımasız olabilen ve hatta bir defasında muharebede ele geçirilen tüm esirlerin ellerinin kesildikten sonra salıverilmesi talimatını veren Gaius'un, mağlup ettiği düşmanlarına karşı merhamet göstermesi ise daha sık karşılaştığımız bir durumdur. Bu tavrın nedenleri aslen pratiktir. Asıl amacı mağlup olan bu insanları Roma idaresi altına sokup vergi mükellefleri haline getirmek olan Gaius, pragmatik bir hüviyete sahiptir ve merhamet ile vahşet arasında bir seçim yapması gerektiğinde öncelikli kriteri; hangi durumun kendisine daha büyük avantaj sağlayacağına dairdir. Hareketli ve enerjik bir emperyalist olan Gaius, bu zihniyetin yaratıcısı değil; uygulayıcısıdır. Caesar'ın iktidarı ele geçirmesinden evvel Roma'nın yönetimi, makamlarını sık sık kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktan ve hem daha fakir Romalıların hem de eyaletlerdeki diğer insanların sırtından geçinmekte herhangi bir beis görmeyen bir grup senatörün elindedir. Binaenaleyh cumhuriyet rejimi içten içe çürümüş ve hem Caesar'ın doğumundan önce hem de onun çocukluğunda yaşanmış olan iç savaşlardan mütevellit yıpranmış durumdadır. Caesar'ın, diktatörlüğü ile başlayan süreçte sorumlu bir şekilde davrandığı ve senatör aristokrasisinden farklı bir çizgi izlediği ise açıktır. Onun yaptığı yasalar, belirli bir zümrenin çıkarlarına yönelik değil; bilakis toplumun büyük bir kısmının yararınadır. Nitekim iktidarını tesis etmesiyle beraber baskıcı bir rejim izlememiş ve birçok eski düşmanını affetmiştir. Roma, İtalya ve diğer eyaletler Caesar'ın yönetimi altında uzun zamandır olduklarından çok daha müreffeh durumdadır. Yine de bu sorumlu idareye rağmen Gaius'un iktidarı ele geçirmesi bir anlamda özgür seçimlerin sonu demektir ve kendisi ne kadar adilce hükmetse de monarşi , kaçınılmaz olarak Caligula veyahut Nero gibi imparatorları da beraberinde getirecektir. Şunu da unutmamak gerekir ki; Roma tarihi ekseriyetle aristokrasiye mensup kimseler tarafından dikte ettirilmiş ya da yazılmıştır ve Caesar'ın yükselişi bu sınıfın muktedirliğini kaybetmesine sebebiyet vermiştir. Genel geçer ahlak kuralları üzerinden değerlendirdiğimizde Caesar'ın ahlaklı bir kimse olduğunu söylemek zordur hatta muhtelif konularda ahlaksızca davrandığı da açıktır. Nazik, cömert, kin tutmayan, düşmanlarından dost edinmeye çalışan bir kimse olduğu doğrudur fakat yukarıda da belirttiğimiz üzere, yeri geldiğinde son derece acımasız olabileceğini sergilemekten de kaçınmamıştır. Aynı zamanda müzmin bir çapkın ve hem eşlerine hem de çok sayıdaki sevgilisine karşı mütemadiyen vefasızca davranmış olan Caesar, bunun yanında son derece mağrur ve bilhassa dış görünüşü itibariyle kibirli bir mizaca sahiptir. Caesar hakkında kesin yargıya sahip olmayan bir antik dönem tarihçisi bulmak neredeyse imkansızdır. Kimileri onu Cumhuriyet'in devasa problemlerini fark eden ve bu sorunlara çözüm bulan bir vizyoner olarak görüp takdir ederken kimileri de çok daha eleştirel bir ton tutturmuş ve Caesar'ı yasalar ile adetleri umursamadan hızla tepeye çıkan fakat elde ettiği güç ile ne yapacağını bilemeyen tipik hırslı bir aristokrat olarak değerlendirmiştir. Objektif olmamız gerekirse; Gaius günün sonunda fırsat kollayan bir oportünisttir ve giriştiği her işte şansın önemine inanmış, kendisinin başkalarına nazaran mütemadiyen daha şanslı olduğunu hissetmiştir. 56 senelik yaşamı boyunca kaçak, esir, politikacı, general, avukat, asi, diktatör ve hatta tanrı gibi rolleri üstlenmiş olan bu sıra dışı adam, doğruları ve yanlışlarıyla insanlık tarihinde kendisine müstesna bir yer edinmiştir. Caesar'a dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere, kendisinin yazmış olduğu İç Savaş ve Adrian Goldsworthy'den Caesar adlı eserleri tavsiye ediyorum.

bottom of page