Bir İmparatorluk Nostaljisi: Osmanlı’ya Duyulan Özlem Neden Bu Denli Güçlü ?
- Umur Ozer
- 21 Tem
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 23 Tem

Osmanlı, tarihsel bir gerçeklikten ziyade bir duyguya dönüştüğünde, mesele artık yalnızca geçmişi anlamak değil; bugünü nasıl hayal ettiğimizle de ilgili hale gelir. Ülkemizde, yıkılışından bir yüzyıl sonra dahi Osmanlı’yı sevenlerin sayısı artmakta, hatta bu sevgi artık bir tür kimlik beyanına dönüşmektedir. Ancak sevilen şeyin ne olduğu sorusu çoğu zaman sorulmaz: Bir hanedan mı, bir fetih geleneği mi, yoksa adaletle özdeşleştirilmiş hayali bir düzen mi ?
Kuruluşunun ardından Cumhuriyet rejimi ilk yıllarında, geçmişle radikal bir kopuşu hedeflemiş ve bu bağlamda Osmanlı’nın simgeleri silinmiş; harfler, kıyafetler, takvimler değişmiştir. Ancak tüm bu cezri adımlara rağmen değişmeyen birtakım esaslar da söz konusudur: Devletin gölgesi, geçmişin yükü ve halkın hafızası. Belki de bu yüzden, Osmanlı hiçbir zaman tam anlamıyla "yok olmamıştır". Bu yitip gitmeme hali de, zamanla yerinin değişmesine sebebiyet vermiş ve kendisine, resmi tarih kitaplarından çıkarak, televizyon dizilerinde, cami mimarisinde ya da siyasi konuşmalarda bambaşka bir hayat penceresi bulmuştur.
Bugün “Osmanlı” denildiğinde anlaşılan, bir arşiv belgesi değil; bir tür altın çağ, bir güç ve ihtişam temsilidir. Peki bu temsili kim kurmuştur ? Ve daha da önemlisi: Neden şimdi ?
Gelin bu yazımızda, Osmanlı nostaljisinin kökenlerine değil, günümüzdeki işlevine bakarak cevabı hep birlikte bulmaya çalışalım.
Uzaklaştırılan Geçmiş, Geri Dönen Bellek
Cumhuriyetimiz, kendini tanımlarken evvela ne olmadığını söylemiştir: Osmanlı değildir. Modernleşme, Batılılaşma ve laiklik üzerine inşa edilen yeni rejim, Osmanlı’yı yalnızca tarihsel bir miras olarak değil; aşılması gereken bir zihniyet olarak da görmüştür. Alfabenin değiştirilmesi, tekkelerin kapatılması, hanedan üyelerinin yurtdışına sürülmesi ve hilafetin lağvedilmesi, kolektif belleğin yönünü değiştirmeye yönelik radikal müdahalelerdir. Dönemin konjonktüründe mezkur devrimler, yeni bir ulus yaratma sürecinin olmazsa olmazlarıdır; ancak öte yandan geçmişle kurulan mesafenin derinleşmesi, toplumun bazı katmanlarında sessiz bir özlem duygusunun da filizlenmesine yol açacaktır.
Bu özlem, her zaman açık bir biçimde ifade edilmemiştir. Resmi tarih anlatısının dışında kalanlar, Osmanlı’yı ya idealize ederek ya da eksik hatırlayarak belleklerde yaşatacaklardır. Bu hatırlayış ise çoğu zaman gerçek Osmanlı’dan ziyade, onun adaletle, ihtişamla ve “kayıp zamanla” özdeşleştirilmiş bir versiyonuna yönelik olacaktır ...
1980 sonrası, bilhassa Türk - İslam sentezinin devlet politikası haline geldiği dönemde, bu nostaljik damar ilk kez siyasi anlamda meşruiyet kazanmıştır. Nitekim 90’lı yıllarda Osmanlı, yalnızca anma törenlerinde veya ders kitaplarında değil; cami mimarisinde, dizilerde, lokum paketlerinde ve belediye söylemlerinde de görünürlük kazanacaktır. Ancak bu görünürlük, geçmişin sağlıklı bir hatırlanışı değil; tarihsel bağlamından koparılmış duygusal bir imalattır.
Bu noktada kritik olan, söz konusu nostaljinin kendiliğinden değil; yönlendirilmiş bir inşa süreciyle ortaya çıkmış olmasıdır. AKP’nin iktidara gelişiyle birlikte, Osmanlı yalnızca geçmişin bir parçası olarak değil; bugünün siyasi meşruiyet kaynağı olarak yeniden tanımlanmıştır. “Ümmet” söylemi, “ecdad” vurgusu, Abdülhamid simgesi ve “medeniyet tasavvuru” gibi kavramlar, Osmanlı mirasını siyasal bir "ideal" haline getirerek, nostaljiyi "kimlik kurucu" bir araca dönüştürmüştür.
Cumhuriyetin seküler ve ulus-devlet temelli yapısına karşı, Osmanlı’yı dinsel ve mutlakiyetçi bir "seçenek" olarak sunan bu söylem, nostaljiyi yalnızca bir "duygu" olmaktan çıkarmış ve siyasi bir projeye çevirmiştir. Tam da bu nedenle, "Osmanlı sevgisi" bugün geldiği noktada, artık salt bir tarih meselesi değil; alternatif bir gelecek kurgusu adına manipüle edilmiş bir araçtır.
Popüler Kültürde Osmanlı: Görsel İktidarın Yeni Yüzü
Hatırlamak, çoğu zaman görmekle başlar. Ülkemizde Osmanlı’ya duyulan nostalji de, büyük ölçüde görsel bir temsile dayanır. Bugün Osmanlı denilince akla gelen şey; bir tarihsel dönemden ziyade, bir dizi sahnesi, bir cami kubbesi, bir kahve fincanı ya da bir belediye afişidir. Hülasa imparatorluk, arşiv belgelerinden değil; estetik ve duygu yüklü imgelerden ibaret bir evrene dönüşmüştür.
Özellikle televizyon dizileri bu dönüşümde belirleyici bir rol oynamıştır. Muhteşem Yüzyıl, Diriliş: Ertuğrul, Payitaht: Abdülhamid gibi yapımlar, Osmanlı tarihini dramatik, kahramanlık eksenli ve yer yer mitolojik öğelerle bezeli bir şekilde yeniden inşa etmiştir. Bu dizilerde tarih, gerçeği aktaran bir anlatı değil; izleyicide aidiyet duygusu yaratan bir temsil alanıdır. “Osmanlıyı sevmek” çoğu zaman, bir karaktere hayran olmak, bir sahnede kendini güçlü hissetmek ya da modern dünyanın karmaşasından uzak, net sınırlarla çizilmiş bir kimliğe sığınmak anlamına gelmektedir.
Popüler kültürdeki bu Osmanlı anlatısı, yalnızca eğlence sektörüne özgü kalmamış; gündelik hayatın estetiğine de sirayet etmiştir. Kahvehane dekorlarından düğün konseptlerine, belediye projelerinden külliye mimarisine dek her şey artık, "Osmanlı" etiketini taşıyabilir haldedir. Ancak bu etiket, çoğu zaman, içi boşaltılmış ve sadece semboller üzerinden işleyen bir temsil düzeyindedir. Üç hilalli tuğra, bakır işlemeler, fetih temaları ... Gerçek tarihin kompleks hali, söz konusu sembollerin altında "görünmez" hale gelmiştir.
Bu görsel yayılma, aynı zamanda bir iktidar estetiğinin de taşıyıcı kolonu konumundadır. Bilhassa AKP döneminde inşa edilen yeni camiler, kamu binaları ve anıtlar, Osmanlı'nın yalnızca hatırlanmasını değil; yeniden yaşatılmasını hedeflemektedir. Fakat bu yaşatılma, geçmişin bir aynası olmaktan çok, bugünün güç tahayyülünün bir parçasıdır.
Toplumun bir kesimi için bu temsiller, yalnızca estetik değil; aynı zamanda psikolojik bir güven alanı da yaratmıştır. Modernleşmenin karmaşıklığı, toplumsal çözülmeler, kimlik krizleri karşısında Osmanlı'nın güçlü, hiyerarşik, kutsal ve net yapısı bir tür sığınak işlevi görmüştür. Ancak gözden kaçırdıkları şey; bu sığınağın, geçmişin değil; bugünün ürünü olmasıdır.

Nostaljinin Psikopolitiği: Geçmişi Özlemek mi, Bugünü Kaçırmak mı?
Nostalji, yalnızca geçmişe duyulan masum bir özlem değildir; aynı zamanda bugünün eksikliklerini görünmez kılma arzusudur. Geçmiş, çoğu zaman hatırlanmaz; yeniden inşa edilir. Bu inşa süreci ise bireysel hatıralardan çok, kolektif arzuların, korkuların ve beklentilerin ürünüdür. Türkiye'de Osmanlı nostaljisi, tam da bu noktada bir “psikopolitik” araç işlevi görmektedir.
Modern toplumun kırılganlıkları, belirsizlikleri ve kimlik çözülmeleri karşısında geçmiş, güvenli bir liman haline gelir. Ancak hatırlanan şey, gerçek bir geçmiş değil; bugünün kaygılarına göre biçimlendirilmiş, sterilize edilmiş ve parlatılmış bir “dün”dür. Osmanlı’nın yeniden yorumlanması tam da bu işleve hizmet etmektedir: Karmaşık modern dünyaya karşı güçlü bir baba figürü, hiyerarşik düzen, kutsal referanslar ve net sınırlar sunan bir tahayyül.
Mezkur tahayyül, bir yönüyle geçmişin idealize edilmesi gibi görünse de, esas işlevi bugünü yeniden çerçevelemektir. Nostalji, mevcut sorunların yapısal nedenlerini görünmez kılar. Ekonomik sıkıntılar, siyasal gerilimler, toplumsal kutuplaşmalar; tümü, geçmişin yüceltilmesiyle perde arkasına itilir. “Eskiden böyle miydi ?” sorusu, çoğu zaman analiz değil, kaçış işlevi görür.
Bu yönüyle nostalji, bir duygu hali olmaktan çıkıp, bir yönetim tekniğine dönüşür. Zira geçmişin yüceltilmesi, geleceğe dair radikal sorular sormayı da gereksiz kılar. “Altın çağ” çoktan yaşanmışsa, onu geri getirmekten başka bir hedef kalmaz. Böylece siyasal tahayyül, kurucu ve dönüştürücü olmaktan çıkar; restoratif ve muhafazakar bir hatta sabitlenir.
İşte bu nedenle, nostaljinin asıl adresi zaman değil, psikolojidir. Çünkü mesele geçmişi hatırlamak değil; bugünü anlamlandıramamaktır. Ve bu anlam boşluğu, geçmiş imgeleriyle doldurulur. Bu imgeler, ne kadar kutsal, büyük ya da kahramanca olursa; bugünle yüzleşme ihtiyacı da o denli azalır. Nostalji, böylece bir kolektif kendini avutma biçimine, hatta bir tür siyasal uyuşturucuya dönüşür.
Hafızanın Tuzakları, Geleceğin Gölgesi
Tarih, yalnızca yaşananların kaydı değildir; aynı zamanda yaşanacakların da şekillenmesidir. Osmanlı nostaljisi üzerine yürütülen bu tartışma, aslında bir hafıza politikası mücadelesidir. Hangi geçmiş hatırlanacak, hangisi unutulacak ? Hangi anlatılar çoğalacak, hangileri susturulacak ? İşte bu sorular, Türkiye’nin bugünkü siyasal ve toplumsal yapısının en temel dinamiklerinden biridir.
Geçmişin idealize edilmesi, kolaylıkla bugünün sorunlarının üstünü örtmeye hizmet eder. Bu örtbas, gerçek bir yüzleşmeyi engeller; toplumun sağlıklı bir geleceğe yürüyüşünü zorlaştırır. Osmanlı’nın görkemli imgesi, gerçek tarihinin karmaşıklığı ve sorunlu yanlarıyla beraber ele alınmadığı sürece, sadece bir mit olarak kalır; bu mit ise siyasal araçlara dönüşerek, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirir.
Öte yandan, geçmişle sağlıklı bir yüzleşme imkanı da yok değildir. Tarihsel gerçeklikle samimi bir hesaplaşma; yeni kimliklerin, kapsayıcı toplumsal projelerin ve demokratik geleceğin temelini oluşturabilir. Ancak bunun için, hafızanın tuzaklarından kaçınmak, nostaljinin cazibesine direnmek gerekir. Zira geçmişe saplanmak, geleceği inşa etmeye engel olabilir.
Türkiye’nin tarihi ve kültürel zenginliği, Osmanlı mirasını da içeren çok katmanlı bir geçmişe dayanır. Bu mirasın, farklı yorumlar ve eleştirilerle tartışılması, ancak ötekileştirmeden, kutuplaşmayı derinleştirmeden mümkün olabilir. Binaenaleyh Osmanlı’yı sadece bir siyasi ideoloji ya da nostalji objesi olarak değil; tarihsel bir gerçeklik ve toplumsal hafızanın bir parçası olarak görmek gerekir.
Sonuç olarak, tarihsel hafızanın yeniden inşası, yalnızca geçmişe dair bir anlatı kurmakla kalmaz; aynı zamanda bugünü meşrulaştırma ve geleceği biçimlendirme çabasının da bir parçasıdır. Günümüzde Osmanlı nostaljisinin yükselişi, modernleşme serüveninin sancılı dönüşümlerine verilen tepkisel bir yanıt olduğu kadar, siyasi iktidarın ideolojik yönelimlerinin de bir yansımasıdır. Bu nostalji, kimi zaman köksüzlük hissine karşı bir aidiyet arayışı, kimi zaman ise bugünün çelişkilerini örten bir sis perdesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak tarihle kurulan bu türden romantize edilmiş ilişkiler, eleştirel düşünceyi zayıflatma ve toplumsal hafızayı tek sesli bir geçmiş algısıyla sınırlandırma riskini de beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla yapılması gereken, ne geçmişi tümüyle reddetmek ne de onu idealize etmektir; aksine, geçmişle bugünü diyalektik bir zeminde buluşturacak sağduyulu bir tarih bilinci inşa etmektir.
Comments