Kader Planı: Kimler Kimlerle Beraber ...
- Umur Ozer
- 12 Tem
- 8 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 13 Tem

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12 Temmuz 2025 tarihli açıklamaları, kamuoyuna "barış" ve "toplumsal birlik" söylemleri üzerinden sunulsa da, bu beyanların ardında yatan asıl motivasyon çok daha belirgindir: Cumhurbaşkanlığı süresini "hukuken" mümkün kılacak bir Anayasa değişikliği süreci başlatmak. Mezkur hamle, Erdoğan'ın siyasal pratiğinde alışıldık bir stratejinin devamıdır. 2010 ve 2017 anayasa değişiklikleri nasıl ki iktidar yapısını dönüştürme ve merkezileştirme işlevi gördüyse, 2025 yazında dillendirilen yeni anayasa fikri de doğrudan kişisel siyasal ömrü uzatmaya matuf bir girişimdir.
Meclis Aritmetiği ve Siyasal Mühendislik
Anayasa değişikliğinin Meclis’te 400 milletvekiliyle referandumsuz, 360 milletvekiliyle referandum yoluyla geçmesi mümkündür. AKP’nin tek başına bu çoğunluğu elde etmesi ise imkansızdır. Binaenaleyh Erdoğan, MHP ile kurduğu geleneksel ittifakı sürdürürken, çözüm süreci benzeri bir stratejiyle DEM Parti’yi de bu anayasal denklem içerisine çekmeyi hedeflemektedir. Bu durum, ideolojik değil; doğrudan aritmetik temellidir.
Erdoğan’ın DEM Parti ile yürüttüğü temaslar, Kürt meselesinin çözümünden ziyade, Meclis içi destek arayışının ürünüdür. Kürt siyasetinin talepleri, bu noktada pazarlığın arka planında kalmakta; esas amaç, Erdoğan’a yeniden adaylık yolunu açacak anayasal meşruiyet zeminini oluşturmaktır.
Yeni anayasa fikri, Erdoğan tarafından yalnızca sistemsel bir reform arayışı olarak değil, 1982 Anayasası'nın kurucu normlarına doğrudan müdahale etmenin aracı olarak kurgulanmaktadır. “Büyük Türkiye” ya da “Yeni Yüzyıl” söylemleri, bu müdahalenin ideolojik çerçevesini kurmakta; gerçekte ise yürütmenin sınırlarını daha da genişletecek bir metnin hazırlanması hedeflenmektedir.
Burada Anayasa, bir toplumsal sözleşmeden çok; iktidarın kendi sürekliliğini garanti altına almak için araçsallaştırdığı bir metne dönüşmektedir. Sürecin TBMM’de bir komisyon eliyle başlatılması, Anayasa yapımında meşru bir görüntü vermeye yönelik biçimsel bir tercihten ibarettir. Gerçekte toplumsal katılımın yok denecek kadar sınırlı olması, metnin içeriğinin dar bir iktidar çevresince belirleneceğini göstermektedir.
Muhalefetin - bilhassa CHP’nin - Anayasa tartışmalarının dışında tutulması, bu sürecin meşruiyetini daha baştan sakatlamaktadır. CHP'li belediyelere yönelik soruşturmaların ve tutuklamaların arttığı bir dönemde, Erdoğan’ın "yeni anayasa" söylemi, kapsayıcı bir demokratik dönüşüm çağrısı olarak değil; "muhalefetsiz bir rejim inşası" olarak okunmalıdır.
Bu bağlamda Erdoğan’ın hedefi, yalnızca anayasal bir yenilenme değil; aynı zamanda mevcut siyasal muhalefeti denklemin dışına iterek yeni bir iktidar bloğu yaratmaktır. Anayasa bu yeni düzenin kurucu belgesi olacak, fakat halkın geniş kesimleri bu metnin inşasında sadece "izleyici" konumunda kalacaktır.
Sonuç olarak; Erdoğan’ın Anayasa değişikliği hamlesi, kişisel iktidar süresini uzatmaya yöneliktir. Barış söylemleri, toplumsal yüzleşme çağrıları ve komisyon kurulması gibi hamleler, bu temel hedefi örten taktiksel manevralardır. 2025 yazı itibarıyla yeni bir anayasal tartışma başlamış görünse de, bu tartışma siyasal çoğulculuğu değil; yürütmenin tahkimini ve Erdoğan’ın bir dönem daha görevde kalmasının yollarını aramaktadır.
Üniter Devletin Çözülüşü: 2025 Açılımı, Federatif Yapı Tartışmaları ve Türkiye’nin Beka Sorunu
2025 yazında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeniden başlattığı açılım süreci, yüzeyde barış ve toplumsal huzur arayışı gibi sunulsa da, esasen Türkiye'nin anayasal düzeninde köklü bir dönüşümün işaretlerini taşımaktadır. Bu dönüşümün merkezinde, üniter devlet yapısının aşamalı biçimde esnetilmesi ve yerel yönetimlerin yetki alanlarının genişletilmesi yer almaktadır. Ancak bu yönelim, sadece idari reformlarla sınırlı kalmamakta; Türkiye’nin toprak bütünlüğünü, siyasal birliğini ve tarihsel devlet geleneğini doğrudan tehdit edebilecek federatif yapı tartışmalarını da beraberinde getirmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun çok milletli ve parçalanmış yapısının ardından, merkeziyetçi ve üniter bir anlayışla inşa edilmiştir. Söz konusu anlayış, yalnızca bir idari düzenleme değil; aynı zamanda modernleşme, laikleşme ve ulusal kimlik inşası projelerinin de taşıyıcısı olmuştur. Üniter yapı, bölgesel çıkarlar yerine ortak bir ulus fikrinin anayasal teminatı olarak görülmüş; bu çerçevede yerinden yönetim yerine, merkezi denetim esas alınmıştır.
Bu model, zamanla çeşitli vesilelerle tartışılsa da, özellikle Kürt meselesi çerçevesinde gündeme gelen özerklik ve federasyon talepleri, doğrudan devletin bölünmezliği ile ilişkilendirilmiş ve çoğu zaman bir “beka meselesi” olarak ele alınmıştır.
İlk olarak, 2009 yılında başlayan çözüm süreci, resmi ideolojinin sınırlarını zorlayan, Kürt siyasi hareketiyle diyalog kuran ve yerel yönetimlere daha fazla alan açılabileceğini ima eden bir dönem yaratmıştır. Bu süreçte, demokratik özerklik, anadilde eğitim, bölgesel kültürel özerklik gibi kavramlar meşru çerçevede tartışılmaya başlanmış; ancak "devlet aklı", bu açılımın yapısal bir federatif modele evirilmesine hiçbir vakit müsaade etmemiştir. Keza 2015 sonrası yaşanan "Hendek Süreci" de, mezkur açılımın güvenlik zafiyeti yarattığına dair güçlü algının pekişmesine sebebiyet verecektir.
Binaenaleyh 2009 / 2015 süreci, üniter yapının demokratikleşmesi yönünde umut doğursa da, aynı zamanda bu yapının zayıflaması halinde nasıl bir parçalanma tehdidinin belireceğine dair güçlü bir kanaat oluşturmuştur.
Bugün Erdoğan’ın yürüttüğü açılım süreci, 2009’daki sürecin tersine, hiçbir toplumsal mutabakat, kamusal tartışma ya da ideolojik netlik barındırmamaktadır. Vetire, tümüyle Meclis aritmetiğine ve Erdoğan’ın anayasa değişikliği ile bir dönem daha görevde kalmasına endekslenmiş bir siyasi mühendislik olarak şekillenmektedir. Bu bağlamda, Kürt hareketine anayasal düzeyde yerel özerklik vaat edilmesi ya da belediyelerin yetkilerinin genişletilmesi gibi adımların gündeme gelebileceği ihtimali ciddi şekilde tartışılmaktadır. Ancak federatif öğeler içeren bu adımların, uzun vadede Türkiye'nin siyasal birliğini tehdit etme riski göz ardı edilmektedir. Zira Türkiye'de yerel yönetimlerin etnik temelli yoğunlaştığı bölgelerde güçlenen özerkliğin, zamanla merkezi iktidardan kopmaya meyleden bir yapıya evirilmesi ihtimaller dahilindedir. Bu tür bir yapı, Irak Kürdistanı örneğinde olduğu gibi, önce özerklik ardından fiili bağımsızlık tartışmalarını tetikleyecektir. Erdoğan’ın bugün siyasi destek uğruna göz kırptığı yapısal dönüşümün, yarın Türkiye’yi fiili parçalanmaya sürükleyebilecek bir süreci başlatabileceği gözden kaçırılmamalıdır.
Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, Erdoğan’ın bu süreci yönetiş biçimi, ideolojik netlikten çok siyasi çıkar hesabına dayanmaktadır. 2009’da çözüm süreci yürütülürken kullanılan “ileri demokrasi” retoriği yerini bugün, “anayasal çoğunluk aritmetiği”ne bırakmış durumdadır. Bu pragmatizm, devletin temel ilkeleriyle oynanmasını kolaylaştırmakta, yapısal değişiklikleri sıradan teknik düzenlemeler gibi göstermektedir. Asıl tehlike ise, bu teknik görüntünün ardında bir "zihinsel kaymanın" giderek kurumsallaşmasıdır. “Güçlendirilmiş yerel yönetim”, “yerel katılım”, “demokratik özerklik” gibi kavramlar, federatif yapıya geçişi "yumuşatan faktörler" olarak öne çıkmaktadır. Bu da, nihayetinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısının aşındırılması anlamına gelmektedir.
Hülasa 2025 açılım süreci, barış ve normalleşme söylemiyle sunulsa da, içeriği itibariyle Türkiye’nin tarihsel devlet reflekslerini zayıflatabilecek bir siyasal çözülmeyi içerisinde barındırmaktadır. Üniter yapı esnetildikçe, merkezi otorite zayıflamakta; bu zayıflama ise, etnik temelli ayrışmaların kurumsal zemin kazanmasına zemin hazırlamaktadır.
Erdoğan’ın kişisel iktidar hedefleri doğrultusunda yürüttüğü Anayasa değişikliği arayışı, sadece rejimi değil; devletin kurucu dokusunu da dönüştürme tehlikesi barındırmaktadır. Bu sürecin nihai ucu, federatif yapıya geçiş olmasa dahi, federasyon tartışmalarının meşrulaştırılmasının, Türkiye’nin bütünlüğü konusunda onulmaz bir gevşemenin hasıl olmasına neden olabileceği unutulmamalıdır.
Kısacası mesele yalnızca Kürt açılımı ya da Anayasa değişikliği değildir; mesele, yüz yıl boyunca iç ve dış tehditlere karşı ayakta tutulan üniter devletin, siyasi pragmatizmin kurbanı edilip edilmeyeceğidir.
ABD – İsrail’in İran Siyaseti, Kürt Konsorsiyumu ve Türkiye’nin Tehlikeli Denge Oyunu
2025 itibarıyla Ortadoğu’da yeni bir siyasal mimari şekillenmektedir. Bu bağlamda ABD ve İsrail’in öncülüğünde İran karşıtı bir blok inşa edilirken, mezkur güvenlik stratejisinin zeminini yalnızca diplomatik ilişkiler değil; etnik ve bölgesel yapıların yeni ittifak biçimleri de belirlemektedir. Irak, Suriye, İran ve Türkiye’de dağınık biçimde yerleşmiş Kürt yapılarının, fiilen ya da potansiyel olarak birbirine eklemlendiği bir “Kürt konsorsiyumu”, bugün bölgede sessiz fakat kararlı biçimde örgütlenmektedir. Bu yapı, yalnızca İran’a karşı bir tampon mekanizma değil; aynı zamanda Türkiye’nin üniter yapısını hedef alabilecek çok katmanlı bir güvenlik sorununun nüvesini de oluşturmaktadır.
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY), Suriye’nin kuzeyindeki PYD/YPG kontrolündeki bölgeler, İran’da giderek daha organize hale gelen PJAK ve Türkiye’deki DEM Parti üzerinden temsil edilen siyasal yapı, uzun zamandır aynı ideolojik zeminden beslenmektedir. Ancak 2020’li yıllar itibariyle söz konusu yapılar arasındaki ideolojik akrabalık, giderek stratejik bir işbirliği zeminine evirilmiştir. ABD ve İsrail’in, İran’ın bölgedeki nüfuzunu kırmak adına Kürt yapılarıyla doğrudan ya da dolaylı temaslarını artırması da, bu işbirliğini hızlandırmıştır. Irak’ta Barzani yönetimiyle kurulan derin angajman, Suriye’de YPG’nin fiili otonom bölge kurmasına verilen destek ve İran’da PJAK’ın giderek aktifleştirilmesi, bu hattın parçalarını görünür kılmaktadır. Türkiye ise bu gelişmelere hem sınır güvenliği bağlamında hem de iç siyasal birliği açısından doğrudan maruz kalmaktadır.
Tam da bu jeopolitik konjonktürde Erdoğan’ın yeniden açılım söylemini gündeme getirmesi, rastlantı değildir. Türkiye’nin güneyinde şekillenen bu konsorsiyum, Erdoğan açısından hem bir tehdit hem de bir fırsat olarak değerlendirilmektedir. Tehdittir; çünkü bölgedeki Kürt yapıların birleşik bir blok oluşturması, Türkiye’deki Kürt hareketini bu yapıya entegre olmaya itebilir. Fırsattır; çünkü bu entegrasyon ihtimaline karşı Türkiye içindeki Kürt aktörleri sistem içinde tutmak, Erdoğan’ın hem iç güvenliği kontrol etmesini hem de beynelmilel pazarlık masasında elinin güçlü görünmesini sağlayabilir.
Bu bağlamda 2025 açılımı, çözüm üretmekten çok, dış baskıyı içte dengeleyici bir araç işlevi görmektedir. Ancak bu süreç, aynı zamanda Türkiye’nin dışarıdan şekillendirilen bir etnik kuşatmaya karşı "kırılgan" hale gelmesi riskini de taşımaktadır.
Öte yandan ABD ve İsrail, İran’a karşı yürüttükleri stratejide Körfez ülkeleriyle doğrudan savunma ittifakları kurarken, kuzey ekseninde Kürt yapılarını kullanmaktadır. Bu model, İsrail’in 1990’lardan beri izlediği “çevreleme stratejisi”nin güncel versiyonudur. Türkiye, bilhassa Suriye sahasında ABD’nin YPG ile olan ilişkisine sert tepki gösterse de, bu ilişkinin stratejik niteliğini değiştirememiştir. Ankara’nın NATO üyeliği ve Batı’yla kurduğu geleneksel bağlar, artık güvenlik çıkarlarıyla tam örtüşmemektedir.
Bu durumda Erdoğan’ın manevra alanı kaçınılmaz bir biçimde daralmaktadır. Batı ile ilişkileri dengelemek isteyen Erdoğan, bir yandan da Rusya ve İran’la geçici işbirlikleri geliştirerek bu kuşatmayı yarmaya çalışmaktadır. Ancak bu denge oyunu, uzun vadede, sürdürülebilir olmaktan çok uzaktadır. Nihai olarak Türkiye, ya Batı’nın çizdiği güvenlik mimarisine uymak zorunda kalacak ya da kendi içinde alternatif ittifaklar geliştirerek yalnızlaşmayı göze alacaktır. Her iki durumda da Kürt meselesi, dış politikanın merkezine yerleşmiş durumdadır.
Ortadoğu’da şekillenen bu yeni jeopolitik tablo, Türkiye'nin yalnızca sınır güvenliğini değil; aynı zamanda anayasal bütünlüğünü tehdit eder boyuttadır. Bölgesel Kürt konsorsiyumu, federatif yapıları esas alan, çok merkezli yönetim modellerini benimsemektedir. Bu modelin Türkiye’ye taşınması ise, yalnızca idari dönüşüm değil; siyasal parçalanmanın da ilk adımı olacaktır.
Erdoğan’ın açılım hamlesi, içerideki Kürt siyasi aktörleri sistem içinde tutmak için rasyonel bir araç olarak sunulsa da, bu aktörlerin bölgesel konsorsiyuma eklemlenme potansiyeli göz ardı edilmemelidir. Bugün "Anayasal reform" adı altında atılacak her adımın, yarın uluslararası arenada Türkiye’nin bölünmesi için gerekçe haline getirilebileceği unutulmamalıdır.
Sonuç olarak güncel konjonktürde Türkiye; içeriden "açılım ve yumuşama", dışarıdan "kuşatma ve çevrelenme" ikileminde sıkışmış durumdadır. Erdoğan’ın açılım süreci, içeride siyasi hesaplara hizmet ederken, dışarıda Türkiye’yi parçalı bir yapıya sürükleyecek federatif konsorsiyumların önünü açmaktadır. Diğer taraftan ABD - İsrail hattında kurulan İran karşıtı güvenlik bloğu, Kürt yapıları stratejik araçlara dönüştürmekte; bu yapıların Türkiye’ye etkisi ise sadece güvenlik değil, rejim düzeyinde de yıkıcı olabilecek boyutlara ulaşmaktadır. Erdoğan’ın bu tehlikeyi denge siyasetiyle yönetmeye çalışması, yapısal tehditleri ertelemekten başka bir sonuç doğurmamaktadır.
Son tahlilde mesele, Kürt açılımı ya da anayasa değil; Türkiye’nin bütünlüğünün bölgesel satranç tahtasında nasıl korunacağıdır. Bugünkü açılım siyaseti, bu soruya net bir yanıt verememekte, aksine cevapların bulanıklaştığı bir tür jeopolitik belirsizlik alanı yaratmaktadır.
Muhalefetsiz Yeni Rejim: CHP’ye Yönelik Tutuklamalar ve Anayasa Sürecinde Sistem Dışı Bırakma Stratejisi
2025 yazı itibariyle siyasette yaşanan gelişmeler, yalnızca yeni bir Anayasa arayışını değil; bu anayasal sürecin muhalefetsiz, hatta toplumsal uzlaşmadan bütünüyle arındırılmış biçimde yürütüleceğini açıkça göstermektedir. Bu tablo en çok, ana muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’ne dönük artan yargı baskısı ve kriminalizasyon hamlelerinde kristalize olmaktadır. Yerel yöneticilerden milletvekillerine, bürokratlardan parti kadrolarına kadar uzanan bu yargı kuşatması, tesadüfi ya da bağımsız yargı refleksiyle açıklanamaz. Aksine bu baskı, yeni rejimin inşasında anayasal meşruiyeti Erdoğan ve ittifak çevresine hasreden, muhalefeti ise anayasal sürecin nesnesi değil; hedefi haline getiren bir siyasal mühendisliktir.
2025’in ilk aylarından itibaren CHP’li belediyelere yönelik olarak yolsuzluk, terörle iltisak ve kamu kaynaklarını usulsüz kullanma suçlamalarıyla çok sayıda soruşturma başlatılmış; bazı belediye başkanları görevden alınmış, bazıları ise tutuklanmıştır. Bu sürecin hemen ardından CHP genel merkezi çevresindeki isimlere yöneltilen suçlamalar, partinin genel merkez düzeyinde itibarsızlaştırılmasına dönük bir stratejiye işaret etmektedir. Bu gelişmeler, herhangi bir adli takibatın nesnel gerekçeleri olarak değil; siyasal iktidarın, muhalefeti anayasa masasına çağırmak yerine, doğrudan siyasal denklem dışına itme arzusunun bir parçası olarak okunmalıdır. Zira anayasa süreci artık, muhalefetin katkı vereceği bir "toplumsal mutabakat" zemini olmaktan çıkmış; Erdoğan’ın siyasal ömrünü uzatacak teknik bir oylamaya indirgenmiştir.
Soru açık ve kesindir: Yeni anayasa, kim adına ve kimlerle yapılacaktır ?
Meclis çoğunluğu üzerinden anayasa değişikliğini mümkün kılmaya çalışan Erdoğan, bu süreçte ne CHP’yle müzakereye ne de toplumsal bir meşruiyet üretmeye ihtiyaç duymaktadır. Aksine CHP’nin kriminalize edilmesi, muhalefetin süreci boykot etmesi ya da dahil edilmemesi, Erdoğan için anayasanın “kendi elleriyle” yeniden yazılmasına zemin hazırlamaktadır. Bu bağlamda Anayasa, demokratik bir ortak zemin değil; muhalefetsiz bir iktidar sisteminin hukuki çerçevesi olarak tasarlanmaktadır. CHP’ye yönelik yargı hamleleri ise yalnızca caydırma değil; siyasal oyun dışına itme fonksiyonuna sahiptir.
Yine, CHP’ye yönelik yürütülen yargı süreci, yargının bağımsızlığı açısından değil; rejimin siyasal biçimi açısından önemlidir. Bu sürecin sonunda CHP’nin yalnızca yerel yönetim gücü kırılmakla kalmayacak, Anayasa tartışmalarında “gayrimeşru” ilan edilen bir muhalefet pozisyonuna düşürülmesi de hedeflenecektir. Bu mekanizma, muhalefetsiz bir rejim inşasının ön şartıdır. Türkiye’de yeni Anayasa üzerinden kurulmak istenen yapı, yalnızca başkanlık sisteminin tahkimi değil; siyasal çoğulculuğun lağvedildiği, muhalefetin hukuk yoluyla sistem dışına itildiği bir otoriter kurumsallaşmadır.
İlginçtir ki, Erdoğan bugün 1982 Anayasası’nı “darbe anayasası” olarak reddederken, o metnin sunduğu en temel güvencelerden biri olan siyasal partilerin anayasal varlığını da hiçe saymaktadır. Bugünkü hamle, 1982 ruhunun ters yüz edilmesi değildir; o ruhun başka bir siyasal araçla yeniden üretilmesidir. Aradaki fark ironiktir: 1982’de Anayasa "askeri vesayet" ile dayatılmıştır; bugün ise muhalefet bastırılarak, anayasal meşruiyetin tümü tek bir kişiye tahsis edilmek istenmektedir.
Velhasıl CHP’ye yönelik tutuklama ve soruşturmalar, tek tek hukuki dosyalar olarak değil; topyekun bir siyasal tasfiye planının parçası olarak değerlendirilmelidir. Bu plan, Anayasa değişikliği sürecinde muhalefetin katkısını değil; yokluğunu tercih etmektedir. Erdoğan’ın hedefi, yeni bir Anayasa değil; "yeni bir rejimdir". Ve bu rejimin inşasında CHP, sadece dışlanan değil; suçlanan, bastırılan ve etkisizleştirilen bir öteki olarak kodlanmaktadır.
Bu bağlamda Türkiye, bir Anayasa değişikliği tartışmasından değil; muhalefetsiz rejim kurma girişiminden geçmektedir. Sürecin sonunda ortaya çıkacak metin ise bir anayasa değil; "siyasal çoğulculuğun inkar belgesi" olacaktır.
Yorumlar