top of page

Sınırları Aşan Güç: Büyük İskender

Güncelleme tarihi: 9 Tem




ree

Büyük İskender adı, yalnızca geçmişin karanlık koridorlarında yankılanan bir fatihin değil; aynı zamanda tarihin seyrini değiştirmiş bir zihniyetin de temsilidir. Doğu ile Batı'nın ilk kez bu denli temas kurduğu bir çağda, İskender'in yürüyüşü sadece toprakları değil; insanların düşünce biçimlerini de dönüştürmüştür. Onun hayatı, fetihlerinin ötesinde, bir kültürün başka bir kültürle nasıl entegre olduğuna; bir bireyin kudret arayışının, imparatorluk tahayyülüne nasıl evirildiğine dair benzersiz ve sıra dışı bir hikayedir.


Tarihyazımının en temel problemlerinden biri, İskender’in ardında bıraktığı mirasın ne ölçüde tarihsel gerçeklikten ne ölçüde efsanevi anlatılardan beslendiğidir. Makedonyalı bir kralın, kendisini Amon-Ra’nın oğlu ilan ettirmesi; Pers geleneklerini benimseyerek Helen dünyasında tepki çekmesi ve henüz otuz üç yaşında, Babil’in ortasında, gizemli bir şekilde hayatını kaybetmesi, onun yaşamını hem tarihçilere hem de mit yaratıcılarına malzeme haline getirmiştir. Flavius Arrianos’un “Aleksandrou Anabasis”i ile Curtius Rufus’un dramatik anlatımı, Plutarkhos’un ahlaki temalı biyografileriyle birleştiğinde, tarih ile masal arasındaki çizgi daha da muğlaklaşır. Bu nedenle, İskender’i anlamak, yalnızca askeri zaferleri ve siyasi kararları irdelemekle değil; onu kuşatan anlatıların, ideolojik ve kültürel bağlamlarının da çözümlemesini yapmakla mümkündür.


Büyük İskender’in öyküsü, aynı zamanda evrensel bir arayışın da hikayesidir: Kudretin sınırlarını, meşruiyetin doğasını ve bireyin, zamanın ötesine geçme tutkusunu anlamak. Onun adı etrafında inşa edilen mit, sadece Helenistik dünyanın değil; Roma İmparatorluğu’ndan Napolyon dönemine, hatta günümüz jeopolitik okumalarına kadar etkisini sürdürmüştür. Ne var ki, bu etki çoğu zaman idealize edilmiş bir figürün gölgesinde kalmıştır.


Velhasıl bu çalışmamızda, İskender’in yaşamını yalnızca bir fetihler zinciri olarak değil; dönemin siyasal yapısı, kültürel kodları, düşünsel altyapısı ve uzun vadeli mirası bağlamında çok katmanlı bir analizle inceleyeceğiz. Böylece hem efsaneyi tarihsel olgulardan ayırmak hem de bu olağanüstü figürü çağının dinamikleri içinde yeniden konumlandırmak mümkün olacaktır.


  • Çocukluk ve Aristoteles


Makedon tahtının varisi olarak M.Ö. 356 yılında Pella’da dünyaya gelen İskender’in çocukluğu, sıradan bir prensin eğlenceli ve kaygısız yıllarından ibaret olmamıştır. Zira babası II. Filip’in liderliğinde yükselen Makedon Krallığı, bir yandan Yunan şehir devletlerini siyaseten ve askeri olarak tahakküm altına almaya çalışırken, diğer yandan da kuzeydeki barbar kabilelerle sürekli bir çatışma halindedir. Binaenaleyh İskender’in erken yaşlardan itibaren hem saray entrikalarına hem de savaş pratiğine aşina olduğu rahatlıkla söylenebilir.


II. Filip, yalnızca kudretli bir hükümdar değil; aynı zamanda oğlu için entelektüel bir zemin inşa etme konusunda da oldukça bilinçlidir. Bu bağlamda, dönemin en büyük düşünürü olarak kabul edilen Aristoteles’i İskender’in eğitimiyle görevlendirmesi, Makedonya’nın “barbar” olarak nitelendirildiği klasik Helen dünyasında kültürel bir meşruiyet kazanma çabasının da yansımasıdır. Aristoteles’in rehberliğinde doğa bilimlerinden retoriğe, etik tartışmalardan Homeros’un epik şiirlerine dek geniş bir entelektüel tedrisattan geçen genç İskender bu sayede, salt bir savaşçı değil; bir “medeniyet taşıyıcısı” olma fikrini de içselleştirecektir.


Gerçekten de mezkur eğitimin etkisi, İskender'in bir hükümdar olarak icraatları göz önüne alındığında, sadece kuramsal bilgiyle sınırlı kalmamıştır. Zira Aristoteles’in “altın ortalama” ilkesinin, yönetim anlayışında denge arayışını; “telos” düşüncesinin ise, genç Makedon'un eylemlerinde bir amaç doğrultusunda hareket etme fikrini beslemiş olduğu açıkça görülebilmektedir. Öte yandan, Aristoteles’in yabancılara ve bilhassa doğulu halklara yönelik hiyerarşik yaklaşımı, ilerleyen yıllarda İskender’in bu düşünceyle çelişen davranışlar sergilemesi bağlamında dikkat çekici bir tezat oluşturacaktır. Nitekim İskender, fethettiği topraklarda yerel halkları dışlamaktan ziyade onlarla kültürel ve siyasi bir bütünleşmeye gitmeyi tercih etmiş ve bu yönüyle hocasının öğretisini ahlaki boyutta aşmıştır.


İskender’in çocukluk ve gençlik yıllarında edindiği bu zihinsel donanım, onun liderlik tarzında belirleyici olmuş; yalnızca kılıcının gücüyle değil, düşünsel derinliğiyle de çağının ötesine geçen bir hükümdar olarak anılmasının önünü açmıştır. Ne var ki, bu dönemin önemli bir diğer etkisi de, II. Filip’in gölgesinde şekillenen bir egemenlik ideali ve babasının başarılarıyla sürekli kıyaslanan bir varoluş gerilimidir. Sonraki vetirede bu durum, babasını aşmak ve onun açtığı yolu kendi efsanesiyle mühürlemek adına İskender için ekstra bir motivasyon kaynağı olacaktır.


  • Asya Seferi ve Hellenistik Fethin Mantığı


II. Filip M.Ö. 336’da bir suikast sonucu öldürüldüğünde, henüz yirmi yaşındaki İskender’in Makedon tahtına oturması, aristokrasi içinde ciddi bir gerilimi de beraberinde getirmiştir. Filip’in sarayındaki hanedan çekişmeleri, özellikle İskender’in annesi Olympias’ın entrikalarıyla birleşince, genç kralın ilk icraatları meşruiyetini sağlama alma çabası etrafında şekillenecektir. Bu bağlamda, tahta çıktığı ilk aylarda, potansiyel rakipleri ya ortadan kaldıracak ya da etkisizleştirecektir; babasının ikinci eşinden doğan üvey kardeşini ve onun arkasındaki hizbi bertaraf etmesi de mezkur siyasetin bir sonucudur. Bu sert geçiş, İskender’in iktidarı nasıl algıladığını da gözler önüne sermektedir: Tereddüt değil, hakimiyet; taviz değil, mutlakiyet ...


İç düzeni tesis etmesinin akabinde İskender, gözünü Yunanistan’a çevirir. II. Filip’in Korinthos Birliği vasıtasıyla Helen dünyasında sağladığı hakimiyet, babasının ölümünün ardından zayıflamış durumdadır ve Thebai, Atina, Sparta gibi kentler, Makedon boyunduruğunu gevşetmek adına fırsat kollamaktadır. Tehlikenin farkında olan genç hükümdar ise, harekete geçmek için zaman kaybetmeyecektir: Teselya’daki hızlı askeri müdahalesiyle Helen kentlerini yeniden hizaya sokmuş ve en sert muhalefeti gösteren Thebai'yi M.Ö. 335'te topyekun yıkıma uğratmıştır. Savaşın ardından, emsal teşkil etmesi için; kadim şehir yerle bir edilmiş ve hayatta kalan Thebaililer köle olarak satılmıştır. Bu dramatik örnek, İskender’in yalnızca savaş meydanında değil, siyasetin psikolojik boyutunda da ne denli stratejik davrandığının açık bir göstergesidir. İktidarı boyunca "korku ve saygı", onun yönetim anlayışının asli unsurlarını teşkil edecektir.


Aynı yıl, Balkanlardaki Trak ve İlir kabilelerinin isyanına karşı sefere çıkan İskender, bu sayede hem kuzey sınırlarını güvence altına almış hem de henüz tahtta bir yılını doldurmamış bir kral olarak askeri kudretini kanıtlamıştır. Bu hızlı ve kararlı adımlar, onun yalnızca bir "mirasçı" değil, aktif bir kurucu olduğunu da ortaya koymaktadır. Babasının bıraktığı planları uygulamaktan ziyade, onları kendi vizyonuyla yeniden şekillendirmektedir.


M.Ö. 334'e gelindiğinde, yıllardır Helen dünyasının gündemini meşgul eden meşhur Asya seferi, nihayet fiiliyata dökülür. Harekatın hemen başında İskender'in, Hellespontos’u geçerken Akhilleus’a adak adaması, yalnızca mitolojik bir saygı değil; aynı zamanda kendi yürüyüşünü Troya Savaşı’nın devamı olarak konumlandırma arzusunun da bir uzantısıdır. Bu davranış, maceraperest Makedon'a hem Helen dünyasında ideolojik bir meşruiyet sağlamış; hem de onu bir kraldan ziyade, tarihsel bir figür olarak yüceltmiştir.


Küçük Asya'ya geçişin ardından gerçekleşen Granikos Savaşı, "yeni dönemin" ilk büyük askeri sınavıdır. Pers satraplarının iştirak ettiği ancak III. Darius’un doğrudan katılmadığı bu savaş, aynı zamanda Makedon ordusunun manevra kabiliyetini, Perslerin yerleşik düzene dayalı taktiklerine karşı deneme fırsatı bulduğu ilk çarpışmadır. Mücadelenin kırılma anında İskender, Pers atlılarının ağır baskısına rağmen süvarileriyle merkezden güçlü bir saldırı başlatmış ve düşmanı bozguna uğratmıştır. Kendi hayatını riske atarak ön cephede çarpışması ise, hem askeri üzerinde büyük bir etki bırakacak hem de liderlik tarzının sembolü haline gelecektir.


Granikos’tan sonra Anadolu’nun sahil kentleri birer birer teslim olmaya başlamıştır. İşin ilginç yanı ise Makedonlar, beklentilerinin aksine, Ephesos, Miletos ve Halikarnassos gibi merkezlerde hem yerel direnişle karşılaşacak hem de Pers yanlısı aristokrasiyle mücadele edecektir. Ancak İskender, Thebai'nin aksine, bu kez daha alicenap bir yöntem tercih edecektir: Yerel halkın gönlünü almak, Pers yöneticilerini ya bertaraf etmek ya da Helen yanlısı unsurlarla değiştirmek. Zira bu sefer, yalnızca bir "işgal" değil; aynı zamanda bir yeniden yapılandırma sürecidir ve İskender, yerel halkı kazanmak suretiyle uzun vadeli bir yönetim tesis etmeyi hedeflemektedir.


M.Ö. 333'e gelindiğinde, sırada, antik dünyanın kaderini tayin edecek Issos Savaşı vardır. III. Darius’un ilk kez doğrudan katıldığı bu savaşta İskender, daha önce benimsediği esnek cephe düzenini yine başarıyla uygular. Perslerin merkeze bağlı ve ağır yaya birlikleri, Makedonların hafif süvari birliklerinin manevralarına karşı koyamaz ve savaş sonunda Darius kaçarak; annesini, eşini ve çocuklarını Makedonların insafına bırakır. İskender’in, rehin düşen kraliyet ailesine karşı saygılı bir biçimde davranması ise, Pers halkı nezdinde prestij kazanmasını sağlayacak ve işgalinin yıkım getirmeyeceğine dair bir algı oluşmasına olanak tanıyacaktır.


Zaferinin ardından İskender, Fenike kıyılarına yönelmiş ve burada gerçekleştirdiği Tiros Kuşatması, onun sabır, kararlılık ve mühendislik becerilerini en açık şekilde gösterdiği aşamalardan biri olmuştur. Aylar süren kuşatma sonunda, deniz üzerine inşa edilen yapay bir yol ile ada kenti karaya bağlanmış ve ele geçirilmiştir. Savaşın ardından ise kent yerle bir edilmiş, nüfusun önemli bir kısmı öldürülmüş ya da esir alınmıştır. Tiros’un akıbeti, Thebai ile birlikte, İskender’in merhametli olduğu kadar zalim de olabileceğinin bir başka göstergesi olmuştur.


M.Ö. 332’de Mısır’a yönelen İskender, Pers boyunduruğuna karşı uzun süredir huzursuz olan halkın, ivedi ve tam desteği ile karşılaşır. Kurtarıcı olarak benimsendiği bu kadim topraklarda, Alexandria’nın temellerini atarak kendi adını taşıyan ilk Helenistik şehri de kurmuş olan genç fatih, aynı zamanda Amon Tapınağı’na yaptığı meşhur ziyaret ile de tanrısal meşruiyet arayışının ilk göstergelerini sergilemiş olur. Amon’un oğlu olarak tanımlanmanın, yalnızca teolojik bir iddia değil; Doğu'daki tanrısal hükümranlık anlayışıyla Batı’daki kraliyet meşruiyetini birleştirme çabasının stratejik bir uzantısı olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.


Velhasıl M.Ö. 331’de gerçekleşen ve Helen / Pers mücadelesini nihayete erdiren Gaugamela Savaşı ile birlikte İskender, tabiri caizse, Ahameniş İmparatorluğu’nun kalbine hançeri saplamış olur. Darius’un son ve en büyük ordusu karşısında, İskender yine "merkez-kırma manevrasını" uygulamış ve nihai bir başarı elde etmiştir. Persler dağılırken; Babil, Susa ve Persepolis kapılarını yeni hükümdarına açacaktır. Bu süreçte gerçekleşen talihsiz bir olay, yani Persepolis’in yakılması ise tarihçiler arasında hala tartışılan, sembolik bir eylemdir: Kimilerine göre sarhoşluğun eseri; kimilerine göreyse Pers medeniyetinin sonuna vurulmuş bilinçli bir darbedir.


  • Doğulu Bir Hegemonya Tasarımı: İran Kültürüyle Bütünleşme


Gaugamela zaferinin ardından İskender’in karşısında artık tek bir engel kalmıştır: Pers tahtının meşru sahibi III. Darius. Ancak bu noktadan sonra sefer, yalnızca bir fatihin yürüyüşü olmaktan çıkarak, bir hükümdarın doğuya kök salma ve yeni bir hegemonya inşa etme çabasına dönüşmüştür. Bu süreç, İskender’in yalnızca askeri değil; kültürel, siyasal ve hatta dinsel bir dönüşüm geçirdiği evredir.

Bu bağlamda dikkat çeken ilk icraat, "proskynesis" geleneğini uygulama teşebbüsüdür (Hükümdara mutlak itaatin bir ifadesi olarak yere kapanmak - Helen dünyasında bu, tanrılara özgü sayılan bir jesttir). İskender söz konusu ritüeli Makedon sarayında uygulamaya kalktığında, hem askeri elit hem de Yunan kökenli danışmanları arasında büyük bir huzursuzluk baş gösterir. Bilhassa Kallisthenes’in bu uygulamaya karşı çıkışı, İskender’in çevresindeki ideolojik çatlağın ilk belirtisidir. İskender için bu jest, Asya’daki halklara "ben de sizlerden biriyim" mesajı vermeyi amaçlarken; Makedonlar adına konu bu kadar basit değildir. Zira onlara göre; hükümdarlarının tanrılaşma arzusu yavaş yavaş kendini göstermektedir.


Mevzubahis dönüşüm yalnızca sembollerle de sınırlı kalmamıştır. Susa'da düzenlenen meşhur düğün töreni, bu kültürel bütünleşmenin zirve noktalarından birini teşkil etmektedir. İskender'in kendisi Pers soylusu Barsine ile evlenirken, generallerini de Pers aristokrasisine mensup kadınlarla evlendirmiştir. Bu, bir jestten öte, halklar arasında kalıcı bir bağ oluşturma teşebbüsüdür. Ancak bilahare Makedon askeri elitin büyük bölümü mezkur evlilikleri kısa sürede terk edecek ve "Batı’nın Doğu ile birleşmesi" İskender'in kişisel bir ideali olarak kalacaktır.


Öte yandan, İskender Pers bürokrasisini de olduğu gibi devralmıştır. Yerel valilere görev vermeye devam ederken, bazı bölgelerde eski Pers satraplarını yerinde bırakmıştır. Aynı şekilde, saray içi yazışmalarda Farsça belgeler kullanılmaya devam etmiş ve doğulu görevlilere yüksek makamlar verilmiştir. Bu tercihler bir bakıma, onun salt Batılı bir fatih değil; çokkültürlü bir imparatorluk tahayyülünün kurucusu olduğunu da göstermektedir. Keza Babil’de Apollon’a adak adarken, aynı anda yerel tanrılara da kurban kesmesi; bir Helen kralı ile doğulu bir şahanşah kimliğini birleştirme arzusunun sembolüdür.


Ancak bu dönüşüm çabası, İskender'in çevresinde giderek artan bir huzursuzluğu da beraberinde getirmiştir. Özellikle Parmenion’un oğlu Philotas’ın idamı ve ardından Parmenion’un öldürülmesi, sadece bir komplo tasfiyesi değil, aynı zamanda İskender’in yeni düzenine karşı çıkan eski muhafızlara yöneltilmiş açık da bir mesajdır. Genç fatihin otoritesi mutlaklaşırken, yalnızlığı da derinleşmektedir. Artık etrafında kendisine "korkuyla bağlı" isimler çoğunluktadır ...


İskender’in İran kültürüne bu denli yaklaşımı, yalnızca pragmatik bir egemenlik politikası değil; kimlik düzeyinde bir geçişin de göstergesidir. Artık kendisini yalnızca Makedonların kralı değil, Asya'nın "tanrısal hükümdarı" olarak görmeye başlamıştır ve bu yönelimi, onun hem sınır tanımayan bir hükümdar hem de çağının çok ötesinde bir evrensellik arayıcısı olduğunun açık bir göstergesidir.


  • Hindistan Seferi


Gaugamela’nın ardından İskender’in önünde neredeyse durdurulamaz bir zafer silsilesi uzanmaktadır; ancak fetih arzusu, yalnızca toprak kazanımından ibaret değildir. Artık mesele, kendi kudretini doğanın ve insanın sınırlarında test etmektir. Hindistan’a yürüyüş de, hem askeri hem de simgesel olarak bu sınırın arayışıdır. İskender’in gözünde Hindistan, salt bir ülke değil; dünyanın bittiği noktadır: Diğer bir deyişle tanrıların, efsanelerin ve bilinmezliğin hüküm sürdüğü bir alem.


M.Ö. 327’de İskender, Oxus ve Jaxartes (bugünkü Amu Derya ve Sir Derya) nehirlerini geçerek Hindikuş Dağları üzerinden Hindistan altkıtasına sefere çıkar. Bu aşamada, fetih temposu yavaşlamıştır. Zira direniş gösteren kabilelerle mücadele, düzensiz savaş taktiklerine karşılık vermeyi gerektirmekte, bilhassa Baktriane ve Sogdiane bölgelerinde gerilla tarzı çarpışmalar yaşanmaktadır. Öte yandan Makedon fatih, mezkur dağlık bölgelerde yalnızca savaşmamakta; aynı zamanda yerel halklarla evlilikler tesis ederek , valilik atamaları yaparak ve kalıcı garnizonlar kurarak hakimiyetini derinleştirmektedir.


Bu noktada en dikkat çekici duraklardan biri, Sogdiane Kayası adıyla bilinen ve ele geçirilmesi imkansız görülen yüksek bir kale olmuştur. Buradaki kuşatma sırasında İskender’in dağcı birlikleri gece karanlığında neredeyse dikey bir tırmanışla kaleye ulaşmış ve ertesi gün bu “uçan adamlar”ı gören savunmacılar teslim olmuştur. Söz konusu hadise, İskender’in gözünde sadece bir askeri başarı değil; iradenin coğrafyaya hükmedebileceğinin de simgesidir.


İskender, Hindistan’a girdiğinde, karşısında ilk olarak Pencap’taki Poros kralını bulur ve taraflar arasında gerçekleşenz Hydaspes Nehri Savaşı, onun doğuda karşılaştığı en ciddi direnişlerden biridir. Poros’un filleri, Makedon ordusunun alışkın olmadığı bir tehdittir; ancak İskender’in manevra gücü ve disiplini sayesinde bu engel de, birtakım zayiatlara rağmen aşılır. Zaferin ardından Poros’un cesareti ve asaletinden etkilenen İskender, onu kendi topraklarında satrap olarak bırakacaktır. Bu, onun “yenip hükmeden değil, dönüştürerek yöneten” kimliğinin yeni bir yansımasıdır.


Ancak, zaferlerin ardı arkası kesilmese de, ordunun sabrı artık tükenmiş ve Askerleri, Ganj Nehri’ne kadar yürümeye kararlı olan İskender’e ayak diremeye başlamıştır. Sekiz yıl süren sefer, binlerce kilometre yürüyüş, bitmek bilmeyen savaşlar ve bilinmezliğe doğru süren ilerleyiş... Sonunda Makedonlar Hifasis (Beas) Nehri kıyısında isyan edecektir. Ne mecburi dini törenler ne de yüce idealler askerleri ikna etmeye yetmeyecektir. İskender ilk kez geri çekilmek zorunda kalır. Gözyaşları içinde tanrılara kurban sunan Makedonyalı fatih, yalnızca Ganj’ın değil; artık iradesinin de sınırına ulaşmış durumdadır.


Diğer taraftan, dönüş yolculuğu dahi fetih ile geçecektir. Ordunun bir kısmı kara yoluyla Pers topraklarına geri dönerken, donanma Nearchos komutasında denizden ilerlemiştir. İskender ise, Gedrosia (Makran) Çölü üzerinden zorlu bir geri dönüşe girişecektir Bu karar sonucunda, binlerce asker hayatını kaybetmiş; susuzluk, hastalık ve sıcaklık, düşmandan çok daha büyük bir kayıplar verdirmiştir. İskender, fiziksel olarak Hindistan’dan dönse de, zihinsel olarak hala o "sınırsızlık arzusu"nun içindedir ...


  • Babil’de Son Bahar: Tanrı-Kralın Düşüşü


Hindistan seferinden dönen İskender, M.Ö. 324’te Babil’e ulaştığında hem fiziksel hem de ruhsal olarak yorgun durumdadır. O artık yalnızca bir fatih değil, imparatorluk düşüncesinin ete kemiğe bürünmüş hali olan bir "tanrı-kral"dır. Pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış Babil ise, hem hayallerinin merkezi hem de kaderinin kapanış perdesi olacaktır.


İskender’in Babil’e dönüşü, sıradan bir askeri zaferden çok daha fazlasıdır. O, burada yeni bir dünya kurmak istemektedir ve Doğu ile Batı'yı tek bir yönetim altında birleştiren bir “evrensel imparatorluk” ideolojisi inşa etmekte kararlıdır. Bu bağlamda; yeni yönetim biçimleri, yeni kültürel birleşmeler ve merkezi bir ordu yapısı, listenin ilk başlarında yer almaktadır. Nitekim İskender, Makedon ve Asyalı askerleri tek bir birimde birleştirerek bu yeni düzeni simgesel olarak başlatmak istediyse de; bu girişim, büyük bir huzursuzluğa sebebiyet vermiş ve genç fatih, bir kez daha kendi çevresindeki insanlardan uzaklaşmaya başlamıştır.


Bu dönemde gerçekleştirdiği en tartışmalı uygulamalardan biri de, “ilahi tapınma”ya yönelik talepleridir. İskender artık yalnızca tanrıların soyundan gelen biri gibi değil, bizzat "tanrısal bir figür" olarak görülmek istemektedir. Makedonların bu talebi reddetmesi ise, onun yalnızlığını daha da derinleştirecektir. Yakın çevresindeki isimler (bir zamanlar ona hayranlıkla bağlı olanlar) şimdi onun kimliğinin ve zihinsel dönüşümünün gerisinde kalmaya başlamıştır.


Aynı yıl, Hephaistion'un ani ölümü, İskender’in psikolojisinde büyük bir kırılma yaratır. Bu kayıp yalnızca bir dostun değil; aynı zamanda ruh eşinin ya da bir kader ortağının yitimi anlamına da gelmektedir. Hephaistion’un ardından gösterdiği yas tutma biçimi ise (tapınaklar kurdurması, tanrılara adaklar adaması, imparatorluk çapında yas ilan etmesi) onun duygusal derinliğini ve belki de nihai kırılganlığını açığa çıkarmıştır.


İskender’in son yılı, gelecek büyük seferin hazırlıklarıyla geçmiştir: Arabistan. Henüz yola çıkılmamıştır ama planlar hazırdır. Diğer taraftan, bu dinamik adam, İskenderiye’yi, Babil’i ve yeni kuracağı şehirleri evrensel bir imparatorluğun merkezleri olarak yeniden düzenlemek adına yoğun bir mesai içerisindedir. Ancak moiraların onun için bambaşka planları vardır ...


M.Ö. 323’ün Haziran ayında İskender, Babil’de ağır bir hastalığa yakalanır. Kaynaklar; yüksek ateş, halsizlik ve bilinç bulanıklığından söz eder. Zehirlenme, sıtma, tifo gibi pek çok teori ileri sürülmüşse de, kesin neden hala bilinmemektedir. On gün süren hastalığın sonunda, henüz 32 yaşında hayata veda ederken, halefinin kim olacağı sorusuna verdiği rivayet edilen cevabın yankısı ise, günümüzde dek sürecektir: “En güçlüsüne.”

Mezkur cevap, yalnızca bir siyasal belirsizliği değil; İskender’in kendi ardında bıraktığı kaosu da simgelemektedir. Çünkü onun büyüklüğü, ardında yönetilebilir bir düzen değil; başsız bir evrensellik, yarım kalmış bir ütopya ve sonsuza dek tartışılacak bir miras bırakmıştır.


Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Plutarkhos'tan İskender - Sezar / Paralel Hayatlar, Jona Lendering'den Büyük İskender ve Arthur Curteis'ten The Macedonian Empire adlı eserleri tavsiye ediyorum.



Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page