Arama
Boş arama ile 129 sonuç bulundu
- Pers Gölgesi: Ahameniş İmparatorluğu ve Eski Dünyanın Jeopolitiği
"Söylenenlere göre kral, Susa ya da Ekbatana'da gözlerden ırak, altın, fildişi ve kehribar ile parlayan devasa duvarların yükseldiği ve aralarında kilometrelerce mesafe bulunan burçlar ve bronzla takviye edilmiş giriş kapılarıyla çevrelenmiş görkemli bir sarayda saltanatını sürdürüyor. Sarayın ileri gelenleri, kralın özel hizmetlileri ve muhafızları olarak görev alanların dışında, dış savunma duvarlarının güvenliğinden sorumlu muhafız alayı ve kralın [...] her yerde gözü ve kulağı olmasını sağlayarak onu olan bitenden haberdar etmek ile yükümlü askeri denetçiler de saraydaki hiyerarşik önem sırasına göre yerlerini alırlar. Bunların dışında ordu komutanları, av sorumluları, armağan kabulünden sorumlu hazine memurları ve mali işleri yürüten üst denetçiler de saraydaki mevkilerine göre sınıflandırılmışlardır. Diğer görevleri üstlenen, benzer bir memur ve hizmetli sınıfı da saray hiyerarşisinin parçasıdır. Bütün Asya 'nın yönetimi [...], büyük kralın köleleri olarak görülen generaller, satrap ve krallar arasında bölüştürülmüştür. Bunun yanı sıra muharebe subayları, kurye ve ulakları, emir erleri ve işaret istasyonlarını denetleyen öncü birlikleri vardır. Özellikle imparatorluğun en uç kesimlerinden, Susa ve Ekbatana'ya kadar, birbiri ardına yakılarak işaret vermeye hazır durumda bekletilen ateşlerden oluşan sistem, kralın Asya'da patlak veren her nevi ayaklanmadan aynı gün içerisinde haberdar edilmesini sağlayan ve saat gibi işleyen bir düzenektir." Yaşamının bir bölümünü Pers İmparatorluğu 'nda geçiren ve bilahare Büyük İskender 'in eğitimini üstlenen Stagiroslu Aristoteles , Evren üzerine adlı (İskender'e ithaf ettiği) eserinde Ahameniş Krallığı'nın yönetimini yukarıda aktardığımız şekilde anlatmıştır. Herodotos kimi zaman gerçeklik ile söylence arasında kesin sınırlar koymakta zorlansa da, az sayıdaki muhtelif kaynaklar ile karşılaştırıldığında Pers İmparatorluğu'nun kuruluşu ile alakalı bizi en çok aydınlatabilen tarihçidir ve aktardığı bilgilerin doğruluk payı, bugün elimizde olan veriler ile mukayese edildiğinde bir hayli yüksektir. Onun anlatısına göre; krallığın kurucusu, MÖ 600-530 yılları arasında yaşamış olan Büyük Kyros 'tur. İmparatorluğun merkezi coğrafyasını teşkil eden İran 'ı kurmasının yanı sıra Kyros, Anadolu 'nun batısındaki Lidya 'yı kontrolü altına almış ve günümüzde Irak , Suriye , Lübnan ve Filistin topraklarına tekabül eden bölgede hüküm süren Babil Krallığı 'nı da fethetmiştir. Kyros'un ardından ise (525 yılında Mısır 'ı aldıktan 3 yıl sonra yaşamını yitiren) oğlu Kambyses tahtı devralmıştır. Herodotos eserinde Kambyses'in ölümün ardından hasıl olan iç savaştan söz etmese de ardılı Birinci Dareios 'un Ahameniş hanedanı mensubu olduğunu ve binaenaleyh Kyros ile kan bağı bulunduğuna değinir. Krallığın sınırlarını bugünkü Libya , Ukrayna ve Pakistan 'a ardı ardına düzenlediği seferler sonrası genişleten Dareios MÖ 486 yılında öldüğünde imparatorluk, o zamana dek sahip olduğu en geniş sınırlara ulaşmış durumdadır. Persepolis 'te bulunan Nakşı Rüstem 'deki lahdini süsleyen rölyeflerde kazandığı zaferler ile tasvir edilen Dareios, söz konusu eserde egemenliği altındaki halkları temsil eden 28 elçi tarafından taşınan bir tahtın üzerinde resmedilmiştir. Mezar taşında ise şu ifadeler yer almaktadır: "Merak eder de, Dareios kaç ülkenin halkına hükmetti diye kendinize sorarsanız, tahtı taşıyan kazınmış figürleri sayınız. O zaman Pers'in mızrağının en uzaklara ulaştığını anlarsınız ve Pers'in evinden çok uzaklarda savaştığını bilirsiniz.". Bu ifadelerden "mızrağın", pers emperyalizmi nin bir sembolü olduğu açıkça görülmektedir. Bilahare Büyük İskender de mevzubahis sembolü hükümranlığı boyunca sahiplenecektir. Dareios'un hükmettiği halklar arasında İyonlar ya da bir diğer deyişle Yunanlar da yer almaktadır ve Batı Anadolu'da ikame eden İyonlar, Asya'da yaşadıkları zaman zarfı boyunca Kyros'un egemenliğini tanıyıp "haraç" ödemişlerse de Avrupa'da yani Yunanistan'da yaşayan soydaşları bağımsızlıklarını korumuştur. 499 yılına gelindiğinde ise Asyalı İyonlar, ani bir dizi saldırı düzenleyerek bölgedeki Pers garnizonlarını dağıtmış ve Atina 'dan gelen savaşçıların da yardımıyla Sardes Satraplığı'na bağlı muhtelif yerleşim yerlerini yok etmişlerdir. Dareios'un nezdinde bu eylem; barbar bir kabilenin gerçekleştirdiği sıradan bir eşkıyalık değil, bilakis yüz kızartıcı ve egemenlik unsurlarını hiçe sayan bir hakaret hüviyetindedir. Bütün bu gelişmelerin akabinde Pers kralı, bölgede asayişin yeniden sağlanmasının ancak imparatorluk ve denizaşırı Yunan devletleri arasında oluşturulacak bir tampon bölgeyle mümkün olabileceğine kanaat getirir ve bu doğrultuda MÖ 492 yılında 20 yıldır Ahamenişler'e haraç ödeyen Makedonya 'da yeni bir satraplık tesis edilmesi için Avrupa'ya bir ordu gönderir. İki yıllık bir zaman zarfının ardından Persler, tanrıları Ahura Mazda 'ya eşdeğer tuttukları Apollon 'a kurban kestikleri kutsal Delos Adası da dahil olmak üzere bütün Ege adaları nı istila etmiş durumdadır. Bir sonraki adım ise Atina'ya bir cezalandırma seferi olacaktır ve Pers donanması, zaman kaybetmeden Atinalıları abluka altına alır. Hatta eş zamanlı olarak Pers süvarileri Batı Anadolu'da bir misilleme hüviyetinde Sardes'i de yağmalamışlardır. Ancak Yunanistan'daki ablukanın altıncı gününde Persler denize açıldığında İyonlar, saldırıya geçerek düşmanlarına büyük kayıplar verdirirler. Nitekim elde edilen bu başarı bugün dahi Yunanlar tarafından "Marathon Zaferi" (bkz: Maraton Savaşı ) olarak kutlanmaktadır. 480 yılına gelindiğinde ise Dareios'un halefi Kserkses , İyonlar'dan babasını intikamını almak için tekrar harekete geçer. Makedonya'dan güneye doğru yol çıkan Kserkses'in komutasındaki üstün teçhizatla donatılmış ordu öylesine kalabalıktır ki, gereken mühimmat ve erzak tedariki için ayrı bir sevkiyat filosu mevzubahis birliklere eşlik etmektedir. Kserkses büyük bir direniş ile karşılaşmadan Teselya 'yı istila eder ve Orta Yunanistan 'ı geçerek Thebai ve Atina 'yı topraklarına katar. Ancak İyon filosunu Atina liman bölgesinden geri püskürtme amacıyla harekete geçen Pers donanması, Yunanlar karşısında büyük bir hezimete uğrar (bkz: Salamis Deniz Savaşı ). Beklenmedik bu yenilgi karşısında birliklerini Batı Anadolu'ya yani Sardes 'e çekmeye karar veren Kserkses, burada salt batı cephesini kontrol altında tutmakla kalmayıp gözünü uzun süredir çatışmaların ardı arkasının kesilmediği bir başka yere, Babil 'e diker. 479 yılın yaz aylarında çıkan Samas - Eriba isyanı, Pers kralına aradığı fırsatı vermiş olur ve Kserkses ivedi bir şekilde harekete geçerek bölgede tekrardan hakimiyetini tesis eder. 478 yılına gelindiğinde ise Kserkses artık, getirisinden çok götürüsü olan, sapa ve gözlerden ırak Yunanistan topraklarından vazgeçmenin, üzerinde hak iddia etmekten çok daha akla yatkın olacağına kanaat getirmiş durumdadır. İyonlar gibi halihazırda kendi aralarında bölünmekte olan ve kayda değer bir tehlike potansiyeli arz etmeyen halkları kaderleriyle baş başa bırakmak makul olandır. Ancak bu düşüncenin ne kadar yanlış bir akıl yürütme olduğu kısa bir zaman zarfının akabinde ortaya çıkacaktır ... Kserkses'in halefi Birinci Artakserkses 'in hükümranlığı döneminde Atinalıların verdiği huzursuzluk yeniden rahatsız edici boyutlara ulaşmış durumdadır ve Atina'nın önderliğinde kurulmuş olan Delos Birliği , bilhassa Anadolu ile Doğu Akdeniz 'de Pers çıkarlarına büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Pers iktidarının mevzubahis bölgelerdeki varlığı ve devamlılığı, İyonların bölünmüş olmasına bağlıdır ve bunun farkında olan Artakserkses, batı cephesinde tekrar aksiyon almaya karar verir ancak bu sefer izleyeceği yöntem, seleflerinkinden farklı olacaktır. Büyük kral, Atina ile savaşın eşiğinde olan Yunan şehir devleti Sparta 'yı büyük meblağlar karşılığında kendi saflarına çekmeyi başarır. Ardından bir diğer yunan şehir devleti Thebai 'nin de bu ikiliye katılmasıyla birlikte Atinalılar bozguna uğrayabilecekleri riski karşısında 449 yılında Artakserkses'in egemenliği altındaki bölgelerde hiçbir surette müdahil rol oynamayacakları yönünde taahhütte bulunmak durumunda kalırlar. Ancak Atina bir süre sonra verdiği sözü tutmayarak 414 yılında Pers İmparatorluğu'nda cereyan eden Amorges liderliğindeki bir isyana destek verince Artakserkses'in halefi İkinci Dareios , Spartalılara yeniden mali destek vermeye başlar. Aldığı desteğin akabinde Sparta, vakit kaybetmeden Atina ile arasında gerçekleşen mücadelenin şiddetini arttırır ve 404 yılında Atinalıları büyük bir yenilgiye uğratarak Peleponnes Savaşları 'nı nihayete erdirir. Pers aleyhtarı politikanın bu vesileyle sona erdiğini zanneden İkinci Dareios, kısa süre sonra ne kadar yanıldığının farkına varacaktır. Bozguna uğrayarak köşesine çekilen Atina'nın yerine şimdi de Sparta, Ahamenişlere rahat vermemektedir. İlk olarak, Pers tahtı için kardeşiyle mücadeleye girişen Lidya satrapı Kyros 'a asker desteği veren Spartalılar, gittikçe daha saldırgan bir hüviyete bürünürler. Bunun üzerine büyük kral, Spartalılara verdiği mali desteği keser ve bu sefer de bir denge sağlamak amacıyla mağlup Atinalıları (tekrar ihya olması için) desteklemeye başlar. Ancak Ahamenişlerin takip ettiği " böl ve yönet" politikasının bir noktada sona ermesi gerekmektedir çünkü İyonlar aynı zamanda Pers ordusuna paralı asker temin eden en önemli kaynak durumundadır ve gözünü budaktan sakınmayan bu korkusuz askerler, Pers askeri yapısı için vazgeçilmez bir konumdadır. Binaenaleyh bütün bunları göz önünde bulunduran Pers İmparatorluğu, İkinci Artakserkses iktidarında yani 387 yılında batılı komşularıyla bir barış antlaşması imzalar. Buna göre Spartalılar artık büyük kralın batıdaki idari temsilcisi konumundadırlar ancak her zaman olduğu gibi bu durum da çok uzun ömürlü olmayacaktır. Nitekim 366 yılında Susa 'da düzenlenen barış konferansından çıkan sonuca göre yeni gölge iktidar , bir diğer Yunan şehir devleti olan Thebai olacaktır ... Buraya kadar aktardıklarımızdan anlaşılacağı üzere Pers kralı; Atina, Sparta ve Thebai'yi çıkarları doğrultusunda birbirine düşürmekte ve satın almakta pek zorluk çekmemektedir. Ayrıca batılı komşularını bilhassa onlardan asker tedarik ederek zayıf düşürmektedir. Ancak bu strateji dördüncü İyon devletinin yükselişi ile birlikte kökünden değişecektir. Pers İmparatorluğu MÖ 338 yılından itibaren Makedon istilasının önünü kesecek yetkinlikte bir geri püskürtme hareketi gerçekleştirmesini olanaksız kılan büyük bir karışıklığın içerisindedir ve bu durumdan mütevellit İskender'in babası olan Philippos 'un iktidarının güçlenmesine de seyirci kalır. Nitekim Büyük İskender 'in Pers İmparatorluğu'nu çökertebilmesini sağlayan salt unsur da askeri dehası değildir. Ahvalin bu şekilde hasıl olmasında Pers kralının yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere İkinci (Kör) Philippos'a karşı uzun süre direniş gösterememesi nedeniyle makedonların giderek daha fazla tehlike arz eden hasımlara dönüşmesinin de önemli ölçüde payı söz konusudur. Velhasıl dünya tarihinde örnekleriyle sıkça karşılaştığımız üzere Pers imparatorluğu da barbar istilalarından dolayı değil; barbarlara, tehlikeli hasımlara dönüşme fırsatı verdiği için yıkılmıştır. (bkz: Roma İmparatorluğu ) Ahameniş İmparatorluğu'na dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Josef Wiesehöfer'den Antik Pers Tarihi, Herodotos'tan Tarih ve J. M. Roberts'tan Dünya Tarihi adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Doğu'nun Kahramanı, Batı'nın Asil Düşmanı: Selahaddin Eyyubi
Hadimü'l Haremeyn , Müslümanlar için iki mukaddes şehir olarak görülen ve bu sebepten mütevellit Haremeyn olarak anılan Mekke ve Medine 'nin "hizmetkarı" anlamına gelmektedir. Bu unvanı ilk kullanan hükümdar ise yazımızın da konusu olan Selahaddin Eyyubi'den başkası değildir. Selahaddin'in akabinde, kendilerini onun ardılları olarak addeden ve Mısır 'ın hakimleri olan Memluk sultanları da bir egemenlik nişanesi olarak bu sıfatı benimsemişlerdir. Bilahare Osmanlı İmparatorluğu 'nun Suriye ve Mısır'ı ele geçirmesiyle beraber mevzubahis unvan Yavuz Sultan Selim 'den itibaren Osmanlı padişahları tarafından da kullanılmaya başlanacaktır. Selahaddin Eyyubi, 1138 yılında günümüzde Irak 'ın sınırları içerisinde yer alan Tıkrit şehrinde dünyaya gelir. Babası Necmeddin Eyyub , Selçuklular ’ın Tıkrit valisidir ve ilerleyen yıllarda Selahaddin'in hayatının bugün bildiğimiz hüviyetine evirilmesindeki başlıca etkenlerden olan 12. yüzyılın meşhur Müslüman komutanı ve Musul atabegi İmadüddin Zengi 'nin isteği üzerine Selahaddin’in doğduğu yıl aşiretiyle birlikte Tıkrit’ten ayrılarak Musul’a gider ve Zengi’nin hizmetine girer. Öte yandan aynı dönemde, yine Selahaddin'in hayatında büyük bir tesiri olan amcası Esedüddin Şirkuh da Zengi'nin ordusunda komutan sıfatıyla görev yapmaktadır. Şirkuh, Zengi'nin vefatının akabinde tahta çıkan oğlu Nureddin Mahmud 'un en yakın danışmanı ve kumandanı haline gelecektir. Nureddin aynı zamanda Necmeddin Eyyub'u da Dımaşk valisi olarak atar. Böyle bir ortamda tabiri caizse şehzade gibi yetişen ve iyi bir eğitim gören Selahaddin de genç yaşlarından itibaren Haçlılar a karşı girişilen seferlere katılma imkanı bulur ve babasının ardılı olarak Dımaşk şahneliğine (valiliğine) kadar yükselir. 1163 yılında iktidardan uzaklaştırılan Fatımi veziri Şaver bin Mücir ’in yardım istemek amacıyla Dımaşk’a gelmesiyle beraber ise Selahaddin'in İslam medeniyetinin zirvesine doğru olan yürüyüşü yani kahramanın yolculuğu başlamış olur. Mısır’daki Fatımiler kriz içindedir ve Fatımi halifelerin nüfuzlarını kaybetmesinden mütevellit ülke, sultan unvanı alan vezirler tarafından yönetilmektedir. İktidarın sık sık el değiştirmesi ve sallantıda olması da hem Haçlıların hem Nureddin'in dikkatlerini Mısır üzerine çevirmesine sebebiyet vermiştir. Coğrafi konumu ve sahip olduğu kaynaklar dolayısıyla Mısır, bölgede hakimiyet tesis etmek isteyen bir güç odağı için büyük önem arz etmektedir. Nitekim bütün bu gelişmelerin akabinde Nureddin, Şirkuh'un da telkinleriyle, zaman kaybetmeden Mısır üzerine birliklerini sevk etmeye karar verir. Amcası Şirkuh'un kumandasında 1164 ve 1169 yıllarında Fatımi egemenliğindeki Mısır’a yapılan seferlere katılan, usta bir kumandan ve devlet adamı olduğunu kanıtlayan Selahaddin, Nureddin'in ihsanına mazhar olur ve yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, Dımaşk yani Şam şahneliğine kadar yükselir. 1169'da ise amcasının ölümünün ardından onun vazifesini devralarak "el Melikü'n-Nasır" sıfatıyla Mısır'a vezir olur. Bilahare bağlı olduğu Nureddin Mahmud Zengi’nin verdiği icazet ile naip sıfatıyla Mısır’ı ve Mısır’a bağlı yerleri müstakil bir hükümdar gibi yönetmeye başlayacaktır. Selahaddin, Mısır'a hakim olunca kendisine ve ordusunun çoğunluğunu oluşturan Oğuz Türkleri'ne karşı direnen Fatımi çevreleri ve onları destekleyen Frenkler - Bizans koalisyonuyla mücadeleye girişir. Zaman içerisinde Mısır'da tam anlamıyla hakimiyetini tesis eden Selahaddin, zaman kaybetmeden orduyu yeniden teşkilatlandırmaya girişir. Aynı zamanda Fatımi bürokrasisini kademeli olarak tasfiye etmek adına Sünni medreseler ve yeni kurumlar açmayı da ihmal etmeyen Selahaddin, 1171 yılında ise Nureddin Zengi'den gelen emir üzerine Fatımi hilafetine son verir. 1170 ve 1173 yıllarında Kudüs Haçlı Krallığı 'na karşı seferlere çıkan Selahaddin, 1173'de ise ağabeyi Turan Şah ile beraber Yemen ve Hicaz 'a düzenlediği seferlerle bu şehirleri, Nureddin Mahmud'un hakimiyeti altındaki birer eyalet haline getirmiştir. Nureddin Mahmud Zengi'nin 1174'teki ölümünün ardından tahtı devralan 11 yaşındaki oğlu El-Melikü's-Salih İsmail 'e görünüşte bağlı kalsa ve onun adına Mısır'da hutbe okutup para bastırsa da Selahaddin, artık kendi yolunu çizmesi gerektiğine kanaat getirmiş durumdadır. Bakıldığında Mısır gibi jeopolitik ve jeostratejik önemi yadsınamayacak derecede büyük olan bir ülkeyi fiilen o yönetmektedir. Selçuklular'ın uğradığı güç erozyonunun akabinde bölgede oluşan iktidar boşluğu; görünüşte pek çoğu yine Selçuklulara bağlı kalsa da muhtelif Müslüman "şehir devletleri" tarafından doldurulmaya çalışılmış, nitekim buna en çok yaklaşan da İmadüddin Zengi ve onun oğlu olan Nureddin Mahmud olmuştur. Ancak onların tarih sahnesinden çekilmesiyle beraber bayrağı devralma sırası Selahaddin'in nezdinde Mahmud'un küçük yaştaki oğlunda değil bizzat kendisindedir. Dönemin statükosu, bilhassa Frenklerin bölgedeki uzun süreli varlıkları da göz önünde bulundurulduğunda, bir "çocuk sultanın" yönetimine elverişli durumda olmaktan çok uzaktadır. Keza Selahaddin de bir süredir hatta Nureddin'in ölümünden evvel iktidarının tesisi için çalışmalara başlamış durumdadır ve tabiri caizse aradığı fırsatı Melikü's Salih'in genç yaşta ölümüyle beraber bulmuş olur. 1174'te 700 süvarinin başında Kahire’den Dımaşk’a hareket eden Selahaddin’in başlıca iki hedefi vardır: Zengi'nin kurup Nureddin’in devam ettirmiş olduğu devletin dağılmasını önlemek ve Haçlılar’ın elinde olan Kudüs ile diğer toprakları kurtarmak. Velhasıl Selahaddin Dımaşk’ta taraftarlarınca coşkuyla karşılanır. İlk olarak Busra ve Havran'da daha sonra ise Baalbek , Humus , Hama gibi önemli İslam şehirlerin de hakimiyetini tesis eder. Ancak Selahaddin'in iktidar yürüyüşü, dikensiz bir gül bahçesinden geçmemektedir ve bilhassa Halep ile Musul'da bulunan rakipleri kendisine karşı Haçlıların ve Haşhaşiler in desteğini alarak direnişe geçmekte zaman kaybetmez. Selahaddin, Musul ve Halep birleşik kuvvetlerini 1176'da yenilgiye uğratır ve nihayetinde sultanlığı, Abbasi halifesi tarafından tanınarak Suriye ve Mısır’daki hakimiyeti onaylanmış olur. Her ne kadar iktidarı, Abbasi halifesinin onayı ile beraber meşruiyet kazanmış olsa da Selahaddin bir süre daha hakimiyetini pekiştirmek ve buna bağlı olarak Ortadoğu'da İslam birliğini sağlamak adına mücadeleye devam etmek zorunda kalır. İki büyük hedefinden birisi olan Kudüs'ün tekrar alınmasına yönelik ilk adımını ise, 14 Kasım - 9 Aralık 1177 tarihleri arasında gerçekleştirdiği Gazze - Askalan seferiyle atacaktır. Sultan, Mısır üzerinden gerçekleştirilen bu sefer sırasında düşmanın direncinin az olduğunu görünce ordusuyla beraber ivedilikle Remle 'ye doğru ilerler. Ancak bu manevra esnasında Kudüs kralı (bkz: Dördüncü Baudouin ) ile (bkz: Renauld de Chatillon ) kumandasındaki Frenklerin ani baskınına uğrar ve savaşarak geri çekilmek durumunda kalır. Bu sırada Haçlılar eş zamanlı olarak Flandre kontu (bkz: Philippe d'Alsace ) kumandası altındaki bir orduyla da Hama'yı kuşatırlar ancak istedikleri sonucu elde edemezler. Selahaddin, Remle yenilgisinden iki ay sonra Kahire'den Dımaşk'a doğru tekrar hareket geçer ve Haçlıların, Şam yoluna hakim bir noktadaki Beytülahzan denilen yerde kurdukları kaleyi kuşatarak 24 Ağustos 1179'da ele geçirir. Selahaddin ile Frenkler arasında, iki tarafın da birbirine kesin bir üstünlük sağlayamadığı çatışma hali 1187 yılında gerçekleşen Hıttin Savaşı 'na dek devam edecektir. 1187 yılına gelindiğinde, Kudüs kralı 4. Baudouin ölmüş ve ardılı olarak küçük yaştaki yeğeni (5. Baudouin adıyla) iktidarı devralmış durumdadır. Yine, Trablus kontu 3. Raimond da kendisine yardımcı olmak amacıyla konsil tarafından kral naibi olarak atanmıştır. Baudouin’in dul annesi ve hırslı bir kadın olan Sibylla , ilk olarak Raimond'un telkinleriyle İbelinli Baldwin ile evlendirilmek istendiyse de bu girişim başarısız olmuş ve akabinde Sibylla, Amalric 'in lobi çalışmalarının bir sonucu olarak 1180'de Guy de Lusignan ile evlenmiştir. 5. Baudouin'in 1185'te 9 yaşında ölmesiyle beraber Guy, Kudüs tacının sahibi olacaktır. Bu gelişmelerin akabinde, Guy de Lusignan’ın kral olmasına karşı olan 3. Raimond, Selahaddin ile ittifak yapmanın yollarını aramaya başlamış ve aradığı fırsatı Kerek - Şevbek bölgesi hâkimi Renaud de Chatillon'un, topraklarından geçen zengin bir Müslüman kervanını aradaki anlaşmaya rağmen yağmalayıp mallarına el koyması ve yolcuları esir almasıyla beraber bulmuştur. Müslümanlar ile Haçlılar arasındaki saldırmazlık ve serbest ticaret anlaşmasına riayet edilmemesi bir yana, Renaud'un esir aldıkları arasında Selahaddin'in kız kardeşi de bulunmaktadır. Binaenaleyh Selahaddin, malların ve esirlerin iadesini ister ancak hem kral hem Renaud bu isteği geri çevirir. Bunun üzerine sultan, 1187'de Kerek üzerine büyük bir seferin hazırlıklarına başlanması emrini verir ve Dımaşk’ın güneyinde Re’sülmâ denilen yerde oğlu El-Melikü’l-Efdal ’i ordunun başında bıraktıktan sonra hassa birliğiyle ilerleyip Kerek topraklarını yağmalar. Ardından Guy de Lusignan komutası altındaki Haçlılar ile Selahaddin'in kuvvetleri arasında Taberiye Gölü'nün batı yakasındaki Taberiye kalesi yakınında bulunan Hıttin köyü ve tepesi civarında gerçekleşen muharebede haçlı ordusunun büyük bir kısmı imha edilirken (17.000) bir kısmı da esir alınır. Esirler arasında kral Guy de Lusignan ve Renaud de Chatillon da bulunmaktadır. Selahaddin, Guy de Lusignan ve maiyetindekilerin canını bağışlasa da Renaud de Chatillon'un akıbeti ile alakalı muhtelif yorumlar söz konusudur. Kimilerine göre Renaud, esir alınan birtakım Hospitalier ve Tapınak şövalyesi ile birlikte idam edilmiş; kimilerine göreyse de Guy de Lusignan ve maiyeti ile beraber Şam'a götürülmüş ve orada fidyesi ödenerek serbest bırakılmıştır. Selahaddin, zaferinin akabinde zaman kaybetmeden hızlı bir fetih hareketine girişir ve Akka , Taberiye , Askalan , Nablus , Remle ile Gazze başta olmak üzere pek çok kaleyi ve şehri ele geçirir. 20 Eylül 1187’de Kudüs kuşatmasını başlatan sultan, takribi 2 haftalık bir direnişin akabinde yani 2 Ekim 1187'de kutsal şehri yeniden Müslümanlara kazandırır. Kudüs’ün ve Sur hariç tüm Filistin bölgesinin Selahaddin'in kontrolüne geçmesiyle beraber Avrupa'da yeni bir haçlı seferinin hazırlıkları da başlamış durumdadır. Nitekim Kudüs'ün düşüşünden 2 yıl sonra Haçlılar 1189’da Akka ’yı kuşatırlar. Fransa kralı Philippe Auguste 'un, Alman imparatoru Barbarossa 'nın ( Göksu 'da boğulup hayatını kaybetmiştir), İngiltere kralı Arslan Yürekli Richard 'un orduları ve donanmalarıyla iştirak gösterdiği bu büyük ve geniş çaplı sefer yalnızca Akka ile Yafa arasındaki sahil şeridinin ele geçirilmesiyle sonuçlanmış ve Haçlıların Kudüs’ü almak için yaptıkları teşebbüsler Selahaddin tarafından başarısızlığa uğratılmıştır. 3 yıl süren çatışmaların nihayetinde yani 1 Eylül 1192'de Haçlıları temsilen Richard ve Eyyubiler arasında üç yıl sekiz ay süreli bir barış antlaşması imzalanır. Haçlılar ile yapılan barışın ardından kısa bir süre sonra 4 Mart 1193'te Şam'da vefat eden Selahaddin, kaynakların ittifakla belirttiğine göre dindar, merhametli, cömert, güler yüzlü, vakur, sağlam iradeli, mert ve heybetli bir hükümdardır. Fransız tarihçi Champdor 'un "İslam'ın en saf kahramanı" olarak nitelendirdiği Selahaddin Eyyubi'nin şahsında Müslümanlar, ideal bir sultan; Haçlılar ise gerçek bir İslam kahramanı görmüştür. Selahaddin Eyyubi'ye dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere İbn-i Kalanisi'den Şam Tarihine Zeyl, Amin Maalouf'dan Arapların Gözünden Haçlı Seferleri ve Ernoul Kroniği adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Avrupa Felsefe Geleneğinin Mimarı: Platon
"Avrupa felsefe geleneğinin en sağlıklı genel tanımı, Platon'un eserine yazılmış bir dizi dipnottan oluşmasıdır." Alfred North Whitehead Asıl adı Aristokles olan Platon, Diogenes Laertios 'un aktardığına göre; MÖ 428 veya 427'de Atina 'da doğar. Yalnızca Batı Uygarlığı 'nın nezdinde değil, insanlık tarihi ve felsefenin gelişimi açısından bir fenomen olarak kabul edilen Aristokles'in Platon ismiyle anılmasının müsebbibi ise beden eğitimi hocasıdır. Gençlik yıllarında bilhassa güreşe ile jimnastiğe ilgi duyan ve bu branşlarda bir hayli başarılı olan Aristokles, sahip olduğu fiziksel özelliklerinin de etkisiyle (alnı ve göğsü bir hayli geniştir) öğretmeni tarafından "geniş" anlamına gelen "Platon" adıyla çağrılmaya başlanır. Aristokrat bir ailenin mensubu olarak dünyaya gelen Platon'un babası Ariston , Atina 'nın efsanevi kralı Kodros ve Messenia kralı Melanthos 'un soyundan gelirken, annesi Periktione ise meşhur yasa koyucu Solon 'un torunlarından biridir. Adeimantos ve Glaukon isimli iki erkek kardeşi ve Potone adında bir de kız kardeşi olan Platon'un, babasının ölümünün ardından annesinin tekrar evlenmesi ile sahip olduğu Antiphon adında bir kardeşi daha vardır. Platon'un üvey babası Pyrilampes , pek çok kez Pers sarayına elçi olarak gönderilmiş ve aynı zamanda Perikles 'in yakın dostu olan, demokratik görüşe sahip bir siyasetçidir. Buna karşın Platon'un dayısı Kharmides ile annesinin kuzeni olan Kritias ise Peloponessos Savaşları 'nın ardından güç kazanan oligarşik kesimin önde gelen isimleri arasındadır. Ahvalin bu şekilde hasıl olması Platon'a siyasi kariyer açısından epey bir alternatif ve geniş bir hareket alanı sunmuş olsa da o, hayranı olduğu Sokrates'e her iki kesimin de olumsuz yaklaşmasının da etkisiyle siyasetten soğumuştur ki; ilerleyen kısımlarda bu konuya teferruatlı bir biçimde izahat getireceğiz. Yukarıda da belirttiğimiz üzere aristokrat bir aileden gelmesinden mütevellit dönemin koşulları doğrultusunda küçük yaşlarından itibaren siyasi bir kariyere hazırlanan Platon; gramer, müzik ve beden eğitimi gibi müdahil olduğu sosyal sınıf arasında bir hayli popüler olan alanlarda temel eğitimini tamamlamasının akabinde Herakleitos ekolünden gelen Kratylos 'tan felsefe dersleri almaya başlar. Nitekim Kratylos sayesinde Sofistler 'in eserlerini tanıyan ve diyaloglarında onlara defaatle atıfta bulunan Platon'u, hepimizin bildiği gibi en çok etkileyen ve hayatını değiştiren isim Sokrates olacaktır. Tarihin görece en meşhur öğretmen / öğrenci ikilisinin ilk kez nerede ve nasıl karşılaştığına dair muhtelif ve çelişkili bilgiler olsa da, yine, Diogenes Laertios 'un aktardığına göre; Sokrates bir gün rüyasında kucağında bir kuğu yavrusu tuttuğunu görür. Küçük kuğu tatlı bir ses çıkarır ve aniden kanatları büyümeye başlar, sonra da uçarak uzaklaşır. Sokrates ertesi gün yanına getirtilen Platon'un rüyasındaki kuğu olduğunu söyler. Bu hikayeden bağımsız olarak Platon ise Sokrates'in Kharmides ve Kritias ile geçmişten beri süregelen bir dostluklarının olduğunu ifade ederek onu, anne tarafından akrabaları aracılığı ile tanıdığını aktarır. Ancak Sokrates'in Platon'un yakın çevresine müdahil olması; hocasının altmış yaşında, kendisinin ise yirmilerinin başında olduğu bir zaman aralığına tekabül etmektedir. Sofistlerin kanıksanmış değer yargılarına kuşkuyla yaklaştığı ve güzel konuşma sanatını (bkz: retorik ) geliştirerek her şeyi tartışmaya açtığı mevzubahis dönemde Sokrates, her şeyden kuşkulanmanın doğurduğu belirsizliği aşabilmek için mutlak etik değerler e dayanarak Gerçek Bilgelik 'i aramanın gerektiğini savunmaktadır. Yine, aynı tarihlerde Atina 'yı utanca boğmuş olan Sicilya Seferi 'nin yaraları yavaş yavaş kabuk bağlamaya başlamış, oligarşik Dörtyüzler Darbesi gerçekleşmiş, görelilik ekolünün kurucusu sofist Protagoras 70 yaşını aşmış ve Sokrates'in öğrencilerinden olan Eukleides (bkz: Öklid ) ile Antisthenes (bkz: Kinizm ) kendi okullarını açmışlardır. Velhasıl Perikles'in ölümünün üzerinden 20 yıl gibi bir zaman zarfı geçmiş olmasına ve Peloponessos Savaşları, Atina açısından pek de olumlu emareler göstermiyor olsa da Yunan Altın Çağı 'nın etkileri hala sürmektedir. Platon, Sokrates ile tanışmasının ardından hocasına hayranlık ve tutkuyla bağlanır. Nitekim onun etkisiyle daha önce yazmış olduğu bir tragedya dörtlemesini yayımlamaktan vazgeçerek retoriğini "felsefenin" hizmetini sunar. MÖ 403 yılın gelindiğinde ise oligarşik Otuzlar yönetimi yerine yeniden tesis edilmiş olan demokratik rejimin, tarihin en çok konuşulan davalarından birisinde Sokrates'i ölüme mahkum etmesi Platon'da büyük bir travma yaratır. Bilahare eserlerinde de ifade edeceği üzere (bkz: Mektuplar ) siyaset ile uğraşmaktan vazgeçer ve Sokrates'ten öğrendiklerini geliştirerek ömrünü felsefeye vakfeder. Sokrates'in ölümün ardından ilk olarak Megara 'da, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz, üzere kendi felsefe okulunu kurmuş olan Öklid 'in yanına giden Platon, burada 1 yıl kadar kaldıktan sonra Atina'ya dönerek Mısır , İtalya ve Kyrene 'yi (bkz: Libya ) kapsayan gezilerine başlar. Muhtelif kaynaklara göre; Fenike 'de Zerdüşt , Babil 'de Musa üzere araştırmalar yapan Platon, gittiği yerlerde Hint ve Akkad kültürlerini de tanıma imkanı bulur. İtalya'da ise önce Pythagorasçıların etkin olduğu Taranto 'ya uğrayan Eflatun, burada kentin yöneticisi ve aynı zamanda matematikçi olan Arkhytas sayesinde Orpheus (bkz: Mısır ) inancı ve Pisagor 'un öğretisiyle alakalı çalışmalar yapma fırsatı yakalar. Bu yeni bakış açısı Platon'u eserlerinde matematiğe ve geometriğe dair kavramlara sıklıkla başvurmaya yöneltecektir. Taranto'dan ayrıldıktan sonra Kartaca lılara karşı yaptığı savaşların ardından " Hellen kültürünün batıdaki savunucusu" olarak tanınan Syracuse 'un tiranı Dionysios 'u ziyaret eden Platon, burada kentin yönetiminde etkin bir rol almak isteyen Dionyios'un kayınbiraderi Dion ile yakınlaşır ve belki de bu yüzden bu yüzden bir süre sonra Siraküza 'dan ayrılmak durumunda kalır. Dönüş yolunda gemisi Atinalılar ile savaş halinde olan Aigina Adası'na uğradığı esnada köle tacirlerinin eline düşen Platon, kendisini tanıyan Kyreneli zengin tüccar Annikeris 'in fidyesini ödemesi sayesinde esaretten kurtulur. Atina'ya döndüğünde dostları fidye bedelini aralarında toplayarak Annikeris'e geri vermek istese de Platon bu teklifi kabul etmez. Ancak halihazırda para toplanmış durumdadır ve ortada değerlendirilmesi gereken bir sermaye vardır. Bunun üzerine dostları Atina'nın kuzeybatısında, efsanevi Attika kahramanı Akademos 'un bugünkü Kolonos semtinde bulunan mabedinin yakınlarında bir arazi satın alıp, Platon'a hediye ederler. Bilahare Antalkidas Barışı ya da bir diğer adıyla Kral Barışı 'nın imzalandığı yıl olan MÖ 387'de burada Platon'un yönetiminde batı dünyasının en uzun ömürlü yüksek öğretim kurumlarından biri olan Akademia kurulacaktır. Akademia, bir üniversite hüviyetinde olmasının yanı sıra içerisinde beden eğitimi salonlarının, sınıfların, yemekhanelerin ve daha sonra yatılı öğrencilerin kalması için eklenen lojmanların da bulunduğu büyük bir komplekstir. Zamanla okula Yunanistan'ın her yöresinden ve dahi komşu ülkelerden birçok öğrenci kaydolur. Bizzat Platon ve dönemin en yetkin bilim adamları tarafından felsefe, siyaset bilimi, matematik, astronomi, biyoloji, fizik, coğrafya ve sanata ilişkin derslerin verildiği Akademia'nın girişinde ise analitik düşünce nin ve "tezlerin ispatının önemini" belirtmek üzere Ageometritos Medeis Eisito yani " geometri bilmeyen giremez" yazısı asılıdır. Akademia'nın mezunları aldıkları nitelikli eğitim sayesinde ülkelerinin siyasi hayatında önemli mevkilere gelirler veyahut felsefe alanında sivrilirler. Ayrıca Sokrates 'in erkekler ile kadınların etik açıdan eşit olduğuna ilişkin öğretisinin etkisiyle Akademia'ya kız öğrenciler de kabul edilmiştir. MÖ 367 yılına gelindiğinde ise Platon, Syracuse tiranı Dionysios'un ölümünün ardından oğlu İkinci Dionysios'un iktidarı devralmasıyla beraber kent yönetiminde etkin bir rol almaya başlayan ve aynı zamanda Akademia'dan öğrencisi olan dostu Dion'un daveti üzerine tekrar İtalya'ya gitmeye karar verir ve burada genç tiranın mentoru olarak kendi felsefi ve siyasi düşüncelerine dayanan bir kent yönetim sistemi geliştirmeye çalışır. Bir süre Siraküza'da kaldıktan sonra hayal kırıklığına uğrayıp geri dönen Platon, 6 yıl sonra şansını bir kez daha denese de yine istediği sonucu elde edemez ve bütün ilgisini okulu ile diyaloglarına yöneltir. MÖ 348-347'de ölene dek yazmaya ve ders vermeye devam eden Platon'un vefatının ardından okulu, Roma imparatoru Iustinianus 'un dönemine kadar (MS 529) antik dünyanın en önemli eğitim kurumlarından biri olarak faaliyetlerini sürdürmeye devam eder. Platon, eserlerinin büyük çoğunluğu günümüze kadar gelmiş nadir antik yazarlardan biridir ve " Savunma" ile "Mektuplar" dışındaki bütün eserlerini diyalog şeklinde yazmıştır. Platon'un kullandığı bu özgün yazı türünün Sokrates'in öğretim yönteminden kaynaklandığı düşünülmektedir ve yine, genel kabul gören bir görüşe göre; eserlerinin erken tarihli olanlarında Sokrates'in düşünceleri yansıtılırken, geç tarihli olanlarda daha çok kendi düşüncelerinin imzası vardır. Platon'un günümüze kadar ulaşan eserleri: Alkibiades 1 - 2 Büyük Hippias Theages Devlet Euthydemos ve Parmenides Euthyphron Gorgias Hipparkhos Kleitophon Ion Kratylos Kritias Kharmides Kriton Küçük Hippias Lakhes Lysis Mektuplar Meneksenos Menon
- Osmanlı Modernleşmesinin Kırılma Noktaları: Tanzimat ve Islahat Fermanlarının Hukuki ve Siyasal Boyutları
Tanzimat, tarihimizde üzerine en çok konuşulan konuların başında gelmektedir. Muhtelif pek çok görüşün fikir beyan ettiği mezkur ferman kimilerine göre getirdiği anlayış ve uygulamalardan mütevellit imparatorluğun sonunun gelmesine sebep olmuş ve halihazırda var olan gerilemeyi hızlandırmış, kimilerine göreyse toplum olarak daha pozitif bir yöne doğru evirilmemize olanak tanımıştır. Aslında bu farklı görüş ve değerlendirmelerin ekseriyeti , Tanzimat'ı kimi gelişmelerin "nedeni" saymalarından dolayı çok da objektif değildir. Zira Tanzimat Fermanı'nın çıkartılması bir kısım gelişmelerin nedeni değil, bilakis sonucudur. Binaenaleyh Tanzimat'ı, fermanın ardındaki mantığı ve dahi onu izleyecek olan ıslahat reformlarını doğru bir şekilde analiz ve idrak etmek açısından 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu 'nun ahvalini ve ne gibi seçenekleri olduğunu iyi teşhis etmek gerekir. 19. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu, üç kıtaya yayılan geniş topraklarının gözler önüne serdiği görkemli görüntüsünün ardındaki zaafları saklayamaz hale gelmiştir. İmparatorluk tam bir sosyo - ekonomik çöküntü içerisindedir ve söz konusu ahval, devlet yaşamı ile toplumsal yaşamın tüm alanlarına sirayet etmiş durumdadır. Osmanlı devlet düzeninin temeli olan toprak sistemi tümüyle işlevini yitirmiş, bozulmuş ve çağ dışı kalmıştır. Hizmet karşılığında gelirin bırakılmakta olduğu topraklardaki hızlı mülkleşme, merkezin zayıflamasını doğurduğu gibi mevzubahis deformasyonun sebep olduğu müstakil gelirler, ticaret veyahut sanayiye yönelecek bir sermaye birikimine de kaynak sağlamamıştır. Bütün bu gelişmelerin yanı sıra dönemin belirleyici zihniyeti olan ulusçuluk anlayışı, toplumun heterojen bünyesini ciddi biçimde sarmış ve henüz Müslüman tebaa arasında revaçta olmasa da Hıristiyan unsurlar arasında ve bilhassa Rumeli 'de canlı bir milliyetçilik akımı esmesine sebebiyet vermiş, eser miktarda dış müdahale ve destek ile ayrılıkçı taleplerin hasıl olmasına neden olmuştur. Nitekim İslami kökenli bir egemenlik anlayışı temelinde oturmakta olan Osmanlı devlet kademesi de bu tarz ayrılıkçı hareketleri ekarte edecek mukavemete sahip olmaktan çoktan uzaktadır. Öte yandan sorunlar, mezkur sebeplerle de sınırlı kalmamaktadır. İmparatorluk, çağın ekonomik düzeninin de tamamen dışında kalmış durumdadır. Dünya ticaretinden önemli ölçüde soyutlanmış bir biçimde, tabiri caizse "kendi yağında kavrulan" bir ekonomi modeli uygulamaya çalışan Osmanlı Devleti, bu konuda da pek başarılı bir performans sergileyememektedir. Böylesi bir sistem evvela sınırlara giriş çıkışları çok sıkı bir biçimde denetleyen güçlü bir devlet mekanizması gerektirmektedir oysa ki Osmanlı'da güçlü bir devletin nesnel koşullarından bahsetmek bile mümkün değildir. Zira imparatorluk içerisindeki azınlık oranı ve Avrupa'yla hemhal olma durumu da göz önüne alındığında, kapalı bir ekonomi modeli uygulamanın zorlukları ve dahi olanaksızlığı daha iyi anlaşılabilmektedir. Ahvalin bu şekilde hasıl olduğu koşullar altında Osmanlı Devleti'nin önünde iki alternatif bulunmaktadır. Ya Batı'nın ekonomik modeli benimsenecek ve uygulanmaya çalışılacaktır ya da mümkün olan en sert biçimleriyle dış dünyaya karşı duvarlar yükseltilecek ve içe dönülecektir. İmparatorluğun çözülmesini zamanında teşhis eden ve içerideki tüm muhalefete rağmen kimi düzenlemeler ile dağılmayı engellemeye çalışan ileri görüşlü bazı padişahların yapmak istedikleri, yukarıda bahsini geçirdiğimiz iki seçeneğin sentezi hüviyetindedir. Lakin gelinen noktada 1830'ların dünyasında kesin bir tavır takınmak kaçınılmaz hale gelmiş durumdadır ve ana hatları Mustafa Reşid Paşa tarafından hazırlanan, yine, kendisi tarafından Sultan Abdülhamid 'in tahta çıktığı yıl olan 1839'da iç ve dış protokol ile halkın huzurunda okunan ve tarihe Gülhane Hatt-ı Hümayunu olarak geçen belgeyi bu nokta-i nazar ile değerlendirmek gerekir. Tanzimat ne kimilerinin ileri sürdüğü gibi Nizip Savaşı 'nın yitirilmesinin akabinde yardımlarına gereksinim duyulan Avrupalı emperyal güçlere hoş gözükmek için Hıristiyan azınlıklara eşit haklar sağlayan bir belge ne de İngiliz casusu olarak nitelendirilen Mustafa Reşid Paşa'nın imparatorluğu yıkmak için gerçekleştirdiği bir ihanettir. Tanzimat Fermanı 3 Kasım 1839'da Mustafa Reşid Paşa tarafından okunan Tanzimat Fermanı, önünde okunduğu Gülhane Kasrı 'ndan esinlenilerek Gülhane Hatt-ı Hümayunu olarak da isimlendirilir. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere ilanı esnasında iç ve dış protokolün eksiksiz bir biçimde yer aldığı fermanı Enver Ziya Karal , kapsadığı düşünceler açısından beş bölüme ayırarak incelemiştir. Birinci bölümde kuruluşundan itibaren devletin güçlü ve halkın huzurlu olmasının nedeni olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun şeriat a ve Kuran 'ın hükümlerine gösterdiği saygıyı vurgulayan Karal, ikinci bölümde ise şeriata ve yasalara gereken değerin verilmemesinden mütevellit son 150 yıl içerisinde devletin zayıf ve fukara düştüğünü ifade eder. Yazar üçüncü bölümde yeniden iyi bir yönetim tesis edebilmek adına birtakım yeni yasaların zaruri olduğunu belirtirken, dördüncü bölümde mezkur yeni yasaların dayanacağı ilkeleri anlatır. Mevzubahis İlkeler - Aralarında hiçbir fark gözetmeksizin Müslüman ve Hıristiyan tüm tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin sağlanması. - Vergilerin düzenli bir biçimde yeniden ayarlanması ve toplanması. - Askerlik ödevinin düzenli bir yönteme bağlanması. Beşinci bölümde ise söz konusu yasaların dayandırılacağı genel ilkelerin gereklilik nedenleri üzerinde durulmaktadır. Sultan Abdülmecid , Tanzimat Fermanı'nın ilanının ardından bu Hatt-ı Hümayun'a ve söz konusu düzenlemeye dayanarak çıkartılacak olan yasalara riayet edeceğine dair yemin eder. Bu davranış, Osmanlı İmparatorluğu'nda son derece köklü bir değişimin gerçekleşeceğine delalettir. Zira her ne kadar daha evvel Sened-i İttifak ile padişah, kimi yetkilerinden ayan ların lehine feragat etmiş olsa da iktidarının tanrısal kökeni ve mutlaklığı konusunda herhangi bir tartışma söz konusu bile değildir. Ancak sultan, bu ferman ve onun çerçevesinde çıkarılacak kanunlara uyacağına yemin ederek "tanrısal mutlak egemenlik hakkından" tek taraflı olarak vazgeçmektedir. Fermanın maddeleri - Tüm vatandaşların, din, mezhep, ırk veya etnik köken ayrımı olmaksızın eşit haklara sahip olduğu kabul edilir. - Kanun önünde herkesin eşit olduğu ve herkesin adil bir şekilde yargılanacağı garanti altına alınır. - İfade özgürlüğü ve basın özgürlüğüne saygı gösterilir. - Devlet memurlarının atanması, terfi ettirilmesi ve görevden alınması yetenek ve liyakate dayanır. - Vergi sistemi adaletli ve şeffaf bir şekilde düzenlenir. - Askerlik hizmeti, zorunlu hale getirilir ve askerlik sistemi modernleştirilir. - Eğitim hakkı ve eğitim sistemi iyileştirilir. Yeni okullar açılır ve eğitim imkanları genişletilir. - Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan gayrimüslim topluluklara, kendi dillerinde eğitim verilmesine izin verilir. - Yabancı ülkelerdeki elçilikler ve konsolosluklar aracılığıyla yabancı uyrukluların Osmanlı topraklarında korunması ve haklarının garanti altına alınması sağlanır. - İmar çalışmaları ve altyapı projeleri teşvik edilir. - Ticaretin serbestleştirilmesi ve teşvik edilmesi için düzenlemeler yapılır. - Ahlaki ve ekonomik kalkınmayı desteklemek amacıyla yeni kurumlar ve derneklerin kurulmasına izin verilir. Islahat Fermanı Tanzimat Fermanı'nın ilan edilmesini izleyen yıllarda çıkartılan bir dizi yasa ve oluşturulan muhtelif kurumlar ile ıslahatların öngördüğü mantık çerçevesinde bir düzen oluşturulmaya çalışılmıştır. Ancak imparatorluk tutucu çevrelerin tepkisine rağmen en yoğun çabayı gösterdiği konuda yani Müslüman olan ve olmayan tebaa arasında eşitlikçi davranma hususunda tabiri caizse bir türlü Avrupalı güçlere yaranamamaktadır. Bilhassa Çarlık Rusya, uzlaşmaz bir tutum sergileyerek Ortodoks ların hakları bahanesiyle mütemadiyen imparatorluğun iç işlerine müdahil olmak için fırsat kollamaktadır. Kırım Savaşı 'nın sonlarına doğru İngiltere ve Fransa , Bab-ı ali 'yi Hıristiyan tebaanın hakları konusunda iyiden iyiye sıkıştırmaya başlar. Osmanlı iktidarı ise Fatih Sultan Mehmet devrinden beri gayrimüslim tebaalarının tam bir din ve vicdan özgürlüğüne sahip olduğunu, diğer hususlarda ise Tanzimat'ın tam bir eşitlik tesis ettiğini defaatle dile getirmektedir. Ancak İngiltere ve Fransa'nın baskısına bir zaman sonra Avusturya da katılınca Bab-ı ali, imparatorluk toprakları içerisinde yaşayan gayrimüslimler ile alakalı yeni bir düzenlemeye gitmek zorunda kalır. 18 Şubat 1856 tarihinde ilan edilen Islahat Fermanı, neredeyse 20 sene evvel yürürlüğe giren Tanzimat Fermanı'ndan temelde ayrılmaktadır. Nitekim Tanzimat'ın ilan edilmesinin altında yatan asli motivasyon, imparatorluğun kötü gidişatını düzeltmek isteyen yöneticilerin samimi çabaları iken, Islahat Fermanı neredeyse tümüyle dıştan empoze edilmiş bir belge hüviyetindedir. İmparatorluk yöneticileri de, Paris Konferansı 'ndaki durumu tehlikeye düşürmemek adına bu düzenlemeye rıza göstermek durumunda kalmışlardır. Islahat Fermanı ile ilan edilen temel hükümleri toparlamamız gerekirse; - Gayrimüslimlere devlet görevine girme, askerlik yapma ve askeri okullara girme gibi konularda Müslümanlarla aynı haklar tanınacaktır. – Vergi konusunda eşitlik sağlanacak, İltizam yöntemi ve Cizye vergisi kaldırılacaktır. – Tüm dini gruplara din ve ibadet özgürlüğü sağlanacaktır. Gayrimüslimlerin ibadethane, okul, mezarlık gibi yapıları tamir etmelerine ve yenilerini inşa etmelerine izin verilecektir. – Halka açık ve adil yargılama sağlanacaktır. İşkence ve kötü muamele yasaklanacak, cezalar ve hapishane şartları iyileştirilecektir. – Gayrimüslimler eyalet meclislerine seçilebilecektir. Ayrıca gayrimüslimlerin kendi işlerini görebilmeleri için cemaat meclisleri oluşturulacaktır. - Yabancı uyruklu tebaanın Osmanlı Devleti sınırları içerisinde mülk edinebilmeleri mümkün kılınacaktır. Konu hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Mehmet Seyitdanlıoğlu ile Halil İnalcık'tan Tanzimat: Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, Erik J. Zürcher'den Modernleşen Türkiye’nin Tarihi ve Halil İnalcık'tan Devlet-i Aliyye - Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar 4 adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Yeniçeri Zorbalıkları
Yeniçeri Ocağı'nın zaptı bozulup da hemen hemen bütün İstanbul esnafı ve baldırı çıplak haşaratın mezkur çatının altında toplanmasıyla beraber şehrin asayiş ve inzibatından mesul yeniçeriler türlü rezalet, şenaat ve dahi şekavetle Asitane'nin tabiri caizse altını üstüne getirmişlerdir. Mevzubahis azgınlıkların ayyuka çıktığı dönemler ise bilhassa Üçüncü Selim, Dördüncü Mustafa ve İkinci Mahmut devirleridir. Vaka-i Hayriye olarak adlandırılan ve ocakların kanlı bir şehir muharebesinin ardından imha edildiği güne kadar bu hayhuy devam edecektir. Bahsi geçen hengame döneminde Alemdar Mustafa Paşa 'nın sadaret makamında olduğu birkaç aylık zaman diliminde Kırcalı Askeri denilen Rumeli ayanlarının milislerinin gösterdiği mukavemet sayesinde Dersaadet 'te bir süre asayiş sağlanmış ve zorbaların gözü yıldırılmıştır. Sekban adıyla yeni bir askeri birlik kurma girişimlerini de iktidarı esnasında ivedi şekilde başlatan Alemdar Paşa, bilahare asli olarak kendi gaflet ve gururundan mütevellit yeniçerilerin ani baskınına uğramış ve konakladığı Bab-ı Ali 'deki barut mahzenini ateşe vermek suretiyle içeri girmeye çalışan 1000'e yakın yeniçeriden 600 kadarıyla birlikte havaya uçmuştur. Yangının ardından sadrazamın ölüsü, yeniçeriler tarafından örenlikte bulunmuş ve parçalara ayırıp bir süre İstanbul'un muhtelif yerlerinden dolaştırıldıktan sonra Yedikule dışındaki bir kör kuyuya atılmıştır. Ancak ocağın ilgasının ardından sabık vezirin kemikleri kuyudan çıkarılmış ve Yedikule Surları civarındaki bir mezarlığa gömülmüştür. Balta Asmak ve Zorba Dövüşleri Yeniçeri zorbaları, bilhassa 18. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle İstanbul limanına gelen bütün mal ve erzak gemilerinin komisyonculuğunu, pazı kuvvetleri ve yatağanlarının keskinliği ile inhisarları altına almışlardır. O dönemde yaygın olan yeniçeri kahvehanelerinin kapılarına konulan ve mensup olunan ortanın nişanı ile bezenmiş bir levhayı, açıkta demir atmış ya da iskeleye palamar vermiş bir geminin burnuna asmak suretiyle mal sahibinden veyahut gemi kaptanından diledikleri miktardaki "koruma ücretini" tahsil edilebilen mezkur zorbalar, herhangi bir kimseye hesap verme zorunluluğu da hissetmemişlerdir. Bugün dahi halk ağzında musallat olma yerine kullanılan balta olmak tabiri de yeniçerilerin gemilere astıkları nişanlarına verdikleri isim olan "balta"dan gelmektedir. Yine, bir başka yeniçeri zorbası halihazırda gemide asılı olan baltayı indirir ve yerine kendi nişanesini asar ise derhal oracıkta iki güruh arasında kanlı bir kavga başlamaktadır. Mevzubahis nümayişe de sokak jargonunda "bıçak altından geçirme" denmektedir. Çatışma karara bağlanamadığı takdirde bilhassa Galata 'daki hendek içinde olmak üzere günü, saati ve şahitleri de tespit edilmek suretiyle küçük çaplı muharebe ileri bir tarihe ertelenmektedir. Tahmis Zorbaları 18. ve 19. asırda kahve, değirmende çekilmemekte; kavrulmasının akabinde Tahmis 'teki (bkz: Gaziantep ) büyük miri dibeklerde dövülmek suretiyle elde edilmektedir. Saf kahveye nohut veya benzeri bir katkı olmaması için de dibekçilerin başında mütemadiyen ihtiyar yeniçeri ustalarından dört nefer bulunmaktadır. Günde ortalama 2.000 okka kahvenin dövüldüğü Tahmis dibeklerindeki kontrolden sorumlu mezkur yeniçeriler, ellerinde saf kahveyle gelen kimseleri dibek başından zorla uzaklaştırmışlar ve akabinde mahsule yarı yarıya nohut katarak aradaki farkın karını dibekçiler ile paylaşmışlardır. Semer Devirmek Yeniçeriler arasında bir yoldaşın mensup olduğu ortayı bırakıp başka bir ortaya geçmesine semer devirmek denmiştir. Bu hal; terk edilen orta yoldaşlarına karşı en ağır hakaret olarak addedilmiş ve ahvalin bu şekilde hasıl olduğu vaziyetlerde bu yola başvuran nefer kati surette öldürülmüştür. Örneğin; Galata Yeniçerilerine mensup 25. orta neferlerinden biri, 1810'da yine Galata muhafazasına memur 71. ortaya semer devirdiğinde bölge derhal karışmış ve iki grup arasındaki şehir muharebesine dönüşen çatışma iki gün sürmüştür. Hamamlar ve Külhanbeyleri Yeniçerilerin gemi azıya aldığı dönemde bilhassa Fındıklı Hamamı , Tophane 'deki Kılıç Ali Paşa Hamamı , Galata 'daki Buğuluca Hamamı , Çeşme Meydanı 'ndaki Sokullu Mehmet Paşa 'nın Yeşil Direkli Hamamı, Kasımpaşa Büyük Hamamı, Unkapanı 'ndaki Azepler Hamamı , Hacıkadın Hamamı , Bahçekapı 'da Sultan Hamamı, Yeni Cami 'deki Haseki Hamamı , Yıldız Hamamı , Gedik Paşa Hamamı , Çemberlitaş Valide Hamamı ve Aksaray hamamı gibi çarşı pazar ortasındaki hamamlara kendini bilenler girmemektedir. Zira gaflet edip girenler ya bednam olmuşlar ya da başlarına bir bela gelmeden oradan çıkamamışlardır. Hırsızlığın ve dayağın da gırla olduğu mezkur yerlerin camekan odaları gece vakitleri bekarlar tarafından iskan edilmiş ve buralarda muhtelif sebeplerden mütevellit sık sık kanlı vakalar meydana gelmiştir. Yine, meşhur " külhanbeyi" unvanı da ilk kez Gedik Paşa Hamamı 'nda ikame eden yeniçeri zorbaları tarafından türetilmiş ve kullanılmıştır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Reşad Ekrem Koçu'dan Yeniçeriler ve Tarihimizde Garip Vakalar adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- 1640 İngiliz Devrimi
İngiliz Devrimi'nin niteliği konusunda muhtelif görüşler söz konusu olsa da genel anlamda hareketin hüviyetini iki temel anlayış üzerinden yorumlamak mümkündür. Bunlardan ilki; mevzubahis değişimin püriten bir devrim yani dini farklılıklardan yol çıkılarak başlatılan bir hareket olduğunu savunurken, bir diğer görüş ise bunun sınıf temeline dayanan bir burjuva devrimi olduğunu iddia eder. 1485 yılında yani Çifte Güller Savaşı 'nın akabinde tahtı ele geçiren Tudor hanedanı döneminde İngiltere, hızlı bir kapitalistleşme sürecine girmiştir. Bu dönemde yaşanan bir başka önemli gelişme de İngiltere'nin Katolik Kilisesi 'nden yani Papalık tan kopmasıdır. İşin dini boyutu bir tarafa bırakılırsa ülkedeki tarıma uygun toprakların %20'sini elinde tutan kilisenin Roma'dan ayrılmasıyla beraber Tudorlar, hazineye ek gelir elde etmek adına bu toprakların ivedi bir biçimde özelleştirilmesini sağlamış ve bütün bu gelişmelerin ortaya çıkardığı sonuç, kaçınılmaz bir şekilde İngiliz Burjuvazisi 'nin güçlenmesi olmuştur. Binaenaleyh gelişen burjuvazinin ve onun kalesi olan parlamento nun, velinimetleri olan Tudor hanedanını desteklemesinde herhangi bir beis de bulunmamaktadır. Ahvalin bu şekilde hasıl olduğu bir ortamda İngiltere, öz kaynaklarını yabancı bir gücün kontrolünden kurtarmasıyla beraber dünya ticaret egemenliği konusunda İspanya ile kıran kırana bir savaşa girmekten de çekinmemiştir. Ancak kraliçe 1. Elizabeth 'in ölümünün ardından tahta çıkan Stuart hanedanıyla burjuvazi arasında muhtelif konularda pek çok fikir ayrılığı söz konusu olunca meşhur 1640 Devrimi gerçekleşmiştir. Bu kısa anlatının bize gösterdiği, devrimin sınıf ve ekonomi temelli olduğu olsa da bütün bu hadiseler silsilesindeki dini öğeler de göz ardı edilmemelidir. İngiliz Devrimi'nin Aşamaları Kraliçe Elizabeth'in ölümün ardından İngiltere tahtına 1. James adıyla çıkan İskoç kralı 4. James , kendinden önceki İngiliz krallarının parlamento ile paylaşmış oldukları iktidarın tümünü kendi elinde toplamak istemektedir ve bu istencin içerisinde tabii olarak dinin denetimi de vardır. Püriten devrim görüşüne göre iç savaş ve bunun sonucunda ortaya çıkan ihtilal; İngiltere'nin inancı ile alakalı bir temsil sorunudur. Yani kimi bakımlardan muhafazakar olmalarına karşın demokrat nitelikli Püriten ler ve onları destekleyen parlamento ile merkeziyetçi bir Anglikan Kilisesi' ni destekleyen kral arasında gerçekleşen çatışmadan ibarettir. Nitekim 1. James de, tahta çıktığı gibi Habsburg lar ile barış yapmış ve Avrupa'nın her yanında Protestan lara karşı yürütülen cadı avını desteklemiştir. Kralın pek de ileri görüşlü olmayan İspanyol sempatizanlığı, İngiltere'nin bilhassa ticari anlamda büyük fırsatlar kaçırmasına sebebiyet vermiştir. Bu bağlamda İngiliz burjuvazisi de tepkisini ortaya koymuş ve dış politikada köklü bir yön değişikliğinin ancak toplumsal düzende değişim ile gerçekleşebileceğine kanaat getirmiştir. Yine, 1. James'in iktidarı esnasında gerçekleşen devlet toprağının ve soyluluk unvanlarının parayla satılması hadiseleri, başta burjuvazi olmak üzere İngiliz toplumunun tepkisini çekmiş ve bu tarz skandalların bir sonucu olarak İngilitere'de bir soylu enflasyonu durumu hasıl olmuştur. Bu ve buna benzer gelişmeler, 1. James ve onun halefi olan oğlu 1. Charles ile parlamentonun arasının iyiden iyiye arasının açılmasına sebebiyet vermiştir. Her ne kadar parlamento, 1625 yılında iktidara gelen Charles'ın idaresi sırasında çıkardığı Haklar Bildirisi ile meclis kararı olmadan vergilendirme veyahut yasa dışı tutuklama gibi uygulamaların gerçekleşemeyeceğini ilan edip bunu da krala onaylatmış olsa da 1. Charles, Petition of Rights 'ı kabul etmesinden çok kısa bir süre sonra parlamentoyu lağvetmiş ve kendi başkanlığında bir hükümet oluşturmuştur. Anglikan Kilisesi'nin desteğini de alan kralın baskı rejimi, 11 yıl boyunca devam edecektir. 11 yıllık zaman zarfı boyunca ülkenin maliyesinin gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alması üzerine Charles, parlamentoyu 1640 ilkbaharında tekrar toplamak zorunda kalmıştır. Ancak vergi konusundaki düzenlemelere dair çıkan anlaşmazlıklar sebebiyle kral, 3 hafta sonra meclisi yine kapatmış ve aynı yılın kasım ayına gelindiğinde baskılara daha fazla dayanamayan hükümet, parlamentoyu tekrar göreve çağırarak, bu kez daha ılımlı bir tavır takınmıştır. 3 kasım 1640 yılında açılan ve 8 yıl sürecek olan namı diğer Uzun Parlamento 'nun ilk 7 aylık görev süresinde yaşanan gelişmeler de, İngiliz Devrimi 'nin temellerini atacaktır. Devrim Parlamentosu da aslında selefleri gibi ekseriyetle eşraf ve zengin tüccarlardan müteşekkildir ancak yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlar, ülkenin ekonomik anlamda daha önce karşılaştıklarıyla mukayese edilemeyecek derecededir. Aynı şekilde, parlamento dışındaki muhalefet de, meclistekileri radikal kararlar alma konusunda baskı altına almış durumdadır. Her şeyden evvel parlamento, kralın bakanları ile diğer sorumluların görevlerinden alınmalarını ve cezalandırılmalarını istemektedir. Nitekim bu istence paralel şekilde ağır bir yargılama dönemi başlar. Bakanların bir kısmı idam edilirken bir kısmı da hapse atılır. Şanslı bir azınlık ise canını zor kurtararak ülke dışına kaçmayı başarmıştır. Bu gelişmelere ek olarak Uzun Parlamento; kralın emri altında sürekli bir ordu bulundurmasını engellemiş, kilisenin denetimini kendi tekeline almış ve parasal önlemleri arttırmıştır. Danışmanlarının harcanması konusunda oldukça cömert davranan 1. Charles, konu kendi haklarına gelince aynı alicenaplığı gösteremeyecektir. Muhtelif savaşımların akabinde parlamento ile kral arasındaki anlaşmazlığın sulh ile çözülemeyeceğine her iki taraf da kanaat getirmiş durumdadır ve 1642 yılının ocak ayında kılıçlar çekilecektir. Si Vis Pacem Para Bellum Savaşın ilk yıllarında Şövalyeler adı verilen kralcı birlikler daha başarılı görünmektedir. Zira savaş alışkanlıkları vardır ve bu doğrultuda yetiştirilmişlerdir. Saç biçimlerinden mütevellit biraz da alaycı bir biçimde Yuvarlak Kafalılar denilen parlamento birlikleri ise bilgi ve deneyim eksikliklerinden dolayı ilk zamanlarda çok zor günler geçirirler. İbreyi parlamentonun yönüne çevirecek isim ise yeni bir askeri ve siyasi lider olarak sivrilen Oliver Cromwell olacaktır. Cromwell, ismini ilk kez Uzun Parlamento'da duyurmuştur ve iç savaş başlayınca kendisine doğu kontluklarının savunulması görevi verilir. Şövalyelerin parlamento birliklerini çok sıkıştırdığı bir dönemde Cromwell'in Ironsides yani "Demir Saflar" denilen kıtaları bu saldırıları engellediği gibi kralın kıtalarını geri püskürtmeyi de başarır. Velhasıl 1646 yılında gerçekleşen ve ülkenin kaderini belirleyecek olan nihai muharebede yani Naseby Savaşı 'nda galip gelen taraf Cromwell'in komutası altındaki parlamento birlikleri olur. Ancak savaş sonrası ne yapılması gerektiğine dair parlamento saflarında ortak bir görüş yoktur ve bu bilinmezlik içerisinde 1. Charles, parlamento birliklerinin elinden kaçarak iç savaşı tekrar başlatır. Sahne yine Cromwell'dedir ve yeniden alevlenen mücadelenin galibi yine parlamento olur. Bu sefer işini sağlama almak isteyen Uzun Parlamento, 1. Charles'ı hemen yargılar ve 30 ocak 1649'da kralın boynunu vurdurur. İngiltere artık "özgür bir cumhuriyettir" ancak asıl güç, bir savaş kahramanı haline gelen Cromwell'in ellerinde toplanacaktır. Nitekim 1651'de 2. Charles'ın İskoçya'da krallığını ilan etmesiyle beraber Cromwell, bilhassa parlamento içerisinde kendi iktidarına karşı olanları da ezme şansını yakalar. İlk olarak Werchester yakınlarında 2. Charles ve ordusunu ağır bir yenilgiye uğratan bu dinamik adam, Londra'ya geri döndüğünde ise parlamentoyu kapatarak kendi yönetimini tesis eder. Ancak "özgürlüklerin savunucusu" olmasından dolayı kendisine teklif edilen! kral tacını nazikçe reddeder ... Cromwell'in dikta rejimi, 1658 yılındaki vefatına dek sürer. Onun ölümüyle beraber ortaya çıkan hem siyasi hem de askeri lider boşluğunu doldurmak için birtakım istişareler gerçekleşmişse de nihayetinde toplanan kurul, Stuart ları yeniden tahta çıkarmaya karar verir. Stuart hanedanından 2. Charles'ın 1660 yılında iktidara gelmesiyle beraber yaptığı ilk iş, Cromwell'in adamlarını yönetimden temizlemek olur ancak parlamentonun saygınlığına herhangi bir halel getirmez. Keza İngiliz demokrasi sinin sarsılması çok güç olan temelleri de bu süreçte atılır. Evvela 1679 yılında Habeas Corpus Act ilan edilir. Düzenlemeye göre; bireysel hak ve özgürlüklerin güvencesi olan bu yasa, yargı gücüyle yürütme arasındaki dengeyi kurmakta ve tüm İngiliz vatandaşlarının yargıç kararı olmaksızın tutuklanmalarını ile uzun müddet gözaltında tutulmalarını yasaklamaktadır. Bilahare 1689'da çıkacak olan Bill of Rights ile de siyasal sistem içerisinde parlamentonun ağırlıklı yeri belirlenmiştir. Bill of Rights'ın parlamentonun yetkisiyle alakalı hükümlerini özetlememiz gerekirse; - Kral, parlamentonun onayı olmaksızın yasaları ve bunların uygulamasını durduramayacaktır. - Parlamentonun onayı olmadan vergi toplamak yasa dışı sayılacaktır. - Barış zamanlarında parlamentonun onayı olmadığı takdirde ordu toplanması ve bulundurulması yasaklanmıştır. - Parlamento üyelerinin seçimi özgür bir biçimde yapılacaktır. Görülebileceği üzere bu ilkeler, bağımsız bir yasama gücünün isteyebileceği ve bekleyebileceği hemen hemen tüm noktaları ve ayrıntıları kapsamaktadır. Bu sayede mezkur temeller ve denge üzerine oturmuş olan İngiliz demokrasisi de 17. yüzyılın son çeyreğinden itibaren günümüze dek ciddi sayılabilecek hiçbir buhran veyahut zorlama girişimi olmaksızın yaşamını sürdürebilmiştir. İngiliz Devrimi hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Toktamış Ateş'ten Siyasal Tarih adlı eseri tavsiye ediyorum.
- Cehennemin Tarihi
Cehennem düşüncesi, insanlığın varoluşundan itibaren mütemadiyen türümüzün havsalasını meşgul eden bir sorunsal olagelmiştir ve mezkur düşünce ile alakalı olarak ilk dini inançları kapsayan kadim metinlerden başlayıp, muasır tanrıtanımazların yapıtlarına kadar uzanan geniş ve kümülatif bir bilgi birikimi söz konusudur. Binaenaleyh öteki dünyada yer alan uğursuz mekan ya da bir varoluş kaygısı olan cehennem kavramı, biçimden biçime girebilmekte ve muhtelif toplum tiplerine uyum sağlayabilmektedir. Cennet kavramı; nasıl insanın umutlarının, sevinçlerinin ve mutluluk istencinin yüceltilmesi ise, bilinçli insanlık kadar kadim olan cehennem de kinin, çelişkilerin ve güçsüzlüğün bir tezahürüdür. Geçici ya da ebedi ceza ve yargı düşüncesiyle ilintili olsun olmasın cehennem, her uygarlığın toplumsal sorunlarını çözmedeki başarısızlıklarının bir aynası ve insanlık durumunun anlaşılmazlığının ifşasıdır. Velhasıl türümüz, kendi gizemini çözemediği müddetçe her daim mevzubahis düşünce üzerinden tahayyüllerde bulunacaktır. Öteden beri tasavvur edilmiş cehennemler arasında arketip olacak derecede en eksiksiz, en sistemli ve en "umut kırıcı" olanı Hristiyan cehennemidir. Vicdan azabı ve cezaların sonsuza dek süreceği bilinciyle hem duyularımızda hem de aklımızda tahakküm kuran mezkur kavram, "mutlak acı" düşüncesiyle temellendirilmiştir. Yeni Platoncu mantık çerçevesinde tamamen rasyonel bir yapı olan ve lanet lilere ayrılmış bir mesken hüviyetindeki Hıristiyan cehennemi, insanın doğuştan gelen hakkı olan özgürlüğüne saygı göstermek isteyen bir "kurtuluş" dininin karşılığıdır ve mutlak iyi liğin kaynağından uzaklaşanların da yazgısıdır. Nitekim özgünlüğü ve gücü de buradan gelmektedir. Ancak tabii olarak Hristiyan cehennemiden evvel farklı dini düşünce sistemleri de öteki dünyadaki yaşam üzerine tefekkür de bulunmuşlardır ve ekseriyetinin konuya dair kanaati büyük benzerlikler taşımaktadır. Bu "herkese açık" ölüler diyarında iyiler ile kötüler arasında herhangi bir ayrım söz konusu değildir ve insanların yeryüzündeki yazgısı, hüzünlü bir biçimde mezkur mekana da uzanmaktadır. Bilahare ahlak bilincinin gelişmesi ile beraber ise gitgide kötülere mahsus olmak üzere önce geçici, Hıristiyanlığın palazlanmasıyla birlikte ebedi hale gelen bir cehennem düşüncesi hasıl olmuştur. Günümüz dünyasındaki yönelimi ise kısmen "geriye doğru bir dönüş" olarak yorumlayabiliriz. Geleneksel amentülerin popülaritesini kaybetmeye başlaması ve iyi ile kötü kavramlarının göreceleşmesi, iki anlamlılık diyalektiği içine yerleştirilmiş olan cennet ile cehennem kavramlarını ayıran çizginin de giderek silikleşmesine sebebiyet vermiştir. Bilhassa modern toplumlarda kolaylıkla gözlemleyebileceğimiz, onaylanma gereksinimi ile toplumsal baskının kısıtlamaları arasında sıkışan bireyin, mezkur konuya dair çözümü bilimsel metotlarda araması da yine ahvalin bir tezahürüdür. Velhasıl cehennemin tarihi aslen, kendi varoluşuyla yüzleşen insanlığın tarihidir ve geçmişteki kimi büyük düşünürlerin sezinlediği gibi insan potansiyel olarak, sırayla ya da aynı anda gerçeğe dönüştürdüğü "iki karşıt yazgı yı" da içinde taşımaktadır ... "Zihin kendi kendinin yeridir, ve onun içinde cehennemden bir cennet, cennetten bir cehennem yapılabilir." John Milton - Kayıp Cennet Semavi Dinlerde Cehennem Kusursuzca tanımlanmış olmasa da incelikle işlenmiş olan Hıristiyan cehennemi, Orta Çağ 'da bir arketip hüviyetindedir ve din kurucularına emsal teşkil etmesi bir tarafa, bireylerin bilincinde de canlı ve tehditkar bir imge oluşturmuştur. Medeniyetin doğduğu topraklarda ise 7. yüzyıldan itibaren Kuran ile İslam geleneği, mezkur cehennem tasvirinden geniş ölçüde esinlenmiş ve tasarının bilhassa halk kültürüne dayanan yönlerinden etkilenmiştir. Ancak özellikle "sonsuzluk sorunu"yla alakalı tereddütler yaşayan İslamiyet öğretisi, ortaya çıktığı toplumun yapısını da göz önünde bulundurarak konuya dair farklı bir anlayış benimsemiştir. Müslüman Cehennemi: Kıyamet Günü Kuran , Yakındoğu mitolojisi nden öğeler ile Yahudi ve Hıristiyan itikatlarının aynı potada eridiği çok ayrıntılı bir cehennem öğretisi içerir. Yeni ahit , Hıristiyan amentüsünde pek çok dalgalanmaya yol açacak belirsizlikler barındırırken; yalın, somut ve kesin bir nitelik taşıyan Müslümanların kutsal kitabı, herkesin üzerinde mutabık kalabileceği sağlam bir inancın yayılmasını kolaylaştırmıştır. Ancak yine de Hazreti Muhammed 'in imgelerle dolu ifadeleri bilahare ilahiyatçıları, alegorik yorum ihtiyacı duydukları konularda sıkıntıya sokmuştur. Diğer semavi dinlerde olduğu gibi İslam'da da simgesel imgeler mütemadiyen çift anlamlıdır. Anlatılmaz olanı zihinlerde canlandırmaya yönelik bu eğretilemeler, sözcüklere körü körüne bağlı kalınarak yapılan yorumlamaların etkisiyle ekseriyetle anlaşılırlığın önünde bir engel oluşturmuştur. Bütün bunlara bir de hadis , vaaz , tefsir ve apokrif metin geleneği eklenince nazik sorunların hasıl olması kaçınılmaz olmuştur. İslam'da kader anlayışı ana hatlarıyla şu şekilde ifade edilmiştir: İnsanın, dünyevi hayatı terki diyar etmesinin akabinde ruhu (bkz: nefs ), Münker ile Nekir isimli iki melek tarafından sorguya çekilir ve kelime-i şehadet getirmez ise kötü muamele görerek kendisine cehennemdeki müstakbel yeri gösterilir. Yine, iç duvarları sanki onu ezecekmiş gibi birbirine yaklaşan mezardaki istirahat yeri, bunaltıcı ve daraltıcıdır. Buna da kabir azabı denmektedir. Kıyamet günü 'nde ise melek İsrafil , Sur denilen borusuna üflediğinde bütün ölüler dirilecek ve dayanılmaz bir sıcaklığın hüküm sürdüğü çok büyük bir meydanda toplanacaklardır. Yine, bizim zaman algımıza göre 40 yıl sürebilen bir bekleyişin ardından ise Allah , hayattayken yapılan her şeyin kaydedildiği ve herkes için ayrı ayrı tutulan defterlere başvurmasının akabinde terazi sınamasıyla beraber insanları tek tek yargılayacaktır. Terazi sınavı esnasında günahların işlendiği müsveddeler bir kefede dururken, diğer kefede bulunan kelime-i şehadet yazılı küçük bir kağıt parçası ağır basabilmektedir. Binaenaleyh mezkur ahvalde mümin lerin kayrıldığı aşikardır. Şayet mümin, Kuran'ın cennet ile cehennem arasındaki bir bayıra yerleştirdiği ve açık bir şekilde tanımlanmamış bir kategori olan Fasıklar arasında yer alıyorsa dahi daima rabbinin lütfunu umut edebilir. Muhtelif metinlerde bahsi geçen, bir saç tekli kadar ince ve bir kılıç kadar keskin olan Sırat Köprüsü ise günahkarların üzerinden geçemeyerek iblis ler tarafından yakalandığı bir yol hüviyetindedir. Müslüman Cehennemi: Cezalar Günahkarlar cehenneme iblisler tarafından sürüklenerek götürülmektedir. Malik 'in hüküm sürdüğü mezkur mekanda 7 sayısı ve katları ehemmiyet arz etmektedir. 7 kapısı ile 7 katı olan ve her bir alt kata inildiğinde sıcaklığın 67 kat arttığı cehennemin tamamını 70.000 meleğin çektiği ifade edilmektedir. Yine, Malik, girişte 67 kez çağrıda bulunur ve cehennemin başta Nar (ateş), Sakar (kızgın ateş) ve Cihinnam ( Ge-hinnom ya da Gehenna 'nın bir türevidir) olmak üzere muhtelif isimleri bulunmaktadır. Cehennemdeki esas işkence, çoğumuzun tahmin edebileceği üzere ateştir ve en ağır günahlar, alt katlarda cezalandırılır. Hıristiyanlıkta da gözlemleyebileceğimiz üzere işkence çeşitleri zaman içerisinde çoğalmıştır: Boyna geçirilen ateşten halkalar, alev alev yanan katrandan gömlekler, kızgın demir pabuçlar, akkor haline gelecek kadar ısıtılmış madeni tabutlar, ayak tabanlarının altında beyni kaynatan kızgın kömürler, ateşten pençeleri olan ejderhalar, her bir sokuşu on yıl boyunca dayanılmaz ıstıraplar veren dev akreplerle dolu okyanuslar tasvirlerden bazılarıdır. Cehennem bir bütün olarak devasa bir büyüklüğe sahiptir. Örneğin; cehennemin en üst katından atılan bir taşın dibe varması 67 yıl sürer ve orada her şey, zaman ile mekan içinde ölçüsüzce yayılır: Günahkarların gövdeleri, her tür işkenceyi kolaylaştırmak için genleştirilir ve her ceza, insan algısı doğrultusunda yüzyıllar boyunca sürüyormuş gibi gelir. Cehennemin sonsuzluğu Kuran'da Ahkab sözcüğü ile ifade edilir ve aslında 67 yıllık bir zaman zarfına tekabül eden mezkur kelam, çoğul kullanıldığında sonsuzluk anlamına da gelebilmektedir. Öte yandan Hud suresi 107. ayet, cehennem azabının bir sonu olacağı umudunu vermektedir: "Rabbinin dilediği hariç, onlar (cehennem) gökler ve yer durdukça o ateşle ebedi kalacaklardır. Rabbin gerçekten istediğini yapar." Yine de son erekle alakalı olarak muhtelif düşünceler söz konusudur: İbn Safvan ekolü, yaratılmış tüm gerçeklikler gibi cehennemin de günün birinde yok olacağını ve Allah'ın mutlak yalnızlığına tekrar kavuşacağını ileri sürerken, farklı yaklaşımlar cehennemin sonsuza dek süreceği düşüncesine meyil etmiş durumdadır. Sapkınlar ve Cehennem Orta Çağ Hristiyanlığında cehennem inanışı, Maniheizm ve Katharizm başta olmak üzere muhtelif sapkın hareketlerin sürekli bir direnişi ile karşı karşıya gelmiştir. Mezkur akımların kökeni ise milattan sonra ilk yüzyıllarda Helen - Pers düşünceleriyle harmanlanmış mistik kültlerden etkilenen Gnostisizm e dayanmaktadır. Beden - Ruh ve İyi - Kötü ikiliğine dayanan, düalist hüviyetteki gnostik düşüncede evren, eşit güce sahip iki tanrı tarafından yönetilmektedir ve iyi tanrı ruhani dünyayı, kötü tanrı ise ruhun içinde hapsolmuş olduğu maddi dünyayı yaratmıştır. 3. yüzyılda gnostik hareket içinden çıkan Maniciler mezkur dayanılmaz dünyayı, cehennem kaygılarını yaratan ve kötücül güçlerin yönettiği karanlıklar diyarı olarak nitelendirmişlerdir. Gnostisizm'e göre kurtuluş, herkese kendi üstün doğasını gösteren gerçek bilgi ye ulaşmaktan geçmektedir. Mani 'ye göre dünya sona erdiğinde bütün maddi öğeler, günahlarından arınmamış ruhlar ile beraber bir kürenin içine ebediyen kapatılacaktır. yine bir başka gnostik hareket olan Ebiyonit lere göre ise kötüler kesinlikle yok edilecektir. Bu çevrelerin mirasçısı olan Kathar lar ve Albililer ise cehennem konusunda epey değişken düşüncelere sahiptirler. 14. yüzyılın başlarında engizisyon yargıcı Jacques Fournier 'nin Montaillou 'da gerçekleştirdiği kapsamlı soruşturma, günümüz Fransa' sının güneybatısında yer alan mezkur yörede ölümden sonra ruhların bir süre başıboş dolaştıktan sonra dinlenecekleri bir yere gittiklerine inanıldığını göstermektedir. Dünya sona erdiğinde ise herkes kurtulacak ve ahiret mutluluğuna kavuşacak, dört elementin eriyip kaynaşmasıyla beraber ortaya çıkacak büyük yangında kötülük yok olacaktır. Araf'ın Doğuşu Fransız tarihçi Jacques le Goff , Ortaçağ Batı Uygarlığı adlı eserinde Kilise Babaları döneminde filizlenmeye başlayan Araf kavramının kökenlerini anlatır. Buna göre; muhtelif çevreler tarafından cennet ve cehennem ikiliği köktenci ve tabiri caizse kaba bulunmaktadır. Ancak inananların çoğu, cehennemi hak etmese de mutlak bir arınmışlık gerektiren "seçilmişlerin" mutluluğunu hemen paylaşacak durumda da değillerdir. Binaenaleyh cehennemdekinden farklı olarak bir "araf ateşi" sayesinde iman edenlerin bağışlanabilir günahlarından arınması ve mezkur günahların "bedenden atılması" fikri hasıl olur (bkz: Aziz Patrick ). Kimileri için Araf, paganların çok katlı ölüler diyarı anlayışında sıkça rastlanan en üst kata tekabül ederken, kimileri için de İsa 'nın doğumundan önce ölen adillerin ruhlarının Kıyamet Gününü beklerken dinlendikleri ve Kitabı Mukaddes 'teki ifadeyle İbrahim'in Sinesi olarak aktarılan yeri ifade etmektedir. Velhasıl mevzubahis anlayış yavaş yavaş benimsenir ve 11. yüzyıldan itibaren ticaret burjuvazi sinin yükselişiyle birlikte ek bir ivme kazanır. 13. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise Papa 3. Innocentius , Tüm Ermişler Yortusu için verdiği bir vaazda cehennemlik olmayan günahkarlar için bir arınma yerinin varlığına yani Araf'a resmiyet kazandırır. 1274 yılında da Lyon Konsili bunu bir öğreti şeklinde formüle eder. Nitekim Arafı'n ortaya çıkması tanrı ile insanlar arasında aracı konumunda bulunan kilisenin gücünü Endüljans sistemiyle birlikte büyük ölçüde arttırmıştır. Örneğin; Araf cezaları, "titiz bir tarifeyle" satın alınan dua okumalar ve ayin kutlamalarıyla azaltılabilmektedir. Binaenaleyh Araf, hızla ruhban sınıfı adına kazançlı bir ticaret dolaşımı içinde pazarlık konusu haline gelir. Kilisenin gücünün giderek artması ve ruhani bir gerçeğin para gibi bir meta ile sömürülmesi, bilhassa heterodoks akımların Araf kavramına şiddetle karşı çıkmasına sebebiyet vermiştir. 1134 yılında Arras 'ta Petrus Brusius 'un Henri adındaki bir tilmizi, Araf'ın varlığını yadsıdığı için tutuklanır ve birkaç yıl sonra Tapınak Şövalyeleri 'nin kurucu babası olan Aziz Bernard , Henri ve benzeri "inkar edenler" ile alakalı bir cadı avı başlatır. Bernard'ın farkında olmadığı şey ise uyguladığı vahşetin, 16. yüzyılda başlayacak olan reform hareketinin tetikleyeceği unsurlarından biri olacağıdır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Georges Minois'ten cehennemin tarihi adlı eseri tavsiye ediyorum.
- Efsanenin ve Kuruluşun Eşiğinde: Kartaca Kraliçesi Dido
Efsaneye göre; Sur kentinin kralı olan Malgernus ölürken ardında Pygmalion adında bir oğul ve olağanüstü güzelliğe sahip olan Dido isimli bir kız çocuğu bırakır. Pygmalion henüz çok gençtir ancak Sur halkı onu yine de kral olarak seçer. Dido ya da bir diğer ismiyle Elissa ise, annesinin erkek kardeşi ve bir Herkül kültü rahibi olan Acerbas ile evlendirilir. Sur halkının indinde Herkül rahibi, kralın ardından en yüksek statüye sahip olan kimsedir ve binaenaleyh toplum nazarında mezkur makamın ehemmiyeti büyüktür. Acerbas hem sahip olduğu sosyal statüsünden hem de işgal ettiği mevkiinin getirilerinden mütevellit yadsınamayacak derecede önemli bir servetin sahibidir ancak kraldan çekindiği için zenginliğini herkesten saklamaya çalışmaktadır. Dido ile gerçekleşen evliliğinin ardından ise eşinden bu durumu saklamak için hazinesini evinde tutmak yerine toprağa gömmeye karar verir. Ancak bu önlem yeterli olmaz ve Acerbas'ın serveti kısa bir zaman zarfının akabinde herkesin diline düşer. Söylentilerin kulağına kadar gelmesiyle, açgözlü kral Pygmalion, yasaları göz ardı ederek annesinin kardeşi ve kız kardeşinin kocası olan Acerbas'ı öldürerek merhumun hazinesine el koyar. Dido günlerce erkek kardeşinin yüzüne bakmaz fakat bilahare yüzüne gülücükler kondurarak ağabeyi ile barışmış gibi davranır. Bu şekilde davranmasının sebebi ise ona olan nefretinin azalması değil, ülkeden kaçmak için fırsat kollamasıdır. Bu doğrultuda kraldan son derece hoşnutsuz olan muhtelif asiller ile yakınlık tesis eden Dido, firar planını kafasında iyice şekillendirmesinin akabinde harekete geçmeye karar verir ve Pygmalion'a giderek yeterince yas tuttuğunu, bütün üzüntülerini geride bırakmak adına artık sarayda, onun yanında kalmak istediğini ifade eder. Açgözlü kral, Acerbas'ın hala daha gizli saklı kalmış birtakım zenginlikleri olduğunu düşünmektedir ve kız kardeşinin saraya gelmesiyle beraber mezkur servete de sahip olacağını düşünerek bu teklifi büyük bir memnuniyet ile kabul eder. Ancak Dido'nun farklı planları vardır ... Eşyalarını saraya nakletmek için ağabeyi tarafından kendisine yardım amaçlı gönderilen hizmetçiler ile anlaşan Dido, tüm mal varlığını kaçmak için hazırlattığı gemilere yükleterek kentin limanına doğru yola çıkar. Kendisiyle beraber gelmek isteyen vatandaşlarını da haber vermeyi ihmal etmeyen geleceğin Kartaca kraliçesi, serüvenine başlamadan evvel dini itikadının gerektirdiği ritüelleri de gerçekleştirmeyi ihmal etmez. Herkül'e adanmış kurbanların kesilmesiyle beraber yola revan olan Dido ve taifesinin ilk durağı Kıbrıs olur. Adadaki Jüpiter rahibiyle görüşerek yolculuğunun kutsanmasını isteyen Dido, vaat ettiği yeni kuracağı yerleşkedeki ömür boyu başrahiplik payesi sayesinde din adamından dilediğini elde eder ve Kıbrıs'tan ayrılmadan önce pek çok genç kızı da muhacirler ile evlenmesi için yanına alarak tekrar yol koyulur. Sur'da ise Pygmalion, kız kardeşinin firar ettiğini öğrenmiş ve büyük bir öfkeye kapılmış durumdadır. Dido'nun peşine takılıp onu öldürmeye niyet etse de tanrıların gazabına uğramaktan korktuğu için mezkur intikam planından vazgeçer. Zira kahinler onu, ileride "dünyanın en zengin kenti" olacak şehrin kurulmasını engellediği takdirde sonunun hiç olmayacağı konusunda uyarmıştır. Ahvalin bu şekilde hasıl olmasının ardından Dido ve yandaşları nihayetinde Afrika 'ya ulaşırlar. Buradaki halkın yabancılara iyi davrandığını ve ticarete meraklı olduğunu gözlemleyen Dido, onlarla bir anlaşma yaparak yolculuktan bitap düşmüş maiyetinin dinlenmesini sağlamak amacıyla "tek öküzün postunun kaplayacağı boyutta" bir arazi satın alır. Kurnaz kraliçe, yanındakilere postun küçük parçalara ayrılması suretiyle daha geniş bir alana yayılmasını emreder ve bu sayede halkının rahat bir şekilde yerleşmesine olanak tanımış olur. Bilahare bu araziye "post" anlamına gelen Byrsa adı verilecektir. Zaman içerisinde mevzubahis yerleşim yerine çok sayıda yerli, satmak üzere malzeme getirmeye başlar ve kısa sürede bölge, önemli bir ticari merkez hüviyeti kazanır. Bu gelişmelerin ardından daha önce yine Sur halkı (bkz: Fenikeliler ) tarafından kurulmuş olan Utica kentinin sakinleri, yeni gelenler ile bağlantı kurmak adına bir elçilik heyetini bölgeye yollar ve onlara kendi yerleşim yerlerinde yaşamaları için çağrıda bulunur. Birtakım görüşmelerin akabinde iki topluluğun consensus uyla yeni bir kent kurulmasına karar verilir ve kente Kartaca adı verilir. Kraliyet soyundan gelmesiyle itibariyle yeni şehrin kraliçesi de tabii olarak Dido olacaktır. İnançları doğrultusunda yeni kentlerinin bir "öküz kafası" üzerinde yükselmesini isteyen Kartacalılar, bilahare kahinlerin "burası bereketli ancak çok çalışmayı gerektiren bir toprağın, başkalarına hizmette bulunacak bir şehrin simgesidir." sözleri üzerine kentin, başka bir bölgede inşa edilmesi gerektiğine kanaat getirirler ve bu kez temel atılacağı yerin simgesi olarak öküz yerine "at kafası" kullanırlar. Bunun üzerine kahinler başka bir kehanette bulunurlar: "Burada savaşta çok başarılı olan güçlü bir devlet kurulacak ve bu temeller, zaferin habercisi olacak." Kartaca, ticari hüviyeti sayesinde hızla gelişir ve Kraliçe Dido'nun güzelliği dört bir yanda ünlenmeye başlar. Nitekim Mağrip kralı İarbas , Kartaca'nın ileri gelenlerini ülkesine davet ederek onlara kraliçeleri ile evlenmek istediğini belirtir ve eğer teklifini kabul etmezlerse Kartaca'ya savaş açacağını ifade eder. Bu talebi kraliçeye açıkça iletmekten çekinen elçilik heyeti ise daha münasip bir üslup kullanmaya karar verir ve Dido'ya; Mağrip kralının, halkına uygar olmayı öğretecek bir zevce aradığını ve aklına Kartaca kraliçesinden başka kimsenin gelmediğini söylediğini iletir. İlk başta bu teklife sıcak bakmasa da Dido, kendisine ve yeni kurulan şehrine aba altından sopa gösterildiğinin farkındadır ve zaman kazanmak adına İarbas ile evlenmeyi kabul edeceğini lakin öncesinde merhum kocası Acerbas için 3 ay süreyle yas tutması gerektiğini belirtir. İsteğinin kabul edilmesiyle beraber Dido, kentin en uzak köşesinde büyük bir ateş yaktırır ve başka bir adamın karısı olmadan önce merhum kocasının ruhunun huzura kavuşması için kurbanlar kestirir. Mezkur ritüelin tamamlanmasının akabinde yalın kılıç bir vaziyette adak ateşinin üzerine çıkan talihsiz kraliçe, aşağıda toplanmış olan halkının oluşturduğu kalabalığa bakar ve "Benim kocamın yanına gitmemi istiyorsunuz. Tamam, işte gidiyorum." sözlerinin ardından kılıcını kalbine saplayarak intihar eder. Vergilius , ünlü Aeneas destanını kaleme almadan evvel Kartaca ve Dido'ya dair geleneksel anlatı, yukarıda bahsini geçirdiğimiz şekildedir. Vergilius ise efsaneyi kendisine göre düzenlemiş ve Roma 'nın kuruluş mitleri ile özdeşleştirmiştir. Vergilius'un anlatısında tanrılar tarafından Roma'nın kurucusu olmak üzere Truva 'nın yıkıntıları arasından kurtarılan Aeneas , muhtelif yerleri dolaşmasının ardından Sicilya Adası 'na gelir ve buradan kendisine vaat edilmiş topraklar olan İtalya 'ya doğru yelken açar. Ancak Truvalılara olan kızgınlığının üstesinden gelememiş olan Juno , yarattığı korkunç bir fırtına ile Aeneas ile yoldaşlarını taşıyan gemileri darmadağın eder. Mezkur elim hadiseden kurtulan az sayıdaki kişiyle beraber Kartaca kıyılarına sürüklenen Aeneas, burada kraliçe Dido ve maiyeti tarafından dostça karşılanır. Ancak Aeneas'ın annesi olan tanrıça Venüs , Dido'nun ve halkının Truvalılara karşı tutumunun zaman içerisinde değişeceğinden endişe ederek bir hileye başvurmaya karar verir. Diğer bir oğlu ve aynı zamanda aşk tanrısı olan Cupid 'e Aeneas'ın küçük oğlu Ascanius 'un kılığına girmesini söyler ve gerçek Ascanius'u da Kıbrıs 'taki köşkünde uykuya yatırır. Bütün bunlar yaşanırken Aeneas da kraliçe Dido'nun düzenlediği görkemli bir ziyafette Truva'nın yıkılışından ve akabinde yaşadığı maceralardan bahsetmektedir. Bu sırada ise sahte Ascanius yani Cupid, kraliçenin kucağına oturmuş ve kalbine aşk şarkıları mırıldanmaktadır. Söz konusu gelişmeleri dikkatli bir biçimde takip etmekte olan Juno, Aeneas'ın soyunun sahip olacağı görkemi gölgelemek adına Venüs'e giderek Dido'yu Truvalı ile evlendirmeyi teklif eder ve Venüs de buna razı olur. Ancak Aeneas'ın kendisinden beklenen başarıları göz ardı etmesinden çekinen Jüpiter , bu durumdan çok rahatsız olur. İvedi bir biçimde habercisi Merkür 'ü yanına çağırır ve ona, Aeneas'ın yanına giderek İtalya'da kurması gereken kenti göz ardı etmesinin vahim sonuçlar doğuracağını söylemesini emreder. Mesajı almasıyla beraber Aeneas'ın yanındakilere Kartaca'dan ayrılmak için gemileri hazırlama emri vermesi bir olur. Her şey hazır olduğunda ise Aeneas, hiç istemese dahi tanrıların emirlerine karşı durulamayacağını bildiğinden ötürü halkı ile beraber Kartaca'dan Roma'ya doğru yola çıkar. Kraliçe Dido ise onun gittiğini öğrendiğinde maiyetindekilere büyük bir ateş yakmalarını emreder ve Aeneas'ın odasında bıraktığı kılıcı alarak mezkur ateşin üzerinde intihar eder. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Vergilius'tan Aeneas ve Alfred Church'ten Kartaca / Bir Afrika İmparatorluğunun Yükselişi ve Çöküşü adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Unutulmuş Bilgelik: Atlantis ve Kayıp Uygarlıklar Teorisi
Kuzey Afrika Berberi leri arasında, okyanusun dibine gömülmüş ancak kehanete göre yeniden yükselecek olan bir Attala ülkesi efsanesi bulunmaktadır. Yine, başka bir kadim uygarlık ve pek çok modern toplumun atası hüviyetindeki Keltler de geleneksel anlatılarında ifade ettikleri gibi, Avalon olarak adlandırılan batıdaki bir ülkeden geldiklerine inanmaktadırlar. Aynı şekilde, antropolojik olarak Keltlerin soyundan geldiği bilinen Bask ların da Atlantika şeklinde ifade ettikleri bir ülkeden geldiklerini söyledikleri bilinmektedir. Nitekim 1882 yılında Ignatius Donnelly tarafından yayınlanan Tufan Öncesi Dünya adlı eserde Bask halkının hem fiziki özellikler hem de dil açısından diğer Avrupa ulusları ile çok fazla benzerliğinin bulunmadığına dikkat çekilmektedir. Yazara göre; Basklar, Büyük Tufan sonrası Atlantis 'ten İber Yarımadası 'na göç etmişlerdir. Bunun yanı sıra Bask dili, Avrupa'da konuşulan diller ile karşılaştırıldığında müstakil bir lisan olarak öne çıkar ve ilginç bir şekilde Orta Amerika 'da yaşayan Paten kabilesinin dili ile büyük benzerlikler göstermektedir. Biraz daha doğuda, muhtelif İbrani ve Arap efsanelerinde " Ad" isimli bir ülkenin bahsi geçmektedir. Semavi amentülerin ilk insan olarak kabul ettikleri Adem 'in isminin, Ad-ami yani Ad halkından türetildiği savı düşündürücüdür. Kuran 'daki anlatıya göre Ad kavmi , günahları sebebiyle tanrının gazabına uğramıştır. Yine, bir Hint destanı olan Mahabharata 'da okyanusun ortasında bulunan Attala adlı bir kıtaya atıfta bulunulmaktadır. Amerika kıtasına baktığımızda ise Aztekler 'in, doğudaki büyük okyanusta bulunan Aztlan adlı büyük bir adadan geldiklerini ifade ettiklerini görürüz. İskandinav efsanelerinde ise Atland adlı bir ülkede yaşayan, sarışın ve mavi gözlü bir ırkın kendi ataları olduğundan bahsedilmektedir. Atlantik okyanusu üzerinde olduğu iddia edilen ve varlığı, Mısır lı rahipler tarafından Yunan filozof Platon aracılığı ile insanlığa duyurulan Atlantis , kuşkusuz uygarlığın ilk beşiği değildir. Peki mezkur rahipler neden Eflatun ile bu bilgiyi paylaşma ihtiyacı duymuştur ? Çünkü Platon'un, Sokrates 'in ölümün ardından çıktığı seyahatlerdeki duraklarından biri de Mısır'dır ve kendisi burada rahiplerin mensubu olduğu kült tarafından inisiye edilerek kardeşliğe müdahil olmuştur. Platon, Kritias adlı eserinde Atlantis'i Solon ve Kritias 'ın ağzından anlatır. Mezkur filozoflar arasındaki diyaloğa göre firavun Amosis döneminde (mö 570-525) Sais şehrini ziyaret eden Solon, burada bir üstat rahip tarafından Atlantis hakkında bilgilendirilmiştir. Mısırlı rahip Suchis , kadim zamanlarda Cebelitarık Boğazı 'nın ötesinde çok büyük bir kıta olduğunu, Mısır'dan hareket eden bir kimsenin denize ulaştığında adadan adaya geçerek okyanusu aştığını ve karşı kıyıdaki bir diğer kıtaya ulaşabildiğini Solon'a aktarmıştır. Rahibin ifadesine göre bu kıta, 9.000 yıl önce (günümüzden 12.000 yıl öncesine tekabül etmektedir.) büyük bir tufan ve deprem neticesinde sulara gömülmüş ve kolonisi olan Mısır ile ilişkisi kesildiği için Mısır uygarlığı gerilemiştir. Mısır'da takribi 10 yıl kaldığı düşünülen Solon'un, yönetici rahiplerle yakın temasına rağmen inisiye edilip edilmediğine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Lakin kendisine sırların açıklanmış olmasından ve pek çok Yunan filozofun Osiris mabedinde inisiye edilmiş olmasından mütevellit Solon'un da rahiplerin kardeşliğine müdahil olmuş olması kuvvet ile muhtemeldir. Öte yandan bir diğer inisiye isim olduğu varsayılan Yunan tarihçi Heredotos da Mısır'ı ziyaret etmiş ve burada Osiris rahipleri ile yakın ilişkiler kurmuştur. Yine Kritias'da, Mısırlı rahip Suchis, Atlantis'e dair anlatısını Solon üzerinden devam ettirir: "Tufan öncesi okyanusta gemi yolculukları yapılıyordu. Sizin Herkül Sütunları dediğiniz boğazın önünde bir ada vardı. Bu ada, Küçük Asya ve Libya 'nın toplamından daha büyüktü. Bu adadan geçerek, esas okyanusu çevreleyen karşıdaki kıtaya ulaşılabilirdi. Çünkü adayı çevreleyen deniz, dar bir geçittir fakat diğeri, gerçek denizdir. Onu çevreleyen topraklar da kıta olarak anılmayı hak eder. Eski geleneklerden, zamanın aşındırdığı bilimlerden size bir şey aktarılmış değil. Tufan, 9.000 yıl önce oldu. Şimdi bir efsane gibi görünüyor ama gerçekte dünyanın çevresinde ve gökyüzünde dönen cisimler sapmaya uğradı. Şiddetli depremler ve su baskınları oldu. Atlantis adası denize gömüldü. Tanrılar dünyayı tufan afetine uğrattıklarında dağlarda çobanlık yapanlar hayatlarını kurtarırken, şehirlerde yaşayanları sular sürükledi. O kesimlerde denizin halen geçilmez olmasının sebebi, adanın suya batışı sonrası deniz yollarının balçık ile kaplanmasıdır. Ama bu ülkede ne o zaman ne de başka bir zaman su, tarlaların üzerine çıkmaz. Dolayısıyla burada her şey en eskilerdir. Geçmişte önemli ne olay olmuşsa yazılıp, tapınaklarımızda muhafaza edildiler. Kutsal kayıtlarımıza göre bizim kentimiz (Sais) 8.000 yıl önce kuruldu. Atlantis'te Poseidon 'a adanmış kutsal bir tapınak vardı. Dış cephesi gümüşten, kuleleri altından ve çatısı da fil dişindendi. Poseidon'un Atlantislilere verdiği yasalar, ilk insanlar tarafından Orichalcum bir sütun üzerine yazılıp tapınağın içine yerleştirilmişti." Platon'un devam eden anlatısında Suchis, büyük felaket öncesi Atlantis adasından gelen orduların Akdeniz 'e kıyısı olan ülkeleri istila ettiğini ancak sonunda Atina lılar tarafından püskürtüldüklerini ifade eder. Atinalılar, Atlantislileri kendi adalarına kadar kovalamış ve bu esnada büyük tufanın meydana gelmesi sonucu, iki tarafın orduları da yok olmuştur. Eflatun; Solon ile Suchis arasında geçen diyalogların, Mısırlı öğretmeni Rahip Seknuphis tarafından kendisine aktarıldığını anlatır. İngiliz araştırmacı ve yazar James Churchward , Kayıp Kıta Mu adlı eserinde bahsini geçirdiği Naacal Tabletleri 'nde Atlantis'e önemli bir yer verildiğini ve önceleri Mu 'nun kolonisi olarak uygarlaşan Atlantlıların, zaman içerisinde bağımsızlıklarını kazanarak kendi imparatorluklarını kurduklarını ifade eder. Yazarın anlatısına göre tabletler, Atlantis'te Mu kozmik dinini öğreten okulların bulunduğunu ancak bağımsızlık sonrası ana dinden uzaklaşıldığını ve Atlantisli rahiplerin kendi güçlerini arttırmak için ana dini yozlaştırmayı çıkarlarına uygun bulduğunu aktarmaktadır. Atlantis'te dini yozlaşma, Osiris'in ortaya çıkışına kadar sürer. Söz konusu tabletlere göre; günümüzden 22.000 yıl önce Atlantis'te doğan Osiris , genç yaşında doğduğu yeri terk ederek Mu 'ya gider ve burada Bilgelik Okulu 'nda eğitim görür. Mu Kıtası'nda Naacaller arasında "üstat rahip ve kutsal kardeş" unvanını alana kadar kalan Osiris, bilahare dini bir reform başlatmak gayesiyle doğduğu topraklara geri döner. Ülkesinde yozlaşmış Atlantis dinine ve rahipler sınıfa karşı bayrak açan Osiris, güçlü karakteri ile kısa zaman içerisinde halk üzerindeki tesirini arttırır ve yozlaşmış ruhbanları, itibarını yitirmiş olan mabetlerden temizler. Ölümüne kadarki süreçte ülkesinin ruhani lideri sıfatına haiz olan Osiris, kendisine teklif edilen imparatorluk titrini ise reddeder. Vefatının ardından ise takipçileri, onun anısını yaşatmak adına itibarını yeniden kazandırdığı ata inancına "Osiris dini" adını verirler. Osiris adı, Mısır panteonunda da önemli bir yer işgal etmektedir. Onun isminin Mısır'a, Hermes (bkz: Toth ) tarafından getirildiği ve zaman içerisinde saf dinin yozlaşması ile Osiris'in, tanrılardan biri haline geldiği sanılmaktadır. Mısır panteonunda adı daima Osiris ile beraber anılan İsis , aynı zamanda tanrı kavramının dişil ifadesidir ve mezkur ikilinin oğlu olan Horus da kutsal kelamın tezahürüdür (bkz: Teslis ). Amerikalı yazar Sherley Andrews 'a göre Atlantis'te, ruhun ölümsüzlüğü ile yeniden doğuşuna ve insanın, muhtelif hayatlarda yaşadığı deneyimler sonucunda olgunlaşıp tekamül ederek yüce tanrı ile özdeşleştiğine inanılmaktadır (bkz: Ene'l-hakk ). Yine, bu inanç doğrultusunda daire kavramı, her şeyin kaynağı olan tanrı yı sembolize etmektedir ve binaenaleyh Atlantisliler, tapınaklarını ve şehirlerini dairesel biçimde inşa etmişlerdir. Yeni yıl törenlerini de miladi takvime göre 21 Haziranda ve Poseidon Tapınağı'nda gerçekleştiren mevzubahis uygarlık, aynı zamanda güneş i de yaşamın kaynağı ve yüce tanrının bir diğer sembolü olarak kabul etmiştir. Ortodoks bilim çevreleri, gerek Mu gerekse Atlantis uygarlığından günümüze somut bir veri kalmamış olmasından mütevellit söz konusu medeniyetlerin hiçbir zaman var olmadıklarını kabul etmektedir. Ancak antikiteden günümüze ulaşmış eserlerin aktardığına göre yok oluşunun üzerinden 10.000 yıldan fazla bir zaman zarfı geçmiş bir uygarlığın, iddia edildiği gibi üzerinden büyük bir savaş ve dünyanın çehresini değiştiren bir tufan felaketi de geçtiği göz önüne alındığında meydana gelen tahribatın sonucu olarak ahir zamana herhangi bir buluntu kalmamış olması olağan ve ihtimaller dahilindedir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Churchward James'ten The Children of Mu, Andrews Shirley'den Atlantis ve Spence Lewis'ten Occult Sciences in Atlantis adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Hikmetin ve Kudretin Simgesi: Hz. Süleyman
Adı huzur anlamına gelen Süleyman , İsrail ve Yehuda tahtına çıkarıldığında, tanrı ona ne istediğini sorar. Zenginlik veyahut uzun bir yaşam yerine, "Kuluna halkını yargılaması için sezgi dolu bir yürek bağışla ki, iyi ile kötüyü ayırt edebileyim." şeklindeki yanıtıyla tanrıyı hoşnut eden Süleyman, gösterdiği tevazu sayesinde rabbinin inayetine mazhar olur ve tanrı ona "sana bilge ve sezgi dolu bir yürek verdim; öyle ki, senden önce senin gibisi gelmedi, senden sonra da senin gibisi gelmeyecek. ve sana istemediklerini de, hem zenginliği hem şerefi verdim; öyle ki, yaşadığın sürece öbür krallar arasında senin gibi olmayacak." şeklindeki emrini bildirir. (1. Krallar 3:5 - 14) Nitekim Kitab-ı Mukaddes 'te Süleyman'ın saltanatı, refah ve itibar ile anılır ve bilgeliği Mısır 'ın tüm bilgeliğinden dahi üstündür ve o, okuyucuya kusursuz bir bilge olarak tasvir edilir. (1. Krallar 4:30) Süleyman'ın bilgelik kavramı ile özdeşleştirilmesi yalnızca Eski veya Yeni Ahit anlatısı ile sınırlı kalmaz. Keza İslam 'da da Süleyman, mezkur mefhumun timsalidir. Yine, "Bilgeliğin başı, Allah korkusudur." sözü ya da gayb hakkındaki irfanı gibi vakıalar, Süleyman'ın bilgeliğinin tezahürleridir. İslam itikadında ise Süleyman, bir Müslüman hüviyetinde ve doğal dünya ile iletişim halinde tasvir edilir. Bunun yanı sıra tanrı ona ruhani bir egemenlik de ihsan eylemiştir. "Rüzgarı ona boyun eğdirdik, onun buyruğuyla nereye isterse oraya eserdi; aralarında bina ustaları, dalgıçlar ve zincirler ile bağlı olan cinleri de." ( Kuran 38:35 - 36). Mezkur cin lerin, Süleyman'ın meşhur tapınağının inşası esnasında onun emrinde çalışmış olmaları da bilhassa dikkate değerdir. Süleyman aynı zamanda Eski Ahit 'te bulunan Süleyman'ın Ezgileri kısmında betimlendiği gibi kadınlara duyulan mistik aşkın da timsalidir. Nitekim İslam 'da mevzubahis mistik aşk, Süleyman tarafından putperestlikten döndürülen Saba Melikesi Belkis 'in hikayesinde canlı bir şekilde okuyucuya aktarılır. Süleyman Saba Melikesine, Kelime-i Şehadet 'te ifade edildiği gibi "Allah'tan başka tanrı yoktur." diyerek yanılsama ile tek hakikat arasındaki farkı öğretmiş ve nihayetinde Belkıs, Süleyman'ın eşi olmuştur. Anlatıdaki tevriye ile ifade edilmek istenen ise Belkıs'ın, bilgeliğin ve benliğin ifadesi olan Süleyman'ı tanımlayan kozmik sonsuzluğun idrakine vararak iman etmesidir. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere hem Yahudi hem de İslam geleneklerinde Süleyman, olağanüstü hikayeler ile mütemadiyen ilişkilendirilmiştir. Rabbani ve kabalistik ilmin konusu olan ve mezkur ilimde efsanevi bir kişilik, gizli güçlere sahip bir usta olarak tasvir edilen Süleyman, konuya dair merakı olanların her daim ilgisine mazhar olmuştur. Örneğin; bir kabalistik efsanede Süleyman, iblise Sur kralı Hiram 'ı cehennemin yedi katına götürmesini emreder. Bu sayede Hiram döndüğünde ona yeraltı dünyasında gördüğü her şeyi anlatabilecektir. Süleyman'ın edebiyattaki yeri yalnızca kutsal veyahut apokrif metinlerdeki anlatıyla da sınırlı kalmaz. Binbir Gece Masalları 'ndan bir tanesi olan Balıkçı ve Cin Masalı 'nın da ilham kaynağı olan Süleyman, söz konusu hikayede mühür yüzüğünü kullanarak kötü bir ruhu 1800 yıl boyunca bir kavanoza hapseden kahraman olarak betimlenir. Süleyman'ın mühür yüzüğünü süsleyen motifin ise cennetten kendisine ihsan edildiği rivayet edilmektedir. Yine, motifin anlamına dair muhtelif görüşler söz konusu olsa da bir fikir birliğinden bahsetmek mümkün değildir. Yüzüğün üzerindeki kadim sembollere dair en makul açıklama ise göğün ve yerin birleşimini simgelediğine dairdir. Mezkur eşya üzerindeki iki üçgenden birinin ucu gökyüzüne işaret ederken, diğeri yeryüzüne dönüktür. Simge bir yönüyle insan varlığının maddi bedenini ve ruhunu, bundan oluşan bütünü, bir yandan ise dişil ve eril ilkeleri, özdeksel ve tinsel değerlerin bütünlüğünü ifade etmektedir. Farklı kültürlerdeki muadillerine örnek vermemiz gerekirse Uzak Doğu kültlerinden popüler bir figür olan Yin Yang buna benzer bir simgedir. Aynı şeklide, dünyaya giriş ve çıkış noktalarını temsil ettiği de varsayılan ve Tunç Çağı 'ndan itibaren benzerlerine rastlanan motif; iç içe geçmiş yani kesişen iki üçgenden oluşmaktadır ve bu geometrik şekiller, aralarına "tanrının en yüce adı" sözcüklerinin kazındığı iki eş merkezli dairenin içine yerleştirilmiştir. Yine, simya da yukarı ve aşağı bakan üçgenler, ateş ile su yu temsil etmekte ve "zıtların birleşimini ve dönüşümünü" simgelemektedir. Bu üçgenlerde cinsel bir sembolizm görenler de yok değildir ve gerçekten de Mısır hiyerogliflerinde V şekli, kadın kasık kemiğinin yapısından esinlenmiş gibi görünürken ve yukarı bakan üçgen de bir fallus olarak kabul edildiğinde pekala mevzubahis geometrik şekillerin birleşimi, evrendeki ve cinsiyetler arasındaki arasındaki uyumu tasvir ediyor olabilir. Her ne olursa olsun bu nişan, İslam dünyasında sikkelerde ve süslemelerde sıklıkla kullanılan bir motif olagelmiştir ve Davut Yıldızı olarak da bilinen bu simge, bugün modern İsrail Devleti'nin bayrağındaki altı köşeli yıldıza da tekabül etmektedir. Bugün Batı Ürdün 'ü, Güney Lübnan 'ı ve Orta Suriye 'nin tamamını kapsayan bir devlet kuran Hz. Davut 'un halefi olarak tahta çıkan Süleyman'ın iktidar yolculuğu ise Eski Ahit'teki anlatıya göre pek de kolay olmamıştır. Zira Davut ölüm döşeğindeyken bir diğer oğlu olan Adoniya , birleşik krallık içinde Yehuda 'nın üstünlüğünü sağlamak isteyen, hoşnutsuzluk içerisindeki Hebron lu üst düzey ve dini kademelerin desteğini alarak Kudüs 'ün hemen dışında taç giyer. Ancak Davut son nefesini vermeden evvel Yevus lu eşi Batşeba , Natan ve baş kahin Zadok 'un liderliğini üstlendiği grubun desteklediği Süleyman'ı halefi olarak ilan eder ve Batşeba'nın oğlu, Gihon pınarında takdis edilerek, Ahit Sandığı 'nın huzurunda iktidarı devralır. Binaenaleyh Adoniya'nın tahtı gasp girişimi bu şekilde başarısızlığa uğramış olur. Süleyman'ın devrinde İsrailoğulları gücünün ve zenginliğinin doruğuna ulaşır. Davut'un kadim kabile bağlarını zayıflatma ve Kenanlı nüfusu daha da asimile etme yönündeki merkezileştirme politikasını devam ettiren Süleyman, ordusunu da savaş arabaları ve süvariler ile güçlendirerek otoritesini iyiden iyiye kuvvetlendirir. Bunun yanı sıra Akabe Körfezi 'nin başında bulunan Ezion - Geber 'de, tüm Kızıldeniz 'de hüküm sürecek olan bir donanma da inşa ettiren Yahudilerin kralı, yatırımlarını yalnızca askeri alan ile de sınırlı tutmamaktadır. Mısır ve Kilikya ile at ticareti yapan, Lübnan 'dan kereste alan, gemileri Kudüs'ü ziyaret edip kente ve krala hediyeler yağdıran Saba Melikesinin memleketi olan Yemen ile baharat, metal ve değerli taşlar üzerinden alım satım gerçekleştiren Süleyman'ın liderliğindeki Birleşik İsrail Krallığı, bulunduğu bölge itibariyle her açıdan dikkate alınması gereken bir güç pozisyonundadır. Medeni bir toplumun olmazsa olmazları arasında yer alan şehirleşmenin öneminin de bilincinde olan Süleyman, bu maksat ile yoğun bir imar çalışması başlatmaktan da geri durmaz. Kudüs'ü, kentin antik merkezi olan Ophel Tepesi 'den kuzeye doğru genişleterek şehrin hacmini iki katına çıkaran kral, Sion Dağı 'nı da içine alacak şekilde eski kraliyet ailesinin ikametgahı olan yerde de yeni bir sarayın inşasının startını verir. Rivayete göre; mezkur sarayın harem bölümünde yabancı hükümdarların "hediyesi" olan 700 prenses ve 300 cariye bulunmaktadır. Ayrıca Lübnan Orman Evi adı verilen ve sedir ağacından mamul bir silahlık ile fildişi tahtının bulunduğu bir mahkeme salonu da yaptırdığı söylenen Süleyman'ın tartışmasız en önemli eseri; Beit Hamiqdaş yani Mukaddes Ev anlamına gelen meşhur Süleyman Mabedi 'dir. Kitab-ı Mukaddes'in anlatısına göre Süleyman; tapınağın inşası için 30.000 İsrailliyi Lübnan'da ağaç kesmesi, 80.000 kişiyi dağlarda taş çıkarması ve 70.000 hamalı da mezkur taşları taşıması için işe koşmuş, bütün bu süreci de 3300 usta denetlemiştir. Tabii olarak bu sayıları gerçek addetmeye gerek yoktur, zira burada amaç yapılan işin büyüklüğünü ve ihtişamını vurgulamaktır. Süleyman, tapınağın inşasına saltanatının dördüncü yılında başlar ve süreç toplamda 7 yıl 5 ay gibi bir zaman aralığına tekabül eder. (mö 958-951) Krallar kitabı 'nda tapınağın plan olarak doğu ve batı yönünde 60 kübit uzunluğunda, 20 kübit genişliğinde ve 30 kübit yüksekliğinde bir dikdörtgen hüviyetinde olduğu ifade edilmektedir. Bu bilgilerin ışığında Süleyman Tapınağı 'nın yaklaşık olarak 10 metre genişliğinde, 30 metre uzunluğunda ve 15 metre uzunluğunda olduğunu tasavvur edebiliriz. Antik dünyada tapınakların amacı, basit bir şekilde ifade etmemiz gerekirse tanrı için bir konut sağlamaktır ve bu nedenle bilhassa doğudaki diğer muhtelif mabetler gibi Süleyman Tapınağı da mimari plan açısından bir "ev" hüviyetindedir. Tapınak, içeriye doğru ilerledikçe daha özel, daha mahrem ve daha kutsal hale gelen üç odaya bölünmüş durumdadır. En dıştaki oda, Ulam yani sundurmadır. Bunun ötesinde ise altın bir sunak, on kollu şamdan ve diğer değerli eşyaların bulunduğu bölüm olan Hekal vardır. Hekal ise doğrudan mükemmel bir küp hüviyetindeki penceresiz bir oda olan Debar 'a açılmaktadır. Burası aynı zaman da katlanır kapılar ile kapatılan ve "zifiri karanlıkta yaşayacağını" (1. Krallar 8:12) bildiren Yahve 'nin Ahit Sandığı tarafından sembolize edildiği kutsalların kutsalı Harim 'dir. İki devasa altın melek tarafından çevrelenmiş olan mezkur sandık, rivayete göre 300 yıldan fazla bir süre hiçbir insanın eli değmeden bu noktada bekletilmiştir. Velhasıl tapınak tamamlandığında Süleyman, eserini tanrıya adamıştır. Ancak tapınakta ne tanrının adı geçmektedir ne de sureti bulunmaktadır. Bunun nedeni ise Yahudilerin tanrısının bir mekana kapatılamayacak kadar kudretli olmasıdır. Başlangıçta, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere tanrının varlığı, tapınağın en iç ve en kutsal yerinde bulunan Ahit Sandığı ile sembolize edilmektedir fakat Asurlular MÖ. 586'da tapınağı yıkmış ve sandık ortadan kaybolmuştur. Bu nedenle MÖ 520'de yapılan ve bilahare kral Hirodes tarafından genişletilen ikinci tapınak tamamen boştur. Binaenaleyh bu durum semavi dinlerde, her türlü şekil ve tasvirin ötesindeki Tanrı kavramının da gelişmesine olanak tanımıştır. Kur'an'daki anlatıya göre; 40 yıllık saltanatının akabinde Süleyman, asasına dayanır halde ölmüş ve emrinde çalışan cinler, ancak ağaç kurdu asayı yiyip de Süleyman yere düşünce onun öldüğünün idrakine varmışlardır. Hz. Süleyman'ın hayatına ve icraatlarına dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Kitab-ı Mukaddes'i ve Kuran'ı okumalarını tavsiye ediyorum.
- Şah İsmail'in Zuhuru ve Dini Düşüncesi
Akkoyunlu Devleti 'nin hakim olduğu coğrafyada ortaya çıkan ve kurucusunun mensup olduğu şeyh ailesinin adıyla anılan Safeviler , Türk tarihinin en ilginç siyasi oluşumlarından birini teşkil etmişlerdir. Devletin kurucusu olan Şah İsmail, evveliyatında Sünni bir tarikat olarak bilinen, akabinde ise Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar dönemlerinde Oniki İmam Şiiliği' ni benimseyen Erdebil li bir şeyh ailesine mensuptur. Mezkur ailenin tabanı, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere Türk unsurlarına dayanmaktadır. İkinci Murat devrinde Şeyh Cüneyd, Anadolu 'ya gelerek Osmanlı ulema sı ile dini konularda tartışmış; bilahare ise, bilhassa Samsun yöresinde kümelenmiş olan Çepni gruplarını etrafında toplayarak Pontus Rum Devleti 'ni fethe dahi yönelmiştir. Binaenaleyh Şeyh Cüneyd'in mevzubahis kesimlerde büyük bir şöhreti hasıl olmuştur. Yine, Kuzey Karadeniz havalisinde Çepni topluluklarının Trabzon sınırında yoğun bir şekilde yerleşmeleri de bu döneme tekabül etmektedir. İlerleyen zamanlarda Şeyh Cüneyd'in torunu olarak Şah İsmail, Akkoyunlu idaresi altındaki büyük Türkmen boylarınca dini bir lider olarak tanınmış ve söz konusu klanlar, kadim dini gelenekleri ile bezenmiş İslami anlayışlarıyla kendilerine hitap eden İsmail'in etrafında birleşmişlerdir. Nitekim Şah İsmail de bir tarikat şeyhi olarak bu inancı tıpkı dedesi gibi çok iyi kullanmıştır. Şunu da belirtmek de fayda vardır ki; Şah İsmail ve halefleri hiçbir zaman ve katiyetle kendilerini bulundukları coğrafya itibariyle Farisi veyahut Sasani Devleti 'nin mirasçısı şeklinde tanımlamamışlardır. Velhasıl Şah İsmail, o sıralarda Sünni İslam'ın temsilcisi olma sıfat ve meyilleri henüz tam olarak teşekkül etmemiş Osmanlı Devleti 'nin sıkı iktisadi ve sosyal baskısı altındaki geniş konargöçer grupları üzerinde etkili olmuş ve binaenaleyh hitap ettiği güruhların nezdinde Osmanlı sistemi karşıtı bir dini misyonun temsilcisi olarak benimsenmiştir. Doğu ve Güney Anadolu ile Kuzey Karadeniz yaylalarında ve iç kesimlerde nispeten serbest yaşamaya alışmış büyük Türkmen teşekkülleri, Osmanlı idaresinin vergi toplama amaçlı iskan, belirli bir nizam altına alma, tımar rejimini güçlendirme çabalarından yadsınamayacak derecede rahatsızlık duyarak tabiri caizse bir kurtarıcı beklemektedir. Nitekim o esnada kendilerine öz dilleri ve Şamanist öğelerle yoğurdukları İslami anlayışlarıyla seslenen Şah İsmail, tam olarak aradıkları profile uygun bir hüviyettedir. Filhakika mezkur boyların ekseriyeti yüksek İslami kalıplardan uzakta, Orta Asya 'dan kalma motif ve gelenekler ile süslü, basit bir İslami telakki içindedir ve bu durum bir bakıma benzer inançlar manzumesi içerisinden çıkan Osmanlılar nezdinde ilk zamanlarda pek de yadırganmamaktadır. Ancak Şah İsmail'in ortaya çıkarak mevzubahis inancı, siyasi bir kılıfa sokması ve hedef olarak da Anadolu'yu seçmesi bu nokta-i nazarı değiştirmiştir. Osmanlı ulema ve entelektüelleri zaman kaybetmeden İsmail'in aksiyonlarına karşı tedbir amaçlı daha katı bir anlayışı siyasi konjonktüre ikame ederler ve söz konusu tavır, Osmanlı Devleti'nin özellikle 16. yüzyıldaki dini misyonunda ciddi bir kırılmayı da beraberinde getirir. Bütün bu gelişmelerin akabinde Şah İsmail ustaca bir manevra ile yarı göçebe bir hayat tarzı idame ettiren Türkmenlerin zihniyetlerine uygun tarzda, mesiyenik yani mehdi ci karakterde bir Şii propagandayı icra etmeye başlar. Mevzubahis plan doğrultusunda da halife olarak sıfatlandırılan propagandacılar, Anadolu'da benzeri inançlar içerisindeki Türkmenlerin yaşadıkları yerlere giderek, çeşitli hediyeler ile beraber daha serbest ve müreffeh bir hayat vaadinde bulunmakta zaman kaybetmezler. Nitekim bu hususu, Hatayi mahlasıyla Türkçe olarak kaleme aldığı Nefes denilen şiirlerinde Şah İsmail de açık bir şekilde belirtmektedir ve şiirlerini topladığı divan ında kendisini mezkur kitleye "mehdi hüviyetinde ve Hazreti Ali 'nin mazharı" olarak göstermekte de herhangi bir beis görmemektedir. İsmail'ın bu tavrı, Orta Asya'da Müslüman olmadan evvel kendilerini tanrının insan bedenine girmiş biçimi gibi tanıtan dini liderlere tabi olup karışıklık çıkaran ve İslamiyet'in benimsenmesinin ardından da bu itiyatları devam eden Türkmen grupları için şaşırtıcı değildir. Türkmenlerin kabilevi inançlarıyla bezeli İslami düsturları; Şii motifleri olan Hz. Ali ve Oniki İmam kültleri, Kerbela matemi ve benzeri temel inançlarla karışarak nihayetinde Kızılbaşlık ve Alevilik olarak nitelendirilebilecek bir hüviyete bürünmüştür. Hiç şüphesiz bu inanç manzumesi, Oniki İmam doktrininden nispeten farklı bir mahiyettedir. Yukarıda bahsini geçirdiğimiz gelişmelerin ışığında; kadim Gök Tanrı kültü görünüşte "Hak - Muhammed - Ali" formülünün ifade ettiği "üçlüye", aslında ise Hz. Ali'den başkası olmayan Tanrı'yı ifade eden tek bir uluhiyet kavramına indirgenmiştir. Binaenaleyh bu anlayışın Oniki İmam Şiiliği veyahut Caferilik ile herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Yine, böyle bir değerlendirme tahtında Anadolu'daki Kızılbaş veya Rafızi olarak anılan zümreleri Şii olarak kabul etmek de doğru değildir. Şah İsmail'in kurguladığı inanç sistemi Safevi Sufiliği' ne göre teşekkül etmiş, tabiri caizse bir nevi "Halk İslamı'dır". Osmanlı merkezi idaresinin bu zümreyi, on iki dilimli ve kızıl renkli başlıkları dolayısıyla Kızılbaş olarak adlandırmasına karşılık olarak; onlar kendilerine zaman içerisinde Alevi diyeceklerdir. Bu açıklamadan hareket ile "Kızılbaş" tabirinde herhangi bir aşağılayıcı yön olmadığını da belirtmekte fayda vardır. Misal; Osmanlılar, yeşil sarık giydikleri için Şirvanşahlar için de Yeşilbaş tabirini kullanmışlardır. Yine, Osmanlılar için ise ulemanın taktığı beyaz sarık sebebiyle Akbaş tabirinin yaygın olarak kullanıldığı bilinen bir gerçektir. İşte dini inançlarının mahiyetleri bu şekilde olan Şah İsmail hareketi, aslında doğrudan doğruya Anadolu'daki konargöçer kabileleri hedef almıştır ve nitekim şah, asıl ihtilali Anadolu'da çıkarmak istemektedir. Bilhassa Karaman bölgesi, Antalya ve İçil 'in dağlık alanlarında ikame eden kalabalık Türkmen grupları da ona destek vermektedirler. Doğrusu Karaman bölgesi halihazırda hiçbir zaman Osmanlı idaresine tam olarak ısınamamıştır ve buna ek olarak eski tımar sahibi Karaman sipahileri de toprakları ellerinden alındığı için büyük bir huzursuzluk içindedirler. Ahvalin bu şekilde hasıl olması da bölgenin, Osmanlı karşıtı bir harekete destek verecek altyapıyı oluşturmasına sebebiyet vermiştir. Yine, evveliyatında bahsini geçirdiğimiz üzere, Osmanlı idarecilerinin sert tavırları ve aşırı vergi taleplerinden rahatsızlık duyan kesimler de gözlerini Şah İsmail'e çevirmiş durumdadırlar. 1501 - 1510 devresinde Yavuz Sultan Selim , Trabzon sancağında iken mevzubahis tehlikenin yakinen farkına varmıştır. Şahkulu ve Nur Ali Halife İsyanları (1511 - 1512) ortalığı adeta yangın yerine döndürmüştür ve binaenaleyh Selim, Osmanlı Devleti'nin öncelikle bu harekete karşı kendisini tanımlamasını, böylece dini / siyasi tehdit oluşturan Safeviler'e bir set çekilmesini elzem görmektedir. Dönemin Osmanlı tarihlerinde Şah İsmail'in ortaya çıkışı ve dini düşünceleri konusunda çok sert ve suçlayıcı ibarelere rastlanır. Aslında bu durum Osmanlı karşıtı bir dini - siyasi telakkiye yönelik savunma mekanizması olarak da mütalaa edilebilir. Bilhassa daha sonra şeyhülislam lığa getirilen ve Safeviler'e yönelik seferin meşruiyetiyle alakalı sert de bir fetva verecek olan tarihçi İbn Kemal , Selim namına kaleme aldığı eserinde zıtlaşma noktalarını dini çerçeve içerisine hapsederek Erdebil ocağının zuhuru, Şeyh Cüneyd olayı ve onun ahfadının faaliyetlerini anlatma ihtiyacı duymuştur. Ancak diğer bazı Osmanlı tarihçileri gibi yalnızca dini tezat noktalarına değil, aynı zamanda hadisenin sosyal ve iktisadi yanlarına da vurgu yapmaktan geri kalmamıştır. Ona göre; şaha gidenler mevki ve tımar sahibi olunca, Tekeli Türkmenleri arasında "şahın yanına giden bey olurmuş." şayiaları dolaşmaya başlamış ve bu da Şah İsmal'in şöhretini arttıran etkenlerden biri olmuştur. Keza, Yavuz Sultan Selim'in yanında önemli hizmetler görecek olan İdris-i Bitlisi de Şah İsmail'in ortaya çıkışı, dini düşüncesi konusunda tafsilatlı ve daha önce mezkur coğrafyada bulunan birinin gözlemleri çerçevesinde dikkate değer bilgiler vermiştir. Erdebil ocağının Anadolu ile olan ilişkisini çok iyi tahlil etmiş ve İsmailiyye müritleri nin yani Şah İsmail taraftarlarının bölgeyle olan bağlarını açık bir şekilde ifade etmiş olan Bitlisi'nin temel tezi, zalimlerinin ortadan kaldırılmasının gaza dan daha mühim olduğu üzerinedir. Velhasıl bütün bu bilgiler, Sultan Selim'in Şah İsmail'in üzerine yürümesinin altında yatan asli sebeplerin manzumesini ihtiva edecektir. Lakin Yavuz'un Safeviler'e karşı yürüttüğü politikanın görünür siyasi yönü, ana nedenin yalnızca birer bahanesinden ibarettir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Feridun Mustafa Emecen'den Yavuz Sultan Selim ve Faik Bulut'tan Şah İsmail'in Serencamı: Kızılbaşlıktan Şiiliğe adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Doğu'nun Fatihi: Yavuz Sultan Selim
Yavuz ismiyle müsemma olan 1. Selim'in 8 yıl kadar süren saltanat dönemi, Osmanlı tarihi açısından bir dönüm noktasını teşkil eder. Zira vefatının akabinde Kemalpaşazade'nin mersiyesinde ifade ettiği gibi, ömrü ikindi güneşi gibi kısa sürmüş lakin gölgesi uzun olmuştur. Yine, Yavuz'un bu kadar kısa bir zaman zarfı içerisinde saltanatının büyük bir kısmını seferlerde geçirmiş olması ve gerçekleştirdiği büyük fetihler, Osmanlı tarihinde farklı ve hayranlık uyandıracak bir iz bırakmasına da sebebiyet vermiştir. Bilhassa doğu meselelerini ele alışı ve bunlara kesin çözüm bulma çabalarıyla dikkat çekmiştir. Aynı zamanda Safevi tehdidini önlemesi ve onlara karşı ileride Osmanlı dini düşüncesinin sınırlarını tayin edecek ölçüde katı Sünni anlayışı öne çıkartması, Osmanlı siyasi ve sosyal hayatında da mühim bir dönüşümün habercisi olmuştur. Memluk Devleti 'ne son verişi ise İslam dünyasının tek bir bayrak altında toplanması projesinin ilk önemli adımını teşkil etmiştir. Bu sayede Osmanlılar, önemli bir dini misyonun temsilcisi olarak şöhret kazanmıştır. Selim'in, İslam dünyası üzerinde bütünleştirici bir lider sıfatına haiz olması, dönemin çağdaş bazı kaynaklarınca "Hilafet Tahtının Sultanı" şeklinde anılmasına da olanak tanımıştır. Aynı şekilde, resmi belgelerde ise Mekke ve Medine 'nin Koruyucusu unvanıyla zikredilmiştir. Selim'in çağdaşı olan Kemalpaşazade onu; "Sahib-kıran-ı Alem", "Kahraman-ı Kurum-ı Rum" şeklinde anarken Fatih Sultan Mehmet 'ten beri kullanılmakta olan Han , Kayser ve Sultan gibi sıfatlara bu defa da "Cihan fatihi" olarak "Sahib - Kıranlığı" eklemektedir. Bilindiği üzere sahib - kıranlık, dünya yüzünde büyük cihangirlik sevdası güdenler için kullanılan ve bilhassa Timur ile başlatılan bir unvandır. Ancak zaman içerisinde kimi hükümdarlar tarafından Timur'a benzetilmek adına abartılı bir biçimde ve bilinçsizce kullanılmıştır. Lakin mevzubahis Selim olduğunda Kemalpaşazade veyahut Selimname 'nin yazarı olan Celalzade gibi isimler mezkur unvanı, "cihangirlik" çerçevesi içerisinde ve yerli yerinde kullanmışlardır. Yavuz Sultan Selim'in Kızıldeniz ve Hint Okyanusu 'na dair tasarrufları olmadığına dair yapılan eleştiriler ise onun kısa süreli saltanatını doğru şekilde muhakeme edemeyenlere ait olan düşüncelerdir. Zira Yavuz'un mukaddes yerleri koruma altına alma fikrinin dolaylı yoldan Kızıldeniz'i de içine almakta olduğu ve Hint Okyanusu'na açılmakta bir kapı sağladığı gözden kaçırılmamalıdır. Aynı şekilde, Osmanlı Devleti'nin siyasi bakımdan Selim'den almış olduğu bu merhale, içeride sistemli bir idari yapının da tesisini gerektirmiştir. Onun bu amaçla bazı yeni ekonomik ve idari uygulamaları devreye soktuğuna dair önemli karineler mevcuttur. Bununla beraber tatbik ettiği ticari ambargonun yalnızca İranlı ve Arap tacirlere karşı değil, Osmanlı ticareti için de hayli sıkıntı verici olduğu kolayca tahmin edilebilir. Hiç şüphesiz Mısır ve hinterlandının ele geçirilişi, kadim dünyanın beynelmilel ticari yol şebekesinin kontrolünü önemli ölçüde Osmanlı denetimi altına vermiştir. Ayrıca yine Yavuz devrinde özellikle askeri alanda da yeni düzenlemelere gidildiği aşikardır. Tersanenin genişletilmesi, yeni bir donanmanın hazırlanması, hafif ateşli silahların etkin kullanımı bir bakıma Osmanlı kara ve deniz kuvvetlerine müteveccih olarak mezkur dönemin mirasıdır. Yavuz lakabının şahsında "yaramaz, haşin" anlamından çıkarak "haşin, sert, eğilmez" tarzında biraz da müspet bir mana kazanmaya başladığı Selim, Osmanlı kaynaklarında orta boylu, çatık ve sert bakışlı, sakalsız lakin gür ve uzun bıyıklı, yuvarlak yüzlü, koç burunlu, kendisini halkın işin vermiş, ne harem ne de işrete düşkün, günlerini ava çıkmak ve silah kullanmak ile geçiren bir hükümdar olarak tavsif edilir. Bilhassa minyatürlerde söz konusu fiziki şekli açık şekilde kendisini gösterir. Batılı kaynaklarda ise kısa bacaklı, uzun gövdeli, yuvarlak yüzlü, büyük ve parlak gözlü, siyah ve sık kaşlı, pala bıyıklı olarak tanımlanır. Bununla birlikte ona atfedilen başında on iki dilimli tac ve kulağında küpe bulunan resmin Şah İsmail ile karıştırıldığı söylenebilir. Zira Şah İsmail de Safevi minyatürlerinde ilginç bir biçimde Selim'e benzer şekilde sakalsız ve pala bıyıklı olarak resmedilmiştir. Muhtemelen bu karışıklıklar batılı ressamların muhayyilesinde kendisini iyice belli etmiş, görmeden yapılan hayali çizimler kopyalana kopyalana çoğalmış ve nihayetinde aslından bir hayli farklı sultan Selim portreleri ortaya çıkmıştır. Nitekim Yavuz'un ilk küpeli resmi, bir batılı madalyon üzerine kazınmış portrede ve 1530'larda Erhard Schoen tarafından yapıldığı anlaşılan bir gravürde görülür. Bilahare mezkur model tekrarlana gelmiştir. Hemen hemen bütün resimleri sakalsızdır ve 16. asır tarihçilerinden Giovio , onun "hiçbir işe yaramayan gür bir sakal bırakıp sonra da bunu bir asa / maşa gibi tutsunlar diye etrafındakilerin eline bırakamayacağını söyleyip sakalını tamamen kesmiş olduğunu" ifade eder. Bunun siyasi bir söylem olduğu aşikardır ve mevzubahis ifadeyle padişahın hiç kimsenin etkisi altında kalmadığı ifade edilmek istenmiştir. Her türlü silahı çok iyi kullandığı ve yetkin bir avcı olduğu da zikredilen Selim'in avlanmak adına zaman zaman bulunduğu yerden ayrıldığı ve birkaç ay süren sürek avlarına çıktığı bilinmektedir. Aynı şekilde, bu merakını oğlu Süleyman 'a da miras bırakmış gibi gözükmektedir. Devlet işlerini sıkı bir biçimde takip ettiği, tasarılarının ivedilikle yerine getirilmesini istediği, son derece disiplinli ve kararlı olduğu, kan dökmekten çekinmeyen sert bir mizaca sahip bulunduğu, ancak sözünün eri, nazik tabiatlı ve zarif sözlü olduğu da ifade edilen Yavuz'un gösterişten ve şatafattan haz etmediği yine muhtelif anekdotlarda yer almaktadır. Örneğin; oğlu Süleyman'ı süslü elbiseler içerisinde gördüğünde azarlaması yaygın bir rivayettir. Öte yandan bilhassa yanındaki devlet adamlarıyla olan ilişkilerinin mütemadiyen problemli olduğu da bilinmektedir. Ayrıca Selim'in istekleri yerine getirilmeyince veyahut geciktirilince maiyetine karşı son derece sert davrandığı ve hataları kolay kolay affetmediği yine muhtelif kaynaklarca aktarılmaktadır. Nitekim karşı karşıya kalınan meselelerde yetersiz gördüklerini en sert biçimde cezalandırmaktan çekinmediği bilinen sultanın hışmından Hemdem Paşa , Hüsam Paşa , Koca Mustafa Paşa , Dukakinzade Ahmed Paşa ve Yunus Paşa gibi isimler canlarını kurtaramamışlardır. Aslına bakılırsa Avrupa'da da (bkz: Henry viii ) müstebid bir idareyi benimsemiş hükümdarların bu kabil davranışlar sergiledikleri malumdur. Selim'in özellikle bu yönünün çok fazla ön plana çıkarılmış olması, bir bakıma dönemin batılı kaynaklarının genel itibariyle Osmanlılara bakışının farklı bir yansıması olarak da değerlendirilebilir. Mevzubahis intibanın bilhassa sözlü gelenek içerisinde en yaygın yansıması ise "Dilerim ki Sultan Selim'e vezir olsun." vecizesidir. Aslında burada ima edilmek istenen husus, padişahın tutumundan çok vezirlerin durumunu ortaya koymaktır. yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere batılı kaynaklarda daha çok merhametsizliği ve kan dökücülüğü öne çıkarılmış olsa da muhtelif elçilik raporlarında Yavuz'un bilhassa adaleti ile maruf olduğuna da yer verilmiştir. Daha 1512'de bir Venedik elçisi, onun yalnızca fütuhatı düşündüğünü ve savaşa dair işler ile uğraştığını aktarır. Bununla beraber sert sözlerine muhatap olup da ısrarla doğru bildiğini söyleyenleri ise takdir ettiği konusunda yine kaynaklarda bir bölümü menkıbevi tarzda nakledilen hikayelere de rastlanmaktadır. Selim'in Mısır'ı ele geçirmesinin akabinde bölgede sosyal ve idari alanda yeni bir yapıyı başlatması, bilahare hakkında değişik rivayetlerin yayılmasına da vesile teşkil etmiştir. Her şeyden önce onun Mısır'da adeta beklenen bir mesih gibi algılanmış olduğu vurgulanmaktadır. Zira o 250 yıldır alışılmış idareyi yani Memlük devletini yıkmış ve böylece yerleşik bir düzeni kökünden değiştirmiştir. Binaenaleyh Mısır vakayinamelerinde Selim, tarihi değiştiren büyük bir kahraman gibi gösterilmiştir. Aslında bu durum Osmanlı kaynaklarında yer alan Yavuz imajından çok da farklı değildir. Zira o savaşlarda hiç yenilgiye uğramamış, Allah'ın teyidine mazhar olmuş bir hükümdar olarak tanıtılmıştır. İstanbul 'un fethi neyse, Kahire 'nin alınışı ve Mekke ile Medine 'nin üzerinde himaye kurulması da aynı anlamda olacak şekilde bir algı yaratılmış, bu bağlamda Selim'in şahsında mezkur hadiselere efsanevi bir hüviyet kazandırılmıştır. Yavuz'un bilhassa Mısır seferi esnasında yol üzerinde ve şehirlerde bulunan Müslüman büyüklerin türbelerini, mezarlarını ziyaret etmesi ve onlara karşı duyduğu saygıyı belirtmesi Mısır'daki imajı bakımından son derece önemli bir etki yaratmıştır. Onun uzak diyarlardan gelerek ülkede adil düzeni ihya eden bir çeşit modern Baybars olarak tanımlanması dikkat çekicidir ve şahsında eski Memlük gücü yeniden dirilmiş olarak farz edilmiştir. Öte yandan yine Selim'in Mısır'da hizipleşmenin oluşmasında pay sahibi olduğu yolunda bilahare zuhur etmiş değişik mitlerin ortaya çıktığı görülmektedir. Nitekim ülkenin iki büyük fırkası olan Zülfikariye ve Kasımıye 'nin tohumlarının Yavuz'un Kahire 'de bulunduğu sırada atıldığı yolunda muhtelif hikayeler mevcuttur. Selim'in huzurunda karşılıklı olarak teke tek çarpışarak cündiliklerini sergileyen Zülfikar ve Kasım Beyler, ileride ortaya çıkan iki hizbin kurucuları olarak addedilir. Binaenaleyh bu doğuş mitinde Yavuz'un ayrı bir yeri bulunmaktadır. Bir bakıma o, Mısır'a geldiği andan itibaren mevcut nizamı kökten değiştiren ve aynı zamanda katalizör rol oynayan bir figür olarak resmedilmektedir. Böylece daha önce de bahsettiğimiz üzere "tarihin akışını değiştiren" efsanevi büyük hükümdarlar arasına girmiştir; yalnızca Büyük İskender değil, adaletiyle nam salmış meşhur Sasani hükümdarı Anurşivan ile de özdeşleştirilmiştir. Alimler ile sohbet etmeyi ve muhtelif siyasi meselelerde mezkur kimseler ile diğer devlet erkanının görüşlerini almayı prensip haline getirdiği bilinen 1. Selim'in çok okuduğu, kütüphanesindeki tüm kitapları baştan sona birer kere okuyup bitirdiği, hatta gözlük taktığı ve gece geç saatlere kadar tefekküre daldığı yine Osmanlı kaynaklarınca okuyucuya aktarılan ifadeler arasında yerini almaktadır. Bilhassa tarihe büyük merakı bulunduğu, Farsça yı çok iyi bildiği, Arapça ya ve Tatar lehçesine de aşina olduğu bilinmektedir. Farsça şiirlerini ihtiva eden bir Divan 'ı olduğu bilinen Yavuz'un, aynı zamanda Türkçe yazılmış şiirlerine de bazı tezkirelerde rastlanmaktadır. Kitaba olan merakı gerek kardeşi Şehzade Korkut 'un Manisa 'daki kütüphanesini İstanbul'a taşıttırmasından, gerekse İran ve Mısır seferleri esnasında saraylarda ve kalelerdeki bazı şahsi kütüphanelerin sayımını yaptırıp tespit ettirmesinden anlaşılmaktadır. Özellikle sefer sırasında kaybolan kitaplarını araştırtması ve Halep Kalesi 'nde bulunan kütüphanedeki kitapların listelerini düzenletmesi dikkat çekicidir. Sultan Selim'in özel hayatı ile alakalı ise şu veya bu sebepten mütevellit kaynaklar sessizliğini korumaktadır. Vefatı sırasında hayatta kalan tek oğlu, ileride Kanuni ismiyle nam salacak olan Süleyman 'dır. Tarihçi Ali , Selim'in şehzadelik yıllarında cariyeden doğan bir oğlunu gizlediği ve bu kimsenin Üveys Paşa olduğu hatta Süleyman'ın da bu durumdan haberdar olduğu rivayetini aktarır. Yine, Yavuz'un ismi bilinen tek hanımı Hafsa Sultan 'dır. Ayrıca kaynaklar Ayşe Sultan adlı birinden daha bahsetse de kendisine dair teferruatlı bir malumat bulunmamaktadır. Selim'in kızları ise Beyhan Sultan , Fatma Sultan , Hafsa Sultan , Şah Sultan ve Hanım Hatun 'dur. Yavuz Sultan Selim'in hayatına ve faaliyetlerine dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Feridun Mustafa Emecen'den Yavuz Sultan Selim adlı eseri tavsiye ediyorum.











