top of page

Suya Yazı Yazmak: İsrail-İran Geriliminde Enerji, Geçiş Hatları ve Yeni Boru Hattı Diplomasisi



ree

Orta Doğu’da yükselen her silah sesi, yalnızca güvenlik mimarisine değil; aynı zamanda bölgenin enerji damarlarına da yöneltilmiş bir tehdidi temsil etmektedir. İsrail ile İran arasında uzun yıllardır devam eden ideolojik ve askeri çekişme, son dönemde açık çatışma ihtimaline her zamankinden daha fazla yaklaşmış görünmektedir. Ancak meseleye yalnızca askeri angajmanlar ya da nükleer tehditler perspektifinden bakmak, derin bir jeoekonomik yapıyı gözden kaçırmak olur: Zira bu kriz, su yüzeyinde silahların konuştuğu bir mücadeleyi andırsa da, suyun altında çok daha sessiz ama stratejik bir savaş sürmektedir — enerji geçiş hatlarının, boru hatlarının, limanların ve boğazların savaşıdır bu.


İsrail’in Doğu Akdeniz’deki doğalgaz sahaları üzerindeki iddiası ile İran’ın Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı üzerindeki jeostratejik hakimiyeti, bu iki aktörü yalnızca ideolojik değil; ekonomik ve enerji temelli bir çatışma çizgisine de yerleştirmiştir. Küresel enerji arzının istikrarı bağlamında bakıldığında ise, bu gerilim sadece bölgesel değil, aynı zamanda küresel dengeleri de sarsabilecek bir potansiyel taşımaktadır.


Bu bağlamda, Amerika Birleşik Devletleri’nin son dönemdeki tavrı dikkat çekicidir. Geçtiğimiz günlerde İran’ın Buşehr yakınlarındaki nükleer tesisine gerçekleştirilen saldırı, artık ABD'nin yalnızca diplomatik ya da dolaylı değil; doğrudan askeri angajmanla da sürece müdahil olmaya başladığını göstermektedir. Özellikle Trump döneminde şekillenen “maksimum baskı” politikası, sadece nükleer caydırıcılığı değil, aynı zamanda enerji ağlarını yeniden biçimlendirmeyi hedeflemiş; İsrail merkezli bir enerji güvenliği doktrinine zemin hazırlamıştır.


İşbu yazı, İsrail-İran gerilimini bölgesel bir güvenlik krizi olarak değil; enerji diplomasisi, geçiş hatları ve stratejik su yolları üzerinden şekillenen yeni bir güç rekabeti olarak okumayı amaçlamaktadır. Aynı zamanda ABD'nin bu rekabet içindeki konumunu, Türkiye'nin jeopolitik fırsat ve risklerini ve enerji güvenliğinin geleceğine dair senaryoları irdelemeyi hedeflemektedir.


1. Enerjinin Coğrafyası: Su Altındaki Savaş Haritaları


İran ile İsrail arasında derinleşen çatışmanın haritası, sadece karada konuşlanan askeri birliklerin ya da havalanan İHA’ların güzergahıyla çizilmemektedir. Bu harita aynı zamanda, suyun altından geçen doğalgaz borularını, limanlara yanaşan LNG tankerlerini ve stratejik boğazlarda konumlanan geçiş hatlarını içeren çok katmanlı bir enerji jeopolitiğine de sahiptir. Bu bağlamda enerji, artık yalnızca bir ekonomik kaynak değil; bir güvenlik meselesi, hatta bir silah haline gelmiştir.


İran’ın Hürmüz Boğazı üzerindeki denetimi, yalnızca Basra Körfezi ülkeleri için değil, küresel enerji piyasaları açısından da kritik bir kırılma noktası oluşturmaktadır. Küresel petrol ticaretinin yaklaşık üçte biri bu boğazdan geçmekte; İran, zaman zaman bu geçişi tehdit ederek diplomatik kartlarını güçlendirme yoluna gitmektedir. Bilhassa nükleer programı hasebiyle Batı’yla karşı karşıya geldiği dönemlerde Hürmüz Boğazı'nı kapatma tehdidi, Tahran için stratejik bir baskı aracı olagelmiştir. Bugün gelinen noktada, İsrail’le doğrudan çatışma olasılığı bu stratejik tehdidi yeniden gündeme taşımış; bölgedeki deniz güvenliği bir kez daha küresel enerji istikrarının ana başlığı haline gelmiştir.


Öte yandan İsrail, Doğu Akdeniz'de keşfettiği Leviathan ve Tamar gibi doğalgaz sahalarıyla birlikte yeni bir enerji aktörü olarak öne çıkmaktadır. Tel Aviv yönetimi bu sahalardan çıkarılan gazı Avrupa pazarlarına ulaştırmak adına yıllardır çeşitli projeler üzerinde çalışmaktadır. Bunların başında, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi ile ortak geliştirilen EastMed Boru Hattı projesi gelmektedir. Her ne kadar bu proje ABD’nin mali desteğini kaybetmiş ve teknik olarak sorgulanır hale gelmişse de, İsrail’in bölgesel enerji denklemine nüfuz etme arzusu canlılığını korumaktadır. Ayrıca İsrail’in Mısır üzerinden sıvılaştırılmış doğalgaz ihracatını sürdürmesi, onu Akdeniz enerji pazarında görünür kılmaktadır.


Bu bağlamda, enerji sadece bir ekonomik değer değil; coğrafi hakimiyetin, beynelmilel meşruiyetin ve jeopolitik prestijin yeni adı olarak öne çıkmaktadır. İran, Körfez enerji geçişlerini kontrol ederek baskı gücü elde ederken; İsrail, Doğu Akdeniz gazı üzerinden Avrupa’ya enerji alternatifi sunma iddiasındadır. Bu iki çizgi, yalnızca farklı coğrafi yönelimleri değil, aynı zamanda çatışmanın görünmeyen temel dinamiğini de temsil etmektedir: Kimin enerjisi, kimin topraklarından ve hangi rotayla taşınacaktır ?


2. ABD'nin Trump Dönemi ile Başlayan Yeni Müdahale Doktrini


Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu politikası uzun yıllar boyunca petrol güvenliği, İsrail’in bölgesel güvenliği ve İran'ın nüfuzunu sınırlandırmak ekseninde şekillenmiştir. Ancak mezkur çerçeve, Donald Trump’ın başkanlığıyla birlikte yeni bir karakter kazanmış durumdadır: Trump yönetimi, İran’a yönelik geleneksel “çevreleme” politikasını daha sert ve asimetrik bir baskı stratejisiyle ikame etmektedir. 2018’de nükleer anlaşma olan JCPOA’dan (Kapsamlı Ortak Eylem Planı) çekilme kararı da, bu stratejinin simgesel başlangıç noktası olarak görülmektedir.


Trump’ın “maksimum baskı” doktrini yalnızca İran ekonomisini hedef almakla kalmamakta; İran’ın enerji ihracatını sıfırlama amacını da gütmektedir. Söz konusu yaklaşımın arka planında ise, sadece nükleer faaliyetleri sınırlama arzusu değil; aynı zamanda İran’ın Hürmüz Boğazı üzerindeki stratejik etkisini kırma ve bölgesel enerji yollarını yeniden şekillendirme hedefi de bulunmaktadır. İran üzerinden Avrupa’ya uzanan enerji alternatiflerini devre dışı bırakmak ve yerine İsrail, Körfez ülkeleri ve Doğu Akdeniz merkezli yeni enerji eksenleri kurmak, Trump döneminin örtülü ama etkili jeoekonomik hedeflerinden biri haline gelmiştir.


Bu stratejik yönelimin bir uzantısı olarak, İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve ardından Fas arasında kurulan normalleşme anlaşmaları (Abraham Accords), yalnızca diplomatik değil, enerji temelli bir birliktelik inşa etmeyi de amaçlamaktadır. İsrail gazının Körfez ülkeleri üzerinden Asya pazarlarına açılması fikri, görünürde bir enerji ticareti stratejisi olmak ile beraber; diğer taraftan İran karşıtı bölgesel bir koalisyonun altyapısını teşkil etmektedir.


Geldiğimiz noktada, ABD’nin geçtiğimiz günlerde İran’ın Buşehr yakınlarındaki nükleer tesisine gerçekleştirdiği saldırı, bu doktrinin sahada somutlaşmış en açık tezahürü olarak okunmalıdır. Washington artık yalnızca diplomasiyi değil, doğrudan askeri gücü de sürece dahil ederek, İran’ın nükleer faaliyetlerine olduğu kadar enerji altyapısına ve sembolik stratejik tesislerine de saldırı düzenlemektedir. Bu müdahale, İran’ın enerji temelli caydırıcılığını kırmaya yönelik bir sinyal olduğu kadar, İsrail’in güvenliğini garanti altına alan enerji eksenli yeni düzenin kararlılıkla savunulacağına dair küresel bir mesajdır.


Bununla birlikte, 2021'de Trump’tan sonra göreve gelen Biden yönetimi, görünüşte daha diplomatik bir çizgi izlemiş olsa da, enerji diplomasisi bağlamında Trump’ın attığı stratejik adımların birçoğunu sürdürmüştür. Bilhassa Doğu Akdeniz’deki enerji iş birlikleri, İran yaptırımlarının korunması ve İsrail ile bölge ülkeleri arasındaki enerji ortaklıklarına verilen destek, bu sürekliliğin göstergeleridir. Bu yönüyle ABD politikası, başkanlık değişimlerinden bağımsız olarak enerji güvenliği ekseninde tutarlılık arz etmektedir.


3. Boru Hattı Diplomasisi: Türkiye, Azerbaycan, BAE ve Yunanistan Ekseninde Yeni Denklem


İsrail-İran gerilimi, doğrudan bu iki ülke arasında bir çatışma gibi görünse de, fiiliyatta çok daha geniş bir jeoekonomik alana yayılmıştır. Enerji hatlarının yönü, geçiş yollarının güvenliği ve nihayetinde pazar hakimiyeti gibi unsurlar, bölgedeki pek çok ülkeyi bu stratejik denklemde dolaylı ama belirleyici aktörler haline getirmiştir. Bu bağlamda, özellikle Türkiye, Azerbaycan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Yunanistan gibi ülkeler, yalnızca enerji geçiş yollarında değil; aynı zamanda boru hattı diplomasisinin diplomatik ve askeri uzantılarında da etkin rol oynamaktadır.


a) Türkiye


Türkiye, sahip olduğu coğrafi konum sayesinde Avrupa ile Orta Doğu arasındaki en önemli enerji geçiş noktalarından biri olarak konumlanmaktadır. Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP), Trans Adriyatik Boru Hattı (TAP), Bakü-Tiflis-Ceyhan ve Bakü-Tiflis-Erzurum gibi projelerle birlikte Türkiye, Hazar ve Orta Asya doğalgazının Avrupa’ya ulaştırılmasında kritik bir rol üstlenmiştir. Bu rol yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda siyasi bir kaldıraç işlevi görmektedir. Türkiye’nin İsrail’le zaman zaman normalleşme arayışları içine girmesi, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya aktarılması fikrine zemin hazırlamaktadır. Ancak bu denklem, İran’la olan dengeli ilişki politikasını zorlayan bir kırılma potansiyeli de taşımaktadır.


b) Azerbaycan


Azerbaycan ise, enerji diplomasisinin yükselen oyuncularından biridir. Hazar gazının Avrupa’ya aktarımında kilit ülke olan Azerbaycan, aynı zamanda Türkiye ile olan stratejik iş birliği sayesinde İsrail’in güvenlik mimarisine dolaylı olarak entegre bir aktöre dönüşmüştür. Özellikle Karabağ Savaşı sırasında İsrail’den alınan İHA teknolojisi ve savunma desteği, bu ilişkinin yalnızca enerji değil; güvenlik ekseninde de derinleştiğini göstermektedir. Azerbaycan böylece, İran’a komşu olmasına rağmen enerji ve güvenlik denkleminde İsrail yanlısı pozisyonunu pekiştirmiştir.


c) BAE


Birleşik Arap Emirlikleri, Trump döneminde imzalanan Abraham Anlaşmaları sayesinde İsrail ile diplomatik ilişkiler kuran ilk Körfez ülkelerinden biri olmuştur. Bu normalleşme süreci, enerji iş birliğiyle hız kazanmıştır. BAE, Doğu Akdeniz doğalgazını kendi altyapı kapasitesiyle buluşturmayı ve İsrail ile ortak projeler geliştirmeyi hedeflemektedir. Bu durum, İran’ın Körfez üzerindeki deniz trafiğini kontrol etme iddiasına karşı doğrudan bir ekonomik yanıt niteliği taşımaktadır.


d) Yunanistan


Yunanistan ise Doğu Akdeniz’in enerji diplomasisinde jeopolitik etkisini son yıllarda artırmayı başarmıştır. İsrail ve Kıbrıs Rum Kesimi ile birlikte geliştirilen EastMed projesi, Yunanistan’ın Avrupa’ya enerji aktarımında bir köprü ülke haline gelmesini amaçlamaktadır. Her ne kadar bu proje teknik ve mali açılardan ciddi zorluklarla karşılaşmışsa da, Atina yönetimi enerji diplomasisini hem Avrupa Birliği içindeki konumunu güçlendirmek hem de Türkiye ile olan Doğu Akdeniz rekabetinde bir araç olarak kullanmaktadır. Bu yönüyle enerji, yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda stratejik bir dengeleyici unsur haline gelmiştir.


4. Yeni Bir Soğuk Savaş: Enerji Ekseninde Şekillenen Jeo-İttifaklar


Orta Doğu'daki güç mücadeleleri tarihsel olarak çoğunlukla "ideolojik kutuplaşmalar" veya "mezhep eksenli rekabetler" üzerinden okunagelmiştir. Ancak son dönemde İsrail ve İran arasında yoğunlaşan gerilim, klasik kutuplaşma kalıplarının ötesine geçerek, enerji temelli yeni jeo-ittifakları gün yüzüne çıkarmaktadır. Bu süreçte yalnızca bölgesel aktörler değil; Rusya, Çin ve ABD gibi küresel güçler de kendi çıkarları doğrultusunda bu ittifak ağlarını şekillendirmektedir. Ortaya çıkan yapı, her ne kadar doğrudan bir dünya savaşı çağrışımı yapmasa da, enerji ekseninde şekillenen ve vekiller aracılığıyla yürütülen bir “yeni-soğuk savaş” görünümünü her geçen gün daha fazla andırmaktadır.


a) İran - Rusya - Çin Bloğu


İran, uzun süredir Batı’nın enerji politikalarına karşı koyabilmek adına Rusya ve Çin ile yakın ilişkiler geliştirme stratejisini benimsemiştir. Bilhassa Çin’in Kuşak-Yol Girişimi kapsamında İran’a yaptığı enerji yatırımları ve altyapı projeleri, bu yakınlaşmanın ekonomik boyutunu derinleştirmiştir. Benzer şekilde, Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında Avrupa ile bağları kopma noktasına gelen Moskova, enerji ihracatını Asya pazarlarına yönlendirmeye çalışmakta; bu doğrultuda İran üzerinden geçen güney koridorlarını canlandırma girişiminde bulunmaktadır.


Mezkur blok yalnızca enerji üretimi değil; aynı zamanda Batı’nın enerji güvenliği stratejilerine karşı geliştirilen bir alternatif güvenlik mimarisi niteliğindedir. İran'ın BRICS'e üyelik süreci, Şanghay İşbirliği Örgütü ile derinleşen ilişkileri ve Çin’in bölgedeki enerji güvenliğini korumaya dönük diplomatik adımları, bu eksenin sadece ekonomik değil, jeopolitik olarak da bütünleşmekte olduğunu göstermektedir.


b) İsrail - ABD - Arap Bloğu


Öte yandan İsrail, ABD’nin stratejik desteğiyle Doğu Akdeniz'den başlayıp Körfez ülkelerine uzanan bir enerji ve güvenlik kuşağı inşa etmektedir. Abraham Anlaşmaları ile İsrail ile diplomatik ilişkilere giren Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn gibi ülkeler, bu sürecin sadece sembolik değil; somut enerji projeleriyle pekiştirilen taraflarıdır. İsrail’in doğalgaz rezervlerini Avrupa’ya ulaştırmak için geliştirdiği projelerde, bu ülkeler kritik lojistik ve finansal roller üstlenmektedir.


ABD'nin bu bloktaki rolü, yalnızca bir garantörlük değil; aynı zamanda enerji arz güvenliğini yeniden inşa etme çabasıdır. Bilhassa Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında Avrupa'nın enerji kaynaklarını çeşitlendirme arayışına girmesi, ABD için Doğu Akdeniz doğalgazını hem stratejik hem de ekonomik bir kaldıraç haline getirmiştir. Bu yönüyle enerji, yalnızca bir tüketim meselesi değil; ittifak sistemlerinin kurucu unsuru haline gelmiştir.


Yukarıda bahsini geçirdiğimiz çok kutuplu tablo, enerji hatları üzerinden şekillenen yeni bir küresel düzene işaret etmektedir. Artık mesele yalnızca "kim daha çok silah sahibi" değil; aynı zamanda "kim enerjiyi kimin üzerinden, hangi güzergahla ve hangi ittifakla taşıyor" sorusunun cevabında yatmaktadır.


5. Silahların Gölgesinde Yanan Vanalar


İsrail ile İran arasındaki gerilim, artık salt askeri ya da ideolojik bir çatışma olarak tanımlanamayacak kadar çok katmanlı bir karaktere bürünmüş durumdadır. Bugün bu kriz, boru hatlarının yönünü, enerji pazarlarının güvenliğini ve küresel ittifakların yapısını doğrudan etkileyen bir jeoekonomik depreme dönüşmüştür. Suyun yüzeyinde füzeler ve insansız hava araçları dolaşırken, suyun altında stratejik geçiş yolları, limanlar, boru hatları ve enerji diplomasisi yeniden şekillenmektedir.


Bu karmaşık denklemde Türkiye'nin pozisyonu ise, hem fırsatlar hem de riskler barındırmaktadır. Bir yandan Anadolu coğrafyası, Hazar havzasından Avrupa’ya uzanan en istikrarlı enerji geçiş koridorlarını barındırmakta ve ülkemizi bir “enerji hub’ı” olma iddiasına taşımaktadır. Ancak diğer yandan, Doğu Akdeniz’deki gerilim, İsrail ve Mısır gibi aktörlerle geliştirilecek enerji iş birliklerinin önünde ciddi jeopolitik engeller oluşturmaktadır. Bu bağlamda Türkiye, İran’la tarihsel olarak denge politikası güderken, İsrail ve Körfez ülkeleriyle dönemsel yakınlaşmalar üzerinden kendi enerji diplomasisini inşa etmeye çalışmaktadır. Fakat bölgedeki her sıcak gelişmenin, bu diplomasinin sınırlarını yeniden şekillendirdiği de gözden kaçırılmamalıdır.


Dahası, ABD’nin doğrudan müdahil olmaya başladığı bir çatışma ortamında, bölgesel güçlerin manevra alanı da giderek daralmaktadır. Özellikle Trump döneminde başlayan ve geçtiğimiz gün nükleer tesislere yapılan doğrudan saldırılarla devam eden strateji, artık krizi sınırlandırma değil; yeniden biçimlendirme arayışı taşımaktadır. Bu da bölgedeki enerji altyapılarının, yalnızca ekonomik değer değil; aynı zamanda stratejik hedefler haline gelmesini beraberinde getirmektedir.


Önümüzdeki süreçte, enerji güvenliği ile ulusal güvenlik arasındaki sınır daha da bulanıklaşacak, doğalgaz vanaları ile savaş düğmeleri arasındaki mesafe giderek kısalacaktır. Hülasa, Orta Doğu’nun geleceği artık yalnızca devletlerin askeri kapasiteleriyle değil, enerji hatları üzerindeki hakimiyet mücadeleleriyle belirlenecektir. Bu yeni dönemin kazananı ise, sadece enerjiye sahip olan değil; enerjiyi güvenli, siyasi dengeleri gözeterek ve çok yönlü diplomasiyle yönlendirebilen aktörler olacaktır.


6. Sonuç: Kalıcı Gerilim, Kırılgan Denge


İsrail ile İran arasındaki kriz, artık geçici diplomatik restleşmelerle tanımlanamayacak ölçüde derinleşmiş ve kalıcı bir jeopolitik gerilim hattına dönüşmüştür. Bu hattın merkezinde, yalnızca askeri tehditler veya ideolojik karşıtlıklar değil; enerji güvenliği, geçiş yolları ve bölgesel ittifakların yeniden yapılanması da bulunmaktadır. Bugün Doğu Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan coğrafyada yaşanan her gelişme, bu kırılgan dengeyi yeniden şekillendirmekte; her aktör kendi enerji vizyonunu güvenlik politikalarıyla iç içe geçirmiş durumda hareket etmektedir.


Geldiğimiz noktada, çatışmanın konvansiyonel bir savaş formuna bürünmesi olasılığı düşüktür. Ne İsrail ne de İran, doğrudan bir savaşın yaratacağı bölgesel yıkımı ve küresel müdahaleyi göze alacak durumda değildir. Ancak bu durum, tansiyonun düşeceği anlamına da gelmemektedir. Aksine, siber saldırılar, insansız hava araçlarıyla gerçekleştirilen suikastler, nükleer tesislere yönelik sabotajlar ve vekil aktörler üzerinden yürütülen düşük yoğunluklu savaş biçimleri önümüzdeki dönemin olağan çatışma yöntemleri olarak, ne yazık ki kullanılmaya devam edilecektir.


Bu bağlamda Amerika Birleşik Devletleri'nin rolünün, belirleyici bir faktör olmaya devam edeceği de su götürmez bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Trump döneminde açıkça taraf olan ve enerji merkezli bir İsrail ittifakı inşa eden Washington, Biden döneminde daha temkinli bir söylem benimsese de, son olarak İran’daki nükleer tesise yönelik saldırı ile bu sınırları yeniden zorlamıştır. Velhasıl ABD'nin müdahil tutumu sürdükçe, çatışmanın kontrol altında tutulması değil; daha fazla dış aktörün sürece çekilmesi olasılığı da kuvvetle muhtemeldir.


Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating

Umur Özer Hakkımda

Hukuk, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi ve tarih alanlarında eğitim almış biri olarak, analitik düşünceyi ve disiplinler arası bakış açısını ön planda tutuyorum. Akademik yolculuğuma Bilgi Üniversitesi'nde hukuk...

 

Devamını oku

 

Bültenimize Abone Olun

Telif Hakkı © 2025 Umur Özer - Tüm Hakları Saklıdır.

bottom of page