top of page

Klasik Dünyanın Sonu: Papalık Ve Manastır Kurumlarının Teşkili



ree

Geleneksel tarihyazımında Roma İmparatorluğu'nun çöküşü, klasik dünyanın ve bir bakıma "uygarlığın çöküşü" olarak kabul edilmektedir. Bu yıkımın ardından, bilhassa Avrupa'da, "Romanistas"tan geriye kalan yegane kurum ise kilise olacaktır. Kilisenin piskoposları, idari deneyime sahip kimselerdir ve en azından, tıpkı diğer yerel otoritelerde olduğu gibi, sorunlarla başa çıkabilmek adına gerekli entelektüel donanıma sahip kişilerden oluşmaktadır. Aynı şekilde, birçok yerde imparatorluk orduları çekildikten ve merkezi idare çöktükten sonra okuma yazma dahi bilmeyen bir yönetici sınıfının içerisinde "klasik mirasın taşıyıcısı", yine, onlar olacaktır. Mezkur kimselerin ekseriyeti, muhtelif bölgelerin önde gelen ailelerinden devşirilmişlerdir ve binaenaleyh aristokrattırlar. Bu durum aynı zamanda ruhani rollerini destekleyebilecek maddi kaynaklara da sahip oldukları anlamına gelmektedir.


Yeni bir çağın şafağında olan insanlığa, Romalılardan yadigar kalan kültür mirası, yalnızca yukarıda bahsini geçirdiklerimiz ile sınırlı kalmayacaktır. Klasik dünyanın sonu, Batı Kilisesinden yükselen ve çökmekte olan bir uygarlık ile doğmakta olan bir medeniyetin arasındaki tehlikeli akıntılarda yaşamsal önem taşıyan iki yeni kurumun da neşet ettiğini görecektir.


Bu fenomenlerden ilki olan manastırlar, ilk kez Doğu'da ortaya çıkmıştır. Anlatı; 285 yılı civarında, bir Kıpti olan Aziz Anthony'nin Mısır'da bulunan bir çölde inzivaya çekilmesi ile başlar. Bu örneği ise düşünen, dua eden ve dünyevi olan her şey ile oruç ve daha sert disiplinler vasıtasıyla mücadele eden diğerleri izlemiştir. Nihayetinde mevzubahis kimselerin bir kısmı bir araya gelerek cemaatler oluşturmaya başlamışlar ve bu yeni ruhanilik biçimi, bir sonraki yüzyılda başta Doğu Akdeniz ve Suriye'de olmak üzere kurumsallaşmıştır. Bilahare bu fikir, Fransa'nın Akdeniz sahillerine de sıçramış ve 5. yüzyılın çökmekte olan Galya'sında, rahatsız edilmeden ve çileci bir disiplin ile dua ederek ibadete ve tanrıya hizmet etmeye dayanan manastır ideali, feraset ve karakter sahibi birçok kişiyi kendine çekmiştir. Sunduğu idealinden mütevellit kişisel kurtuluşu da "garanti" eden söz konusu cemaatler, değişmekte olan dünyada kendilerine bir sığınak arayan soylulara da cazip gelmiştir. Ancak bu durum aynı zamanda, Roma'nın devlete hizmet düsturundan (bkz: Stoacılık) kaçan ve toplum hayatından el ayak çekerek sorumluluklarına sırt çeviren vatandaşlara yönelik sert eleştirilerin de hasıl olmasına sebebiyet vermiş ve kilise erkanı da kendi cemaatlerindeki en ateşli kişilerin bu şekilde münzevi bir hayat idame ettirmelerini her daim hoş karşılamamıştır. Bunun yanı sıra, muhtelif toprak sahipleri de kendi arazileri üzerine yeni cemaatler kurmaya başlamış veyahut halihazırda sınırlarının içerisinde bulunanlara maddi destek sağlamıştır. Bu gelişme kaçınılmaz bir biçimde, nepotizm ve rüşvet gibi etik olmayan adaletsizlikleri de beraberinde getirmiştir.


Bir süre sonra, hakkında başarıları ve mucizevi işleri dışında çok az şey bildiğimiz İtalyan bir keşiş, manastırların ahvalinden fena halde rahatsız olmaya başlamıştır. Bu din adamı, kilise tarihinin en etkili kişilerinden biri olan Aziz Benedict'ten başkası değildir. İşlerin rayına oturması adına radikal kararlar alınması gerektiğine kanaat getiren Benedict, 529 yılında Monte Cassino'da bir manastır kurmuş ve burayı, kılı kırk yararak oluşturduğu yeni kurallar doğrultusunda yönetmiştir. Söz konusu kaideler bilahare, Batı Hıristiyanlığında ve dolayısıyla Batı Uygarlığında geniş ufuklar açmıştır. Otoritenin "başrahibe" ait olduğu manastırda, keşişin dikkati cemaate yönlendirilmiş ve düzenli olarak ibadet ederek dua ile emek çerçevesi içerisinde sahip olduğu görevlere iştirak göstermesi zorunlu hale getirilmiştir. Binaenaleyh o zamana kadarki geleneksel manastırcılığın bireyselliğinden yeni bir insanlık aracı ortaya çıkarılmış ve keşişhaneler zaman içerisinde "Kilise Cephaneliğinin" ana silahı haline gelmiştir.


Aziz Benedict, idealleri için çok yüksek bir çıta belirlememiştir ve bu, onun başarısının en önemli sac ayaklarından biridir. Manastır kuralları, tanrısını seven her sıradan insanın yerine getirebileceği türdendir ve keşişler ruhsal ile bedensel olarak kendilerini "sakatlamak" zorunda değillerdir. Benedict'in insanların ihtiyaçlarını tatmin etmek ile ilgili başarısı, manastırların yaygınlaşmasındaki hızıyla kendisini gösterir. Benedikten Manastırları çok kısa bir zaman zarfı içerisinde, bilhassa batıda olmak üzere, pek çok yerde ortaya çıkmaya başlamış ve pagan İngiltere ile Almanya'da misyonerliğin ve Hıristiyanlığa geçisin ana kaynağını oluşturmuştur. Batıda, yalnızca Kelt Kilisesi, kadim çileci keşişlik modeline sıkı sıkıya bağlı kalacaktır.


Kilisenin bir diğer büyük destek kolonu da Papalıktır. Aziz Peter'in piskoposluğunun saygınlığı ve havarinin kemiklerinin efsanevi koruyuculuğu Roma'ya, Hıristiyanlığın piskoposlukları arasında daima özel bir yer sağlamıştır. Roma Kilisesi, havarilerden biri tarafından kurulmuş olması bakımından batıda tektir ancak yine de bundan biraz daha fazlasına ihtiyacı vardır. Zira Batı Kilisesi, mezkur dönemde bir alt kol hüviyetindedir ve Asya Kiliselerinin ekseriyeti havariler ile daha yakın bir bağ içerisindedir. Velhasıl Papalığın, Orta Çağ dünyası tarafından kabul edilen haşmetine erişmesi için mümtaz bir dokunuşa ihtiyacı vardır.


Bir gerçeklik olarak Roma Şehri, asırlar boyunca dünyanın başkenti olarak görülmüştür. Roma'nın piskoposlarının senato ve imparatorun "iş arkadaşları" olmaları bir tarafa; imparatorluk sarayının Konstantinopolis'e geçişiyle birlikte kilisenin varlığı, şehrin itibarı açısından farklı bir önem kazanmıştır. Bunun yanı sıra, doğu kanadından gelen ve Romalıların, en az barbarlar kadar hoşlanmadıkları yabancı devlet memurları, İtalyan sadakatinin odağının papalığa dönmesini sağlamıştır. Papalık, aynı zamanda zengin bir piskoposluktur ve elindeki mülklerle siyasi iktidara denk bir pozisyondadır. Ayrıca genel idari becerisiyle de imparatorluk yönetiminin dışında her tür yürütmeden daha üstün bir konumdadır. Nitekim bu ayrım sorunlu dönemlerde, barbarlar hasebiyle imparatorluğun idare mekanizması felç olduğunda, varlığını daha net hissettirmiştir. Hülasa Papalığın büyük bir tarihsel güç hüviyetiyle ortaya çıkışının temelinde bu saydıklarımız yatmaktadır.


5. yüzyılda Büyük Leo, Roma Piskoposluğunun yeni gücü açıkça hissedildiği esnada, Aziz Peter'in tahtına oturur. Bu dönemde İmparator 3. Valentinianus, papalığın kararlarının kanun hükmünde olduğunu ilan eder ve akabinde Leo, daha evvel imparatorlar tarafından kullanılmakta olan Pontifex Maximus unvanını kullanmaya başlar. Attila ile görüşmesinin ardından Hunları İtalya'ya saldırmaktan vazgeçirdiğine de inanılan Leo'nun bu davranışı onun, dört bir yandan gelen akınlar ile çöküşün eşiğinde olan imparatorluğun ahvalini doğru bir şekilde kavradığını da göstermektedir. Bütün bu gelişmelere rağmen Roma, Leo'nun idaresi sırasında, dini her şeyden önce hükümdarın görevi olarak gören I. Justinianus'un İmparatorluk Kilisesinin bir parçası olmaktan kurtulamamıştır.


Geleceğin Papalık vizyonunu en fazla ortaya koyacak isim ise, aynı zamanda bir zamanlar keşiş olan Büyük Gregory'dir. 590 ile 604 yılları arasında hüküm süren Gregory, kilisenin iki büyük kurumsal yeniliğini bir araya getiren ilk Papadır. Büyük iç görü sahibi bir devlet adamı olan Gregory, Romalı aristokrat bir aileden gelmesine rağmen tüm barbar Avrupa tarafından kabul edilmiş ilk Papa olma özelliğini taşır. Pontifliği ise ileride, klasik dünyadan tam bir kopuş anlamına gelecektir. 596 yılında Canterburyli Augustin'i misyonerlik görevi ile pagan İngiltere'ye yollayan bu dinamik adam, bir yandan Aryan "sapkınlığı" ile mücadele ederken diğer taraftan Vizigotların Katolikliği kabul edişini büyük memnuniyet ile karşılar. Aynı şekilde, Cermenik krallara karşı hiçbir zaman tedbiri elden bırakmazken, Lombardların en sert muhalifi olarak Frankları kendi tarafına çekmeyi de ihmal etmez. Nihayetinde ise İtalyanlar onu, Aziz Peter'in olduğu kadar, Roma İmparatorunun da ardılı olarak görmeye başlayacaktır ...


Gregory'de hem Klasik Roma Mirası hem de Hıristiyanlık bir araya toplanmıştır ve her ne kadar bunu kendisi pek göremese de yepyeni bir mefhumu temsil etmektedir. Hıristiyanlık, klasik dünyanın mirasçısı olarak ortaya çıkmış ancak zaman içerisinde ondan uzaklaşmış ve ayrışmıştır. Gregory ile birlikte kilisenin barbarlar ile olan ilişkisi de farklı bir hüviyet kazanmış ve bu hikayenin odağı Akdeniz havzası değil, Avrupa olmuştur. Yeni düzende Yaşlı Kıta, geçmişten tayin edici bir şekilde farklıdır. Roma eyaletlerinin düzenli, okur yazar ve telaşsız hayatının yerini; parçalanmış ve bölgenin eski sakinleriyle kaynaşmış savaşçı bir aristokrasi ile kabile üyelerinden oluşan toplum almıştır. Mezkur kabilelerin kral olarak kabul edilebilecek şefleri, yalnızca kendi yandaşlarının lideri olmalarının ötesine geçmişler ve Roma'dan geriye kalanlarla geçirilen 200 yıldan sonra sadece "barbar" olmaktan çıkmışlardır. Nitekim 550 yılında ilk kez bir barbar kralı, üzerinde imparatorluk mührü olan kendi parasını basmıştır. Daha yüksek bir kültürün kalıntılarının hayal güçlerinin üzerinde bıraktığı etkiyle Roma düşüncesinin bizatihi kendisinin yarattığı faydayla ve kilisenin bilinçli veyahut bilinçsiz çalışmalarıyla bu insanlar, her şey bir yana, uygarlık yoluna çıkmışlar ve sanatlarıyla da bunu kanıtlamışlardır. Formel kültür açısından yanlarında antikiteyle kıyaslanabilecek hiçbir şey getirmemiş olan barbarların, uygar akla da efektif bir katkısı olmamıştır fakat bu durum, kültürel trafiğin örgün düzeyin altında ve her daim aynı yönde aktığı anlamına da gelmemektedir.


Clovis gibi kralların Hıristiyanlığı kabulü, idareleri altındaki halkların mezkur itikadı benimsedikleri manasını taşımamaktadır. Nitekim birçokları, mezarlarının da gösterdiği gibi, kuşaklar boyunca pagan olarak kalmış ve dini dönüşüm zaman içerisinde gerçekleşmiştir. Bu doğrultuda kilise, halk büyüsünden yararlanmış ve herhangi bir kutsal mekanın yanına, kırların ya da ormanların asırlık inançlarına saygılı birer aziz eklemiştir. Mucizeler ve mabetlerde azizlerin hayatlarıyla ilgili durup dinlenmeden anlatılanlar, bu çağın ikna edici argümanları haline gelmişlerdir. Böylece toplumun ekseriyeti için insanlık tarihinin büyük bölümünde olduğu gibi, din, bir ahlaki rehberlik veya ruhsal iç görünün koşulu değil; görünmeyen güçlerin yatıştırılmasının "aracı" olmuştur. Hıristiyanlık, kendisiyle pagan geçmiş arasındaki muğlak çizgiyi ancak kan dökerek çekebilecek ve pagan uygulamaları ile kalıntıları bu şeklide Hıristiyanlaştırılacaktır.


Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere J.M. Roberts'tan Avrupa Tarihi, John Merriman'dan Modern Avrupa Tarihi, Henri Pirenne'den Avrupa Tarihi: Kavimler Göçü'nden 16. Yüzyıla kadar ve Ralph Henry Carless Davis'ten Orta Çağ Avrupa Tarihi adlı eserleri tavsiye ediyorum.

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page