Arama
Boş arama ile 129 sonuç bulundu
- CHP’nin Kriz Stratejisi: Sokakta ve Sandıkta İmamoğlu Etkisi
Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla birlikte, bir kez daha sokak protestolarının siyasi dengeler üzerindeki etkisinin tartışıldığı bir sürece girmiş durumdayız. Bu olay, yalnızca muhalefet ve iktidar arasındaki klasik gerilim hattını yeniden gündeme taşımakla kalmayıp; aynı zamanda muhalefetin stratejik yönelimini ve toplumsal meşruiyet alanlarını nasıl şekillendireceğine dair soruları da beraberinde getirmiş durumda. Erdoğan’ın Kriz Yönetim Pratiği: Krizi Bir Siyasi Araç Olarak Kurgulamak Objektif bir bakış açısıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidar pratiğini, literatürde "kriz rejimi" kavramıyla örtüşen siyaset anlayışına benzetirsek, yanlışa düşmüş olmayız. 2007 Cumhurbaşkanlığı Krizi, 17-25 Aralık Yolsuzluk Operasyonları ve 2019 İstanbul Seçimlerinin iptali gibi kritik olaylar, Erdoğan’ın kriz anlarını yalnızca bertaraf etmekle kalmayıp bu anları iktidar konsolidasyonunun bir aracına dönüştürdüğünü ortaya koymaktadır. Binaenaleyh mevcut cumhurbaşkanı, krizleri "istisna hallerini olağanlaştırma" stratejisiyle yönetmekte ve olağanüstü durumları rejimin sıradan işleyişine dahil eden bir siyaset üretme biçimiyle hareket etmektedir. Bu bağlamda, İmamoğlu’na yönelik gözaltı kararı, iktidarın kriz repertuarı içinde anlamlı bir yere oturmaktadır. Protestoların sokaklara taşmasıyla birlikte, Erdoğan yönetiminin klasik refleksi devreye girmiş; gösteriler “kaos” ve “istikrarsızlık” kavramlarıyla çerçevelenerek toplumsal algıda kriminalize edilmeye çalışılmıştır. Burada önemli olan, iktidarın bu protestoları “huzur” ve “güvenlik” eksenine oturtarak meşruiyet krizini baskılama eğilimidir. Toplumsal Hareketin Niteliği: Tepkisel Bir Öfke Patlaması mı, Yoksa Yapısal Bir Dalga mı? Türkiye’deki toplumsal hareketlilik, bilhassa 2013 Gezi eylemlerinden itibaren dönüşen bir karaktere bürünmüş durumdadır. İmamoğlu protestoları da bu anlamda iki temel çelişkiyi içerisinde barındırmaktadır: Hareketin kentli, orta sınıf ve gençlik odaklı bir öfke patlaması niteliği taşıması. Aynı zamanda Boğaziçi Direnişi ve son yıllardaki kadın yürüyüşleri gibi yeni kuşak sivil hareketlerin dilini ve eylem repertuarını yansıtması. Ancak bu protestoların sürdürülebilirliğinin, ekonomik sıkışma ve güvenlikçi politikalar gibi dışsal faktörler ile doğrudan bağlantılı olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. 2023 seçimleri sonrasında daha da derinleşen ekonomik kriz, sokağa çıkan kitlelerin adalet taleplerini yalnızca hukuki bir düzlemde değil, ekonomik bir düzlemde de ifade ettiklerini göstermektedir. Öte yandan Türkiye’de protesto kültürü, tarihsel olarak 1960’lardan bu yana hem öğrenci hareketleri hem de sendikal direnişler üzerinden şekillenmiştir. Günümüzde ise bu kültür daha çok kent merkezlerine, üniversite kampüslerine ve dijital medyaya taşınmış durumdadır. Binaenaleyh İmamoğlu protestoları hem siyasal hem de toplumsal bir gerilimin taşıyıcısı hüviyetine sahiptir. Ancak bu hareketin yapısal bir muhalefet dalgasına dönüşüp dönüşmeyeceği halen daha belirsizliğini korumaktadır. Karşılaştırmalı Perspektif: Latin Amerika ve Doğu Avrupa Deneyimleri Türkiye’deki bu sürecin, Latin Amerika’daki "popülist otoriterleşme" dönemlerine ya da Doğu Avrupa’daki renkli devrimler öncesindeki muhalif hareketlenmelere benzer dinamikler gösterdiğini de belirtmek gerekir. Örneğin, Viktor Orban’ın Macaristan’da uyguladığı medya kontrolü ve sivil toplum baskısı politikaları ile Erdoğan’ın güncel yaklaşımı arasında yapısal benzerlikler dikkat çekmektedir. Brezilya’da Bolsonaro döneminde de muhalefetin sokak protestoları, üniversite hareketleri ve sendikal direnişler üzerinden yeni eylem biçimlerine evirildiği gözlemlenmiştir. Ancak her iki örnekte de, protestoların politik bir dalgaya dönüşmesinde, muhalefet partilerinin bu eylemleri sahiplenme ve kurumsal kanallara entegre etme becerisi belirleyici olmuştur. CHP’nin Yön Arayışı: Kapsayıcı Siyaset ile Kurumsal Çekingenlik Arasında CHP açısından bu protestolar, parti kimliğinin ve stratejisinin sınandığı kritik bir an olarak öne çıkmaktadır. CHP, 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kapsayıcı bir dil benimseyerek özellikle genç seçmenler nezdinde ciddi bir meşruiyet artışı sağlamıştır. Ancak köklü bir parti olması hasebiyle “kurumsalcı” reflekslerinden ve devlete yakın pozisyon alış biçimlerinden de tam anlamıyla kopabilmiş değildir. CHP’nin özellikle seçim dönemlerinde “devlet aklı” ile “sokak muhalefeti” arasında sıkıştığı gözlemlenmektedir. Bu da partinin kriz anlarında ya pasif ya da ölçülü tepkiler vermesine neden olmaktadır. Ancak son dönemde özellikle gençlik kolları ve parti içindeki bazı dinamik aktörler aracılığıyla daha cesur çıkışların yapıldığına da söylememiz gerekmektedir. Ekonomik Boykot ve Alternatif Eylem Biçimleri CHP’nin bazı örgütleri aracılığıyla ekonomik boykot tartışmasını kamuoyuna taşıması, partinin klasik miting ve salon siyaseti dışında yeni eylem biçimlerine alan açtığını göstermektedir. Bu eylem türlerinin, Gezi ve Boğaziçi protestolarında olduğu gibi tüketim ve gündelik yaşam pratiklerine sirayet eden bir boyut kazanması da ihtimaller dahilindedir. Ancak bu girişimlerin henüz örgütsel derinlik ve yaygınlık açısından sınırlı kalmış durumda olduğu da unutulmamalıdır. Burada önemli olan, Türkiye muhalefetinin sivil alanı genişletme becerisi ve sokakla kurduğu ilişkiyi kurumsal kimliğine entegre edebilme kapasitesidir. Latin Amerika’daki "genel grev" deneyimlerinden ya da Doğu Avrupa’daki "demokrasi mitingleri"nden farklı olarak Türkiye’de muhalefetin bu tür eylemleri daha çok spontane ve kısa vadeli refleksler üzerinden geliştirdiği gözlemlenmektedir. Toplumsal Mobilizasyon ve Muhalefetin Geleceği İmamoğlu kriziyle başlayan süreç, Türkiye’de iktidarın kriz üretme refleksi ile muhalefetin buna karşı geliştireceği yanıtların niteliğini yeniden sorgular hale getirmiştir. Sokakta şekillenen bu enerji, bir “hareket stratejisine” dönüşme potansiyelini taşımaktadır fakat bu potansiyelin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, muhalefetin hem eylem repertuarını hem de toplumsal karşılığını nasıl yapılandıracağı ile doğrudan ilintilidir. CHP, yalnızca tepkisel değil; proaktif, yenilikçi ve toplumun geniş kesimlerini harekete geçirecek bir strateji geliştirmek zorundadır. Aksi halde protestolar, sönümlenen bir dalga olmaktan öteye geçemeyecektir. Bu dönemeç, Türkiye’de muhalefetin sokağı bir araç mı yoksa bir amaç mı olarak gördüğünü, devlet-toplum geriliminde hangi cephede ve ne tür bir dil ile konumlanacağını da tayin edecektir. CHP’nin burada alacağı pozisyon, sadece kendi geleceğini değil, Türkiye siyasetinin gelecekteki yönelimlerini de belirleyecektir. Belki de asıl sorulması gereken şudur: Türkiye muhalefeti, krizlerin ve protestoların ötesinde, kendi “dönüştürücü” kimliğini yaratabilecek mi ? CHP’nin gençlik tabanını sokağa yabancılaştırmadan, ancak kurumsal meşruiyet alanını da kaybetmeden kuracağı denge siyaseti, yalnızca kendi geleceğini değil, Türkiye siyasetinin dönüşüm sürecini de belirleyecektir. Sürecin seyri, Türkiye’de muhalefetin sokağı bir araç mı yoksa bir amaç mı olarak gördüğüne, muhalif aktörlerin devlet ve toplum arasındaki pozisyonlanmasına ve protesto siyasetinin ne kadar kurumsallaşabileceğine bağlı olarak netlik kazanacaktır.
- Protestoların İzdüşümü: Türkiye ve Avrupa’daki Toplumsal Hareketlerin Ortak Dinamikleri
Son yıllarda Türkiye’de artan toplumsal huzursuzluk ve protestolar, yalnızca yerel dinamiklerle açıklanamayacak kadar geniş bir bağlamda ele alınmalıdır. Bilhassa Doğu Avrupa ülkelerinde son dönemde yükselen gösteriler ile Türkiye’de yaşanan eylemler arasında benzerlikler kurmak, bu hareketlerin arkasındaki yapısal nedenleri daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Nitekim Sırbistan’dan Macaristan’a, Slovakya’dan Yunanistan’a uzanan bir hatta, farklı ülkelerde benzer taleplerle sokağa çıkan kitlelerin ortak noktaları, Avrupa’nın doğusundaki sosyo - politik dönüşümün Türkiye’ye nasıl yansıdığını da gözler önüne sermektedir. Evvela, Doğu Avrupa’da son bir yıl içerisinde meydana gelen protestoların temel nedenleri incelendiğinde, en belirgin ortak noktalar olarak otoriterleşme eğilimleri, yolsuzluk iddiaları ve ekonomik zorluklar karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Sırbistan’da özellikle 2023 sonlarında ve 2024 başlarında görülen gösteriler, hükümetin medya üzerindeki baskılarını, yolsuzluk skandallarını ve seçim sürecine müdahale iddialarını hedef almıştır. Benzer şekilde, Macaristan’da da hükümetin yargıyı ve üniversiteleri kontrol altına alma çabalarına karşı protestolar düzenlenmiştir. Türkiye’de ise son yıllarda yargının siyasi bir araç haline gelmesi, medya üzerindeki baskının artması ve ekonomik krizin derinleşmesi, halkın kitlesel hareketliliğini artıran en önemli faktörlerden bazıları olarak göze çarpmaktadır. Öte yandan Türkiye özelinde, son dönemde gerçekleşen protestoları anlamak adına Gezi Parkı olaylarından günümüze uzanan çizgiyi takip etmek gerekmektedir. 2013 yılında Gezi Parkı eylemleri, başlangıçta çevreci bir hareket olarak başlamış, ancak kısa sürede hükümetin otoriterleşme eğilimlerine karşı geniş tabanlı bir toplumsal tepkiye dönüşmüştür. Bugün yaşanan gösterilerde, Gezi'nin mirasının ve kolektif hafızasının izlerini görmek mümkündür. Ancak, 2025 Türkiye’sinde protestoların karakteri, 2013’e kıyasla önemli farklılıklar göstermektedir. Gezi döneminde, Türkiye ekonomisi "görece" istikrarlı durumdadır ve iktidarın baskıcı eğilimleri yeni yeni belirginleşmektedir. Bugün ise, derinleşen ekonomik kriz, halkın alım gücünü büyük ölçüde düşürmüş ve bilhassa genç nüfus arasında umutsuzluğa sebebiyet vermiştir. Yine, artan enflasyon, maaşların reel değerinin düşmesi ve işsizliğin yükselmesi gibi faktörler, toplumsal rahatsızlığı derinleştiren unsurlar arasındadır. Bu noktada, Türkiye’deki protestoların sosyolojik bileşenleri de önem taşımaktadır. Gençler, kadınlar, işçi sınıfı ve akademisyenler, bu gösterilerde en aktif gruplar olarak öne çıkmaktadır. Son yıllarda artan kadın cinayetleri ve İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, kadın hareketlerini güçlendirmiş, feminist grupların kitlesel eylemlere katılımını arttırmıştır. Aynı şekilde, ekonomik kriz ve artan işsizlik oranları, işçileri ve emekçileri de sokaklara yöneltmektedir. Üniversitelerdeki baskılar ve akademik özgürlüğün kısıtlanması ise, gençleri ve akademisyenleri eylemlerin önemli aktörleri haline getirmiştir. Bilhassa Z kuşağı, mevcut iktidarın politikalarına karşı daha eleştirel bir tutum sergileyerek, sokak eylemlerinde ve sosyal medyada sesini giderek daha fazla yükseltmektedir. Z kuşağının varoluşsal kaygıları, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve siyasal özgürlük alanlarının daraltılması gibi öğeleri de içermektedir. Türkiye’deki protestoların tarihsel bağlamı, 1980 sonrası siyasal dönüşüm içinde daha da derinleşmektedir. Farklı bir yaklaşımda bulunmamız gerekirse; 1989 Bahar Eylemleri, 1990'ların öğrenci hareketleri ve 2000'lerdeki işçi eylemleri gibi daha önceki toplumsal hareketlerin, bugünün protestolarının temellerini attığı da söylenebilir. Mezkur hareketlerin de aynı şekilde hükümetin otoriterleşen tutumlarına, ekonominin kötüleşen koşullarına ve toplumsal eşitsizliklere karşı bir tepki olarak ortaya çıktığı unutulmamalıdır. Ancak yine de, 2025 Türkiye’sindeki hareketlerin ve kitlesel eylemlerin hüviyeti, artan dijital mobilizasyon ve globalleşmenin etkisiyle önceki dönemdeki hareketlerden farklılıklar göstermektedir. Türkiye’deki muhalefet partilerinin ve sivil toplum örgütlerinin protestolardaki rolü, dikkatle incelenmesi gereken bir diğer husustur. 2023 sonrasında, bilhassa ana muhalefet partisi CHP’nin ve çeşitli sol, liberal grupların sokak eylemlerine katılımında ciddi bir artış gözlemlenmiştir. Lakin bu tür bir katılımın "organizasyondaki yetersizliği", kitlesel eylemleri sınırlayabilmektedir. Öte yandan, özellikle gençlerin dijital platformlar üzerinden gerçekleştirdiği kitlesel hareketlilik, geleneksel partilerden bağımsız bir biçimde, halkın taleplerini dile getirmektedir. Doğu Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında, Türkiye’deki protestoların bastırılma yöntemleri de ele alınması gereken bir diğer uzanımdır. Örneğin, Sırbistan’da gösterilere karşı güvenlik güçlerinin orantılı güç kullanımı görece sınırlı kalırken, Türkiye’de polis şiddeti, gözaltılar ve yargı eliyle baskı kurma yöntemleri daha sistematik hale gelmiştir. Bu durumun, ülkemizdeki sivil toplumun ve muhalefetin hareket alanını büyük ölçüde daralttığı, yadsınamaz bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak, sosyal medya gibi alternatif iletişim araçları, protestoların yayılmasını ve toplumsal bilincin gelişmesine olanak tanımaktadır. İktidarın sosyal medya üzerindeki kontrol çabalarına rağmen, internet ortamı hala daha muhalefet için önemli bir mobilizasyon aracı olmayı sürdürmektedir. Ekonomik açıdan bakıldığında Türkiye’de yaşanan kriz, toplumsal rahatsızlığın derinleşmesinde rol oynayan bir diğer önemli faktör olarak öne çıkmaktadır. Artan enflasyon oranları, genç işsizliğinin artması ve yaşam maliyetinin yükselmesi, özellikle genç nüfusu ekonomik anlamda çaresiz bırakmış durumdadır. Ayrıca, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, özellikle işçi sınıfı ve emekçiler arasında büyük bir huzursuzluğa yol açmaktadır. Bu durum, Türkiye’deki toplumsal hareketliliğin temel dinamiklerinden biridir. Türkiye’de işçi hareketlerinin ve emek mücadelesinin tarihteki önemli yerini göz önünde bulundurursak, bugün yaşanan kitlesel gösterilerin ekonomik taleplerin yanı sıra toplumsal eşitsizliklere karşı da güçlü bir tepki oluşturduğunu söylemek mümkündür. Sonuç olarak, Türkiye’deki protestolar, yalnızca hükümetin otoriterleşme eğilimlerine bir tepki olarak değil, aynı zamanda ekonomik zorlukların ve toplumsal eşitsizliklerin bir yansıması olarak da değerlendirilmelidir. Doğu Avrupa’daki benzer gösterilerle kıyaslandığında, ülkemizdeki hareketlerin daha sert müdahalelere maruz kaldığı, ancak halkın politik bilincinin ve direniş kapasitesinin de giderek arttığı açık bir biçimde gözlemlenebilmektedir. Önümüzdeki vetirede, Türkiye’nin iç dinamikleri ve beynelmilel konjonktür, bu hareketlerin seyrini belirlemede önemli bir rol oynayacaktır. Eğer muhalefet ve sivil toplum örgütleri, bu süreci iyi yönetebilirse, toplumsal hareketlerin Türkiye siyasetinde daha etkin bir güç haline gelmesi ise kaçınılmaz olacak tır.
- Türkiye’de Siyasal İslam’ın Tarihsel Süreci ve Hareketin Kilometre Taşları
Siyasal İslam, modern Türkiye siyasetinin en tartışmalı ve en etkili ideolojik akımlarından biri olagelmiştir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte İslam, devletin kurumsal yapısının merkezinde yer alırken, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte laiklik eksenli reformlarla devlet yönetiminden dışlanmıştır. Ancak bu dışlanma, Siyasal İslam’ı tamamen ortadan kaldırmamış; bilakis, zaman içerisinde değişen sosyo-ekonomik ve politik dengeler doğrultusunda farklı formlarda yeniden yükselişe geçirmiştir. Demokrat Parti dönemiyle başlayan dinin kamusal alana dönüşü, 1980’lerde Türk - İslam Sentezi ile pekiştirilmiş; 1990’larda Refah Partisi’nin yükselişiyle beraber ise yeni bir aşamaya geçilmiş ve 2002 sonrası AKP iktidarında devletin temel unsurlarından biri haline gelmiştir. İşbu yazı, Türkiye’de Siyasal İslam’ın tarihsel gelişimini, çeşitli kırılma noktaları üzerinden ele alarak, İslamcı hareketlerin nasıl güç kazandığını, hangi engellerle karşılaştığını ve günümüzde nasıl bir dönüşüm sürecine girdiğini incelemektedir. Değerlendirmemiz, Osmanlı’daki İslamcı yönetim anlayışından Cumhuriyet’in laik reformlarına, çok partili hayatın getirdiği değişimlerden askeri müdahalelerin siyasal İslam üzerindeki etkilerine dek geniş bir yelpazede ele alınacaktır. Siyasal İslam’ın Türkiye'deki serüveninin, yalnızca tarihsel bir anlatı değil, aynı zamanda günümüz politik atmosferini anlamak için de kritik bir öneme haiz olduğu da unutulmamalıdır. 1. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Siyasal İslam’ın Kökleri Osmanlı, Akadların arketipini oluşturmak suretiyle çerçevesini oluşturduğu imparatorluk hüviyetinin ortaçağdaki klasik bir temsilcisi olarak, din ve devlet işlerinin iç içe yürütüldüğü heterojen bir yapıya sahiptir. Bu bağlamda şeriat hukuku, padişahın iradesiyle birlikte Osmanlı hukuk sisteminin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bilhassa 2. Abdülhamid devrinde (1876-1909) yani çok sesliliğin imparatorluk topraklarında yavaş yavaş kök salmaya başladığı bir dönemde, islamcı söylem bir devlet politikası olarak benimsenmiş ve Panislamizm şemsiyesi altında geniş Müslüman topluluklar arasında bir birlik sağlanmaya çalışılmıştır. Mezkur vetirede Şeyhülislamlık makamı, ulema sınıfı ve tarikatlar siyasetin merkezine oturtulmuştur. Ancak bu dönemde dahi modernleşme çabaları devam etmektedir; keza 19. yüzyılda Tanzimat ve Islahat Fermanları gibi reformlar, Osmanlı’da sekülerleşmenin ilk adımları olarak kabul edilmektedir. Sonraki süreçte Osmanlı İmparatorluğu'nun lağvedilip Türkiye cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, siyasal İslam’ın devletteki hakimiyeti radikal bir biçimde sona ermiştir. Bu kritik eşiği takiben hilafetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, şeriat mahkemelerinin lağvedilmesi ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun yürürlüğe girmesiyle birlikte eğitim sisteminin sekülerleştirilmesi ise genç cumhuriyetimiz adına laik bir yönetim anlayışının temelini atmıştır. Lakin bu reformlar, bilhassa kırsal kesimde ve muhafazakar çevrelerde tepkiyle karşılanmış ve 1925’teki Şeyh Said İsyanı, tali de olsa, bu tepkilerin en belirgin örneklerinden biri olagelmiştir. 2. Tek Parti Dönemi ve Siyasal İslam’ın Bastırılması (1923-1950) 1923 ile 1950 arasındaki süreci tetkik ettiğimizde, kurucu önderimiz Atatürk'ün liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti iktidarı altında laiklik ilkesini katı bir biçimde uyguladığını görürüz. Ezcümle; tarikatlar yasaklanmış, dini semboller kamusal alandan çıkarılmış ve din adamlarının siyasi faaliyetlerine izin verilmemiştir. Ancak, bu baskı siyasal İslam’ın tamamen yok olmasına neden olmamış; bilakis, toplumun önemli bir kesiminde dinsel kimliğin bastırıldığına dair bir algı oluşmuştur. Nihayetinde bu durum ilerleyen yıllarda siyasal İslam’ın güçlenmesi adına bir zemin hazırlayacaktır. Nitekim 1946’da yani çok partili hayata geçişle birlikte, dini değerler kaçınılmaz bir biçimde siyasette yeniden kendini göstermeye başlamış ve 1950 seçimlerinde Demokrat Parti kazandığı büyük zaferin ardından iktidara gelerek siyasal İslam’ın yeniden sahneye çıkmasına olanak tanımıştır. 3. Demokrat Parti ve 1960 Sonrası İslami Muhalefet 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti, Türkiye’de siyasal İslam’ın yeniden kamusal alanda görünür olmasını sağlayan aktör olması hasebiyle cumhuriyet tarihimizde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Tek parti döneminin baskıcı laiklik politikalarına karşı bir tepki olarak doğan DP, dini özgürlükleri savunmak suretiyle geniş muhafazakar kitlelerin desteğini kazanmıştır. Ancak DP’nin bu politikaları, Türkiye’de laik düzenin savunucuları tarafından tepkiyle karşılanmış ve nihayetinde askeri müdahaleye zemin hazırlamıştır. 1960 darbesi sonrası süreç ise İslami hareketlerin daha sistemli bir muhalefet hareketine dönüşmesine sebebiyet vermiştir. DP'nin, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi’ni mağlup ederek iktidara gelmesini, dini özgürlüklerin kısıtlanmasına duyulan tepkinin sandıktaki tezahürü olarak okumak pekala mümkündür. Keza DP’nin iktidara gelir gelmez attığı ilk adımlardan biri olarak, ezanın yeniden Arapça okunmasına izin vermesi de bu önermeyi destekler niteliktedir. Bu karar, muhafazakar kesim tarafından büyük bir coşkuyla karşılanırken, laik çevreleri ise endişeye sevk etmiştir. DP’nin dini politikaları bununla da sınırlı kalmamıştır. İmam Hatip okulları açılarak din eğitiminin devlet eliyle yaygınlaştırılması sağlanmış, ilkokullara din dersleri yeniden konulmuş ve Diyanet İşleri Başkanlığı güçlendirilmiştir. Bütün bu gelişmelere ek olarak, tarikatlar ve cemaatler üzerindeki baskılar büyük ölçüde hafifletilmiş, hatta DP, bazı tarikatların desteğini almak adına mezkur gruplara göz yummaya başlamıştır. Ancak DP, yalnızca dini özgürlükleri artıran bir parti olarak kalmamış; aynı zamanda otoriterleşme eğilimleri göstererek muhalefeti de baskı altına almıştır. 1955’te başlayan ekonomik sıkıntılar ve hükümetin basına yönelik sert müdahaleleri ise ordu ve bürokrasinin iktidara yönelik tepkisini şiddetlendirmiştir. Velhasıl takvim yaprakları 27 Mayıs 1960'ı gösterdiğinde gerçekleşen askeri darbe, DP’nin iktidarına son vermiş ve Başbakan Adnan Menderes tutuklanmasının akabinde idam edilmiştir. Kimi kesimlerce 27 Mayıs 1960 darbesi, siyasal İslam’ın önünü kesmek isteyen laik elitler tarafından gerçekleştirilmiş bir müdahale olarak görülmektedir. Öte yandan darbe sonrası oluşturulan yeni anayasa, daha özgürlükçü bir yapıya sahip olsa dahi, askeri vesayetin güçlenmesine de alan tanıdığı aşikardır. DP’nin dini politikalardan rahatsız olan ordu ve yargı, yeni dönemde laiklik ilkesini daha sert bir şekilde uygulamaya başlayacaktır. Bu süreçte, DP’nin yerine kurulan Adalet Partisi benzer bir muhafazakar çizgiyi sürdürmeye çalışmış; ancak siyasal İslam’ın sistematik bir hareket haline gelmesi, 1969’da Necmettin Erbakan’ın önderliğinde Milli Görüş hareketinin doğmasıyla gerçekleşmiştir. Daha radikal bir hüviyete sahip olan Erbakan, DP ve AP’nin laik sistem içinde sınırlı kalan muhafazakarlığını yetersiz bulmuş ve İslam’ın devletin temel kimliği olması gerektiğini savunmuştur. Nitekim Erbakan'ın Konya’dan bağımsız milletvekili olarak seçilmesi İslami hareketin siyasi arenada temsilini sağlamış ve 1970 yılında kurduğu Milli Nizam Partisi (MNP), doğrudan İslamcı bir politika benimsemek suretiyle, DP ve AP gibi partilerden ayrışmıştır. Ancak, MNP kısa bir süre sonra laiklik karşıtı faaliyetler yürüttüğü gerekçesiyle kapatılacaktır. Buna rağmen, Erbakan ve destekçileri 1972’de Milli Selamet Partisi’ni (MSP) kurarak siyasal İslam’ı Türkiye’nin gündeminde kalıcı hale getirecektir. Son kertede MSP'nin 1974’te CHP ile koalisyon hükümetine girerek siyasal İslam’ın Türkiye’de hükümet seviyesinde temsil edilmesine olanak tanıması ise söz konusu anlayışın toplumdaki karşılığını göstermesi hasebiyle kritik bir dönüm noktasını işaret etmektedir. Sonuç olarak Demokrat Parti, Türkiye’de Siyasal İslam’ın yeniden güçlenmesine zemin hazırlayan bir dönemin başlangıcı olmuştur. DP’nin dini özgürlükler konusundaki reformları, 1960 darbesiyle kesintiye uğramış olsa da, muhafazakar tabanın siyasi bilincini güçlendirmiştir. 1960 sonrası dönemde ise Siyasal İslam daha kurumsal bir hüviyete bürünmüş ve Milli Görüş adı altında sistemli bir muhalefet hareketine dönüşmüştür. 4. 1980 Darbesi ve Türk - İslam Sentezi 1980 askeri darbesi, Türkiye'de siyasal ve toplumsal yapıyı tabiri caizse kökten değiştiren bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Darbenin ardından oluşturulan yeni ideolojik çerçeve ise Türk - İslam Sentezi adı verilen bir anlayışa dayanmaktadır. Bu sentez, hem Türk milliyetçiliğini hem de İslam’ı devlet politikalarının merkezine almak suretiyle yeni bir toplumsal kimlik oluşturmayı amaçlamıştır. Nitekim 12 Eylül rejimi, sol hareketleri bastırırken, İslamcı grupların önünü açarak dindar - muhafazakar kesimlerin siyasal ve kültürel alanda güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, 1980 darbesinin ardından askeri rejim, sol ideolojileri tehdit olarak görerek milliyetçi ve muhafazakar unsurları teşvik etmeye başlamış ve bu doğrultuda, Türk - İslam Sentezi adı altında ideolojik bir formül oluşturmuştur. Söz konusu anlayış, bir yandan Atatürkçü milliyetçiliği korurken, diğer yandan İslam’ın toplumsal düzene entegrasyonunu savunmuştur. Binaenaleyh Türk - İslam Sentezi'nin, 1982 Anayasası’na da yansıması da kaçınılmaz olmuştur. Bu bağlamda dini eğitim zorunlu hale getirilmiş ve imam hatip okulları teşvik edilmiştir. Öte yandan, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yetkileri artırılırken, devlet, dini değerleri resmi söylemin bir parçası haline getirmiştir. Ancak bu süreç tabii olarak, devletin denetimi dışında gelişen bağımsız islami hareketlerin de güçlenmesine sebebiyet vermiştir. Darbeden birkaç yıl sonra gerçekleşen 1983 seçimlerini kazanan Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi, 12 Eylül sonrası siyasi sistemin ilk sivil hükümeti olarak cumhuriyet tarihindeki yerini almıştır. Özal, hem neoliberal ekonomik politikaları hem de muhafazakar değerleri harmanlayarak yeni bir siyaset anlayışı geliştirmiş ve bu dönemde, özel teşebbüse dayalı İslamcı sermaye grupları ilk kez ortaya çıkmaya başlamıştır. "Anadolu kaplanları" olarak bilinen bu sermaye grupları, ilerleyen yıllarda İslami hareketlerin finansal gücünü artıracaktır. Bunun yanı sıra Özal hükümeti, imam hatip okullarını yaygınlaştırarak ve tarikat-cemaat gruplarına daha fazla alan açarak islami değerlerin devlet yönetiminde daha fazla yer almasına da olanak tanımıştır. Ancak belki de Özal'ın öngöremediği bir biçimde bu gelişmelerden azami faydayı elde edecek grup, 1990’ların ortalarını domine eden, Erbakan önderliğindeki Refah Partisi olacaktır. 1990’ların başında Siyasal İslam, Refah Partisi çatısı altında giderek güç kazanmış ve bilahare Erbakan liderliğindeki RP, 1994 yerel seçimlerinde büyük bir başarı elde ederek İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerde belediye başkanlıklarını kazanmıştır. 1995 genel seçimlerinde ise RP, birinci parti olmak suretiyle Türkiye siyasetinin gündemini belirler bir konuma gelmiştir. RP’nin başarısının ardında, ekonomik ve toplumsal olarak dışlanmış kesimleri mobilize eden bir söylem yatmaktadır. Erbakan, "Adil Düzen" adı altında İslam temelli bir ekonomik model önermekte ve Batı’ya karşı daha bağımsız bir dış politika vaat etmektedir. Ancak RP’nin yükselişi, laik kesimlerde yine büyük bir tepkiye yol açmış ve 1997 yılında "post - modern darbe" olarak anılan "28 Şubat süreci" ile Refah Partisi iktidardan uzaklaştırılmıştır. 1980 sonrası siyasal İslam’ın yükselişi, büyük ölçüde Türk - İslam Sentezi’nin devlet politikalarına entegre edilmesiyle mümkün hale gelmiştir. 12 Eylül rejimi sol hareketleri tasfiye ederken, İslamcı grupların gelişmesine olanak tanımış, bu da 1990’larda RP’nin yükselmesine zemin hazırlamıştır. 1980 sonrası dönemin dinamikleri, günümüz Siyasal islam hareketlerinin gelişimini anlamak adına kritik bir öneme sahiptir. 5. AKP'nin Yükselişi ve Siyasal İslam’ın İktidarı Adalet ve Kalkınma Partisi, 2002 yılında iktidara gelerek Türkiye’de Siyasal İslam’ın en güçlü temsilcisi hüviyetine sahip olmuştur. Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş çizgisinden gelen Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, 28 Şubat sürecinin baskıcı ortamından dersler çıkararak İslami kimliği daha ılımlı ve kapsayıcı bir söylemle yeniden şekillendirmiştir. İlk yıllarında AB reformları ve ekonomik liberalleşme politikalarıyla batı ile uyumlu bir profil çizen AKP, zamanla içerisinde giderek otoriter bir karaktere bürünmüş ve tabanını konsolide etmek suretiyle islamcı ideolojiyi kurumsallaştırmaya çalışmıştır. AKP’nin ilk iktidar yıllarında, yukarıda da belirttiğimiz üzere, parti yöneticileri Siyasal İslam’ın radikal unsurlarından uzaklaştıklarını vurgulayarak Batı ile uyumlu bir politika izlemiş ve bu bağlamda Avrupa Birliği ile müzakereleri hızlandırarak (demokratik reformlar) ekonomik büyüme sağlamıştır. Nitekim AKP’nin bu stratejisi, 28 Şubat sonrası İslamcı hareketlerin üzerindeki baskıyı hafifletmiş ve muhafazakar tabanı ekonomik refah yoluyla konsolide etmiştir. Yine, bu dönemde imam hatip okullarına yönelik katsayı engeli kaldırılmış, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi artırılmış ve dini değerlerin kamu alanında daha görünür hale gelmesine zemin hazırlanmıştır. Ancak bu değişimler, toplumsal kutuplaşmayı arttıran yeni bir siyasal atmosferi de beraberinde getirmiştir. 2010 referandumu ile yargıda büyük değişiklikler yapan AKP, bu dönemde giderek daha otoriter bir yönetim anlayışı benimsemeye başlamıştır. 2011 seçimlerinde aldığı büyük destekle hareket alanını genişleten parti, bilhassa Gezi Parkı Protestoları (2013) ve 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları (2013) sonrası daha sert bir yapıya bürünmüştür. Bu dönemde, eğitim sistemi İslamcı bir perspektifle yeniden şekillendirilmiş, İmam hatip okullarının sayısı hızla artmış ve "dindar nesiller yetiştirme söylemi" ön plana çıkmıştır. Aynı zamanda, dış politikada da İslamcı bir eksene yönelim gerçekleşmiş ve Arap Baharı sürecinde AKP hükümeti, Mısır’daki Müslüman Kardeşler gibi İslamcı hareketlere açık destek vermiştir. 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi'nin, ülkemiz siyasetinde büyük bir kırılma noktası olduğu yadsınamaz bir gerçeklik şeklinde karşımızda durmaktadır. AKP, bu olay sonrasında olağanüstü hal ilan ederek devletin neredeyse tüm kurumlarını yeniden yapılandırmış ve mezkur süreçte Fethullahçı yapılanmanın tasfiyesiyle beraber, daha merkezi ve AKP’ye bağlı yeni bir "muhafazakar elit" inşa etmiştir. Öte yandan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişin tesis edilmesiyle birlikte, Siyasal İslam’ın devlet yapısındaki ağırlığı da iyiden iyiye artmıştır. Eğitim sisteminde dini vurgular azami hale gelmiş ve kamu kurumlarında muhafazakar kadrolaşma derinlik kazanmıştır. Bütün bu gelişmelerin sonucunda da Türkiye’de laiklik anlayışı, giderek daha fazla sorgulanan ve zayıflayan bir ilke haline gelmiştir. AKP, iktidara geldiği ilk yıllarda ılımlı ve reformist bir İslami hareket olarak kendini tanımlasa da, zaman içerisinde Siyasal İslam’ı otoriter yönetim biçimiyle birleştiren bir yapıya evirilmiştir. Bilhassa 2016 sonrası süreç, Siyasal İslam’ın devlet aygıtına tamamen nüfuz ettiği ve AKP’nin kendi ideolojik çerçevesini kurumsallaştırdığı bir dönem olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’de Siyasal İslam’ın geleceği, AKP’nin bu kurumsallaşmış yapısının nasıl bir evrim geçireceğine ve toplumsal dinamiklerin nasıl şekilleneceğine bağlı olacaktır. Ülkemizde Siyasal İslam, tarihi boyunca farklı evrelerden geçerek, toplumun dinamiklerine ve siyasi yapısına şekil vermiştir. 1950'lerde Demokrat Parti ile başlayan süreç, 1980 sonrası Türk - İslam Sentezi'nin devlet politikalarına entegre edilmesiyle güç kazanmış, nihayetinde AKP’nin iktidarıyla zirveye ulaşmıştır. Bu süreç, İslam’ın sadece dini bir öğe olarak değil, aynı zamanda toplumsal düzenin ve devletin şekillenmesinde belirleyici bir ideoloji olarak işlev gördüğünü göstermektedir. Siyasal İslam, zaman içerisinde hem içsel bir dönüşüm geçirmiş hem de toplumsal, ekonomik ve siyasi faktörlerle şekillenmiştir. Bilhassa AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte, Siyasal İslam’ın daha merkezi ve kurumsal bir yapıya dönüştüğü, devletle olan ilişkisinin pekiştiği ve İslam’ın siyasetteki rolünün pekiştirilerek güçlendirildiği görülmüştür. Ancak, bu süreç aynı zamanda toplumsal kutuplaşmayı arttıran, laiklik ve özgürlükler üzerine yeni sorgulamalar yaratan bir gelişme olarak da okunmaktadır.
- Protesto Kültürünün Dönüşümü: Dijital Aktivizm, Boykotlar ve Toplumsal Direniş
Türkiye'de siyasal iktidar ile sermaye arasındaki ilişkiler, yalnızca ekonomik bağlarla sınırlı olmayan, aynı zamanda ideolojik ve politik yönleri de barındıran bir yapı arz etmektedir. Binaenaleyh iktidarın belirli sermaye gruplarıyla kurduğu organik ilişki, piyasa dinamiklerini devlet müdahaleleriyle şekillendiren bir model ortaya çıkarmıştır. Son dönemde, bilhassa enflasyonist baskılar ve gelir adaletsizliğinin derinleşmesiyle birlikte, iktidara yakın sermaye gruplarına yönelik boykot çağrıları artmıştır. Boykot hareketleri, sadece ekonomik bir tepki değil, aynı zamanda Türkiye’de toplumsal muhalefetin yeni bir evresine işaret eden politik bir araç olarak da değerlendirilmelidir. Süregelen boykotların ekonomik etkilerini anlamak adına evvela Türkiye’deki sermaye birikim modelini analiz etmemiz gerekmektedir. Bu bağlamda devlet destekli kapitalizm, kamu ihaleleri, vergi muafiyetleri ve kredi teşvikleriyle belirli grupları öne çıkarırken, diğer sektörlerin rekabet gücünü baskılayan bir yapı oluşturmuştur. Ancak bu sistem, ekonomik krizle birlikte sürdürülebilirlik sorunu yaşamaya başlamış ve piyasa aktörleri üzerindeki kırılganlık artmıştır. Son 5 yılı incelediğimizde; kamu ihalelerinin %70’inden fazlası iktidara yakın şirketler tarafından alındığını, belirli holdinglere yönelik vergi teşvikleri ve kamu bankaları aracılığıyla sağlanan düşük faizli kredilerin, sermaye yoğunlaşmasını hızlandırdığını ve son olarak enflasyon ve kur dalgalanmalarının, tüketicilerin fiyat hassasiyetini artırarak, boykotların yaygınlaşmasını kolaylaştırdığını gözlemleriz. Yine, bu çerçevede devam ettiğimiz takdirde boykotların etkisini birkaç farklı düzlemde değerlendirilebiliriz: Borsa ve Finansal Piyasalar : Boykot edilen şirketlerin borsa değerlerinde dalgalanmalar yaşanması kaçınılmaz bir durumdur. Misal, büyük bir perakende zincirine yönelik sosyal medya üzerinden başlatılan boykot sonrası hisse değerlerinde %15’lik bir düşüş görülmüştür. Tüketici Davranışları : Boykot çağrıları, tüketicilerin harcama eğilimlerini belirli markalar lehine veya aleyhine yönlendirmektedir. Bunun sonucunda da alternatif pazarların gelişimi, bağımsız tedarik zincirlerine olan ilgiyi arttırmaktadır. Yatırımcı Güveni ve Yabancı Sermaye : Siyasi risk faktörünün yükselmesi, yabancı yatırımcıların Türkiye pazarına dair risk algısını artırmış ve uzun vadeli yatırım kararlarının etkilenmesine sebebiyet vermiştir. Farklı bir nokta-ı nazardan konuyu ele aldığımızda ise boykotların, yalnızca bireysel ekonomik tepkiler değil, aynı zamanda kolektif politik bilincin oluşumuna katkı sağlayan araçlar olduğunu görürüz. Ülkemizde, geçmişten günümüze ekonomik temelli toplumsal hareketlerin siyaset üzerindeki etkisi, boykotların uzun vadeli dönüşüm potansiyelini anlamak hasebiyle bilhassa ehemmiyet taşımaktadır. Bu bağlamda incelememizi 3 ana başlık üzerinden derinleştirmemiz gerekirse: Siyasal İktidar ve Sermaye Dengesi : İktidar, ekonomi üzerindeki kontrolünü kaybetmemek adına sermaye yapısını yeniden şekillendirme çabası içindedir. Ancak devam eden boykotlar, bu dengenin sarsılmasına neden olmaktadır. Protesto Kültürünün Evrimi : Son yıllarda Türkiye’de protesto kültürü önemli bir dönüşüm geçirmiştir. Geleneksel sokak gösterileri ve meydan eylemleri, devletin artan baskıları ve güvenlik politikaları nedeniyle kısıtlanırken, muhalefetin yeni yollar arayışı dijital aktivizmi ve ekonomik temelli protesto biçimlerini öne çıkarmıştır. Bilhassa boykot hareketleri, sosyal medya aracılığıyla geniş kitlelere ulaşarak, doğrudan sokağa çıkmadan bir tepki gösterebilmenin yollarından biri haline gelmiştir. Bu dönüşüm nihayetinde, protestoların doğasını değiştirmiş ve muhalefetin araçlarını çeşitlendirmiştir. Genel itibariyle toplumsal hareketlerin temelinde ekseriyetle fiziksel mekanda gerçekleşen kitlesel eylemler yer almıştır. Ülkemiz özelinde ise, 1968 öğrenci hareketlerinden 2013 Gezi Parkı protestolarına dek pek çok büyük ölçekli gösteri, kamusal alanlarda bir araya gelerek tepkisini ortaya koyan kalabalıkların gücüne dayanmıştır. Ancak 2016 sonrası oluşan siyasal atmosferin de etkisiyle, gösterilere yönelik artan kısıtlamalar ve sert müdahaleler, yeni protesto biçimlerinin doğmasına yol açmıştır. Dijital Aktivizmin Rolü : Dijital platformlar günümüzde, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de protesto hareketlerinin önemli bir bileşeni haline gelmiştir. Bu bağlamda sosyal medya artık, yalnızca bilgi yaymanın ötesinde, kolektif eylemleri koordine etmek, farkındalık yaratmak ve toplumsal dayanışmayı güçlendirmek adına bir araç olarak kullanılmaktadır. Ezcümle, sosyal medya platformları, protestoların anlık olarak organize edilmesine olanak tanırken; geleneksel medya organlarının denetim altında olması sebebiyle, alternatif bilgi akışı, yine, mezkur platformlar aracılığıyla sağlanmaktadır. Bütün bunlara ek olarak, sosyal medyada organize edilen tepki kampanyaları da, belirli markaların ve şirketlerin boykot edilmesini hızla yaygınlaştırarak, tüketici davranışlarını etkileyebilmektedir. Söz konusu boykotlar, siyasi ve ekonomik sistemde yapısal bir dönüşüme zemin hazırlayabilecek potansiyele sahiptir. Ancak bu hareketlerin uzun vadede etkili olabilmesi adına, yukarıda bahsini geçirdiğimiz noktalara hususiyet gösterilmesi hayati önem arz etmektedir. Velhasıl son günlerde yaşanan gelişmelerin bizlere gösterdiği, bilhassa ekonomik krizin yarattığı yoksulluğun ve toplumsal adaletsizlik konularının geniş bir halk kitleleri tarafından sahiplenildiğidir. Bu durum kaçınılmaz olarak protestoların, farklı fraksiyonlarda olsa dahi, yayılma potansiyelini arttırmaktadır. Ancak yalnızca geniş bir katılımın değil, aynı zamanda bu katılımın derinleşmesinin de önemli olduğu unutulmamalıdır. Eğer protestolar ve boykotlar, yalnızca sınırlı bir kesimi değil, toplumun farklı sınıflarını ve gruplarını kapsar ise başarı şansı artacaktır. Öte yandan iktidar, protestolara yönelik müdahalelerinde giderek daha sert bir ton belirlemekte ve sosyal medya üzerinde denetimini sıkılaştırmaktadır. Bu durumun, muhalefetin etkinliğini sınırlaması ihtimaller dahilinde olsa da, aynı zamanda iktidarın baskıcı politikaları, toplumsal biriken öfkeyi daha da büyütebilir ve direnç oluşturan grupların daha kararlı hale gelmesine de sebebiyet verebilir. Nihayetinde, iktidarın tutumu, sürecin yönünü belirleyecek asli faktör olarak öne çıkmaktadır. Yazımızın bir diğer konusu olan dijital aktivizm de boykotun devamlılığı açısından, hızla yayılan ve geniş kitlelere ulaşan bir araç olması suretiyle ehemmiyet arz etmektedir. Ancak dijital platformların da sınırları vardır ve çoğu zaman bu tür hareketlerin, sokaklarda fiziksel bir karşılığı olmadığı için etkisi sınırlı kalmaktadır. Yine de dijital araçların, kamusal farkındalık yaratma ve toplumsal dayanışmayı güçlendirme konusunda büyük bir potansiyele sahip olduğu unutulmamalıdır. Sonuç olarak protestoların ve boykotların başarıya ulaşması, toplumun farklı kesimleri tarafından sürekli ve örgütlü bir şekilde desteklenmesine, iktidarın bu direnişe nasıl yanıt vereceğine ve hareketin uzun vadede kurumsal dönüşümler talep edip etmemesine bağlı olacaktır. Toplumun ihtiyacı olan daha köklü bir değişim için ise, zaman ve daha derin yapısal dönüşümler gerekmektedir.
- Trump Çağı ve Demokratik Direnç / Kurumsal Krizler ve Toplumsal Tepkiler
Donald J. Trump’ın 2016 yılında Amerika Birleşik Devletleri başkanlığına seçilmesi, yalnızca siyasi bir lider değişimini değil, aynı zamanda Amerikan demokrasisinin kurumsal yapısında ve siyasal kültüründe derin bir sarsıntının başlangıcını da temsil etmektedir. Keza Trump’ın kampanyası boyunca kullandığı popülist söylem, "elit karşıtı retoriği" ve medya ile sistematik çatışması, klasik liberal demokrasinin kurucu unsurlarına yönelik ciddi bir meydan okuma olarak kabul edilmektedir. Son kertede ise bu meydan okuma, anayasal kurumlarla girişilen doğrudan çatışmalarla, yürütme gücünün kişiselleştirilmesiyle ve meşruiyet kavramının içeriğinin yeniden tanımlanmasıyla daha da pekişecektir. Trump döneminde ABD, başkanlık sisteminin kurumsal denge ve denetleme mekanizmalarının sınırlarına ulaştığı; yargı, yasama ve medya gibi erklerin yürütme karşısında işlevsizleştirilmeye çalışıldığı çetrefilli bir süreç içerisinden geçmektedir. Bu gelişmeler, demokratik gerileme (democratic backsliding) literatürünün temel örneklerinden biri olarak dünya kamuoyunun dikkatini çekerken, aynı zamanda ABD’nin küresel demokratik liderlik iddiasını da zedelemektedir. Velhasıl yazımız, Trump dönemini siyaset bilimi perspektifinden analiz ederken, bilhassa anayasal kurumların nasıl aşındırıldığına ve bu aşınmanın sistemik sonuçlarına odaklanmaktadır. Aynı zamanda, günümüzde yeniden yükselen Trump karşıtı protesto dalgası, bu siyasi mirasın toplumsal düzeyde nasıl karşılık bulduğunu gösteren önemli bir örüntü olarak incelenecektir. Böylece hem Trumpizm’in yapısal dinamikleri hem de bu yapıya karşı gelişen direniş biçimleri bütüncül bir çerçevede değerlendirilecektir. Donald Trump’ın 2017'de başlayan başkanlık serüveni, ilk günden itibaren, "klasik liberal temsili demokrasi"nin temel varsayımlarının yeniden sorgulanmasına sebebiyet vermiştir. Geleneksel siyasal elitlerden bağımsızlığı, sistem dışı bir figür olarak kendisini konumlandırması ve "halk adına konuşma" iddiası, Trump’ı "muasır popülist liderlik" tanımlarıyla birebir örtüştürmektedir. Bu çerçevede Trump, kampanyasını yalnızca Demokrat Partili rakiplerine değil, Cumhuriyetçi Parti'nin geleneksel kadrolarına karşı da konumlandırarak, kurulu düzene karşı halkçı bir başkaldırı iddiasıyla yürütmüştür. Trump’ın siyasi stratejisinde en belirgin unsurlardan biri de, kurumsal süreçlerin ve uzmanlık temelli karar alma mekanizmalarının itibarsızlaştırılması olmuştur. "Drain the swamp" (bataklığı kurutalım) sloganıyla temsil edilen bu retorik, yalnızca Washington’daki bürokratik yapıya değil, aynı zamanda anayasal sistemin denge ve denetleme mekanizmalarına da yöneltilmiş dolaylı bir saldırı niteliğindedir. Başkan seçildikten sonra ise bu söylem, doğrudan eyleme dönüşmüş; örneğin yürütme erkini sınırlayan federal yargı kararları “siyasi” ve “gayrimeşru” olarak yaftalanmış, ana akım medya ise “halk düşmanı” ilan edilmiştir. Aynı şekilde, popülist liderliğin temel özelliklerinden biri olan “karizmatik otorite” vurgusu, Trump örneğinde kurumsal normlara karşı bireysel sadakati önceleyen bir yönetim tarzına evrilmiştir. Kurumsal geleneklere saygı, uzman danışmanlık mekanizmaları ve teamüller, Trump yönetiminde yer yer keyfilik, kişisel sadakat ve medya performansına dayalı karar alma süreçlerine terk edilmiştir. Bu durum, Amerikan başkanlık sisteminin klasik işleyişinde öngörülen "checks and balances" (denge ve denetleme) ilkesini zayıflatan temel faktörlerden biri olarak da değerlendirilmektedir. Ayrıca, popülist söylemin doğasında bulunan dışlayıcı unsur da Trump döneminde sıkça görülmüş; göçmen karşıtı politikalar, Müslüman ülkelere seyahat yasakları, Latin Amerika kökenli topluluklara yönelik suç ithamları, yalnızca dış politika tercihlerini değil, aynı zamanda iç siyasetteki kutuplaşmayı da derinleştirmiştir. Bu söylem biçimi, demokratik sistemin çoğulculuk ilkesine aykırı olarak, siyasal meşruiyeti yalnızca belirli bir hüviyet kümesinin temsilinde aramıştır. Donald Trump’ın liderliği yalnızca bir siyasi figürün yükselişi değil, aynı zamanda kurumsal siyasetin krizidir. Amerikan demokrasisinin tarihsel olarak inşa ettiği kurumsal denge, popülist bir figürün doğrudan müdahalesiyle ciddi biçimde sarsılmış ve mezkur müdahale, anayasal düzenin formel yapısı kadar, onun normatif temellerini de tehdit eder hale gelmiştir. Öte yandan Trump’ın başkanlık dönemi, yalnızca politik tercihler açısından değil, anayasal düzenin temel kurumlarına yönelik söylem ve pratiklerle de dikkat çekici bir kırılma noktasıdır. Trump, sıklıkla dile getirdiği "deep state" yani derin devlet söylemiyle, Amerikan anayasal sisteminin temelini oluşturan kurumları (bilhassa federal yargı, istihbarat servisleri ve bürokratik denetim mekanizmalarını) seçilmiş iradeye karşı gizli bir direnişin parçası olarak sunmuş ve mevzubahis kurumların meşruiyetini doğrudan hedef almıştır. Bu söylemin, aynı zamanda, demokratik rejimlerde anayasal düzenin sürekliliğini sağlayan kurumsal dengeye yönelik açık bir ideolojik meydan okuma olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Trump'ın bahsi geçen kurumlarla olan çatışması ise ilk olarak, FBI Direktörü James Comey’nin görevden alınmasıyla başlamıştır. Comey, 2016 seçimlerine Rusya'nın müdahalesine ilişkin soruşturmayı yürüten isim olarak, Trump'ın yürütme yetkisini kişisel çıkarları doğrultusunda kullanma eğilimini görünür hale getirmiştir. Bilahare süreç, Robert Mueller’ın yürüttüğü özel savcılık soruşturmasına evrilmiş ve Trump yönetimi boyunca hem yürütme ile yargı arasında hem de kamuoyunda ciddi bir meşruiyet krizine yol açmıştır. Bu bağlamda başkanın, kendisi hakkında yürütülen soruşturmaları "cadı avı" olarak nitelendirmesi ve yargı kararlarını sistematik olarak küçümsemesi, anayasal sistemdeki güçler ayrılığı ilkesine yönelik en somut tehditlerden biri olarak göze çarpmaktadır. Diğer taraftan yargı ile olan gerilim sadece bireysel vakalarla sınırlı kalmamış, Trump’ın federal mahkemelere yaptığı atamalarla sistematik bir dönüşüm hedeflediği de görülmüştür. Trump, başkanlığı süresince üç Yüksek Mahkeme yargıcı atamış ve bu sayede Yüksek Mahkeme’nin ideolojik dengesini muhafazakar eğilimli hale getirmiştir. Bu müdahale, yalnızca yargının bağımsızlığına dair değil, aynı zamanda anayasal yorumların geleceğine dair ciddi bir tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Özellikle kürtaj, göç ve çevre politikaları gibi alanlarda alınan kararlar, Trump’ın kurumsal dönüşüm hedeflerinin ideolojik izdüşümünü yansıtmaktadır. Trump’ın Kongre ile ilişkileri de benzer bir gerilim hattı üzerinde gelişmiştir. Demokratik sistemlerde yasama ve yürütme arasındaki dengeye dayalı işleyişin yerini, Trump döneminde sıklıkla yürütme üstünlüğüne dayanan bir anlayış almıştır. Kongre'nin soruşturma yetkileri, azil süreçleri ve bütçe denetimi gibi araçları Trump tarafından ya yok sayılmış ya da "siyasi düşmanlık" kisvesi altında meşru olmaktan çıkarılmaya çalışılmıştır. Bilhassa Temsilciler Meclisi tarafından başlatılan iki ayrı azil süreci, yürütme erkinin anayasal sınırlar içinde kalma sorumluluğunun kamuoyu önünde nasıl aşındırıldığını gözler önüne sermiştir. Madalyonun bir diğer yüzünde ise medya, bu kurumsal çatışma alanının önemli bir parçası olarak öne çıkmaktadır. Trump, ana akım medya organlarını "fake news" yani yalan haber üretmekle suçlamış ve kendisine eleştirel yaklaşan gazetecileri "halk düşmanı" şeklinde damgalamıştır. Bu söylem, basın özgürlüğünün yalnızca haber üretme değil, kamuoyunun siyasal tercihlerini oluşturma gücünü de hedef almaktadır. Demokratik rejimlerde medya, yasama ve yargı kadar önemli bir denetim mekanizması işlevi görürken, Trump iktidarında otoriter eğilimlerin bir yansıması olmaya zorlanmaktadır. Hulasa Trump’ın başkanlığı boyunca anayasal kurumlarla kurduğu ilişki, demokratik denge mekanizmalarına değil, yürütme gücünün konsolidasyonuna dayanmıştır. Binaenaleyh bu vetire, yalnızca kurumsal işleyişte değil, Amerikan siyasal kültüründe de kalıcı izler bırakmıştır. Trump’ın kurumlarla girdiği mücadele, popülist liderliğin anayasal düzen üzerindeki sınayıcı etkilerini gözler önüne sererken, aynı zamanda liberal demokrasinin dayanıklılık kapasitesini de test etmektedir. Donald Trump’ın başkanlık dönemi, tabiri caizse, liberal demokrasinin yapısal kırılganlıklarının açığa çıktığı bir laboratuvar hüviyetindedir. Bu süreçte yaşananlar, yalnızca bireysel liderlik tarzı ya da geçici politik tercihler bağlamında değil, kurumsal düzenin geleceği açısından da derin etkiler doğurmuştur. Başta seçim güvenliği, yürütmenin denetimi ve hukukun üstünlüğü olmak üzere birçok temel demokratik ilke, Trumpizm’in etkisiyle aşınmaya başlamış ve bunun sonucunda Amerika, uzun süredir teorik literatürde tartışılan "demokratik gerileme" (democratic backsliding) kavramının somut bir örneği haline gelmiştir. Bu gerilemenin en kritik eşiklerinden biri ise 2020 başkanlık seçimleri sonrasında yaşanmıştır. Trump, seçim sonuçlarını tanımayı reddetmiş, seçimlerin "çalındığı" yönündeki asılsız iddialarla kamuoyunu manipüle etmiş ve bu iddiaları destekleyen komplo teorileriyle kamu güvenliğini tehlikeye atmıştır. Bu söylem, yalnızca mevcut seçim sürecine değil, aynı zamanda gelecekteki demokratik meşruiyet algısına da ciddi bir darbe vurmuştur. Trump’ın seçim sonucunu reddetmesiyle tetiklenen 6 Ocak 2021 Kongre Baskını, sembolik olduğu kadar yapısal bir krizi de temsil etmektedir. Yürütme erkine bağlı bir liderin, anayasal sürecin işleyişine yönelik doğrudan bir saldırı yönlendirmesi, Amerikan tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir vakıadır. Trumpizm’in etkisi yalnızca federal düzeyle sınırlı kalmamış, eyalet yönetimlerine de sirayet etmiştir. Cumhuriyetçi eyaletlerde seçim yasalarında yapılan değişiklikler, oy kullanma hakkını sınırlandıran düzenlemeler ve seçmen kayıt sistemlerinde uygulanan kısıtlamalar, katılımı azaltmakla kalmamış; aynı zamanda iktidar sahiplerinin meşruiyetini sürdürmek için demokratik araçları yeniden dizayn etme eğilimini de göstermiştir. Bu uygulamalar, anayasal sistemde halk iradesiyle temsiliyet arasındaki ilişkinin daraltıldığı bir sürece işaret etmektedir. Trump sonrası dönemde, Başkan Joe Biden yönetimi demokratik kurumları yeniden işler kılma yönünde çeşitli adımlar atmış olsa da, bu onarım sürecinin kolay olmayacağı aşikardır. Demokratik normların yalnızca hukuki değil, aynı zamanda kültürel ve tarihsel birikimle sürdürülebileceği gerçeği, Trumpizm’in bıraktığı enkaz karşısında yeniden teyit edilmiştir. Anayasal kurumların formel varlığı, onları ayakta tutan siyasal kültür ve meşruiyet olmadan işlevsiz kalabilmektedir. Bu nedenle, kurumsal onarım çabaları sadece yasal düzenlemelerle sınırlı kalmamalı; medya okuryazarlığı, yurttaşlık bilinci ve siyasal eğitim gibi alanlarda da uzun vadeli politikalarla desteklenmelidir. 2024 seçim süreciyle beraber yeniden alevlenen Trump karşıtı protestolar, yalnızca siyasi bir figüre karşı değil, aynı zamanda bu figürün temsil ettiği otoriterleşme, kurumsal aşınma ve siyasal kutuplaşmaya karşı kitlesel bir demokratik tepki olarak okunmalıdır. Bu protestolar, yalnızca geçici bir öfke patlamasının değil, son on yıldır birikmiş olan toplumsal rahatsızlıkların kristalize olduğu bir siyasal meydan okuma biçimidir. Trump karşıtı toplumsal hareketler, ilk kez onun 2016’daki seçim zaferinin hemen ardından, 2017’de düzenlenen Women’s March ile görünürlük kazanmış; takip eden süreçte göçmen politikalarına karşı yürüyüşler, George Floyd’un ölümünün ardından patlak veren Black Lives Matter (BLM) protestoları ve nihayet 6 Ocak 2021 Kongre Baskını’na tepki olarak düzenlenen "Democracy Now" mitingleriyle kurumsallaşmıştır. Bu protesto dalgası, sadece Trump’ın şahsına yöneltilmiş bir muhalefet değil, aynı zamanda onun temsil ettiği sistemsel dönüşüme – yani Trumpizm’e – karşı gelişen bir demokratik refleks olarak da değerlendirilmelidir. Bu bağlamda, 5 Nisan 2025 tarihinde Amerika'nın tüm 50 eyaletine yayılan eşzamanlı Trump karşıtı protestolar, son yılların en geniş çaplı toplumsal mobilizasyonu olarak dikkat çekmektedir. Protestolar, Trump’ın yeniden başkan adayı olarak sahneye çıkmasının yarattığı siyasal ve sembolik etkilerin ötesinde, onun liderliğiyle özdeşleşen otoriterleşme eğilimlerine karşı kitlesel bir "demokratik savunma hattı" olarak yorumlanmalıdır. Gösterilerin en belirgin temaları arasında seçim güvenliği, yargı bağımsızlığı, kadınların ve azınlıkların hakları, iklim kriziyle mücadele ve Trump'ın 6 Ocak Kongre Baskını’ndaki rolüne ilişkin hukuki sürecin hızlandırılması talepleri öne çıkmaktadır. Protestocular, yalnızca Trump karşıtı bir söylem üretmekle kalmayıp, aynı zamanda Amerikan demokrasisinin geleceğine dair normatif bir vizyon da sunmaktadırlar. Bu yönüyle 2025 protestoları, geçmişteki spontane gösterilerden farklı olarak daha örgütlü, programatik ve ulusal çapta koordine edilen bir harekete işaret etmektedir. Protestoların zamanlaması da son derece anlamlıdır. Hem 2024 seçimlerinin ardından oluşan toplumsal kutuplaşma hem de Trump’ın başkanlığa dönüş ihtimalinin ciddi şekilde tartışıldığı bir dönemde gerçekleşen bu eşgüdümlü eylemler, kamuoyunun geniş kesimlerinin mevcut siyasal düzene yönelik kaygılarını sokağa taşıma iradesinin göstergesidir. Aynı zamanda bu gösteriler, Amerikan siyasal kültüründe protestonun meşru bir siyasal ifade biçimi olarak ne kadar kökleştiğini de göstermektedir. Mezkur protesto dalgası, Trump karşıtı muhalefetin artık yalnızca bir "reaksiyon hareketi" olmaktan çıktığını; kurumsal ve siyasal dönüşüm isteyen, kendi gündemini inşa eden bir demokratik toplumsal hareket olarak şekillendiğini ortaya koymaktadır. Sokakla sandık arasında kurulan bu ilişki, Amerikan demokrasisinin yalnızca temsili değil, katılımcı yönünün de yeniden canlandırılabileceğine dair güçlü bir umut yaratmaktadır. Donald Trump’ın başkanlık dönemi, Amerikan siyasal tarihinin yalnızca çalkantılı bir kesiti değil; aynı zamanda anayasal kurumların sınandığı, demokratik normların sorgulandığı ve siyasal temsil biçimlerinin yeniden tartışmaya açıldığı bir eşik olmuştur. Trump’ın kişisel liderlik tarzı, popülist söylemleri ve kurumsal gelenekleri zorlayan politikaları, yalnızca geçici bir sapma değil; Amerikan demokrasisinin taşıdığı tarihsel kırılganlıkların bir dışavurumu olarak da okunmalıdır. Bu süreçte, başkanlık sistemi ile anayasal denge-denetim mekanizmaları arasındaki gerilim açık biçimde görünür hale gelmiş; yürütme erkinin sınırlarını belirleyen normatif çerçeve, Trumpizm’in müdahaleleriyle defalarca zorlanmıştır. 6 Ocak 2021 Kongre Baskını, bu müdahalelerin zirve noktası olmuş; seçim meşruiyeti, iktidar devri geleneği ve anayasal sadakat gibi demokratik sistemin omurgasını oluşturan mefhumlar ciddi şekilde aşınmıştır. Binaenaleyh Trump dönemi, bir "olağanüstülük hali" değil, anayasal rejimin istikrar kapasitesine yönelmiş sürekli ve sistematik bir meydan okuma biçimi olarak tanımlanmalıdır. Ancak bu dönemin en dikkat çekici yanı, yalnızca kriz üretimi değil; bu krizlere karşı gelişen demokratik reflekslerdir. Gerek kurumların iç direnci gerekse toplumsal muhalefetin sivil enerjisi, Amerikan demokrasisinin henüz tükenmemiş direnç noktalarını gözler önüne sermiştir. Bilhassa genç kuşakların öncülüğünde yükselen protesto hareketleri, siyasal katılımın ve yurttaşlık bilincinin dinamik bir şekilde yeniden üretildiği sahalar olarak önem kazanmıştır. 5 Nisan 2025 itibariyle tüm eyaletlere yayılan Trump karşıtı protestolar, bu direncin geldiği yeni aşamayı simgeler niteliktedir. Bu hareketler, yalnızca siyasal bir figüre karşı değil; kurumsal yozlaşmaya, popülist manipülasyona ve otoriter eğilimlere karşı çok yönlü bir demokratik itiraz olarak değerlendirilmektedir. Bu anlamda, sokakta başlayan tepki ile anayasal sistemin reforme edilmesi arasındaki bağ, çağdaş demokrasilerin geleceğini belirleyecek temel eksenlerden birine dönüşmektedir. Son kertede, Trumpizm’in bıraktığı miras çelişkili ve çok katmanlıdır. Bir yanda kurumsal tahribat, yargı bağımsızlığına müdahale ve seçim güvenliği tartışmaları gibi sorunlar derinleşmiş; öte yanda bu sorunlara karşı gelişen toplumsal mobilizasyon ve demokratik talepler daha da görünür hale gelmiştir. Bu ikili yapı, Amerikan demokrasisinin geleceğinde yalnızca seçilecek bir başkanın değil, aynı zamanda halkın kolektif iradesinin de belirleyici rol oynayacağını göstermektedir.
- Blitzkrieg ve Teslimiyet: Fransa 1940
1940 yazı, Fransa’nın modern tarihinde yalnızca askeri bir yenilgiyle değil; aynı zamanda derin bir siyasal, toplumsal ve moral çöküşle anılan dönemin de başlangıcı olmuştur. Nazi Almanyası’nın son derece hızlı ve etkili bir şekilde uyguladığı Blitzkrieg stratejisi, Fransız savunmasını birkaç hafta içerisinde işlevsiz hale getirmiş ve 14 Haziran’da Paris’in düşmesiyle birlikte Fransa, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk büyük mağlubu olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır. Ancak bu mağlubiyet, yalnızca cephede yaşanan bir çöküşten ibaret değildir. Zira Fransa, 1930’lu yıllar boyunca süregelen siyasal istikrarsızlık, artan toplumsal kutuplaşma ve giderek zayıflayan yönetimsel kapasitesi hasebiyle zaten, savaşın eşiğine kırılgan bir yapıyla gelmiştir. Ülkenin iç siyasetindeki karmaşa, radikal sağ ve sol gruplar arasında yaşanan gerilimler ve halkın cumhuriyetçi değerlere olan inancındaki zayıflama, işgal karşısında gösterilmesi gereken ortak iradeyi büyük ölçüde sekteye uğratmıştır. Almanya karşısında alınan ağır yenilginin ardından kurulan Vichy rejimi ise, yalnızca bir teslimiyet hükümetini değil; aynı zamanda Üçüncü Cumhuriyet’in ideolojik temellerine yönelik bir reddiyeyi de temsil etmektedir. Philippe Petain liderliğindeki yönetim, "Travail, Famille, Patrie" (Çalışma, Aile, Vatan) sloganı etrafında milliyetçi - muhafazakar bir düzeni savunarak, bireysel özgürlüklere dayanan cumhuriyet anlayışının yerine otoriter bir yönetsel yapıyı ikame etmeye çalışmıştır. Öte yandan Vichy idaresinin Almanlarla iş birliğine dayalı siyasal çizgisi, Fransa’nın yalnızca işgal edilmiş bir ülke değil, aynı zamanda kendi içinde bölünmüş bir toplum haline gelmesine de sebebiyet vermiştir. Bu dönemde ortaya çıkan Fransız Direnişi ise, hem işgal kuvvetlerine hem de iş birlikçi yönetime karşı bir karşı isyan olarak gelişmiş ve ilerleyen yıllarda özgürlük düşüncesinin yeniden inşasında merkezi bir rol oynamıştır. Blitzkrieg Doktrini ve Arden Seçimi Almanya’nın 1940 Bahar Harekatı (Fall Gelb) çerçevesinde geliştirdiği stratejik planın temelinde Blitzkrieg (Yıldırım Savaşı) kavramı yer almaktadır. Bu doktrin, 1. Dünya Harbi'nde yaşanan siper savaşının hareketsizliğine karşı geliştirilen, hız ve eşgüdüm esasına dayalı bir harekat tarzını ifade etmektedir. Zırhlı birlikler (Panzer tümenleri), hava kuvvetleri (Luftwaffe) ve motorize piyade unsurları arasında kurulan yüksek tempolu koordinasyon, düşman hatlarının derinliklerine nüfuz etmeyi ve merkezi komuta sistemlerini felce uğratmayı amaçlamaktadır. Arden Ormanları’nın tercih edilmesinin ardında ise iki temel sebep yatmaktadır: Birincisi, Müttefik kuvvetlerin bu bölgeyi doğal bir engel olarak değerlendirmeleri ve ciddi savunma tertibatı oluşturmamış olmaları; ikincisi ise Alman genelkurmayı içinde General Erich von Manstein gibi isimlerin, "sürpriz" etkisinin stratejik üstünlük sağlayacağına dair ısrarlı görüşleridir. Nitekim Fransa’nın savunma planı (Plan Dyle), Alman taarruzunun Belçika üzerinden geleceğini öngörmektedir ve asıl kuvvet kaydırmaları da bu eksende gerçekleştirilmiştir. Taarruzun Seyri ve Taktik Üstünlük 10 Mayıs 1940 sabahı başlayan Alman taarruzu, Panzer tümenlerinin Meuse Nehri’ni geçerek Sedan civarından derinlemesine ilerlemesiyle kritik bir dönüm noktasına ulaşmıştır. Fransız savunma hatları, modern tanklara karşı yeterli hazırlığa sahip olmayan birlikler ve zayıf hava desteği hasebiyle kısa sürede çözülmüştür. Alman birlikleri, yalnızca düşmanı geriletmekle kalmamış, aynı zamanda Fransızlara geri çekilmelerini planlı hale getirecek zamanı da bırakmamıştır. Bu noktada dikkat çeken bir diğer unsur, Alman ordusunun hızla hareket etmesine olanak tanıyan komuta esnekliği olmuştur. Auftragstaktik olarak bilinen görev odaklı komuta anlayışı sayesinde, birlik komutanları merkezi emirleri beklemeksizin inisiyatif alabilmiş ve taarruzun temposunu kesintiye uğratmamıştır. Stratejik Sonuçlar Arden üzerinden gerçekleştirilen bu taarruz, yalnızca Fransız hatlarının değil, aynı zamanda Fransa’nın psikolojik mukavemetinin de çökmesine sebebiyet vermiştir. Müttefik birliklerinin kuzeye, Belçika yönüne kaydırılmış olması, Alman ordusuna iç bölgelerde hızlı bir yayılma alanı açmıştır. Sonuç olarak 20 Mayıs’ta Somme Nehri’ne ulaşan Alman birlikleri, Manş Denizi’ne kadar ilerleyerek Müttefik kuvvetleri kuşatma altına almış ve bu durum Dunkerque Tahliyesi gibi tarihi bir sonuç doğurmuştur. Alman birliklerinin Arden Taarruzu ile Fransa’nın savunma hatlarını yarmasının ardından, yalnızca cephede değil, Paris’teki siyasi karar mekanizmasında da derin bir şaşkınlık ve çözülme yaşanmıştır. Fransa’nın savaş hazırlıklarının büyük ölçüde savunmaya dayalı olması, stratejik sürprize karşı bir kontra plan üretme kapasitesini felce uğratmıştır. Bilhassa Fransız ordusunun başkomutanı General Maurice Gamelin, ortaya çıkan felaket tablosu karşısında hem zihinsel hem de kurumsal anlamda yetersiz kalmıştır. Yüksek Komuta Krizi ve Emir-Komuta Boşluğu Gamelin’in Almanların Sedan üzerinden Meuse Nehri’ni geçerek hızla iç bölgelere ilerlemesi karşısında verdiği tepkiler, hem yavaş hem de koordinasyondan uzaktır. Keza savaşın ilk haftalarında sahadaki birlikler ile merkez arasında iletişim kopuklukları yaşanmış, emirler geç ulaşmış ve çoğu zaman askeri gerçeklikle uyumsuz direktifler verilmiştir. General Weygand’ın Gamelin’in yerine atanması (19 Mayıs 1940) ise, mevcut kaosu düzeltmekten ziyade onun üzerine yeni bir kargaşa katmanı eklemiştir. Mezkur komuta değişikliği, aslında Fransa’nın sahada değil, sevk ve idare noktasında yenilmekte olduğunu gösteren bir başka gelişmedir. Almanlar 20 Mayıs’ta Manş Denizi’ne ulaştığında, Fransa fiilen ikiye bölünmüş durumdadır: Kuzeyde kuşatılmış Müttefik birlikleri ve düşman ilerlemesine açık bir iç bölge; güneyde ise merkezi otoritesini yitirmekte olan bir hükümet. Bu gelişmeler ışığında, Fransız siyasal elitleri arasında "mukavemet" ve "teslimiyet" ekseninde keskin bir ayrım oluşmuştur. Başbakan Paul Reynaud, İngiltere ile daha sıkı bir iş birliği ve direniş fikrini savunurken, kabinedeki önemli isimlerden biri olan Mareşal Philippe Petain, savaşı sonlandırmak adına Almanya ile bir ateşkes yapılması gerektiğini savunmuştur. Nihayetinde Petain’in görüşü, bilhassa sivil halkın arasında yaygınlaşan savaş yorgunluğu, mülteci krizinin büyüklüğü ve ordunun çözülmesi nedeniyle kısa sürede destek bulacaktır. Paris’in Düşüşü ve Sembolizmi 14 Haziran 1940 sabahı, Alman birlikleri Paris’e neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan girmiştir. Şehir, Fransız hükümeti tarafından daha önce "açık şehir" ilan edilmiş ve bu sayede tarihi dokunun tahrip olmaması hedeflenmiştir. Ancak bu sembolik karar, Fransa’nın başkentini savunma iradesine sahip olmadığı şeklinde de yorumlanacaktır. Paris’in işgali, Fransa’da, yalnızca bir başkentin düşmesi değil; aynı zamanda ulusal bir mitolojinin ve özgüvenin de yıkımı olarak algılanmıştır. Üçüncü Cumhuriyet fiilen sona ermiş; yerini Philippe Petain liderliğinde kurulan ve Nazi işgaliyle eşzamanlı biçimde gelişen Vichy rejimi almıştır. Bu rejim, yalnızca savaş koşullarında alınmış bir idari önlem değil, aynı zamanda cumhuriyetçi ve laik değerlerin yerine otoriter, gelenekçi ve kolonyal geçmişe yaslanan bir yönetim anlayışının da tesis edilmesi anlamına gelmektedir. Savaşın ardından direniş hareketinin öne çıkarılması ve Charles de Gaulle figürü etrafında yeni bir ulusal anlatı inşa edilmesi, Vichy döneminin toplum üzerinde yarattığı travmayı perdeleme çabasından ibarettir. Oysa 1940-1944 arası süreç, Fransız toplumunun geniş kesimlerinin işgale karşı pasif kaldığı, hatta zaman zaman aktif biçimde iş birliği yaptığı bir dönemdir. Bu çelişkiler, 2. Dünya Savaşı sonrasında Fransa’da hem akademik tarih yazımı hem de kolektif hafıza bakımından uzun yıllar sürecek olan bir " iç hesaplaşmaya" neden olmuştur. Vichy’nin mirası, Fransa’da yalnızca bir yenilginin değil, aynı zamanda bir kimlik bunalımının da başlangıcıdır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Norman Stone'dan İkinci Dünya Savaşı, Basil Liddell Hart'tan İkinci Dünya Savaşı Tarihi ve John Keegan'dan İkinci Dünya Savaşı adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Kamusal Aklın Yeniden İnşası: Öğretmen Atamaları Üzerinden İktidarın Analizi
Son yıllarda Türkiye'de eğitim politikaları giderek daha belirgin bir biçimde siyasal iktidarın ideolojik öncelikleri doğrultusunda şekillenmektedir. Bilhassa son günlerde kamuoyunun nezdinde de popülerlik kazanan öğretmen atamaları, bu yönelimin yalnızca kadro politikasıyla sınırlı olmadığını, aynı zamanda uzun vadeli bir toplumsal dönüşüm hedefinin parçası olduğunu göstermektedir. Atamalar, sadece öğretmen seçimi değil; aynı zamanda bir kamu aklının yeniden biçimlendirilme çabası, bir başka deyişle devletin ideolojik yeniden inşası olarak da okunmalıdır. 1. İdeolojik Kadrolaşma ve Eğitimin Siyasallaşması AK Parti iktidarı boyunca "milli ve manevi değerler" söylemi, yalnızca bir kültürel yönelim değil; devlet mekanizmasının farklı alanlarına sinmiş yapısal bir müdahale biçimi şeklinde de karşımıza çıkmaktadır. Nitekim eğitim, bu müdahalenin en merkezi alanlarından biridir. Son atamalarda, İmam Hatip liseleri ve ilahiyat fakültelerinden mezun olanların sayısındaki orantısız artış, öğrenimin ideolojik içerik ile donatıldığını ve laik - seküler eğitim geleneğinin sistemli biçimde zayıflatıldığını ortaya koymaktadır. Örneğin, 2024 yılında yapılan öğretmen atamalarında felsefe ve biyoloji branşlarına ayrılan kontenjan sayısının önemli ölçüde azaltılması; buna karşın din kültürü ve ahlak bilgisi, meslek dersleri ve Arapça gibi alanlarda kontenjanların artırılması, iktidarın eğitime bakışını açıkça göstermektedir. Bu durumun, bilhassa felsefe, biyoloji, tarih gibi eleştirel düşünmeyi teşvik eden alanlarda ciddi bir akademik deformasyon riski taşıdığı da gözden kaçırılmamalıdır. Böylece öğretmen, bilimsel bilgi aktarıcısından çok, ideolojik değerlerin taşıyıcısı haline getirilmektedir. Keza, Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre 2023 yılı itibarıyla görev yapan öğretmenlerin yaklaşık % 25’i ilahiyat veya İmam Hatip kökenli öğretmenlerden oluşmaktadır. Bu oran, 2010'da yalnızca % 11 civarındadır. Söz konusu dramatik artış, ideolojik kadrolaşmanın nicel boyutunu da gözler önüne sermektedir. 2. Devletin Kılcal Damarlarında Yeni Bir Bürokratik Yapılanma Öğretmen atamaları, aynı zamanda devletin kılcal damarlarında ideolojik bir yeniden yapılanmanın da parçasıdır. Yargı, medya ve güvenlik alanlarındaki kadrolaşma süreçlerinden sonra eğitim de bu dönüşümün içine dahil edilmiştir. Öğretmen, yalnızca bir ders anlatıcısı değil; aynı zamanda öğrencinin dünya görüşünü, siyasal aidiyetini ve kimliğini şekillendiren bir figürdür. Göreve yeni başlayan öğretmenlere yönelik hizmet içi eğitim programlarında, pedagojik içerikten ziyade "değerler eğitimi", "manevi rehberlik" gibi içeriklerin öne çıkarılması; devletin öğretmeni artık teknik bir uzman olarak değil, ideolojik bir rehber olarak konumlandırdığını göstermektedir. Bu dönüşüm, özellikle kırsal bölgelerde çok daha görünür bir hal almış durumdadır. Öğretmenler artık yalnızca ders anlatmakla değil, yerel kültürel normları ve iktidar ideolojisini pekiştirmekle görevli birer "eleman" hüviyetine büründürülmeye çalışılmaktadır. 3. Yeni Seçmen Profili Yaratma Stratejisi Bugün lise sıralarında olan gençler, birkaç yıl sonra seçim sandığına gidecek bireyler olacaktır. Bu gerçeklik, öğretmen atamalarını aynı zamanda bir seçmen mühendisliği stratejisi olarak da konumlandırmaktadır. Gençliğin siyasal eğilimlerini şekillendirmek, onların eleştirel değil itaatkar, sorgulayan değil onaylayan bireyler olarak yetişmesini sağlamak, iktidarın kendi sürekliliğini sağlama arzusuyla doğrudan ilişkilidir. Bu strateji, bilhassa liselerde "Değerler Kulüpleri", "manevi danışmanlık programları" ve çeşitli STK iş birlikleriyle görünür hale gelmektedir. Bu programların ekseriyeti, doğrudan ya da dolaylı olarak iktidara yakın vakıflar ve cemiyetlerle iltisaklıdır. Gençlerin aidiyet duygusu, bu şekilde siyasal ve kültürel olarak yönlendirilmektedir. 4. Cemaat ve Tarikatlarla İlişkili Atama Ağları Kamuoyuna yansıyan bilgiler, öğretmen atamalarında tarikat ve cemaatlerin referanslarının etkili olduğuna işaret etmektedir. Bu yapıların, belirli adayları tavsiye ederek atamalarda etkili oldukları yönündeki iddialar, Türkiye'deki eğitim sisteminin liyakatten uzaklaşarak ağ ve sadakat ilişkileriyle şekillendiği tehlikesini gündeme getirmektedir. Bu yalnızca bireysel adaletsizlik yaratmakla kalmamakta, aynı zamanda kamu yönetiminde kurumsal çürümeyi de derinleştirmektedir. Yine, atama süreçlerinde "referans mektuplarının" ve "manevi denetim mekanizmalarının" etkili olduğu; mülakatlarda adaylara siyasal - ideolojik sorular yöneltildiği iddiaları, kamu hizmetlerinin tarafsızlığını zedelemekte ve öğretmenliği, "sadakat esaslı" bir mesleğe dönüştürmektedir. 5. Laik ve Bilimsel Eğitimin Geriletilmesi Özellikle fen bilimleri ve sosyal bilimler alanında, laik ve eleştirel bir eğitim modelinin sistemli biçimde zayıflatıldığı gözlemlenmektedir. Biyoloji öğretiminde evrim kuramının ders kitaplarından çıkarılması, tarih öğretiminde Osmanlı nostaljisi ve fetih merkezli bir anlatının merkeze yerleştirilmesi; felsefe öğretiminde ise İslam filozofları dışındaki düşünürlerin müfredattan dışlanması, bu sürecin somut yansımalarıdır. 2023 yılında liselere gönderilen bazı yeni ders materyallerinde, "modern düşüncenin bireyi bencilliğe sürüklediği" ve "toplumun ancak maneviyatla korunabileceği" gibi ifadelerin yer alması, eğitimin bilimsel temelden uzaklaştırılarak değer yüklü bir ideolojik düzleme çekildiğini göstermektedir. Bu bağlamda öğretmen atamaları da, mezkur yapısal dönüşümün insan kaynağı üretme işlevinin vazgeçilmez bir parçası konumundadır. Öte yandan laik / bilimsel eğitim talep eden veli grupları ile eğitim sendikaları, bu politikalara karşı çeşitli açıklamalar yapmış ve bazı şehirlerde protestolar düzenlemiştir. Ancak bu tepkiler, genellikle merkezi medyada yer bulamamakta ve baskı ya da hedef göstermelere maruz kalmaktadır. Sonuç olarak Türkiye’de öğretmen atamaları, teknik bir istihdam meselesi olmanın çok ötesindedir. Bu süreç, siyasal iktidarın eğitim alanı üzerindeki ideolojik tahakkümünü pekiştirmek, devletin ideolojik aygıtlarını dönüştürmek ve gelecek kuşakları kendi normları doğrultusunda şekillendirmek üzere kurgulanmış çok katmanlı bir stratejinin parçasıdır. Tarihsel olarak eğitim üzerinden devlet - toplum ilişkisini biçimlendirmeye çalışan her siyasal rejim gibi, mevcut iktidar da eğitimi bir toplumsal mühendislik aracı olarak kullanmaktadır. Bu bağlamda öğretmen atamalarını analiz etmek, sadece eğitim politikalarını değil, Türkiye’nin geleceğine dair siyasal projeksiyonları da anlamak açısından büyük önem arz etmektedir.
- Roma'nın İhyası ve Belisarius: Kahramanın Yolculuğu
Bizans İmparatorluğu’nun 6. yüzyıldaki en dikkat çekici figürlerinden biri olan Belisarius, yalnızca askeri zaferleriyle değil, aynı zamanda siyasal sistem içindeki konumuyla da incelenmeye değer bir şahsiyettir. Roma mirasının yeniden ihyası fikrine sıkı sıkıya bağlı olan İmparator Justinianus, hükümranlığı boyunca bu ideali hem hukuk alanında gerçekleştirmeye çalışmış hem de askeri seferlerle batıdaki eski Roma topraklarını yeniden imparatorluğa katmayı hedeflemiştir. Bu bağlamda Belisarius, Justinianus’un bu büyük hedefini uygulamaya koyduğu en etkili araçlardan biri olacaktır. Ancak Belisarius’un tarihsel önemi, yalnızca onun kazandığı savaşlarda değil, aynı zamanda içinde yer aldığı siyasal ilişkiler ağında yatmaktadır. Bizans sarayının girift yapısı, iktidar mücadeleleri ve kişisel sadakat ile siyasal çıkarların iç içe geçtiği bir zeminde, Belisarius’un yükselişi ve düşüşü, hem bireysel hem de yapısal dinamiklerin incelenmesiyle anlam kazanır. Justinianus’un İmparatorluk Vizyonu ve Siyasi Zemini Justinianus’un iktidarı (527–565), Doğu Roma İmparatorluğu’nun hem kurumsal hem de coğrafi olarak yeniden şekillendiği bir dönem olması hasebiyle dikkat çeker. Bu dönemde İmparator’un en büyük hedeflerinden biri, Roma İmparatorluğu’nun eski topraklarını geri kazanarak Renovatio Imperii yani "İmparatorluğun Yeniden Doğuşu" idealini gerçekleştirmektir. Justinianus’un bu hedefi, yalnızca askeri zaferlerle değil, aynı zamanda dini birlik ve hukuki reformlarla da desteklenmiştir. Justinianus’un hukuk alanındaki en önemli girişimi olan Corpus Juris Civilis , sadece iç düzeni sağlamlaştırmakla kalmamış, aynı zamanda imparatorluğun evrensel bir düzen iddiasını da yansıtmıştır. Bu hukuki reform, İmparator’un mutlak otoritesini meşrulaştıran bir çerçeve sunmuş, dolayısıyla onun siyasi hedeflerinin ideolojik dayanağını oluşturmuştur. Buna paralel olarak, monofizitlik tartışmalarının ve Hristiyanlık içi ayrılıkların damgasını vurduğu bir dönemde, dini birlik sağlama arzusu da Justinianus’un merkezileşme politikalarının önemli bir boyutunu teşkil etmiştir. Bu kapsamlı vizyonun uygulanmasında ise, güçlü ve sadık bir askeri komuta yapısına ihtiyaç duyulmuştur. İşte tam bu noktada Belisarius’un yıldızı parlamaya başlamıştır. Hem yetenekli bir stratejist hem de saraya bağlı bir figür olarak Belisarius, Justinianus’un ideallerini sahada hayata geçirebilecek az sayıdaki isimden biri olarak öne çıkmıştır. Ancak bu ilişki, ilk bakışta göründüğü kadar istikrarlı ya da güvene dayalı bir zemine oturmamaktadır; zira Bizans siyasetinde başarı çoğu zaman şüphe doğurmakta, güç ise sadakatle çatışabilmektedir. Belisarius’un Yükselişi: Dara’dan Kartaca’ya Belisarius’un Bizans ordusu içindeki yükselişi, hem yeteneği hem de zamanın siyasal ve askeri ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmiştir. Erken kariyerinde, Doğu sınırında Sasanilerle yürütülen savaşlar onun askeri dehasını ilk kez görünür kılmıştır. 530 yılında Dara Muharebesi’nde gösterdiği başarı, Belisarius’un yalnızca bir savaş komutanı değil, aynı zamanda stratejik düşünceyi sahada uygulayabilen ender askeri liderlerden biri olduğunu ortaya koymuştur. Dara’da sayıca üstün bir Sasani ordusuna karşı kazandığı zafer, hem Bizans toplumunda hem de sarayda geniş yankı uyandırmış, Belisarius’un ismi bir kahramanlık sembolü haline gelmiştir. Bu başarı, onun imparatorluk hiyerarşisinde daha merkezi bir rol üstlenmesinin önünü açmıştır. Justinianus’un batıya dönük yayılmacı politikasının bir sonraki hedefi Kuzey Afrika’daki Vandal Krallığı olunca, bu stratejik sefer için komuta görevi doğrudan Belisarius’a verilmiştir. 533 yılında başlayan bu sefer, Bizans askeri tarihinde olduğu kadar propaganda tarihinde de önemli bir dönüm noktasıdır. Belisarius’un sınırlı bir kuvvetle Kartaca’ya çıkması ve çok kısa sürede Vandalları mağlup ederek bölgeyi Bizans’a katması, onun hem cesaretini hem de askeri organizasyon yeteneğini perçinlemiştir. Ancak bu zafer yalnızca bir askeri başarı olarak değerlendirilmemelidir. Kuzey Afrika’nın yeniden imparatorluğa katılması, Justinianus’un Renovatio Imperii idealinin ilk somut meyvesi olmuş ve binaenaleyh Belisarius, bu ideali fiilen gerçekleştiren başat figür olarak konumlanmıştır. Belisarius’un zaferi, imparatorluk propagandasında Roma mirasının yeniden canlandırılmasının bir simgesi olarak kullanılmıştır. Nitekim bu dönemde gerek Konstantinopolis’te gerekse imparatorluğun diğer merkezlerinde Belisarius’un adının halk arasında büyük saygı uyandırdığı, hatta halk desteğinin kimi zaman saray çevrelerini rahatsız edecek düzeye ulaştığı bilinmektedir. Bu noktada Belisarius’un yalnızca bir asker değil, aynı zamanda potansiyel bir siyasi figür olarak da algılanmaya başlandığı söylenebilir. Saray entrikalarına karşı temkinli bir duruş sergilemiş olsa da, kazandığı zaferlerin ve halk nezdindeki itibarının, Bizans siyasetinin paranoid doğasında bir tehdit unsuru olarak değerlendirildiği açıktır. Bu durum, ilerleyen dönemlerde Belisarius’un sarayla olan ilişkilerini belirleyecek en temel çelişkilerden birini doğuracaktır: Sadakat ile güç arasında giderek belirginleşen gerilim. Roma’nın Kalbine Sefer: Got Savaşları ve İtalya’nın Gölgesinde Justinianus’un Batı’yı yeniden fethetme projesi, Kuzey Afrika’daki Vandal Krallığı’nın düşmesinden sonra İtalya’ya yönelmiştir. Bu yönelimin ardında yalnızca tarihsel mirasa duyulan özlem değil, aynı zamanda Akdeniz havzasındaki stratejik dengeyi yeniden şekillendirme arzusu da bulunmaktadır. İtalya’nın yeniden Bizans hakimiyetine alınması, hem siyasi hem de ideolojik anlamda "Roma"nın meşru varisi olma iddiasının tahkim edilmesi bakımından kritik öneme sahiptir. Bu büyük görevin yine Belisarius’a tevdi edilmesi, onun imparatorun gözündeki yerini koruduğunu göstermektedir; ne var ki bu sefer, önceki zaferlerden çok daha çetin ve çelişkili bir süreci de beraberinde getirecektir. 535 yılında başlayan Got Savaşları, Belisarius’un askeri kariyerinin en uzun ve en karmaşık cephesini teşkil eder. Sicilya’nın hızla ele geçirilmesinin ardından, Güney İtalya boyunca ilerleyen Bizans kuvvetleri, Ostrogotların başkenti Ravenna’ya kadar ilerlemiştir. 536 yılında Roma’nın alınışı, sembolik açıdan büyük bir zafer olarak değerlendirilmiş; zira bu gelişme, Doğu Roma’nın yalnızca toprak değil, tarihsel meşruiyet iddiasını da yeniden tesis ettiğinin işareti sayılmıştır. Ancak bu süreç, zaferin her zaman siyasal istikrar getirmediğini de göstermiştir. İtalya’da yürütülen savaş, klasik anlamda bir cephe hattından ziyade bir dizi kuşatma, isyan ve karşı saldırıdan oluşan, yıpratıcı bir çatışmalar silsilesine dönüşmüştür. Belisarius, bir yandan Got ordularıyla savaşırken, diğer yandan yerel aristokrasiyle ilişkileri yönetmek ve Bizans’a duyulan güvensizlikle baş etmek zorunda kalmıştır. Üstelik bu dönemde Justinianus’un sarayından gönderilen emirler, çoğu zaman siyasi hesaplara dayalı bir kuşku ile şekillenmiş; Belisarius’un yetkileri kısıtlanmış, lojistik destek yetersiz bırakılmıştır. Mezkur gelişmeler, Bizans siyasi sisteminde başarıya duyulan yapısal güvensizliğin bir yansıması olarak da değerlendirilebilir. Belisarius’un Roma’da kazandığı halk desteği, onun yalnızca bir komutan değil, potansiyel bir siyasal aktör olarak görülmesine neden olmuş; bu da saray çevrelerinde rahatsızlık yaratmıştır. Nihayet 540 yılında Ravenna’nın alınmasından sonra, Belisarius’un Gotlar tarafından “Batı Roma İmparatoru” unvanıyla tahta geçirilmek istenmesi – her ne kadar kendisi bu teklifi reddetmiş olsa da – Justinianus’un şüphelerini pekiştirmiştir. Bu olayın hemen ardından Belisarius’un geri çağrılması, yalnızca bir askeri rotasyon kararı değil, imparatorluk içindeki güç ilişkilerinin açık bir göstergesidir. Zaferle taçlanan bir sefer, komutanı için bir terfi değil, gözaltına alınacak kadar ciddi bir kuşkunun sebebi haline gelmiştir. Böylece Belisarius’un İtalya’daki başarıları, onun siyasi yalnızlığının da başlangıcı olmuştur. Sadakatin Bedeli: Siyasi Gözden Düşüş ve Belisarius Efsanesi Belisarius’un kariyeri, Bizans tarihindeki en çarpıcı paradokslardan birine işaret eder: Devletin kaderini belirleyen zaferler kazanmış bir komutanın, aynı devletin siyasi aygıtı tarafından sistematik olarak dışlanması. İtalya seferinin ardından saraya geri dönen Belisarius, bir süreliğine gözden uzaklaştırılmış, ancak doğu sınırında yeniden ortaya çıkan Sasani tehdidi nedeniyle 541 yılında tekrar görevlendirilmiştir. Buna rağmen, daha önceki dönemlerle kıyaslandığında, yetkileri açıkça kısıtlanmış, askeri kararları daha sıkı bir denetime tabi tutulmuştur. Bu durum, onun yalnızca bir savaş aracı olarak görüldüğünü, fakat siyasal güvenin dışında tutulduğunu ortaya koymaktadır. Bu dönem aynı zamanda Justinianus’un iktidar tarzındaki derinleşen merkeziyetçiliği de gözler önüne sermektedir. İmparatorun gücünü yalnızca dış tehditlere karşı değil, içteki olası rakiplere karşı da konsolide etme arzusu, Belisarius gibi karizmatik ve halk nezdinde popüler figürlerin sistem dışına itilmesine neden olmuştur. Bu bağlamda, 562 yılında Belisarius’un rüşvet suçlamasıyla yargılanması ve kısa süreliğine de olsa hapsedilmesi, saray siyaseti açısından bir tür "karakter tasfiyesi" olarak yorumlanabilir. Her ne kadar kısa bir süre sonra affedilse de, bu olay onun siyasi yaşamının fiilen sona erdiğinin işaretidir. Tarihyazımı açısından bakıldığında, Belisarius’un bu trajik düşüşü, zamanla mitolojik bir boyut kazanmıştır. Özellikle Orta Çağ Latin kaynaklarında ve daha sonra Aydınlanma dönemi Avrupası’nda Belisarius figürü, "gözleri oyulmuş, dilenmeye mahkum edilmiş sadık general" efsanesiyle temsil edilmiştir. Bu anlatı – tarihsel gerçeklikle birebir örtüşmese de – Bizans sarayındaki güvensizlik kültürünü ve kişisel sadakatin sistemsel karşılığının olmayışını simgesel bir düzlemde açığa vurur. Voltaire gibi düşünürlerce sahiplenilen bu efsane, otoriter iktidarın vicdansızlığına karşı bireysel erdemin trajik temsilidir. Belisarius’un yaşamı, bir yandan Roma geleneğinin son büyük komutanını, öte yandan Bizans siyasetinin yapısal güvensizliklerini bünyesinde barındırır. Ne tam anlamıyla bir muhalif ne de saf bir mağdur olan bu figür, devletin kendi iç mantığını sorgulatacak ölçüde karmaşık bir mirasa sahiptir. Onun hikayesi, yalnızca savaş meydanlarında değil, sadakat ile iktidar arasındaki kırılgan çizgide de yazılmıştır. Belisarius’un hayatı, Bizans İmparatorluğu’nun 6. yüzyıldaki siyasal, askeri ve ideolojik yapısını anlamak bakımından son derece kıymetli bir örnek teşkil etmektedir. Onun kişiliğinde, Justinianus’un Roma’yı yeniden ihya etme idealinin sahadaki karşılığı somutlaşmış; Dara’dan Kartaca’ya, Roma’dan Ravenna’ya uzanan seferlerde bu idealin sınırları ve sonuçları gözlemlenmiştir. Ancak Belisarius’un yalnızca bir askeri figür olarak değil, aynı zamanda siyasi bir özne olarak yaşadığı inişli çıkışlı kariyeri, Bizans siyasetinin doğasında var olan derin güvensizlik kültürünü de açığa çıkarmaktadır. Justinianus’un mutlakiyetçi vizyonu içinde Belisarius, hem vazgeçilmez bir araç hem de potansiyel bir tehdit olarak görülmüştür. Bu ikili algı, onun zaman zaman saraydan dışlanmasına, yetkilerinin budanmasına ve nihayet itibarsızlaştırılmasına neden olmuştur. Bu süreç, Bizans siyasetinde başarı ile sadakat arasında kurulan kırılgan ilişkinin tarihsel bir örneğidir. Belisarius’un şahsında, devletin çıkarları ile bireysel meziyetlerin nasıl çatıştığı, imparatorluk yapısının hangi dinamiklerle işlediği ve kişisel sadakatin hangi koşullarda değersizleşebildiği gözlemlenmektedir. Tarihsel bellek ise Belisarius’u yalnızca bir komutan değil, aynı zamanda trajik bir figür olarak hatırlamayı tercih etmiştir. Onun hikayesi, özellikle Batı düşüncesinde, adalet ile güç, sadakat ile iktidar arasındaki kadim gerilimin alegorisine dönüşmüştür. Bu yönüyle Belisarius, Bizans tarihinin ötesine taşan evrensel bir temsil gücüne sahip olmuş, devlet ve birey ilişkisini sorgulayan birçok düşünsel tartışmada yeniden anlam kazanmıştır. Son kertede Belisarius’un yaşamı, Bizans İmparatorluğu’nun yalnızca askeri gücünü değil, siyasal aklını ve ahlaki sınırlarını da gözler önüne sermektedir. Onun hikayesi, zaferin her zaman ödül getirmediği, sadakatin ise çoğu zaman karşılıksız kaldığı bir dünya düzeninin, tarih boyunca süreklilik gösteren bir izdüşümüdür. Kaynakça: Prokopios - Bizans'ın Gizli Tarihi Robert Graves - Kont Belisarios James Allan Evans - The Age of Justinian: The Circumstances of Imperial Power Averil Cameron - Procopius and the Sixth Century
- 1917 Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin Kuruluşu
1917 Ekim Devrimi, yalnızca Rusya İmparatorluğu’nun siyasal rejimini köklü biçimde dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda 20. yüzyılın ideolojik mücadelelerinin de başlangıç noktasını oluşturmuştur. Söz konusu devrim, Şubat 1917’de Çarlık rejiminin yıkılmasının ardından kurulan Geçici Hükümet’in, toplumsal taleplere karşılık verememesi ve siyasal meşruiyet kriziyle karşı karşıya kalması sonucunda gerçekleşmiştir. Bolşevik Parti önderliğinde örgütlenen devrimci hareket, işçi, asker ve köylü sovyetleri aracılığıyla iktidarın merkezine yerleşmiş; bu süreçte Lenin’in öncülüğünde geliştirilen devrim stratejisi, Marxist teorinin Rusya’ya özgü koşullarda uygulanmasına dayalı yeni bir yönelimi temsil etmiştir. Ekim Devrimi, bu yönüyle hem sosyalist kuramın pratiğe dönüşmesinde bir model teşkil etmiş hem de kapitalist dünyada ciddi bir karşı ideolojik mobilizasyonun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ekim Devrimi’ne ve Sovyetler Birliği'nin kuruluşuna giden sürecin dinamikleri, 20. yüzyıl başındaki Rusya'nın sosyal, ekonomik ve siyasal yapılarında yaşanan dönüşümlerle yakinen ilişkilidir. Evvela 1905 Devrimi, işçi sınıfının ve köylülerin kitlesel hoşnutsuzluğunu ilk kez siyasal talepler dizisiyle ifade ettiği bir kırılma noktası olarak öne çıkmış; ancak mezkur girişim, Çarlık rejiminin kısıtlı tavizleri ve yoğun baskı politikaları sonucunda bastırılmıştır. Bu gelişmenin ardından gelen 1914 tarihli 1. Dünya Savaşı ise, Rusya açısından hem cephe hattında ağır kayıplar hem de iç cephede derinleşen ekonomik kriz anlamına gelmiştir. Artan gıda kıtlığı, fiyat enflasyonu ve ulaşım altyapısındaki çöküş, büyük kentlerde halkın günlük yaşamını sürdüremez hale getirmiştir. Bu koşullarda, 1917 Şubat ayında Petrograd’da başlayan halk ayaklanmaları, kısa sürede ordu içinde destek bulmuş ve süreç, Çar 2. Nikolay’ın tahttan çekilmesiyle sonuçlanmıştır. Gelgelelim Çarlığın yıkılması da Rusya adına yeni bir siyasal istikrar üretmemiş ve Geçici Hükümet ile Sovyetler arasında oluşan ikili iktidar yapısı, ülkenin geleceğine dair derin bir meşruiyet krizine yol açmıştır. Şubat Devrimi sonrasında oluşan ikili iktidar yapısında Petrograd Sovyeti, işçiler ve askerler nezdinde büyük bir meşruiyet kazanmış; buna karşın Geçici Hükümet, halk nezdinde giderek zayıflayan bir otoriteye dönüşmüştür. Bu ortamda, Lenin’in Nisan 1917’de İsviçre’den dönüşü, Bolşevik Parti’nin stratejik yönelimini belirlemiş ve devrimin seyri üzerinde belirleyici bir rol oynamıştır. Lenin’in "Bütün İktidar Sovyetlere" ve "Barış, Ekmek, Toprak" gibi sloganları etrafında şekillenen Nisan Tezleri, yalnızca mevcut rejimin reddini değil; aynı zamanda burjuva - demokratik aşamayı atlamak suretiyle doğrudan sosyalist devrime geçilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Bolşevikler, bilhassa savaşın yarattığı yıkım ve köylülerin toprak talepleri karşısında Geçici Hükümet’in kayıtsız kalması hasebiyle, kitlelerin hızla radikalleştiği bir ortamda desteklerini arttırmıştır. Nitekim Sovyetler içinde çoğunluğu elde etmeleri, devrimci inisiyatifi tekelleştirmelerine imkan tanımış ve parti içindeki disiplinli örgütlenme modeli sayesinde, kısa sürede siyasal iktidarın fiilen alternatifi haline gelmişlerdir. 25 Ekim 1917 gecesi (Gregoryen takvime göre 7 Kasım), Bolşevik Parti’nin uzun süredir hazırlıklarını sürdürdüğü silahlı ayaklanma, Petrograd'da sistematik bir biçimde hayata geçirilmiştir. Ayaklanma, Lenin ve Troçki’nin önderliğinde, Askeri Devrimci Komite tarafından koordine edilmiş ve mezkur komite, Petrograd garnizonunun önemli bir kısmı ile Kızıl Muhafızlar adı verilen silahlı işçi birliklerini kısa sürede denetimi altına almıştır. İşin bir diğer ilginç yanı ise Kızıl Devrimin, halk ayaklanması şeklinde değil; son derece disiplinli ve merkeziyetçi bir örgütlenme sonucunda ve bir darbe niteliğinde gerçekleşmesidir. Stratejik noktalar olan telgrafhaneler, köprüler, devlet daireleri ve tren istasyonları Bolşevik unsurlar tarafından ivedilikle ele geçirilmiş ve bunun sonucunda direniş göster(e)meyen Geçici Hükümet üyeleri Kışlık Saray’da tutuklanmıştır. Aynı saatlerde Smolni Enstitüsü’nde toplanan Tüm Rusya Sovyetler Kongresi, Bolşeviklerin önerisiyle yeni iktidarın Sovyetler eliyle kurulduğunu vakit kaybetmeden ilan etmiş; bu çerçevede Halk Komiserleri Konseyi oluşturulmuş ve Lenin başkan seçilmiştir. Nihayetinde bütün bu gelişmeler, fiilen Bolşeviklerin tek parti iktidarını başlatmış ve Rusya tarihinde yeni bir siyasal rejimin başlangıç noktasını teşkil etmiştir. Ekim Devrimi’nin ardından Bolşevik iktidarı, toplumsal meşruiyetini pekiştirmekten ziyade, önce iktidarını korumaya ve muhalefeti etkisizleştirmeye yönelmiştir. Bu doğrultuda en acil meselelerden biri de, Rusya'nın 1. Dünya Savaşı’ndan çekilmesidir. Mart 1918’de imzalanan ve ağır koşullar içeren Brest-Litovsk Antlaşması sonucunda Rusya; Baltık bölgesi, Polonya ve Ukrayna gibi geniş topraklardan vazgeçmek durumunda kalmıştır. Buna rağmen Bolşevikler, savaşın derinleştirdiği yıkımı sona erdirme hedefi doğrultusunda antlaşmayı meşru bir adım olarak savunmuşlardır. Aynı dönemde Bolşeviklerin siyasal rakipleri olan Menşevikler, Sosyalist Devrimciler ve Kadetler sistemli biçimde siyasal süreçlerden dışlanmış ve bu durum, 1918-1921 yılları arasında sürecek olan "Kızıllar" ile "Beyazlar" arasındaki Rus İç Savaşı'na zemin hazırlamıştır. İç savaş sürecinde Bolşevikler, "savaş komünizmi" politikası doğrultusunda ekonomiyi merkezi kontrol altına almış ve zorunlu üretim ile tahıl toplama uygulamaları başlatmıştır. Aynı zamanda Çeka adı verilen istihbarat ve baskı aygıtı eliyle muhalif gruplar bastırılmış ve bu süreç, Bolşeviklerin devrim sonrası dönemde otoriter bir yönetim anlayışını benimsediklerini ortaya koymuştur. Ekim Devrimi’nin uzun vadeli etkilerini incelediğimizde, yalnızca Rusya’nın siyasal yapısında değil, beynelmilel ilişkiler sisteminde ve ideolojik mücadelelerde de köklü dönüşümlerin yaşandığını görürüz. Zira Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesi, ilk kez Marksist bir partinin teorik ilkelerini devlet yönetimine uygulama fırsatı bulduğu bir örnek teşkil etmiş ve bu durum, dünya genelindeki sosyalist hareketler için pratik bir model ve motivasyon kaynağı teşkil etmiştir. 1919 yılında kurulan Üçüncü Enternasyonal (Komintern), Sovyetler Birliği öncülüğünde dünya devriminin yayılması hedefiyle örgütlenmiş; bu yapı aracılığıyla Asya, Avrupa ve Latin Amerika'daki birçok ülkede komünist partilerin faaliyetleri desteklenmiştir. Ancak aynı süreçte, Batı Avrupa’da ve ABD’de yükselen antikomünist refleks, liberal demokrasiler ile sosyalist rejimler arasında ideolojik bir cepheleşmenin oluşmasına da sebebiyet vermiştir. 1920’lerden itibaren Sovyetler Birliği’nin dış politikası ile Batılı devletlerin güvenlik ve denge arayışları arasında şekillenen bu karşıtlık, 1945 sonrası dönemde Soğuk Savaş adıyla tanımlanacak olan kutuplaşmanın tarihsel temelini oluşturacaktır. Ekim Devrimi böylelikle, yalnızca bir rejim değişikliğinin değil, aynı zamanda küresel düzeyde siyasal, ekonomik ve ideolojik bir mücadelenin başlangıç noktası olarak tarihsel bir anlam kazanmıştır. Sonuç olarak 1917 Ekim Devrimi, yalnızca Rusya’nın monarşik yapısından sosyalist bir düzene geçişini temsil eden bir olay değil; aynı zamanda modern çağın en kapsamlı toplumsal ve siyasal dönüşümlerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Devrim, kapitalist üretim ilişkileri ile burjuva demokrasilerine karşı radikal bir alternatif sunmuş ve bu yönüyle yalnızca mevcut iktidar yapısını değil, tarihsel gelişme anlayışını da dönüştürmeye yönelmiştir. Lenin öncülüğünde şekillenen Bolşevik strateji, siyasal iktidarın sınıfsal karakteri ile devlet aygıtının doğasını doğrudan hedef almış ve bu tavır, klasik Marksist teorinin pratiğe uyarlanmasında önemli bir sapmayı da beraberinde getirmiştir. Her ne kadar Sovyetler Birliği'nin sonraki yıllarda otoriterleşmesi ve merkeziyetçi yapısı eleştirilere konu olmuşsa da, Ekim Devrimi dünya genelinde ezilen sınıflar, sömürge halklar ve devrimci hareketler için bir referans noktası olmaya devam etmiştir. Bu çerçevede Ekim Devrimi, 20. yüzyılın ideolojik kutuplaşmasını şekillendiren, tarihsel sonuçları hala tartışılan ve dünya tarihinde derin izler bırakmış bir dönüm noktası olarak varlığını sürdürmektedir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Neil Faulkner'dan Halkların Rus Devrimi Tarihi: Geçmişten Geleceğe Sosyalizm Dizis i, N. N. Sukhanov'dan 1917 Rus Devrimi , Karl Marx ile Friedrich Engels'ten Komünist Manifesto ve John Reed'den Dünyayı Sarsan On Gün adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Efsane ile Gerçek Arasında Bir Köprü: Zheng He ve Sinbad
Buharalı, Müslüman ve altı kuşaktır kendilerini Moğol hükümdarlarının hizmetine adamış bir yüksek memurlar ailesinden gelen Zheng He (1371–1433), Çin'in Ming Hanedanlığı döneminde yaşamış bir deniz amirali, diplomat ve kaşiftir. Asıl adı Ma He olan Zheng He, erken yaşta hadım edilerek saray hizmetine alınmış, daha sonra İmparator Yongle'nin himayesine girerek Çin donanmasının başkomutanı olmuştur. Zheng He’nin liderliğinde gerçekleştirilen yedi büyük deniz seferi, yalnızca Çin'in denizaşırı politikalarının değil, aynı zamanda 15. yüzyılda Asya’nın dünya ile kurduğu etkileşim ağlarının da temel bir parçasıdır. Zheng He, Yunnan bölgesinde Müslüman Hui ailesinin bir mensubu olarak dünyaya gelmiştir. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere Zheng He'nin doğduğunda adı Ma He'dir ve "Ma", Çin Müslümanlarında sık rastlanan, Mahmut veya Muhammed'in kısaltması olan bir isimdir. Zheng'in hem babası hem de dedesi Ma Haiji (hacı) olarak bilinmekte ve bu da ikisinin birlikte Mekke'ye hac ziyaretinde bulunduklarını düşündürmektedir. Ailesinin dini kimliği ve Orta Asya bağlantıları ise, onun ileriki yıllarda denizaşırı dünyayla kuracağı ilişkilerde önemli bir arka plan teşkil edecektir. 1381 yılında Ming ordularının Yunnan’ı işgali sırasında esir alınan Ma He, saraya getirildikten sonra hadım edilmiş ve imparatorluk bürokrasisine dahil edilmiştir. Bu süreçte Prens Zhu Di (sonradan Yongle) ile kurduğu kişisel bağ bilhassa dikkate değerdir. Zamanla prensin saray içi hanesinin başına dek yükselen ve efendisinin sağ kolu haline gelen Ma He'ye, bu görevi esnasında "Üç Himayeli" veya "Üç Mücevherli" anlamına gelen "Hadımağa San Bao" şeklinde hitap edilmiştir. Sivil görevlerinin yanında askeri alanda da parlak bir kariyer çizen Ma He'nin, Zheng He adıyla anılmaya başlaması ise Başkent Beijing'in yakınındaki Zhenglunba'da gerçekleşen muharebede gösterdiği cesaret ve yiğitliğe dayanmaktadır. Zira savaşın ardından efendisi (Zhu Di) ona bir sevgi nişanesi olarak Zheng He şeklinde hitap etmeye başlayacaktır. Ancak Zheng He'ye kalıcı bir ün ve tarihte önemli bir yer tahsis eden görev, Orta İmparatorluk'un efsanevi donanmasının inşası ve komutası olacaktır. Zheng He'nin başkomutanlığında düzenlenen yedi büyük sefer, 1405’ten 1433’e kadar sürmüş ve mezkur seferler kapsamında Güneydoğu Asya, Hindistan, Arabistan, Doğu Afrika kıyıları (bugünkü Kenya, Tanzanya) gibi bölgeler ziyaret edilmiştir. Yaklaşık 300 gemiden oluşan "hazine filosu", zamanının en büyük deniz gücünü temsil ederken, seferlerin amacı yalnızca ticaret değil, diplomatik temsiliyet, itibar inşası ve Ming Hanedanlığı’nın evrensel kudretini ilan etme çabasıdır. Konu hakkında yazılmış çeşitli anlatıları okurken, bu girişime damgasını vuran yaratıcılık, yetkinlik ve modernlik karşısında hayranlık duymamak elde değildir. Örneğin; bir geminin yegane işi, düzenli "içme suyu" tedarik etmektir ve her olanak bulduğunda bunu diğer gemilerin arasında dolaşmak suretiyle dağıtmak ile görevlidir. Bunun yanı sıra boyları 120, enleri ise 50 metreyi geçen en büyük gemilerde, kimi hayvanların ve gerekli bazı bitkilerin yetiştirildiği yüzen "çiftlikler" kurulmuştur. Ayrıca bütün büyük gemilerde titizce tedarik edilmiş deniz haritaları ve manyetik pusulaların beraberinde, bambunun yapısından esinlenerek yapılmış su geçirmez bölmeler de bulunmaktadır. Zheng He, gittiği limanlarda yerel yöneticilere imparatorluk hediyeleri sunmuş, Çin egemenliğini tanımaya davet etmiş ve bazen yerel anlaşmazlıklara müdahale etmiştir. Bu yönüyle onun seferleri, klasik Batı kolonyalizminin aksine, çoğunlukla karşılıklı ilişki ve saygı temelinde yürütülmüş, imparatorluk yayılmacılığıyla kültürel etkileşim arasında karmaşık bir denge kurmuştur. Ancak büyük donanmanın odysseia'sı bugün bize hayranlık verici görünse de, o dönemde imparatorluk sarayının ileri gelenleri tarafından aynı şekilde algılanmamıştır. Nitekim Zhu Di 1424'te ölünce yerine geçen oğlu Zhu Gaochi, ilk iş olarak deniz seferlerine devam edilmeyeceğini ilan etmiştir. Ona göre projenin bütünü Konfüçyüs öğretisinden ciddi bir sapmadır; zira tevazu ile sadeliği öğütleyen Konfüçyüs, her türlü gösterişi kınamaktadır. Bu esnada Zheng He, Somali ile Zanzibar'a dek uzandığı 6. seyahatini tamamlamış durumdadır ve kendisine "maceranın" sona erdiği kaba bir dil ile tebliğ edilmiştir. Ancak yeni imparator da yalnızca 9 ay süren saltanatının akabinde aniden kalp krizinden mütevellit ölmüş ve halefi olan oğlu, deniz aşırı seferlere selefi kadar düşmanca yaklaşmamıştır. Nihayetinde Zheng He'ye yedinci bir sefer için icazet verilmiş ve amiral bu kez Hürmüz Boğazı'na dek gitmiştir. Lakin bu onun son seferi olacaktır; zira Zheng He son seyahatinin dönüş yolunda yani 1433'te Kalikut'ta vefat edecektir. Ölümünden sonra Çin’in dışa açılma politikası terk edilmiş, donanma küçültülmüş ve seferlerin belgeleri sistemli biçimde yok edilmiştir. Ancak hem İslam dünyasında hem de Güneydoğu Asya’daki sözlü tarih geleneğinde Zheng He’nin adı efsanevi bir figür olarak yaşamaya devam etmiştir. Yazımızın asıl konusunu teşkil eden Zheng He’nin tarihi şahsiyeti ile Binbir Gece Masalları ’nın kurgusal kahramanı Sinbad arasındaki benzerlikler üzerinden tesis edilen ilişki, tarih yazımı ile edebiyat arasındaki geçirgen sınırları hatırlatmaktadır. Bu bölümde, söz konusu benzetmenin arka planını kültürel ve tarihsel düzeylerde irdeleyeceğiz. Zheng He ve Sinbad arasında ilk bakışta göze çarpan benzerlikler, her ikisinin de yedi deniz seferi gerçekleştirmiş olması ve Sinbad ile San Bao isimleri arasındaki paralelliktir. Zheng He’nin tarihi olarak belgelenmiş yedi seferi ile Sinbad’ın yedi masalsı yolculuğu, anlatı kurgusu bakımından koşut bir yapı oluşturmaktadır. Her iki figür de doğdukları yerin ötesine geçmiş, bilinmeyen coğrafyalarla temas kurmuş ve gittikleri her limanda yalnızca mallar değil, kültürel değerler de taşımışlardır. Zheng He’nin imparatorluk iradesini temsil eden diplomatik ziyaretleri ile Sinbad’ın tüccar sıfatıyla gerçekleştirdiği gönüllü keşifler arasında işlevsel bir fark olsa da, her ikisinin de anlatısında egzotizm, hayret ve kültürler arası etkileşim temel motiflerdir. Zheng He'nin tarihi kimliği, zaman içinde mitolojik bir aura kazanmış ve bilhassa Güneydoğu Asya’daki sözlü anlatılarda bir halk kahramanına dönüşmüştür. Bu süreç, Sinbad’ın anlatılarındaki mitolojik ögelerle örtüşen bir dönüşüm izlemiştir: Dev yaratıklar, kayıp adalar, olağanüstü zorluklar ve ahlaki sınavlar. Batı merkezli keşif anlatıları, genellikle Kolomb, Magellan, Vasco da Gama gibi figürler etrafında şekillenirken; Doğu dünyasının keşif geçmişi çoğu zaman arka planda bırakılmıştır. Zheng He–Sinbad benzetmesi, bu eksikliği telafi etmeye yönelik bir anlatı hamlesidir. Çinli amiralin barışçıl, diplomasi temelli seferleri; Sinbad’ın ticari, bireysel ve kader odaklı yolculuklarıyla birleşerek Doğu’nun keşif geleneğinin çok katmanlı doğasını ortaya koymaktadır. Velhasıl Zheng He ile Sinbad arasındaki benzerlikler, tarih ile edebiyatın iç içe geçtiği bir kültürel izdüşüm sunmaktadır. Bu iki figür, yalnızca zaman ve mekan ötesinde yol alan seyyahlar değil; aynı zamanda Doğu dünyasının kendini anlatma biçimlerinin iki yüzüdür. Birinin geçmişi arşivlerde, diğerinin ise hayal gücünde saklıdır. Ancak ikisi birlikte, medeniyetlerin deniz yolculukları üzerinden kurdukları iletişimin sürekliliğini temsil etmektedir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Amin Maalouf'tan Labirent, Louise Levathes'ten Çin’in Denizlerdeki İmparatorluğu: Hazine Filosu ve Zheng He’nin Seferleri ve Sabahattin Eyüboğlu'nun çevirisiyle Binbir Gece Masalları adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- PKK'nın Fesih Kararı: Türkiye ve Orta Doğu
PKK'nın 12 Mayıs 2025 tarihli, silahlı mücadelesini sonlandırma ve örgütsel yapısını feshetme beyanı, Türkiye siyasi tarihinde alışılmadık bir dönüm noktasını işaret etmektedir. Söz konusu açıklama, yalnızca bir silahlı örgütün faaliyetlerine son verme kararı değil; aynı zamanda uzun ve çetrefilli bir tarihsel sürecin de iç muhasebesi niteliğindedir. Zira Fesih, bir kapanış kadar bir "anlatı kurma" eylemidir ve binaenaleyh bu bildiride; Kürt siyasal hareketinin temel kırılma noktaları yeniden adlandırılmakta, geçmişle hesaplaşılmakta ve geleceğe dair ima yüklü göndermeler bulunmaktadır. Bilhassa üç tarihsel referans - Lozan Antlaşması, Turgut Özal, ve AKP’nin Kürt Açılımı - bu beyanın yalnızca bir örgüt belgesi değil, aynı zamanda bir siyasal hafıza metni olarak da okunabileceğini ortaya koymaktadır. Lozan’a yapılan atıf, Kürtlerin Cumhuriyet’in kuruluş paradigmalarına yönelttiği tarihsel eleştiriyi yeniden gündeme taşırken, Özal ismi devlet içinden gelen ve geçmişte umut yaratmış bir çözüm imkanını temsil etmektedir. Buna karşılık, AKP’nin "açılım süreci" ise bu umutların nasıl tıkanabileceğinin ve yeniden güvenlikçi paradigmalara dönülebileceğinin bir vurgusu olarak zihinlerdeki yeri işaret etmektedir. İşbu yazı PKK’nın fesih beyanını, bahsini geçirdiğimiz üç referans üzerinden devlet, kimlik ve çözüm arayışı bağlamında analiz etmeyi amaçlamaktadır. Bu çerçevede yalnızca Kürt hareketinin değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tahayyülünün de geçirdiği dönüşüm ve tıkanmaları değerlendirmek mümkün olacaktır. 1) Lozan Antlaşması ve Kuruluş Statükosu PKK’nın fesih beyanında açıkça hedef aldığı simgelerden biri, 1923 tarihli Lozan Antlaşmasıdır. Bu antlaşmanın yalnızca diplomatik bir belge değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu metinlerinden biri olarak simgesel bir öneme sahip olduğu aşikardır. Bu yönüyle Lozan’a yöneltilen eleştiriler, Türkiye’nin modernleşme projesinin ve ulus - devlet inşasının temel parametrelerine karşı bir tarihsel reddiye işlevi görmektedir. Lozan Antlaşması’nda, "azınlık" kategorisi yalnızca gayrimüslimleri kapsayacak biçimde tanımlanmıştır ve bu tercih, yeni kurulan Cumhuriyet’in homojen bir ulus yaratma hedefiyle doğrudan iltisaklıdır. Kürtler gibi Müslüman kimliğe sahip ama birtakım kültürel farklılıklar taşıyan gruplar bu çerçevenin dışında bırakılmış ve böylece Kürt meselesi, emperyalist odakların istismar edebileceği bir "azınlık sorunu" olmaktan çıkıp, potansiyel bir "iç sorun" hüviyetine büründürülmüştür. Terör örgütü PKK'nın beyanında geçen Lozan eleştirisi, salt bir antlaşmaya değil; onun temsil ettiği devlet aklına yöneliktir. Antlaşmanın, Kürt halkını tarihsiz, coğrafyasız ve siyasal iradeden yoksun bir kolektif olarak tanımlayan devlet mantığının kurucu sütunu olduğu iddia edilmektedir. Bu açıdan PKK, Lozan'ı yalnızca bir diplomatik metin değil, bir "yurttaşlık rejimi" olarak konumlandırmakta ve buna karşı alternatif bir siyasal tahayyül (Öcalan'ın ifadesiyle; demokratik ulus) önermektedir. Lozan Antlaşması’na yönelik bu ideolojik eleştiri, yalnızca Kürt hareketine özgü değildir. Keza 2016 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Lozan bir zafer mi, hezimet mi?" sorusu da, bu kurucu metnin bugünün siyasi tartışmaları içerisinde hala ne kadar merkezi olduğunu göstermektedir. Ancak Erdoğan'ın bu sorgulamasının ulus - devlet eleştirisinden çok, "mavi vatan" ve "yeni Osmanlıcılık" bağlamında yapıldığı da gözden kaçırılmamalıdır. Diğer tarafta PKK’nın eleştirisi ise tam tersine merkezileşmeye ve tek tipleştirmeye karşı bir çoğulculuk savunusuna yaslanmaktadır. Lozan, PKK’nın fesih beyanında yalnızca tarihsel bir uğrak değil, halen yürürlükte olan bir siyasal zihniyetin adı olarak değerlendirilmektedir. Bu yönüyle terör örgütünün açıklaması, Cumhuriyet’in kuruluşunu hem tarihsel hem de normatif olarak sorgulayan bir siyasal manifestoya dönüşmektedir. Eleştirilen yalnızca Cumhuriyet’in başlangıcı değil; bu başlangıcın bugüne dek taşıdığı devlet refleksleridir. 2) Kürt Hareketinin Tarihsel Kırılma Noktaları Kürt hareketi, Türkiye modernleşmesinin ve ulus-devletleşme sürecinin hem içinde hem de dışında konumlanan bir tarihsel oluşumdur. Bu ikili karakteri nedeniyle, Kürt meselesi yalnızca kimliksel bir sorun değil, aynı zamanda siyasal egemenliğin sınırlarını belirleyen bir alan olarak varlık göstermiştir. PKK’nın fesih beyanı da bu uzun süreli tarihsel süreci arka plana alarak konumlanır. Hareketin belli başlı kırılma noktaları, bu çerçevenin anlaşılması açısından önem arz etmektedir. Başlangıç olarak, Şeyh Said isyanı, yeni kurulan Cumhuriyet’in hem laikleşme hamlesine hem de etnik homojenleşme politikasına karşı gelişen ilk büyük kalkışmadır. İsyanın bastırılmasıyla birlikte, Kürtler artık yalnızca bir toplumsal unsur değil; bir "tehdit" olarak da sınıflandırılmıştır. Takrir-i Sükûn Kanunu, İstiklal Mahkemeleri ve sürgün uygulamaları, dönemin devlet reflekslerini doğrular niteliktedir. Devletin kurucu hafızasında bu isyanın, "bölücülükle mücadele"nin miladı sayıldığı unutulmamalıdır. 1980 askeri darbesinin ardından gelen siyasal boşluk, PKK’nın 1984’te Eruh ve Şemdinli saldırılarıyla ilk kez sahneye çıkmasıyla dolmaya başlamıştır. Bu dönem, Kürt sorununun ilk kez ulusal ve beynelmilel kamuoyunda "silahlı çatışma" düzeyine yükselmesi anlamına da gelmektedir. Bu bağlamda terör örgütü, Kürt hareketi içinde seküler, sol-sosyalist ve militan bir damar olarak ayrışmıştır. Bu süreç aynı zamanda hareketin militerleşmesi kadar, siyasal tahayyülünün de radikalleştiği bir dönemi temsil etmektedir. Devletin bu çıkışa yanıtı ise, geleneksel güvenlikçi paradigma içinde kalmış ve sorun, bir "terör" meselesine indirgenerek siyasal muhtevasından soyutlamıştır. Öcalan'ın 1999’da Kenya'da yakalanarak Türkiye'ye getirilmesi, hem örgütsel yapı hem de siyasal yönelim açısından bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Bu olayın ardından PKK, geleneksel Marksist-Leninist çizgiden uzaklaşarak, Öcalan’ın geliştirdiği “demokratik konfederalizm” teorisi çerçevesinde yeni bir siyasal proje oluşturmaya yönelmiştir. Bu yeni dönemde silahlı mücadele, artık nihai hedef değil; bir savunma aracı olarak konumlandırılmaya başlanmış ve 2000’li yıllarla birlikte "demokratik ulus", "radikal demokrasi" gibi kavramlar, hareketin yeni söz dağarcığını oluşturmuştur. Siyasal alanın genişletilmesi ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi fikri, bu yeni tahayyülün temelini oluşturmaktadır. Terör örgütünün 2005’te ilan ettiği "Demokratik Cumhuriyet" perspektifi, silahlı mücadele ile siyasal katılım arasında bir denge kurma girişimi olarak değerlendirilebilir. Bu dönemde Kürt hareketi, legal siyasal alanla (örneğin HDP ve öncülleriyle), yerel yönetim deneyimiyle ve kültürel inşa faaliyetleriyle daha güçlü bir şekilde iç içe geçmiştir. Yeni evrede, silah bırakma tartışmaları, çözüm süreci denemeleri ve uluslararası meşruiyet arayışları da gündeme gelmiştir. PKK’nın fesih beyanı, bu çizginin artık "başka bir aşamaya" geçtiğini iddia eder niteliktedir. 3) Turgut Özal ve Devlet İçinden Çözüm Umudu PKK’nın fesih beyanında dikkat çekici noktalardan biri de, Turgut Özal’a yönelik olumlu atıftır. Devlet içinden bir aktörün, Kürt meselesine dair çözüm iradesini simgelemesi açısından bu atıf, yalnızca bir şahsiyete değil; aynı zamanda potansiyel bir siyasal yönelime yapılmıştır. Özal, hem Cumhurbaşkanlığı dönemindeki açıklamalarıyla hem de 1991 sonrası yürüttüğü girişimlerle Kürt meselesine yaklaşımda alternatif bir çizgiyi temsil etmiştir. Bu bağlamda PKK’nın ona gönderme yapması, geçmişte kalan ama hafızada yankılanan bir “başka devlet imkanı"nın hatırlatılmasıdır. Turgut Özal’ın Kürt meselesine yaklaşımı, klasik devlet reflekslerinden ayrışan iki temel özellik taşımaktadır: Birincisi etno-kültürel farklılığı tanıma yönelimi, ikincisi ise çözüm arayışını ekonomik kalkınma ve entegrasyon üzerinden kurma çabası. 1991’de Kürtçe konuşma yasağının kaldırılması, bölgesel yatırımlar ve Kürt realitesinin kamuoyunda açıkça telaffuz edilmesi gibi adımlar, onun dönemine ait farklılaşma sinyalleridir. Ancak Özal’ı diğer aktörlerden ayıran belki de en kritik fark, devlet içinden gelen bir meşru figür olarak çözüm girişiminde bulunmasıdır. Bu, terör örgütünün de dikkat çektiği gibi, devletin “kendi içinden dönüşme” ihtimalini temsil etmektedir. Binaenaleyh Özal'a yapılan atıf, yalnızca kişisel bir takdir değil; dönüştürücü bir devlet aklının nostaljik simgesidir. 1993 yılına gelindiğinde, PKK ile dolaylı bir ateşkes zemini oluşmuştur. Öcalan'ın tek taraflı ateşkes ilanı ve çatışmaların azalması, Özal'ın bu süreçteki etkisinin dolaylı da olsa varlığını göstermektedir. Her ne kadar bu süreç resmi müzakerelere dönüşmeden Özal'ın beklenmedik ölümüyle kesintiye uğramışsa da, Kürt hareketinde kalıcı bir iz bırakmıştır. Velhasıl PKK’nın fesih beyanında Özal'ı hatırlatması, çözümün yalnızca silah yoluyla değil; karşılıklı siyasal iradeyle ve devletin dönüşümüyle mümkün olabileceği inancını vurgulamaktadır. 1993 yılı, yalnızca Özal’ın ölümüyle değil, aynı zamanda Kürt meselesinde militarist paradigmaya tam anlamıyla geri dönüşün başlangıcı olarak da kayda geçmiştir. Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçağının düşmesi, DEP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması, köy boşaltmaları ve faili meçhullerle karakterize edilen 1993-95 dönemi, çözüm ihtimalinin sistematik biçimde tasfiye edildiği bir evredir. Bu nedenle PKK'nın gözünde Özal, "ne olabilirdi ?" sorusuna verilen kısa ama anlamlı bir cevaptır. 4) 2009: Çözüm Süreci PKK’nın fesih beyanında, yalnızca geçmişin devlet politikalarına karşı bir eleştiri değil, aynı zamanda AKP'nin Kürt açılımı sürecinin başarısızlığına yönelik de bir vurgulama bulunmaktadır. AKP’nin 2009’da başlattığı Kürt açılımı, başlangıçta büyük beklentiler yaratmış ve bilhassa devletin güvenlikçi yaklaşımına karşı alternatif bir çözüm sunmayı hedeflemiştir. Ancak bu süreç, büyük ölçüde hayal kırıklığıyla sonuçlanmış ve AKP’nin Kürt meselesine dair geçmişteki ılımlı söylemi, zamanla sertleşen bir güvenlik politikasıyla yer değiştirmiştir. PKK’nın fesih açıklamasındaki göndermeler, bu dönüşümün eleştirisi olarak da okunabilir. 2009 yılında dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Kürt açılımının sadece bir "insan hakları" meselesi değil, aynı zamanda toplumsal barış ve demokratikleşme için bir fırsat olduğunu vurgulamıştır. Açılım, adeta bir "kapsayıcı siyaset" önerisi gibi gündeme gelmiş, çözüm süreci için pek çok umut yaratılmıştır. Bu çerçevede, Diyarbakır’daki tarihi Nevruz kutlamaları ve Abdullah Öcalan'ın çağrılarıyla başlayan müzakere süreci, 2013-2015 yıllarında belirli bir ivme kazanmıştır. Terör örgütü, bu dönemde ateşkese gitme ve silah bırakma konusunda daha açık bir tutum sergilemiş, hatta Türkiye'deki çözüm süreci ilerledikçe, devlet içinden çözüm iradesinin ve siyasi katılımın daha fazla yer bulacağı ümidi ortaya çıkmıştır. Ancak PKK'nın 2015 yılında Suruç'ta gerçekleştirdiği katliam ve ardından gelen çatışmalar, çözüm sürecinin sona ermesinin zeminini hazırlamıştır. HDP, bu süreçte Kürt siyasal hareketinin en güçlü temsilcisi haline gelirken, AKP ise özellikle 2015 sonrası dönemde güvenlikçi bir dil benimsemeye ve Kürt siyasi hareketini dışlamaya başlamıştır. Bu dönüşüm, sadece PKK ile müzakerelerin kesilmesi değil, aynı zamanda HDP’nin siyaseten marjinalleşmesi anlamına da gelmiştir. 2015 seçimlerinden sonra yaşanan çatışmalar, bölgede yaşanan sosyal ve kültürel travmalar, çözüm sürecinin kapanmasının gerekçelerini oluşturmuştur. AKP’nin bu dönüşümü, yalnızca güvenlikçi politikaların pekişmesine değil, aynı zamanda Kürt siyasal hareketinin kriminalize edilmesine de yol açmıştır. Başlangıçta umut veren vetire, nehrin yönünün değişmesiyle tıkanmış ve nihayetinde tekrar şiddet ile çatışma zeminine kaymıştır. 5) Fesih Kararının Ortadoğu’daki Etkisi, Büyük Ortadoğu Projesi ile İlişkisi ve YPG ile Bağlantıları PKK’nın fesih beyanı, yalnızca Türkiye’deki Kürt hareketini değil; aynı zamanda Ortadoğu’daki dinamikleri de etkileyecek bir adım anlamına da gelmektedir. Bu kararın, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bağlamında değerlendirilmesi, hem bölgesel aktörlerin PKK’yla olan ilişkilerini hem de YPG gibi örgütlerle olan bağlarını anlamak açısından kritik bir öneme sahiptir. 2001 yılında George W. Bush yönetimi tarafından açıklanan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Orta Doğu'nun siyasi haritasının yeniden şekillendirilmesi amacını taşımaktadır. Bu proje, yalnızca bölgesel güçlerin sınırlarını değil; aynı zamanda etnik, mezhebi ve siyasal yapıları da yeniden yapılandırmayı öngörmektedir. Proje kapsamında bilhassa Kürt kimliği ve hareketleri önemli bir yer tutmuş ve Kürtlerin, bölgesel bağımsızlık mücadelesine giden yolun taşlarını döşemek üzere stratejik bir unsur olarak kullanılmaları beklenmiştir. Terör örgütün fesih kararı, BOP’un hedeflerinden biri olan Kürtlerin bölgesel güç haline gelmesi hedefiyle örtüşmektedir. Ancak bu süreç, PKK’nın yalnızca silahlı bir örgüt olmaktan çıkıp, aynı zamanda siyasi ve kültürel bir aktöre dönüşme çabalarına da işaret etmektedir. Örgütün Kürt kimliği üzerinden meşruiyet kazanması ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki Kürt hareketleriyle benzerlik göstermesi, BOP çerçevesindeki stratejik amaçlarla da örtüşen bir gelişme olmuştur. Özellikle Suriye, Irak ve İran’daki Kürt hareketleri ile PKK’nın bağları, BOP'un bölgedeki uygulanabilirliği açısından kritik rol oynamaktadır. PKK’nın fesih kararı, bu hareketlerin ulusal sınırlar içinde ve ötesindeki etkilerini de yeniden değerlendirmeyi gerektirmektedir. Örgüt, hem içsel sorunlar hem de bölgesel ilişkiler açısından yeniden yapılanma sürecine girdiği bir döneme adım atmıştır. Fesih kararının Ortadoğu’daki en önemli yansıması, Suriye’deki YPG (Halk Savunma Birlikleri) ile olan ilişkileridir. 2011’de Suriye iç savaşının patlak vermesinin ardından, YPG, PKK’nın Suriye kolu olarak konumlanmış ve Esad rejimiyle yapılan anlaşmalar sonucunda Kuzey Suriye'de özerk bir yönetim kurmaya başlamıştır. ABD'nin IŞİD karşıtı koalisyonunda YPG’yi stratejik bir müttefik olarak kabul etmesi, PKK’yla bağlantılı olan bu unsurların uluslararası meşruiyet kazanmalarını sağlamıştır. Bu bağlamda fesih kararı, YPG’nin geleceği ve Suriye’nin kuzeyindeki özerklik hareketleri açısından önemli bir dönüm noktasını işaret etmektedir. Zira YPG, PKK’nın askeri stratejilerini ve ideolojik çizgisini benimsemiştir. Binaenaleyh PKK'nın silahlı mücadeleye son verme kararına tepkisi, örgütler arasındaki ilişkiyi doğrudan etkileyecektir. YPG'nin PKK’nın gerilla stratejilerini takip eden bir yapısı olması, bölgedeki güç dengesini de gözler önüne sermektedir. PKK'nın ortadan kalkmasının, YPG’nin askeri ve siyasi yapısını güçlendirmeyi amaçlayan bir yeniden yapılanma sürecini de tetikleyebileceği gözden kaçırılmamalıdır. PKK ve YPG’nin Ortadoğu’daki etkileri, yalnızca Kürt siyasetinin değil; aynı zamanda bölgesel güvenlik dengelerinin yeniden şekillendirilmesinde belirleyici bir rol oynamaktadır. YPG’nin Suriye’deki güç kazanımı, Türkiye için ciddi bir güvenlik tehdidi olarak algılanırken, aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya gibi küresel aktörlerin de stratejik hesaplarını doğrudan etkilemiştir. Türkiye haklı olarak, YPG’yi PKK’nın uzantısı olarak görerek, sınırlarında "terörist" bir oluşumun güçlenmesini engellemeye çalışmaktadır. Öte yandan, YPG’nin Suriye’deki kazanımlarını destekleyen ABD ve Rusya, bu örgütleri farklı sebeplerle sahiplenmiş, ancak Türkiye’nin güvenlik kaygıları doğrultusunda bölgedeki siyasi denklemleri sürekli bir gerilim içinde tutmuştur. Hülasa PKK'nın fesih kararının, bölgedeki bu gerilimi daha da derinleştirebileceği unutulmamalıdır. YPG’nin, PKK’dan bağımsız bir siyasal çizgiye kayması ve PKK'nın silahlı mücadeleye son vermesi, Suriye’deki Kürt bölgesinin geleceği için yeni bir yönelimi işaret etmektedir. YPG'nin "PKK ile yollarını ayırma" yönündeki tavrı ise, hem bölgesel aktörlerin hem de küresel güçlerin stratejik hesaplarını yeniden şekillendirecektir. 6) Sonuç: PKK'nın Fesih Kararının Geleceğe Yansımaları Bugün yapılan açıklama, yalnızca bir örgütün silahlı mücadelesine son verme kararı değildir; aynı zamanda bölgesel, ulusal ve uluslararası düzeyde önemli stratejik değişimlerin habercisidir. Bu karar, hem Türk iç siyaseti hem de Orta Doğu'daki Kürt hareketlerinin geleceği üzerinde derin etkiler yaratacak bir dönüm noktası olarak değerlendirilmelidir. PKK’nın fesih kararı, yalnızca Türkiye ile sınırlı kalmayıp, Orta Doğu’daki diğer Kürt hareketlerinin de yönelimlerini belirleyecektir. Bu kararın - İran’daki Kürt hareketi ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi üzerindeki etkileri - bölgedeki güç dengesini kaçınılmaz bir şekilde yeniden şekillendirecek olması ise üzerinde durulması gereken bir diğer önemli husustur. Öte yandan uluslararası konjonktürde, terör örgütünün lağvedilmesi, Batılı güçlerin Kürt hareketlerine verdiği desteğin devam edip etmeyeceği konusunda soru işaretleri oluşturacaktır. ABD ve Avrupa Birliği'nin, PKK’yı terörist bir örgüt olarak görmekle birlikte, YPG gibi unsurlara destek verirken, bu dengeyi nasıl kuracağı ise belirsizliğini koruyan bir diğer başlık olarak öne çıkmaktadır.
- 1789: Halkın Adına, Krala Karşı
Fransız Devrimi, en az 500 yıllık ekonomik ve toplumsal bir gelişimin ürünüdür. Her ne kadar İngiliz ve Amerikan devrimleri daha önce gerçekleşmişlerse de Orta Çağ karanlığını zorlayan insan düşüncesinin yarattığı sosyal ve siyasal anlayışın hızla yayılan bir ideoloji hüviyetine bürünebilmesi Fransız İhtilali sonrasında mümkün olabilmiştir. Aynı şekilde, insan emeğinin ve zekasının yarattığı büyük iktisadi patlamanın (bkz: Sanayi Devrimi ) sonuçlarının tüm dünyaya yayılması da ancak Fransız Devrimi'nin akabinde görülebilecektir. İngiliz Devrimi, her şeye rağmen "yumuşak" bir geçiştir. Amerikan Devrimi ise bir bağımsızlık savaşının öğelerini önemli ölçüde barındırmaktadır. Bunlara karşılık Fransızların devriminde toplumda yeni oluşan sınıfların net bir biçimde örgütlenmeleri ve monarşik kökenli bir iktidarı zorla değiştirmeleri gözlemlenmektedir. Keza Fransa'da ihtilalin yıl dönümü olarak genel meclislerin toplanmasına veyahut millet meclisinin kurulmasına tekabül eden tarih yerine Bastille 'in silah zoruyla zapt edilip yıkılmasının (14 Temmuz 1789) tercih edilmesinin elbette bir nedeni ve anlamı vardır. Hobsbawn 'ın çok yerinde bir tespit ile açıklamış olduğu üzere "19. yüzyılın ekonomik tarihi önemli ölçüde İngiliz Endüstri Devrimi tarafından belirlenmiştir, ancak aynı yüzyılın siyaset ve ideolojisini belirleyen şey Fransız Devrimi olmuştur." Devrim ya da eski deyişle inkılap kavramı, genellikle kısa bir zaman zarfı içerisinde meydana gelen, ani ve köklü değişimleri ifade eder. Bu tanımlamada mevzubahis olan anilik ise, birkaç yıla kadar uzayabilen bir sürece tekabül etmektedir. Zira bir "değişimin", "evrim" mi yoksa "devrim" mi olduğu konusunda karar vermek de pek kolay değildir. Ayrıca "zorlama" unsurunun da gerek / koşul üzerinden bu bağlamda tartışılması zaruridir. Fransız Devrimi, ekseriyetle, genel meclislerin toplanması ile anlatılmaya başlanır. Oysa ki 16. Louis 'nin söz konusu meclisleri toplantıya çağırmasından önce Ancien Regime 'in zorlaşan koşullarından ve statü yitirmesinden tedirgin olan aristokrasi nin , parlamentoları ve buralarda yer alan yüksek burjuvazi yi "mutlakiyetçi merkez monarşi"ye karşı başkaldırmaya teşvik etmesi söz konusudur. Keza 16. Louis'nin genel meclisleri toplantıya çağırmak zorunda kalması da, yine, parlamentolardan yükselen seslerin bir sonucudur. Velhasıl Fransız İhtilali'ni sağlıklı bir şekilde idrak etmek adına; "aristokrasinin tepkisi", "Tiers Etat'ın talep ve çalışmaları" ve "genel ile yasama meclislerinin açılış süreci" gibi pek çok alt başlığın doğru bir şekilde analiz edilmesi elzemdir. Soyluların Tepkisi Mali bunalımlardan mütevellit kaosun eşiğine gelmiş olan Fransa, Calonne 'un maliye bakanlığı esnasında hazırlanan bir reform önerisiyle birdenbire karışır. Mevzubahis öneri soyluları da genel bir arazi vergisinin kapsamı altına almayı öngörmektedir ve teklifinin parlamentodan geçmeyeceğini düşünen Calonne, konuya dair bir İmtiyazlılar Meclisi oluşturur. Ancak bu meclis de onun isteği doğrultusunda karar almaz ve maliye bakanı istifa etmek durumunda kalır. Calonne'un yerine gelen meşhur Brienne de selefiyle benzer düşüncelere sahiptir lakin amaca giden yolda izleyeceği politika farklı olacaktır. Brienne özel bir meclis kurup aristokrasi ile uzlaşıya gitmek yerine üçüncü sınıftan yani Tiers Etat 'tan müteşekkil olan Eyalet Meclisleri 'ne başvurarak çözüm için halkın desteğini kazanmaya çalışır. Fakat çiçeği burnunda maliye bakanı burada da istediğini elde edemez ve vergi reformuna dair önerisini parlamentolara götürmek zorunda kalır. Basitçe ifade etmemiz gerekirse parlamentolar; yasaları tüzüğe geçirme ile gerekçeli olarak reddedebilme yetkileri sayesinde yasama gücüne ortak ve kralın sınırsız otoritesine sınırlama getirmiş olan kurumlardır. Sınıfsal köken olarak aristokrasiye ve burjuvaziye dayanan parlamentolar, bilhassa 16. Louis'nin etkisiz idaresi esnasında siyasal güç anlamında etkinliklerini iyiden iyiye arttırmışlardır ve mensuplarını zorlayıcı bir biçimde yeni bir yükümlülük altına sokmak isteyen monarşiye karşı ellerinden geldiğince direnmekte herhangi bir beis görmemektedirler. Velhasıl ahvalin bu şekilde hasıl olduğu bir ortamda Brienne'in vergi reformu tasarısı kral fermanı olarak önlerine geldiğinde, öneriyi zaman kaybetmeksizin reddederek monarşinin itibarına ciddi bir şekilde darbe vurmuş olurlar. 1787-88 arasında kralın danışmaları ile parlamentolar arasındaki bu çatışma "Soyluların Ayaklanması" olarak adlandırılmaktadır. Bütün bu gelişmelerin akabinde 16. Louis'nin yeni vergiler toplayabilmek adına önünde tek bir yol uzanmaktadır: 1614'ten beri toplanmayan genel meclisleri yani Etat Generaux 'u göreve çağırmak. Soylular, merkez otoritesine karşı böylesine taviz vermez bir biçimde direnmekle bir noktada kendi sonlarını da hazırlamışlardır. Zira varlıklarını borçlu oldukları monarşinin gücüne ilk darbeyi vurarak kraliyetin, bilahare gelecek olan burjuvazi çıkışlarına karşı ne kadar basiretsiz olduğunu sergilemişlerdir. Genel Meclislerin Toplanması 16. Louis'nin Etat Generaux 'nun 1 Mayıs 1789'da toplanması konusunda beyanda bulunması üzerine Fransa'da muhtelif kesimler arasında oluşturulmuş olan ittifaklarda birtakım çözülmeler ortaya çıkar. Bilhassa parlamentolarda monarşiye karşı işbirliği içerisinde olan aristokrasi ile yüksek burjuvazi arasındaki işbirliği sona erer. Burjuvazi artık dönemin konjonktürü doğrultusunda kralı desteklemeye başlamış ve Tiers Etat ile yakınlaşma içerisine girmiştir. Bu bağlamda burjuvazi ve üçüncü sınıf arasında yeni bir siyasi oluşum teşekkül edilir. Taze ittifakın talepleri arasında "medeni haklarda eşitlik", "yasalar karşısında eşitlik", "adaletli vergi reformu", "genel meclislerdeki halk temsilcilerinin arttırılması" ve "seçmen kısıtlamalarının azaltılması" gibi o günler için aşırı sayılabilecek pek çok yeni istek de bulunmaktadır. Soylular karşısında halkın desteğine ihtiyacı olan Louis de söz konusu talepleri "anlayış" ile karşılar ve isteklerinin önemli bir kısmını yerine getirir. Ancak halkın taleplerinin altında yatan asıl motivasyon mutlak monarşi ilkesine yöneliktir ve kralın bu durumu doğru bir şekilde analiz edememesi kendisi için bir anlamda sonun başlangıcı olacaktır. Yine de Louis kısa vadede seçim hakkını yaygınlaştırarak özellikle kırsal kesimden gelecek olan halk temsilcilerinin hem soylulara hem de burjuvaziye karşı bir emniyet supabı vazifesi göreceğini umut etmektedir ve kendisinin de onayıyla 24 Ocak 1789'da yeni "seçim yönetmeliği" yürürlüğe girer. 4 - 5 mayıs 1789'da da yeni temsilcilerin katılımıyla neredeyse 400 yıllık bir zaman zarfının akabinde, dinsel bir törenin eşliğinde Etat Generaux açılır ve 2 haftalık bir çalışmanın ardından dönemin Fransa'sının %96'sını temsil eden bu yapılanma, tarihe damgasını vuracak Ulusal Meclis adını alır. Halk temsilcilerinin Ulusal Meclis'teki öncelikli amacı sınıf esasına göre değil, ortak toplanılması ve birey olarak oy kullanması konusundaki isteklerinin gerçekleştirilmesine yönelik olur. Nitekim temsilcilerin ruhban sınıfı ve soylulara karşı verdiği 1 aylık mücadelenin ardından kral, halkın taleplerini "tekrar" kabul etmek zorunda kalır ve her üç sınıf temsilcilerinin de "eşitler" olarak meclise iştirak etmelerinin gerekliliğini bir ferman ile beyan eder. Temsilcilerin Jeu de Paume'da (top oynanan salon) meclis kapıları yüzlerine kapandığında ettikleri yemin gerçek olmak üzeredir (Jeu de Paume andı; hiçbir zaman birbirlerinden ayrılmamaya, anayasa tamamlanıncaya kadar nerede olursa olsun koşulların elverdiği her yerde toplanmaya dair verilmiş olan söz). Nihayetinde 7 temmuz 1789'da meclis tarafından bir anayasa komisyonu oluşturulacak ve 2 gün sonra aynı meclis, ulusalın yanında "kurucu" sıfatına da mazhar olacaktır. Kurucu Meclis Dönemi 16. Louis, Ulusal Meclis'e verdiği ödünlerden mütevellit büyük bir huzursuzluk içerisindedir. Yakın çevresinin ağır eleştirilerine de maruz kalan kral, bu haleti ruhiyenin etkisiyle ekseriyeti yabancı lejyonerlerden oluşan askeri birlikleri başkent Paris'in çevresinde toparlamaya başlar. Gerçekten de saray, bir darbe hazırlığı içerisindedir ve yavaş yavaş kuşatılan Ulusal Meclis'in bu askeri güce karşı herhangi bir mukavemet göstermesi söz konusu dahi değildir. Bu duruma güvenen Louis, 11 Temmuz'da maliye bakanı Necker 'i görevinden alarak yerine halk nezdinde hiç sevilmeyen Breuteoil 'i atar. Ancak halkın ve temsilcilerinin bu atamaya tepki vermeleri gecikmez. 12 Temmuzda Paris'teki 240 bölgenin her birinden 200'er kişinin iştirakiyle yeni bir milis kuvvet oluşturulur ve halkın teşkil ettiği 48.000 kişilik bu ordu, zaman kaybetmeden mümkün olan her biçimde silahlanmaya koyulur. 13 Temmuz günü Ulusal Meclis tarafından yayınlanan bildiride, Necker'in görevden alınmasından ötürü duyulan üzüntü ifade edilir ve yabancı lejyonların bir an önce Paris'i terk etmeleri talep edilir. Ancak ilginç bir biçimde ve belki de Philip Augustus 'un halk ile kral arasında tesis ettiği bağın hala daha kuvvetli olmasından dolayı meclis, yapılan yanlışlıklardan ötürü Louis'yi değil; onu yanlış yönlendiren danışmanlarını suçlar. Lakin kralın ne halktan gelen tepkilere ne de meclisin yayınladığı bildiriye kulak asmak gibi bir niyeti yoktur ve nitekim başladığı işi bitirmek adına planı, 14 Temmuz akşamı hem Ulusal Meclis'i dağıtmak hem de Paris'teki hayhuya bir son vermektir. Ancak Paris halkının başka planları vardır ve 14 Temmuz gecesi "zapt edilemez" denilen Bastile Hapishanesi, Parisliler tarafından basılarak yakılır. Mutlak monarşinin sembolü hüviyetindeki bu güçlü kalenin böylesine kolay bir biçimde alınması, zaten tabiatı itibariyle korkak biri olan Louis'yi büyük endişelere sevk eder ve şiddet yoluna başvurmaktan vazgeçerek Ulusal Meclis'in isteklerini "yine ve yeniden" kabul etmeye karar verir. Fransa artık büyük bir dönüşümün eşiğindedir ve bu değişim esnasında "şiddet" başlıca enstrüman olacaktır. Kralın tavizkar tavrından dolayı büyüyen tehdidin iyice yaklaşmakta olduğunun farkına varan kimi soylular çareyi ülkeyi terk etmekte bulur. Ortaya çıkan otorite boşluğu Fransa'nın dört bir yanında ayaklanmaların çıkmasına sebebiyet verir. İyiden iyiye cesareti artan Ulusal Meclis, 4 Ağustos akşamı "derebeylik haklarını" kaldırdığını ilan eder. Bu, Fransa'da feodalite nin sona ermesi anlamına gelmektedir. 10 Ağustos'ta ise aynı meclis, belediyelerin oluşumu nu onaylar. Artık Fransız halkı, kendi egemenliğine sahip çıkmaktadır. 27 Ağustos 1789'da kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ise, Fransa'da artık kraldan ziyade Kurucu Meclis'in söz sahibi olduğu anlamına gelmektedir. Mevzubahis belge, Amerikan Haklar Bildirgesi 'nden sonra çağımıza ve çağımızın insanına ışık tutan temel deklarasyonlardan biri hüviyetindedir. Bildiriye göre yasanın kaynağı, genel irade den başka bir şey olamaz ve bu zihniyet, toplum sözleşmesi anlayışının kaçınılmaz bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine, aynı bildiride beyan edilen " egemenlik ulusundur" ifadesi, bu olguyu bir kez daha vurgulamaktadır. İnsanların özgür doğduklarını ve hür yaşayacaklarını da açıkça ifade eden bildiri, vazgeçilemez ve devredilemez doğal insan hakları olarak özgürlük , mülkiyet ve güvenlik gibi kavramları peşi sıra ilan etmektedir. Bu esnada Versailles Sarayı 'nda bir nevi kuşatma altında olan Louis'nin ise, bu gelişmeleri onaylamaktan başka bir alternatifi neredeyse yok gibidir. 2 yıl boyunca fiilen ülkenin yönetimini elinde bulunduran Ulusal Meclis'te homojen bir yapı tabii olarak söz konusu değildir. Meclisin ortasında bulunan başbakanlık kürsüsüne göre sağ tarafta soylular ve kralcılar otururken sol tarafta burjuvalar bulunmaktadır. Velhasıl mütemadiyen her konuda mecliste sert tartışmalar gerçekleşmekte ve sorunlar yalnızca bunlarla da sınırlı kalmamaktadır. Ülkede yüksek ölçüde bir enflasyon söz konusudur ve alınan sert önlemlere rağmen kısa vadede ekonomiyi düzene sokmak mümkün gözükmemektedir. Ancak tüm bu iç ve dış zorluklara rağmen kurucu meclis, 1791 Eylül'ünde yeni anayasayı hazırladığını beyan eder. 16. Louis, çaresizce metni onaylar ve anayasaya bağlı kalacağına dair yemin eder. Fakat yemin töreninden birkaç ay evvel kralın, maiyetiyle beraber Paris'ten kaçma girişimi ve akabinde yolda yakalanması bilhassa sol görüşlü Jacoben lerin elini güçlendirmiş ve ülkede artık yavaş yavaş cumhuriyet nidaları dillendirilmeye başlanmıştır. Ekim Seçimlerinden Cumhuriyete ve Devrim Fransa'sına Tepkiler Fransa'daki devrim, ilk başlarda Avrupa'da memnuniyet ile karşılanmıştır. Zira kıtadaki güç dengesinde büyük bir ağırlığı olan Fransa'nın içine düştüğü karmaşadan mütevellit zayıf düşeceği beklentisi, komşuları nezdinde olumlu bir gelişmedir. Ancak kısa bir zaman zarfının akabinde bu memnuniyet yerini tedirginliğe bırakır çünkü tehdit altında olan yalnızca Fransa değil, tüm Avrupa yönetimlerinin dayatmakta olduğu "monarşi ilkesi"dir. Yine, ülke dışına kaçmak isteyen Fransa kralının zorla geri getirilmesi ve bir anlamda gözaltında tutulması yaşlı kıtadaki monarşileri tedirgin eden bir diğer husustur. Ayrıca 1790 yılında yaşanan Avignon Olayı da Avrupa krallarının hafızalarında hala daha tazedir. Papalığa bağlı bir prenslik olan Avignon, kendi iradesiyle Fransa'ya bağlanmak istemiş ve Fransızların meclisi bu isteği " ulusların kaderlerini belirleme hakkı" gereğince kabul etmiştir. Avrupa kıtasının o günkü sınırları böylesine bir ülkenin geçerli olmasına dayanamayacak kadar zorlama ve dengesiz durumdadır ve bu şekilde bir katılım isteği zaten halihazırda pamuk ipliğine bağlı olan kıtadaki dengeyi altüst edebilecek türdendir. Velhasıl yukarıda bahsini geçirdiğimiz sebeplerden dolayı Avrupa'nın tutucu mutlak monarşileri Fransız Devrimi konusunda ortak bir tavır takınmaya karar verirler ve 1791'de Pillnitz 'de bir araya gelerek Prusya ve Avusturya 'nın önderliğinde bir bildiri yayınlarlar. Tarihe Pillnitz Bildirisi olarak geçen bu deklarasyonda Fransa'daki devrim hareketinin salt Fransa'nın bir iç sorunu olmadığı aksine bir "Avrupa sorunu" olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca aynı toplantıda, Koblenz 'de toplanmış olan göçmenler ordusu nun desteklenmesi ve Fransa'dan kaçan soyluların oluşturduğu bu topluluğa yardım edilmesi gerektiği kararı alınmıştır. Ülkedeki iç ayaklanmaların geniş boyutlara ulaşmasına ve ekonominin bir türlü düzeltilememiş olmasına rağmen temel tehlikenin Avusturya ve onun desteklediği göçmen ordusu olduğuna kanaat getiren Kurucu Meclis idaresi altındaki Fransa, 1792 Şubatı'nda Avusturya'ya ültimatom vererek göçmen ordusunun dağıtılmasını ister. Ancak 2. Leopold sonrası iktidara gelen 2. François 'nın böyle bir niyeti yoktur ve binaenaleyh yorgun Fransa , 20 Nisan 1792'de Avusturya'ya savaş ilan eder. Hiçbir hazırlığı olmayan Fransızlar karşısında birleşik Avusturya ve Prusya orduları Burnswick 'in kumandası altında rahat bir şekilde Paris önlerine kadar gelirler. 28 Temmuz 1792'de General Brunswick bir bildiri yayınlayarak 16. Louis'nin otoritesini yeniden tesis etmek için geldiklerini ve son yıllardaki gelişmelerin sorumlularından hesap soracaklarını beyan eder. Fransızların Bruncswick'e cevabı ise, kral ile kraliçeyi tutukladıklarını ve monarşinin lağvettiklerini ilan etmek olur. Yeni bir anayasa hazırlamak için seçilecek konvansiyon meclisi ne dek yürütme erki, 6 kişilik bir bakanlar kuruluna devredilecektir ve bu kurulda adalet bakanı görevini ifa eden Danton yürütmenin başı hüviyetindedir. Artık kılıçlar çekilmiştir ve ekseriyeti milis kuvvetlerden oluşan Fransız ordusu ile Brunswick komutasındaki birleşik Alman ve Avusturya kuvvetleri 20 Eylül 1792'de Valmy'de karşı karşıya gelir. Fransa'yı saran yeni heyecan savaş alanına da yansır ve Fransızlar, birleşik kuvvetleri püskürtmekte muvaffak olurlar. Zaferin getirdiği rüzgarı arkasına alan konvansiyon meclisi, 5 gün sonra yani 25 Eylül'de Couthon 'un " Fransız Cumhuriyeti parçalanmaz bir bütündür" önerisini uzun süren tartışmaların akabinde kabul ederek cumhuriyet i ilan eder. Konvansiyon Dönemi ve Cumhuriyet Gerçekten de konvansiyon tarihte benzeri görülmemiş bir meclis hüviyetindedir. İlk olarak ılımlıların desteğini sağlayan Gironden lerin egemenliği altında çalışan mecliste, bilahare Montagnard lar üstünlüğü ele geçirmişlerdir. Bu gelişmeleri izleyen dönemde ise anayasa yürürlükten kaldırılmış ve tüm yetkiler önce genel savunma komitesi ne daha sonra da genel kurtuluş komitesi ne aktarılmıştır. Komite üyelerinin başını yiyen çok kanlı bir terör döneminin ardından içi ve dış sorunlarını büyük ölçüde aşan Fransa, nihayetinde ise yeni bir anayasa ile Direktuar Dönemi 'ne girmiştir. Ancak buraya gelmeden önce süreci daha sağlıklı bir şekilde idrak etmek açısından spesifik bir grubun analiz edilmesi zaruridir ve mevzubahis yapılanma tabi ki Jakoben lerden başkası değildir ... 1791 sonrası alelade bir Fransız yurttaşı artık devrimin sona erdiğini düşünürken, bu görüşün tam aksi yönünde bir kanaate sahip olan Jacobenler; homojen bir yapıya sahip olmayan ve içerisinde farklı sosyal kimlikleri barındıran örgütlü bir siyasi parti konumundadır. Ancak yine de Jakobenizm in genel birtakım kaidelerini çizmek de pekala mümkündür. Evvela Jakobenler, katıksız demokrat tırlar. Onlara göre halk, kendi kendini yönetmelidir ve bu idare, onları en iyi tanıyanlar tarafından temsil edilmeleriyle gerçekleşebilir yani Jakobenler vasıtasıyla. Binaenaleyh onlara karşı çıkmak aptallığın da ötesinde "kötülüktür" ve bu karşı çıkanlar gerektiğinde en sert biçimde cezalandırılmalıdır. Bu düstur doğrultusunda siyasal karşıtları ortadan kaldırmak yalnızca doğru bir tutum değil, aynı zamanda görevdir de. Zira böylesine zararlı unsurların yani karşıtların ortadan kaldırılması, toplumun özgürlüğüne giden yolda zaruridir. Jakobenizmde bu tavrın kuramsal bir sınırı da yoktur ve bilahare bu zihniyet, terör dönemi nin zeminin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Valmy'de elde dilen zafer sonrası konvansiyon meclisi beklenmedik bir şekilde güçlenmiş durumdadır ve Fransız Cumhuriyeti orduları savaşın ardından kısa bir zaman zarfı içerisinde Belçika'yı, Savoie'yi ve Nice'i ele geçirir. Bu fütuhatın Fransa açısından bir diğer olumlu yanı ise, bahsi geçen bölgelerdeki halkın da bilinçli bir şekilde Fransa Cumhuriyeti'ne katılmak istemeleridir. 1793 yılına gelindiğinde, Jakoben etkisi altındaki Fransız cumhuriyeti daha radikal adımlar atmakta herhangi bir beis görmez ve 361'e karşı 360 oy ile tutuklu halde bulunan sabık kral 16. Louis'nin idamına hükmeder. Karar, 23 Ocak'ta yerine getirilir. Söz konusu hüküm ve uygulama, İngilitere'yi de Avrupa'daki tutucu imparatorluklar safına itecektir. Konvansiyon meclisi, Londra büyükelçisi Chauvelin 'nin İngiltere'den kovulması üzerine 1 Şubat 1793'de İngilizlere savaş ilan eder. Fransa bu kararıyla beraber artık İsviçre ve İskandinav ülkeleri hariç tüm Avrupa ile savaş halindedir. Ancak her ne kadar tüm Avrupa, Fransa'ya karşı birlik içerisinde görülse de aslında aralarında hiçbir bağlantı yoktur. Ne ordular ortak bir kumanda mekanizması ile hareket etmektedir ne de kuvvetler arasında herhangi bir koordinasyon söz konusudur. Bilhassa İngiltere yalnızca lafta savaşmaktadır. Hülasa 2 sene süren göstermelik bir mücadelenin ardından 1795'te Fransa, Avusturya ve İngiltere dışında tüm cephelerde savaş halini nihayete erdirmiş vaziyettedir. Lakin konvansiyon, dışarıdaki başarısını içeride gösterememiştir ve ne mecliste ne de ülkede bir düzen söz konusudur. Üstelik alınan her sert tedbir, bir başka güçlü reaksiyona yol açmaktadır. Binaenaleyh kaçınılmaz olarak bir anayasa komitesi oldukça süratli bir biçimde yeni bir yasa taslağı hazırlığına girişir ve 22 Ağustos 1795'te çalışmalarını tamamlayarak meclise sunar. Yeni anayasanın oylanarak kabulünün ardından konvansiyon, 26 Ekim'de son toplantısını gerçekleştirir ve yerini Direktuar yönetimi ne bırakır. Fransız Devrimi'ne dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Toktamış Ateş'ten Siyasal Tarih ve Ali Reşad Bey'den Fransa Büyük İhtilali Tarihi adlı eserleri tavsiye ediyorum.











