top of page

Lozan’ın Siyasi ve Hukuki Mirası

Güncelleme tarihi: 12 Haz



ree

Lozan Antlaşması (24 Temmuz 1923), Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası hukuk nezdinde tanınmasını sağlayan ve Osmanlı'nın Sevr ile parçalanma sürecine son veren kurucu bir diplomatik belgedir. Ancak bu antlaşma yalnızca bir dış siyaset zaferi değil, aynı zamanda yeni ulus-devlet modelinin ideolojik ve hukuki temelidir. Antlaşma, sınırların çizilmesinden azınlık statülerine, ekonomik imtiyazların kaldırılmasından egemenliğin tesisi sürecine dek çok katmanlı bir düzenleme işlevi görmüştür.


Ne var ki, Lozan Antlaşması’nın içerdiği bazı maddeler ve yaklaşım biçimleri, günümüzde Türkiye’nin çok kültürlü toplumsal yapısı ve demokratikleşme süreçleri bağlamında yeniden değerlendirilmekte; bilhassa Kürt meselesi, bu tartışmaların merkezinde yer almaktadır.


Lozan Antlaşması, yalnızca Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesini tescilleyen değil; aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenlik haklarını ve sınırlarını uluslararası düzeyde tanıtan kurucu bir metin olmuştur. Genç cumhuriyetimizin müzakere sürecinde izlediği politikaların, sadece ideolojik tercihlerle değil; dönemin jeopolitik koşulları ve iç güvenlik tehditleriyle de yakından ilişkili olduğu unutulmamalıdır. Ulusal egemenlik anlayışının içeriği ve azınlıklara dair tutum, büyük ölçüde mevzubahis ahvalde şekillenmiştir. Bu bağlamda Lozan'da azınlık statüsünün yalnızca gayrimüslim topluluklarla sınırlı tutulması, bugünün değerleriyle değil, 1920’lerin dünya düzeniyle birlikte değerlendirilmelidir.


Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Sevr Antlaşması'nın etnik ve bölgesel parçalanma riskine karşı doğmuş bir siyasi yapıdır. Örneğin; Sevr’in öngördüğü "Kürdistan" ve "Ermenistan" gibi bölgesel özerklik modelleri, ulusal bütünlüğün doğrudan tehdit altında olduğunu açık bir biçimde göstermektedir. Binaenaleyh Lozan’da etnik temelli azınlık tanımlarına "kapıyı kapatmak", sadece bir ideolojik yönelim değil; aynı zamanda devletin bekasını önceleyen bir "güvenlik refleksi" olarak da okunmalıdır. Velhasıl, Kürtler başta olmak üzere Müslüman etnik toplulukların azınlık statüsüne dahil edilmemesi, Türkiye’nin üniter ve merkeziyetçi yapısını koruma çabasının bir uzantısıdır.


Bu tercihin ardında sadece dış tehdit algısı değil, içerideki parçalanmışlık görüntüsünü aşma ve ortak bir siyasal kimlik inşa etme ihtiyacı da bulunmaktadır. Cumhuriyetin kurucu kadroları, etnik veya mezhebi temelde ayrışmalar yerine, "vatandaşlık" eksenli bir ulus-devlet modeli öngörmüş; bu da etnik kimliklerin kolektif temsili yerine bireysel haklar çerçevesinde tanınmasını esas almıştır. Mezkur modelde Kürtler, Türklerle eşit haklara sahip "Müslüman yurttaşlar" olarak tanımlanmış; bu nedenle ayrı bir azınlık statüsüne gerek duyulmamıştır. Nitekim dönemin dünyasında Fransa, İtalya ve Almanya gibi pek çok ülkenin de benzer bir bütünlükçü ulus-devlet anlayışıyla hareket ettiği göz ardı edilmemelidir.


Bugün Kürt meselesi etrafında sürdürülen tartışmalar, bir bakıma bu tarihsel kırılmanın yeniden ele alınmasıdır. Ancak eleştiri yöneltirken, erken Cumhuriyet’in karşı karşıya olduğu çok boyutlu tehditleri ve ulus-devlet inşa sürecinin yarattığı meşruiyet ihtiyacını göz ardı etmemek gerekir. Lozan’daki azınlık politikası, kendi döneminde "birleştirici" bir strateji olarak görülmüş; ancak zamanla bu modelin sınırları, muhtelif konularda çok kültürlü bir toplumun ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalmıştır.


Lozan Antlaşması’nın ardından inşa edilmeye başlanan Türkiye Cumhuriyeti, Sevr’in dayattığı etnik temelli parçalanma tehdidinden yeni kurtulmuş bir devlet olması hasebiyle, güvenlik eksenli politikalarını ulus-devlet inşasının doğal bir parçası olarak değerlendirmiştir. Söz konusu dönemde alınan tedbirler, yalnızca bir iç siyasal tercih değil; aynı zamanda dönemin beynelmilel ve bölgesel tehditlerine karşı bir tür savunma refleksi niteliği taşımıştır. Bu bağlamda, "Kürt kimliği"e üzerinden gelişen bazı hareketlerin bastırılması, sadece etnisiteye yönelik bir inkar politikası değil; çoğu zaman devlet bütünlüğünü hedef alan silahlı, dış bağlantılı girişimlere karşı bir meşru müdafaa eylemi olarak okunmalıdır.


1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı, bu duruma verilebilecek ilk örneklerden biridir. Sözde "dini bir meşruiyet" zeminine yaslansa da, isyanın gerçek niteliği, Türkiye’nin doğusunda etnik ve bölgesel ayrışmayı körükleyen ve doğrudan ülke bütünlüğünü hedef alan bir kalkışma şeklindedir. İngiliz arşiv belgelerinde de yer alan bilgiler ışığında, bu isyanın yalnızca iç dinamiklerle değil, emperyalist güçlerin bölgedeki çıkar hesaplarıyla da şekillendiği görülmektedir. Binaenaleyh Türkiye’nin bu isyan karşısında aldığı sert önlemler, dönemin koşullarında her egemen devletin yapacağı türden meşru müdahale adımlarıdır. Takrir-i Sükun Kanunu, isyanın boyutları göz önüne alındığında, olağanüstü fakat gerekli bir yasal çerçeve olarak uygulanmıştır.


Benzer şekilde, 1980'li yıllardan itibaren PKK'nın ortaya çıkışı da Türkiye açısından bir başka büyük güvenlik tehdidi oluşturmuştur. Marksist-Leninist ideolojiyle yola çıkan PKK, sadece silahlı eylemleriyle değil, sivillere yönelik saldırıları, çocuk yaşta militan devşirme uygulamaları ve kırsal bölgelerde kurduğu tahakküm mekanizmalarıyla da uluslararası alanda açık şekilde "terör örgütü" olarak tanımlanmıştır. Türkiye, Birleşmiş Milletler ilkeleri doğrultusunda sınır güvenliği ve ulusal egemenlik hakkını koruma temelinde, bu yapıya karşı yürüttüğü mücadelede beynelmilel meşruiyete sahiptir. Ayrıca PKK’nın kendisini tüm Kürt halkını temsil eden bir yapı şeklinde sunması, Kürt vatandaşlarımızın büyük çoğunluğunun iradesini yansıtmayan, hatta onları da mağdur eden bir dayatmadır. PKK’nın eylemleri, hem ülkemiz içindeki Kürtleri hem de bölgedeki barış arayışlarını istismar eden bir çizgide gelişmiştir.


Diğer taraftan, Lozan’ın azınlık statüsü çerçevesiyle doğrudan bağlantılı olarak, terör örgütünün "Lozan’ın meşruiyeti tartışmalıdır" şeklindeki söylemleri de tarihsel olarak yanıltıcı ve tehlikeli bir zeminde durmaktadır. Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını ve siyasal egemenliğini belirleyen uluslararası bir belgedir. Mezkur antlaşmanın meşruiyetini tartışmaya açmanın, yalnızca ülkemizin iç barışını değil; aynı zamanda bölgesel istikrarı da tehdit edebilecek sonuçlar doğuracağı unutulmamalıdır.


Yine, PKK’nın fesih deklarasyonunda Lozan Antlaşması’na yapılan vurgu, doğrudan bir silahlı mücadele çağrısından ziyade, Lozan sonrası inşa edilen Türk ulus-devlet modeline yöneltilmiş tarihsel ve ideolojik bir eleştiridir. Bu atıfla örgüt, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu sözleşmesi olan Lozan'ın, Kürt halkını yok sayan, azınlık olarak dahi tanımayan bir sistem kurduğunu savunmaktadır. Örgütün bu söylemini, son dönemde silahlı mücadeleden çok Kürt halkının "statü" ve "hak" arayışını "beynelmilel kamuoyunda etki yaratma çabası" kapsamında okumak da pekala mümkündür. Binaenaleyh söz konusu atfın doğrudan askeri ya da güvenlik temelli bir tehditten çok, "meşruiyet krizi" yaratmaya yönelik bir hamle olması da ihtimaller dahilindedir.


Hukuki bağlamda, PKK’nın deklarasyonunda Lozan'a yapılan eleştiri, doğrudan Türkiye'nin anayasal yapısına veya sınırlarına ilişkin bir fiili iddiada bulunmamaktadır. Bu bakımdan mevcut hukuk düzeni içinde PKK’nın Lozan karşıtı söylemi, doğrudan bir tehdit teşkil etmemektedir. Ancak bu açıklama, Lozan'ın meşruiyetini sorgulayan ve alternatif kurucu zeminler öneren bir bakışla yorumlandığında, Türkiye’nin üniter yapısını "normatif" olarak çelişkili hale getiren bir çerçeve sunmaktadır.


İşin siyasi boyutunda ise, üniter yapının sorgulanmasına dair kamuoyunda ve bilhassa Kürt vatandaşlarımızın nezdinde "haklılık zemini" yaratma amaçlanmaktadır. Bu çerçevede değerlendirdiğimizde, deklarasyonda Lozan’a yönelik eleştiri: "çok kimlikli, çok dilli ve adem-i merkeziyetçi bir Türkiye modeli"nin savunusudur. Eğer bu öneri toplumsal ve siyasal zeminde yaygın şekilde karşılık bulursa, üniter yapıdan sapma taleplerinin kabul görmesi ihtimaller dahilindedir. Ancak bu potansiyelin fiili bir tehdit haline gelmesi, yalnızca PKK'nın açıklamalarına değil; devletin, siyasal kurumların ve toplumsal aktörlerin mezkur söyleme vereceği karşılığa da bağlıdır.


Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, Lozan’da Kürtler, resmi azınlık statüsü içinde yer almamış ve antlaşmada sadece gayrimüslim azınlıklar tanınmıştır. PKK, bu durumu "Kürtlerin meşru haklarının gaspedilmesi" şeklinde yorumlayarak, antlaşmanın Türkiye’deki Kürt varlığını ve haklarını tanımadığını iddia etmiştir. Söz konusu anlatı, aynı zamanda bölgedeki diğer Kürt hareketleriyle ve "Büyük Kürdistan" ideolojisiyle de örtüşmektedir. Irak, İran ve Suriye’deki Kürt hareketlerinin bağımsızlık veya özerklik talepleriyle birleşince, ülkemizin ulusal güvenlik perspektifinin, bu tür söylemleri terör ve bölücülük tehdidi olarak algılaması kaçınılmazdır. Türkiye Cumhuriyeti'nin, terör örgütleriyle müzakere yapılmayacağı temel prensibinden hareketle, PKK’nın Lozan söylemi üzerinden meşruiyet kazanma çabalarını reddetmesi, her egemen devletin sergileyeceği doğal bir reflekstir.


Öte yandan, PKK’nın kendisini tüm Kürt halkının temsilcisi olarak göstermesi de gerçekçi bir temsiliyet argümanı değildir. Zira Türkiye’deki Kürt nüfusu içinde farklı siyasi görüşler ve talepler bulunmaktadır; büyük çoğunluğu silahlı mücadeleye ve teröre karşıdır. PKK’nın şiddet yöntemleri, Kürt toplumunun tamamını yansıtmak bir yana, halk üzerinde baskı ve korku atmosferi yaratmıştır.


Sonuç olarak, PKK’nın Lozan’a yaptığı atfın siyasi ve psikolojik bir araç olarak kullanıldığı görülmektedir. Bu hamle, Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü ve anayasal düzenini zayıflatmayı hedefleyen bir stratejinin parçasıdır. Lozan Antlaşması, Türkiye’nin devlet olarak varlığını ve sınırlarını garanti altına alan uluslararası bir sözleşme olarak geçerliliğini korurken, PKK’nın bu belgeye yönelttiği eleştiriler, esasen kendi terör eylemlerini meşrulaştırmaya ve ulusal bütünlüğü tehdit etmeye yöneliktir.


Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal sınırlarını ve üniter devlet yapısını teminat altına alan tarihi bir dönüm noktasıdır. Bu antlaşma, yeni kurulan devletin karşı karşıya olduğu çok sayıda iç ve dış tehdide karşı bir kalkan işlevi görmüştür. Ancak günümüzde, PKK gibi terör örgütlerinin Lozan’a yaptığı atıf, sadece tarihsel bir belgeye yönelik eleştiri değil; aynı zamanda Türkiye’nin temel devlet yapısına yönelik stratejik bir saldırı anlamı taşımaktadır. PKK’nın bu söylemi, devletin ulusal birliğini zedelemek ve bölgesel istikrarı bozmak isteyen radikal ideolojilerin etkisini yansıtmaktadır. Lozan’ın sağladığı meşruiyet, yalnızca geçmişin bir hatırası değil; ülkemizin bugün ve gelecekteki istikrarının da en önemli teminatıdır.


Kaynakça:


Lozan Antlaşması’ndan Atıfta Bulunulan Maddeler


  • Madde 1-3: Türkiye’nin sınırlarının kesin olarak çizilmesi ve uluslararası toplum tarafından tanınması.


  • Madde 37: Türkiye’de yaşayan azınlıkların hukuki statüsüne ilişkin düzenlemeler. Kürtler bu madde kapsamında azınlık statüsüne dahil edilmemiştir.


  • Madde 39: Azınlıkların dil ve kültür özgürlüklerinin korunmasıyla ilgili hükümler.


  • Madde 61: Türkiye’nin sınır güvenliğinin ve toprak bütünlüğünün korunmasına yönelik devletin yetkileri.



Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page