İran - İsrail Geriliminin Görünmeyen Sınırları
- Umur Ozer
- 16 Haz
- 9 dakikada okunur

1979’daki İran Devrimi’nden bu yana Ortadoğu’nun en sert fay hatlarından biri, kuşkusuz, İsrail ile İran arasındaki derin ve ideolojik temelli karşıtlıktır. Bu iki aktör arasında geçen on yıllar boyunca sıcak bir savaş yaşanmamış olsa da, vekalet savaşları, istihbarat operasyonları, siber saldırılar ve suikastlar üzerinden süregelen kesintisiz bir çatışma hali söz konusudur. Ancak 2024’ün sonlarından itibaren tırmanan gerginlikler, 2025’in ilk aylarında artık açık çatışma eşiğine gelmiş; Gazze, Suriye ve Lübnan’daki gelişmelerin zincirleme etkisiyle İsrail ile İran arasında doğrudan saldırıların yaşandığı bir döneme girilmiştir. İşbu yazı, İsrail-İran hattındaki bu tarihsel gerilimin evrimini, vekil aktörler üzerinden sürdürülen mücadeleyi, nükleer caydırıcılık stratejilerini ve bölgesel dengelere etkisini bütüncül bir şekilde analiz etmeyi amaçlamaktadır.
1. Jeopolitik Gerilimlerin Kökleri
İsrail ve İran arasındaki gerilimin temelinde yalnızca iki devletin çıkar çatışmaları değil, aynı zamanda karşıt ideolojik vizyonlar yer alır. İran İslam Cumhuriyeti, 1979 devriminden sonra sadece bir rejim değişikliği değil, aynı zamanda bölgesel düzlemde yeni bir “anti-emperyalist ve anti-Siyonist” eksen inşa etme iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Devrim Rehberi Ayetullah Humeyni, İsrail’i “İslam ümmetinin düşmanı” olarak tanımlamış ve mezkur yaklaşım, İran dış politikasının kırmızı çizgilerinden biri haline gelmiştir.
İsrail cephesinden bakıldığında ise İran, doğrudan bir tehditten çok daha fazlasıdır: Bölgesel hâkimiyet kurma amacı güden, İsrail'in varlığına karşı kökten bir reddiye ortaya koyan ve nükleer kapasiteye yaklaşması halinde caydırıcılığı kırabilecek bir düşmandır. Tel Aviv yönetimi için İran, sadece tehdit üretmeyen; aynı zamanda bu tehditleri sistematik biçimde finanse eden ve yönlendiren bir güçtür. Binaenaleyh İran’ın Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de kurduğu paramiliter ağlar, İsrail açısından çevreleme ve kuşatma stratejisinin bir parçası olarak görülür.
Bu bağlamda, İran’ın “Şii Hilali” olarak adlandırılan stratejik yayılımı - Tahran’dan başlayıp Bağdat, Şam ve Beyrut’a uzanan eksen - İsrail’in ulusal güvenlik doktrininde tehdit eşiğini doğrudan belirleyen temel unsurlardan biridir. Hizbullah’ın Güney Lübnan’da oluşturduğu füze stokları, Hamas’la geliştirilen işbirlikleri ve Suriye üzerinden yapılan sevkiyatlar, yalnızca askeri değil, aynı zamanda psikolojik bir kuşatma alanı yaratmaktadır. İsrail’in buna cevabı ise önleyici saldırılar, istihbarat destekli operasyonlar ve yüksek hassasiyetli teknolojik müdahaleler üzerinden şekillenmektedir.
Bu gerilimin önemli bir boyutu da, iki ülkenin bölgesel müttefiklik yapıları ve uluslararası konumlanmalarıdır. İran, Rusya ve Çin ile kurduğu stratejik ilişkiler üzerinden ABD-İsrail eksenine karşı bir dengeleme stratejisi güderken; İsrail ise bilhassa Körfez ülkeleriyle (BAE, Bahreyn) geliştirdiği ilişkiler sayesinde İran’a karşı yeni bir cephe oluşturmaya çalışmaktadır. Bu da yalnızca İran-İsrail arasındaki çatışmayı değil, tüm Ortadoğu jeopolitiğini derinden şekillendiren bir güç dengesi mücadelesini beraberinde getirmektedir.
2. Vekalet Savaşları ve Asimetrik Güç Kullanımı
İsrail ve İran arasındaki çatışmanın en çarpıcı boyutu, bu iki ülkenin doğrudan savaşmak yerine farklı coğrafyalarda üçüncü aktörler üzerinden yürüttüğü vekalet savaşı stratejisidir. İran, özellikle Lübnan’daki Hizbullah, Gazze Şeridi’ndeki Hamas ve İslami Cihad, Suriye’deki milis gruplar ve Irak’taki Haşdi Şabi gibi oluşumlar aracılığıyla İsrail’i hem sınırlarında hem de sınır ötesinde baskı altında tutmayı hedeflemektedir.
İran’ın bu vekil güçlere sunduğu destek yalnızca mali yardımla sınırlı değildir; füze sistemleri, insansız hava araçları (İHA), yeraltı tünel sistemleri ve gelişmiş istihbarat teknikleri ile bu grupların askeri kapasiteleri artırılmıştır. Hizbullah’ın Güney Lübnan’daki füze kapasitesi, İsrail’in kuzey sınırında sürekli bir tehdit hâline gelmiş ve Tel Aviv’in askeri planlamasında belirleyici bir unsur olmuştur. Aynı şekilde, Hamas’ın Gazze’den başlattığı roket saldırıları da, doğrudan İran destekli teknolojilerle çeşitlenmiş ve daha uzun menzilli sistemlere evirilmiştir.
İsrail ise bu vekalet savaşına karşı hem doğrudan askerî müdahalelerle hem de gelişmiş asimetrik yanıt stratejileri ile karşılık vermektedir. Özellikle Suriye’deki İran bağlantılı hedeflere düzenlenen hava saldırıları, İsrail’in istihbarat temelli operasyonlarının yoğunlaştığını göstermektedir. Mossad’ın İran topraklarında gerçekleştirdiği suikastlar ve siber saldırılar da bu çerçevenin parçasıdır. Örneğin, 2020’de İran’ın nükleer programının kilit isimlerinden Muhsin Fahrizade’nin suikastı ya da Natanz nükleer tesisine yönelik Stuxnet siber saldırısı gibi olaylar, İsrail’in “savaşsız savaş” stratejisini net biçimde ortaya koymaktadır.
Bu vekalet çatışmalarında sivillerin yaşadığı insani bedel, meselenin en dramatik yönlerinden biridir. Gazze’de yaşanan yıkım, Lübnan’daki istikrarsızlık ve Suriye’deki iç savaş koşullarında İran-İsrail gerilimi, yalnızca iki devlet arasındaki stratejik hesaplaşmadan ibaret değildir; bölge halklarının doğrudan güvenliğini ve yaşamını tehdit eden kalıcı bir şiddet döngüsüne dönüşmüştür.
Vekalet savaşlarının asimetrik niteliği, klasik savaş hukukunun ve uluslararası müdahale mekanizmalarının bu çatışmalarda yetersiz kalmasına neden olmakta; böylece bölgesel düzen, belirsizlik ve tansiyonla şekillenmektedir.
3. Nükleer Çizginin Eşiğinde – Stratejik Caydırıcılık
İsrail–İran geriliminin en tehlikeli boyutu, bu iki ülkenin nükleer kapasite bağlamında karşılıklı bir caydırıcılık eşiğinde bulunmalarıdır. İran, 2000’li yılların başından itibaren nükleer enerji programını “barışçıl amaçlarla” yürüttüğünü iddia etse de, özellikle uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin seviyesi ve hızı, uluslararası toplumda ciddi güvensizlik yaratmıştır. 2015 yılında imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı (JCPOA) ile kısmen dondurulan program, ABD'nin 2018'de tek taraflı olarak anlaşmadan çekilmesi ve Trump yönetiminin yeniden yaptırım uygulamasıyla birlikte yeniden ivme kazanmıştır.
İran’ın nükleer silah eşiğine bu denli yaklaşmış olması, İsrail açısından ulusal varoluş sorununa dönüşmüştür. İsrail resmi olarak nükleer silaha sahip olduğunu ne doğrulamış ne de yalanlamıştır; ancak ülkenin “nükleer belirsizlik (nuclear ambiguity)” doktrini çerçevesinde hareket ettiği bilinmektedir. Buna göre; İsrail’in karşısındaki hiçbir aktör, Tel Aviv’in olası bir saldırıya nükleer yanıt verip vermeyeceğini kesin olarak bilemez ve bu durum, Samson Seçeneği (Samson Option) olarak adlandırılan caydırıcılık stratejisinin temelini oluşturur.
Bu ortamda İran’ın nükleer eşiği geçmesi, İsrail’in güvenlik stratejileri açısından “kırmızı çizgi” olarak tanımlanmıştır. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda elinde kırmızı kalemle İran’ın nükleer programını anlatan çizelgelerle yaptığı sunum ise, söz konusu çizginin ne kadar sembolik ve gerçek olduğunu göstermiştir. İsrail’in gerekirse tek taraflı önleyici saldırı hakkını saklı tuttuğu defalarca dile getirilmiştir.
İran ise bu tehdide karşı yalnızca teknik değil, ideolojik bir savunma üretmektedir. Devrimci söylemlerle desteklenen bir nükleer caydırıcılık potansiyeli, yalnızca İsrail’e karşı değil, Körfez ülkeleri ve Batı ittifakına karşı da stratejik bir koz olarak konumlandırılmaktadır. İran’ın nükleer programını denetlemeye yönelik Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ile yaşadığı sorunlar, bu caydırıcılık stratejisinin bir parçası olarak yorumlanmaktadır.
Bu kritik eşikte uluslararası toplumun pozisyonu da belirleyici olmaktadır. ABD, İsrail’in güvenliğini önceleyen politikasını sürdürürken; Çin ve Rusya, İran’ın nükleer programına daha esnek yaklaşmakta ve bu meseleyi Batı’nın Ortadoğu’daki nüfuzuna karşı bir dengeleme unsuru olarak değerlendirmektedir. Avrupa ülkeleri ise, JCPOA benzeri diplomatik çözümlere dönülmesi gerektiğini savunmaktadır. Ancak 2025 itibarıyla yaşanan gelişmeler, diplomasinin alanını daraltmış; yerini daha keskin, karşılıklı tehditlere dayalı bir caydırıcılık politikasına bırakmıştır.
4. Son Gerilim – Saldırılar, Suikastler ve Diplomatik Tepkiler
2024'ün son çeyreğinden itibaren, İsrail ile İran arasındaki gerilim vekâlet aktörlerinin ötesine geçerek, doğrudan karşılıklı saldırıların gölgesine girmiştir. Bu süreçte yaşanan olaylar, uzun süredir örtük biçimde süren savaşın artık görünür ve doğrudan bir çatışmaya dönüşme ihtimalini artırmıştır.
2025 başlarında Suriye’deki İran destekli milis üslerine yönelik İsrail hava saldırıları daha da yoğunlaşmış, bu saldırıların birinde Devrim Muhafızları'nın üst düzey isimlerinden birinin öldürülmesi, Tahran yönetimini misilleme kararı almaya itmiştir. Kısa süre içinde İsrail’in kuzeyine yönelen İHA saldırıları, Tel Aviv’in Demir Kubbe sistemini aşan birkaç sızıntı sonucu sivil kayıplara neden olmuş ve ülke kamuoyunda alarma sebep olmuştur. İsrail ise bu gelişmelere, İran topraklarında kritik bir savunma tesisine yapılan suikast ve sabotaj eylemiyle karşılık vermiştir.
Bu doğrudan saldırı zinciri, diplomatik alanda da yankı bulmuştur. İran, Birleşmiş Milletler nezdinde İsrail’i “egemenlik ihlali” ve “savaş suçu” işlemekle suçlarken; İsrail, İran’ın nükleer silah kapasitesine eriştiğini iddia ederek, önleyici meşru müdafaa hakkını savunmuştur. ABD, İsrail'e koşulsuz destek beyan ederken, AB ülkeleri tansiyonu düşürmeye yönelik açıklamalarla yetinmiştir. Çin ve Rusya ise krizin bölgesel değil küresel bir istikrarsızlık riskine evrildiğine dikkat çekmiştir.
Bu gelişmeler, yalnızca iki ülke arasında yaşanan taktiksel saldırıların ötesine geçerek, uluslararası hukuk bağlamında çatışma sınırlarının bulanıklaştığı bir alan yaratmıştır. Çünkü saldırılar devlet dışı aktörler üzerinden yapılsa da, doğrudan devlet hedeflerine yönelmiş; bu da geleneksel savaş hukukunun ötesinde “gölge savaşların” yeni bir formunu ortaya çıkarmıştır. İsrail’in İran’a yönelik siber saldırıları, İran’ın İsrail’in deniz ticaretine yönelik dolaylı müdahaleleri ve her iki tarafın da kritik altyapılara yönelen sabotajları, artık savaş tanımının dijital ve hibrit düzleme kaydığını göstermektedir.
Bütün bu gelişmelerin halklar üzerindeki etkisi de azımsanamaz. Tel Aviv ve Tahran'da siren sesleri, sığınaklar ve savaş psikolojisi yeniden gündeme gelmiş; Lübnan, Gazze ve Irak gibi üçüncü bölgelerde ise sivil kayıplar artmıştır. Bu çatışmanın “sınırlı” kalacağına dair uluslararası umutlar zayıflarken, bir bölgesel savaş ihtimali artık teorik bir senaryo olmaktan çıkıp politik gerçekliğe yaklaşmıştır.
5.İstikrarsızlığın Stratejisi: Rejim Değişikliği mi, Kontrollü Kaos mu?
İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü strateji çoğu zaman nükleer tehdit bağlamında değerlendirilse de, bu politikanın derin katmanlarında rejimin bütüncül kapasitesini sınırlandırma ve zamanla sistemsel çözülme yaratma hedefi hissedilmektedir. Ancak bu hedefin, mutlak bir rejim değişikliğine değil; kontrollü ve yönetilebilir düzeyde bir istikrarsızlık üretimine dayandığı da göz ardı edilmemelidir.
Bu bağlamda, sadece İsrail değil; ABD'nin Ortadoğu politikaları da benzer bir çizgi izlemektedir. 2000’li yıllardan bu yana Washington’ın bölgeye yönelik müdahaleleri (Irak’ın işgali, Suriye politikası, Arap Baharı sonrası pozisyonlar), istikrar inşasından ziyade dengeli bir kaos ortamının sürdürülmesini öncelemiş gibidir. Bu durum, iki temel stratejik varsayıma dayanır:
a) İstikrarsız Ortadoğu / Denge Arayan Devletler: Devlet yapılarının zayıf olduğu, sürekli kriz ve iç çatışmalarla meşgul bölgelerde, bölgesel güçlerin (İran, Türkiye, Suudi Arabistan) yükselmesi engellenir. Bu da İsrail’in göreli üstünlüğünü korumasına olanak tanır.
b) Enerji Güvenliği ve Silah Endüstrisi: Sürekli sıcak kalmış bir Ortadoğu, Batı’nın silah endüstrisi için sürekli bir “pazar”, enerji güvenliği bağlamında da müdahale meşruiyeti üreten bir alan haline gelir.
Bu çerçevede İran rejiminin doğrudan devrilmesi, İsrail veya ABD için her zaman arzu edilir bir senaryo olmayabilir. Zira rejimin devrilmesi halinde yaşanabilecek kaos, kontrol edilemezse, İran içinden çıkabilecek radikal unsurlar, Suriyeleşmiş bir İran senaryosu yaratabilir ki bu, nükleer altyapıya sahip bir kaos devleti anlamına gelir.
Bu nedenle İsrail’in politikası, “rejimi yıkmak”tan çok, “rejimi güçsüz, öngörülebilir ve çevrelenmiş halde tutmak” şeklinde özetlenebilir. Tahran’ın nükleer programı sabote edilir, ekonomik baskı altında tutulur, vekil ağları darbe yer; fakat rejim çökecek kadar değil, zayıf kalacak kadar istikrarsızlaştırılır.
Bu strateji bir tür "kontrollü kaos" doktrinidir. Ve İsrail’in uzun vadeli güvenlik doktrininde, özellikle İran, Suriye ve Lübnan üçgeninde bu yaklaşım kendini tekrar tekrar göstermektedir. Böylece hem tehditler içeride tutulur hem de bölgesel rakipler iç sorunlarıyla boğuşurken, İsrail jeostratejik üstünlüğünü konsolide eder.
6.Çatışmanın Gölgesinde Türkiye: Denge, Tehdit ve Fırsat
İran ile İsrail arasında yaşanan bu yüksek yoğunluklu gerilimi, yalnızca iki ülkenin hesaplaşması olarak okumak, bakış açımızı çok sınırlı bir pencereye oturtmak anlamına gelecektir. Zira bölgesel güçlerin tamamı bu denklemin bir parçasıdır ve bu ülkeler arasında en kritik pozisyonda olanlardan biri de şüphesiz ülkemizdir.
Türkiye, bir yandan NATO üyesi olarak Batı ile stratejik bağlara sahipken, diğer yandan hem İran’la komşuluk ilişkileri hem de İsrail’le zaman zaman normalleşen – zaman zaman gerilen – bir diplomatik çizgi içinde hareket etmektedir. Binaenaleyh Türkiye, çatışmanın doğrudan tarafı olmadan, sonuçlarının taşıyıcısı haline gelme riskini taşımaktadır.
İran destekli milis güçlerin ve İsrail’in bölgedeki hava operasyonlarının artışı, bilhassa Irak ve Suriye hattında Türkiye'nin güvenlik konseptini zorlamaktadır. İsrail’in Suriye’deki İran hedeflerine yönelik saldırıları, doğrudan Türkiye’nin sınır bölgelerinde tansiyonun yükselmesine yol açmakta ve bu durum, mülteci hareketlerinden PKK / YPG yapılanmalarının hareketliliğine dek pek çok sorunu tetiklemektedir.
Ayrıca, İran'ın bu vekil güçleri aracılığıyla Türkiye'nin iç dengelerini de etkileme potansiyeli, Ankara'yı daha temkinli ama aynı zamanda hazırlıklı bir pozisyona zorlamaktadır.
Her ne kadar Ankara'nın mezkur gerilimde İsrail'e yönelik sert çıkışları olsa da, keskin bir pozisyon almaktan kaçındığı, bunun yerine bir "denge siyaseti" izlemeye çalıştığı görülmektedir. Ancak bu denge stratejisi her kriz dalgasında daha zor hale gelmektedir. Amerika'nın etkisiyle, İsrail ile yürütülmeye çalışılan "normalleşme süreci"nin kırılgan doğası, İran’ın ise Türkiye’nin Orta Doğu'daki nüfuzuna zaman zaman mesafeli yaklaşımı, Ankara’yı ikili ilişki denkleminde "sıkışmış bir aktör" konumuna itmektedir. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, bilhassa Gazze krizi sonrası Türkiye’nin İsrail’e karşı sert söylemleri, İran tarafından olumlu karşılansa da, Ankara’nın her iki tarafla da dengeli ilişki kurma çabası, dış politikada çelişkili mesajlara neden olabilmektedir.
Yine, İran-İsrail çatışmasının büyümesi durumunda, bölgedeki enerji altyapılarının zarar görmesi ya da Hürmüz Boğazı’nın tehlikeye girmesi, Türkiye gibi enerji ithalatçısı ülkeler için doğrudan ekonomik tehdit anlamına gelir. Aynı şekilde, İran gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması projesi veya İsrail gazının Türkiye’ye yönlendirilmesi gibi enerji projelerinin de bu gerilimden etkilenmesi kaçınılmazdır..
Öte yandan, çatışmaların yıkıcı boyutlara ulaşmadığı ve diplomasi kapılarının tamamen kapanmadığı bir senaryoda Türkiye, bölgesel arabulucu rolünü yeniden üstlenmeye çalışabilir. Özellikle Batı'nın İran’la doğrudan müzakere yürütemediği bir vetirede, Türkiye gibi çift yönlü kanallara sahip ülkeler ön plana çıkacaktır (Rusya - Ukrayna savaşında olduğu gibi). Ancak bu tür bir rol üstlenmek için ülkemizin evvela kendi "iç siyasal tutarlılığını" ve "diplomatik güvenilirliğini" yeniden tahkim etmesi gerekecektir.
7. Soğuk Savaş mı, Sıcak Çatışmanın Eşiği mi?
İsrail ile İran arasında yaşanan bu uzun soluklu gerilim, klasik anlamda bir savaş değil; yeni tip bir düşmanlık formunun örneğidir. Siber alanda, istihbarat düzeyinde ve vekil aktörler üzerinden yürütülen bu mücadele; zaman zaman konvansiyonel araçlarla alevlenmekte, ancak hiçbir zaman iki tarafın da topyekûn savaşa girmesini sağlayacak düzeyde bir kırılmaya evrilmemektedir. Bu durum, tarafların nükleer caydırıcılığa dayalı bir denge içinde kalmaya çalıştıklarını, ancak bu dengeyi korumanın giderek daha maliyetli ve kırılgan hâle geldiğini ortaya koymaktadır.
Bugün itibarıyla yaşanan kriz, bir tür “modern Soğuk Savaş” niteliği taşımaktadır. İki ülkenin doğrudan çatışmaktan kaçınarak vekil unsurları sahaya sürmesi, nükleer kartların masaya konulması ama oynanmaması, üçüncü ülkeler üzerindeki istikrarsızlaştırıcı etkiler, tıpkı ABD ile SSCB arasında 20. yüzyılda yaşanan kutuplaşmayı hatırlatmaktadır. Ancak bu seferki fark, mücadele alanının yalnızca askeri değil; dijital, diplomatik, ekonomik ve psikolojik düzeyleri de kapsayan çok katmanlı bir çatışma yapısında tezahür etmesidir.
Öte yandan, bu çatışmanın sıcak savaşa dönüşmesini engelleyen unsurlar da giderek zayıflamaktadır. Diplomatik kanallar tıkanmış, uluslararası arabuluculuk mekanizmaları etkisizleşmiş ve her iki taraf da kendi kamuoyuna karşı “geri adım atmama” pozisyonunu sabitlemiştir. Bu da, bir kıvılcımın çok daha büyük bir yangına neden olabileceği bir barut fıçısı ortamını ortaya çıkarmaktadır.
Bu bağlamda, İsrail-İran çatışması yalnızca iki devletin hesaplaşması değil; Ortadoğu’nun geleceğini ve küresel dengeleri belirleyecek bir mihenk taşıdır. Nükleer silahların gölgesinde, vekalet savaşlarının karmaşasında ve jeopolitik hesapların keskinliğinde yürütülen bu mücadele, belki de “21. yüzyıl savaşının” prototipini sunmaktadır: Devlet dışı aktörlerin, siber sabotajların, psikolojik harekâtların ve yapay zekâ destekli silah sistemlerinin şekillendirdiği savaşsız bir savaş.
Şimdiye dek gerilimi "idare etmekle" yetinen "dünya", artık bu krizi barışçıl bir çerçevede "dönüştürmek" zorundadır. Aksi takdirde, Ortadoğu'nun kalbinde başlayacak bir yangın, yalnızca bölgesel değil; küresel bir yıkımın fitilini ateşleyecektir.



Yorumlar