top of page

Arama

Boş arama ile 129 sonuç bulundu

  • Mezopotamya'nın Son Büyük Gücü: Yeni Babil İmparatorluğu

    MÖ 8. yüzyıl ortalarında Asur imparatorluğu gücünün zirvesindedir. Son büyük Asur kralı olan Asurbanipal (MÖ 669 - 631) ile Babil Kralı yaptığı kardeşi Şamaş-şumu-ukin (mö 669-648) arasında gerçekleşen savaş ise Asur imparatorluk tarihinin son önemli olayıdır. 4 yıl süren mücadelenin akabinde (MÖ 652 - 648) Asurbanipal'in ordusu, Şamaş-şumu-ukin'in liderliğindeki Babil, Elam, Arami, Keldani ve Arap ittifakını yenmeyi başarmış fakat Asurbanipal'in elde ettiği üstünlük yalnızca bir Pyrrhus Zaferi 'nden ibaret olmuş ve yaşanan ihtilaf Asur imparatorluğu'na başkaldırmayan eyaletlerin de kaynaklarını tüketerek; Babil ile civarının hem belli başlı şehirlerinin, hem de kırsal bölgelerinin yağmalanıp yerle bir olmasına sebebiyet vermiştir. Nitekim bu sürecin ardından imparatorluk o kadar zayıf düşmüştür ki; birkaç on yıl sonra yeni düşmanlarının meydan okumalarına ancak savunma yoluyla karşılık verebilmiştir. Asurluların gösterdiği direniş, imparatorluğun çöküşünü 609 yılına dek ertelemiş olsa da nihayetinde Nabopolassar'in liderliğindeki Babilliler, müttefikleri Medler ile birlikte Urfa'nın Harran bölgesinde gerçekleşen son muharebede Asurluları yenilgiye uğratmış ve o dönemde Asur'un merkezi konumundaki Nemrut'u ele geçirerek imparatorluğa son vermişlerdir. (yakın tarihte Nemrut şehrinde yürütülen arkeolojik kazılarda kuyularda boğulmuş insanların kalıntıları gün yüzüne çıkarılmıştır.) Son yıllarda yürütülen çalışmalar, yazımızın konusu olan Nebukadnezzar' ın babası Nabopolassar' ın kökeninin ortaya çıkarılmasına olanak tanımıştır. Nabopolassar, Yeni Babil İmparatorluğu döneminden kalma kral yazıtlarında kendinden "hiç kimsenin oğlu" şeklinde söz etmektedir ve bu, Mezopotamya lı bir kral için oldukça sıra dışı bir beyandır. Ninova 'da bulunan Asur kraliyet yazışmaları ise Nabopolassar'ın uzun süre boyunca Uruk şehrinde Asur valiliği yapmış Kudurru adlı üst düzey bir Babilli' nin oğlu olduğunu göstermiştir. Aile muhtemelen Keldani kökenli olup Dakkuru kabilesine mensuptur. Keza bu bilgiler de bizlere, Nabopolassar ile Asurlular arasındaki mücadelenin MÖ 8. yüzyıldan itibaren Babil tahtı için rekabet eden Keldani kabileleriyle Asurlu istilacılar arasındaki ihtilafların bir devamı niteliğinde olduğunu göstermektedir. Velhasıl Nabopolassar'ın kendisini "hiç kimsenin oğlu" olarak tanımlanmasının sebebi, babasının Asurluları destekleyen bir Babilli olmasıdır. Yeni Babil Hanedanı' nın ilk kralının Asurlu istilacıların işbirlikçisinin oğlu olduğunu gizlemesi de meşruiyeti açısından tabii olarak kaçınılmazdır. Asur geleneklerinin aksine Babil, monarşi kavramı na göre bir krallığın meşruluğu; savaşlar ile fetihlerden çok, kralın iyi bir çoban ve ülkesinin tanrılarının kültünün dindar bir savunucusu olmasına dayanmaktadır. Ancak bu durum yeni hanedanın Asurlu seleflerine nazaran komşu ülkelere karşı daha az saldırgan olduğu anlamına da gelmemektedir. Babil emperyalizmi Asur yayılmacılığını meşru kılanlara benzer dini mefhumları temel almadığından, Babil İmparatorluğu' nun oldukça fırsatçı bir oluşum olduğu pekala söylenebilir: Suriye ve Doğu Akdeniz 'in yeni efendileri olan Babil kralları, Asurluların fiili varisleridir. MÖ 7. yüzyılın sonlarına doğru batı tarafındaki başlıca düşmanları ise Mısır lılardır. Mısır ordusunu MÖ 605'te Karkamış ' ta gerçekleşen muharebede nihai olarak yenilgiye uğratan Babil ordusunun başındaki kişiyse, Nabopolassar' ın büyük oğlu Nebukadnezzar ' dan başkası değildir. Ancak prens bu zaferden hemen çıkar sağlayamamıştır; zira babasının ölüm haberinin kendisine ulaşması sonrasında ivedi bir biçimde Babil'e dönmek durumunda kalmış ve taç giyme törenini sorunsuz bir şekilde ifa etmesinin ardından tekrar savaş bölgesine intikal etmiştir. Nebukadnezzar' ın iktidarının ilk yılları, selefinin politikalarının devamı niteliğindedir. Çiçeği burnunda kral, her bahar ordusunun başında Doğu Akdeniz'e doğru inerek yeni fethedilmiş bölgelerden vergi toplamış ve karşı koymaya çalışanlara da teker teker boyun eğdirmiştir. MÖ 604'te ise Akdeniz kıyısındaki Aşkelon şehri ele geçirilmiş ve Yehuda Kralı Yehoyakim (mö 609 - 598) Babil Kralına biat etmiştir. Nebukadnezzar' ın 3 yıl sonraki hedefi ise bölgedeki gerçek anlamda tek rakibi olan Mısır olacaktır. MÖ 601 yılında iki ordu Mısır' ın iç kesimlerinde karşı karşıya gelir fakat muharebe sonuçsuz kalır. Yine de bu çarpışmanın ardından Mısırlılar bir daha Suriye , Doğu Akdeniz ve Filistin 'in kontrolü konusunda Babilliler ile rekabet edemeyeceklerdir. MÖ 599'da isyan halindeki Arapları ezen Nebukadnezzar, daha sonra birliklerini toplayarak Kudüs 'ü kuşatmaya koyulur. Yehoyakim'in halefi olan kral Yehoyakin , fazla bir direnç gösteremez ve şehri Nebukadnezzar'a teslim etmesinin akabinde Babil'e sürülür. Yehoyakin'in Nebukadnezzar tarafından tahta oturtulan halefi Tsedekiya (mö 597 - 586) birkaç yıl boyunca Babil ile olan ittifaka uymuş ve uyumlu bir vasal profili çizmiştir. Ancak MÖ 590 civarında peygamber Yeremya 'nın tavsiyelerine rağmen ( Yeremya'nın kitabı , bu olayların başlıca kaynağını teşkil eder) sarayındaki Mısır yanlısı hizbin baskısına boyun eğen Tsedekiya, ölümcül bir hata yaparak Babil kralına başkaldırmaya karar vermiştir. Bunun üzerine ertesi yıl Nebukadnezzar ordusuyla birlikte Kudüs önlerine gelmiş ve MÖ 587'de şehri ele geçirerek yağmalamıştır. İleriki yıllarda isyan girişiminde bulunmaya yeltenebilecek hakimiyeti altındaki diğer kavimlere emsal teşkil etmesi açısından daha radikal yaptırımlarda bulunmaya karar veren Babilli, Yahudilerin kutsal kabul ettikleri tapınaklarını (bkz: Kudüs Tapınağı ) yerle bir etmiş ve bununla da yetinmeyerek kent halkını da başkentine sürgüne göndermiştir. (bkz: Babil sürgünü ) Nebukadnezzar'ın Kudüs'e yönelik gerçekleştirdiği cezalandırma seferinden yalnızca mezkur kent değil; Filistin bölgesindeki başka pek çok yerleşim de nasibi almış ve yazılı kaynakların yanı sıra yakın zamanlarda yapılmış olan arkeolojik kazılar da Babilliler' in saldırılarının etkilerini tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir. Nitekim neredeyse tüm merkezi meskunlarda bu döneme tarihlenen yıkımın izleri görülebilmektedir. Yine, muhtemelen bu yıllarda Nebukadnezzar başarılı geçen seferinin bir nişanesi olarak (antikitede yaygın bir uygulamadır) Lübnan 'daki Brisa Vadisi 'nde bir kayanın yüzeyine kendi tasvirini yaptırmış ve eserin yanına etkileyici bir de yazıt ekletmiştir. Kralın başarılarının yüceltildiği bu metinde Nebukadnezzar' ın Doğu Akdeniz'e hakim olduğu vurgulanmıştır. Gerçekten de bölgede Babilliler' in kontrolü altında olmayan şehir sayısı çok azdır; en önemlileri olan ve kıyının açıklarında bulunan bir ada üzerindeki konumu hasebiyle kendini rahatlıkla savunabilen Fenikeliler in ticari merkezi Sur , Flavius Josephus 'un alıntıladığı bir yunan tarihçisine göre bir kuşatmaya 13 yıl boyunca direnebilmiştir. Mevzubahis hadisenin teyit edildiği Hezekiel Kitabı 'nın bir bölümünde (Hezekiel 29 / 18) peygamber Hezekiel Babilli askerlerin Sur kuşatması esnasında çektiklerinden söz etmektedir: "Bütün başlar kel olur (miğferin sürtünmesinden dolayı) ve bütün omuzlar yaralanır. (Kuşatma surlarının, rampaların vs. inşası için gereken malzemenin taşınmasından dolayı). Bu dönemin siyasi tarihi açısından en güvenilir kaynaklar olarak nitelendirebileceğimiz Babil vakayinameleri dizisine MÖ 594'ten itibaren ara verildiği için Nebukadnezzar'ın uzun krallık döneminin son on yılları konusunda ayrıntılı bir yeniden kurgulama yapmak mümkün değildir. Suriye ve Doğu Akdeniz'e askeri seferlerin devam ettiği bilinmek ile beraber, muhtelif araştırmacılar harekatların daha çok imparatorluğun merkezi için haraç toplama amaçlı olduğunu savunmaktadırlar. Aynı şekilde, Nebukadnezzar'ın bu yıllarda doğrudan Mısır'ı hedef alan bir sefer planladığına dair göstergeler de söz konusudur ancak seferin nasıl sonuçlandığına dair elimizde herhangi bir belge bulunmamaktadır. İmparatorluğun kuzey ve doğu sınırlarındaki durum konusundaki bilgiler de bir o kadar muğlaktır ki, Nebukadnezzar'ın ülkesiyle babasının eski müttefiki olan Medler' in toprakları arasındaki sınırın yerini dahi tam olarak belirlemek mümkün değildir. Yine de iki devlet arasında eskiden var olan ittifakın artık söz konusu olmadığı açıktır. Kesin olarak bildiğimiz ise mezkur dönemde Nebukadnezzar'ın güneydoğuya düzenlediği bir sefer ile Babil' in geleneksel düşmanı Elam ülkesinin kalbine ulaştığı ve muhtemelen başkent Susa 'yı ele geçirdiğidir. Nebukadnezzar 43 yıllık iktidarının ardından öldüğünde (MÖ 562) arkasında merkezi Babil'in altın çağını yaşadığı engin ve görünürde istikrarlı bir imparatorluk bırakmıştır. Ancak ülkenin iç istikranın uzun ömürlü olmadığı kısa sürede anlaşılacaktır. Nitekim onun ölümünden yalnızca 23 yıl sonra Kyros liderliğindeki persler , Yeni Babil İmparatorluğunu nihayete erdireceklerdir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Umberto Eco'dan Antik Yakındoğu, Josef Wiesehöfer'den Antik Pers Tarihi ve Zenaide Alexeievna Ragozin'den Asurlar: İmparatorluğun Yükselişinden Ninova’nın Düşüşüne kadar adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Bir Kadehin Tarihi: Osmanlı’da İstanbul Meyhaneleri ve Sosyal Hayat

    Osmanlı devrinde İstanbul meyhaneleri ya bulundukları yere, ya sahiplerine nispetle veyahut da o zamanlar dükkanlarının üzerine unvan levhası yerine asılan tahtadan kayık, kule, hançer gibi alamet-i farikalara ya da içinde bulunan havuz ve fıskiye gibi bir hususiyete binaen isimlerini almışlardır. Bu eski meyhanelerin akşamcı müşterileri de, semtlerine göre yeniçeriler, kalyoncular, topçular ve esnaf takımdan müteşekkildir. Bilhassa yeniçeri akşamcıları, dayı yakıştırmasıyla bilumum cemaatten hürmet görmektedirler. Tersaneliler ile topçular ise genelde Kasımpaşa'dan Fındıklı ve Salıpazarı semtlerine uzanan meyhanelerde boy gösterirken; kayıkçı, hamal, tellak makulesi ve İstanbul'un baldırı çıplak pırpırı külhanileri mezkur yerlere girememekte, uğrasalar dahi meyhane akşamcılarının bulunmadığı zamanlarda ayakta içip gitmektedirler. Keza meyhane gedikleri kurulduktan sonra bu ayaktakımının gittiği yerler, "koltuk meyhanesi" denilen kaçak meyhaneler ile gizlice içki satan ara sokak bakkal ve manavlarıdır. Yine, koltuk meyhanelerinin bir kısmı da kibar ricale tahsis edilmiştir; zira bu kimseler evlerine içki sokamayan memur ve katip takımından müteşekkil olmaları hasebiyle buralara işret etmektedirler. Ayaktakımının tercih ettiği bir diğer meyhane çeşidi ise " ayaklı meyhane ler"dir. Ayaklı meyhaneler, ismiyle müsemma seyyar içki satıcılarıdır. Dükkanı, tezgahı, fıçısı, ustası, sakisi hep kendisidir. Bellerine ucu musluklu, içi rakı veyahut şarap doldurulmuş gayet uzun bir koyun bağırsağı saran, sırtlarındaki cüppelerinin cebinde her daim bir kadeh bulunduran bu kimseler, omuzlarına da alamet olarak peşkir atmaktadırlar. En çok Bahçekapı ve Yemiş iskelesi ile Galata civarında dolaşan ayaklı meyhaneler, müşterilerini gördükleri zaman etrafı kollamak suretiyle ivedi bir biçimde yakındaki bir bakkal ya da manava girmekte ve kuşağının arasındaki musluktan kadehi doldurup peşi sıra giren müşterisine içkiyi servis etmektedirler. Kadehi bir yudumda yuvarlayan baldırı çıplak ayyaş da, ya bir üzüm tanesini yahut mevsimine göre bir meyveyi kendisine meze yapmakta herhangi bir beis görmemektedir. Kimi zaman da ağzını elinin tersiyle silmek suretiyle uyguladığı işleme de yumruk mezesi denmektedir. Osmanlılar İstanbul'u fethettiklerinde halihazırda büyük şehrin meyhaneleri beynelmilel bir şöhrete sahiptir. 16. yüzyılın muharrir lerinden Kastamonulu Latif Tarifname-i İstanbul adlı eserinde İstanbul meyhanelerinin bilhassa Tahtakale 'de toplandığını, Galata 'dakilerin ise serapa meyhane olduğunu aktarmaktadır. Aynı muharrir, kendi adıyla maruf olan Şuara tezkiresinde de, Fatih Sultan Mehmet devrinin rint ve ayyaş şairi Melihi ' nin hal tercümesini yazarken, Tahtakale meyhanelerinin şöhretini Fatih zamanına dek götürmektedir. İstanbul şehrinin tarihinde dillere destan akşamcılık alemlerine sahne olan asıl mekanlar ise " gedikli meyhane ler"dir; ki çok sonraları, Sultan Abdülaziz devri sonlarına doğru bunlara " selatin meyhaneler" adı verilecektir. Gedikli meyhanelerin antre kısmında ya sağda ya da solda, kimi yerlerde de kapıya karşı bir tezgah bulunmaktadır ve tezgahın üzerinde ayakta bir iki tek içip gidecek müşteriler için hazırlanmış rakı kadehleri, şarap bardakları ve içinde fasulye piyazı, lahana turşusu, leblebi gibi mezeler bulunan tabaklar her daim dizili haldedir. Gediklilerin tezgah başı müşterileri ise, Dörtkaşlı denilen ve akşamcı olan ağaları, ustalarıyla karşılaşıp yüz göz olmak istemeyen esnaf kalfaları ve çıraklardan oluşmaktadır. Nitekim dükkanlar akşam ezanıyla birlikte kapandığında bu gençler, evlerine yahut bekar odalarına dönmeden bir gedikliye şöyle bir uğrayıvermektedirler; zira o zamanın tabiriyle akşamcı olarak bellenip altın adlarını bakır yapmaktan çekinmektedirler. Meşhur akşamcı lar ise çoğunlukla "ununu eleyip eleğini asmış, oğul ve damat sahibi olmuş" kimseler ile "bekarlık sultanlık" diyen ve han odalarında oturan işi yolunda esnaf bekarlarından müteşekkildir. Gedikli meyhanelerinde içki, ekseriyetle camdan yapılmış olan ibrikler ile servis edilmektedir. Daha evvelden ise ibrik yerine kabak kullanılmaktadır. Yine, meyhanenin etrafına tahta sofralar, alçak ayaklı masalar ve kısa bacaklı hasırlı iskemleler dizilmekte ve her sofranın üzerinde de kütükten oyma bir tuzluk bulunmaktadır. Bazı gediklilere ise itibarlı müşteriler için birkaç basamak merdivenle çıkılan balkonlar yapılmıştır ve mükemmel döşenmiş olan bu odalar, İstanbul'un azılı zorbaları ile kabadayılarına tahsis edilmiştir. Mutfaklarının temizliği ve aşçılarının da bilhassa balık ile et yemeklerindeki hünerleriyle nam salmış olan gediklilerin geniş tavanları, ekseriyetle direklerle tutturulmuş ve orta direğin dibinde bulunan büyük bir tuzlu balık fıçısı da bu meyhanelerin hususiyetlerinden birini teşkil etmiştir. Yine, mezkur direklerin birinde de büyük bir çıngırak bulunmaktadır. Kapanma saati gelip de akşamcılar dağılmaz ise meyhanede sakilik eden çocuklardan biri kapıya gözcü olarak dikilmekte ve kol gezen zabıtaya karşı çıngırak, bir uyarı sinyali olarak kullanılmaktadır. Kol gezen zaptiyeler ise çıngırak seslerini işittiklerinde, bunu "kendilerine ve devlet emrine gösterilen bir saygı" olarak kabul etmekte ve kepenkleri inmiş meyhanenin açık olduğunu bildikleri halde akşamcıların keyfini bozmamaktadırlar. Gediklilerde usta unvanıyla anılan patron, tezgah başında durmaktadır. Şamdanlara ve müşterilerin çubuk ateşine bakan uşağa ise " ateşçi" yahut " ateş oğlanı" denmektedir. Bundan maada büyük bir gediklide en az 5 ya da 6 tane daha genç, sofra uşağı ve yamak olarak hizmet vermektedir. İstanbul akşamcılarına sakilik yapmak; nezafet, nezaket ve zarafet isteyen ince bir sanattır. Hülasa her kişinin karı değildir. O dönemlerde bilhassa Sakız adalı Rum gençler, meyhane uşaklığı konusunda büyük bir kabiliyet göstermişlerdir. Gediklilerde akşamcılar da meyhaneye mütemadiyen elleri boş gelmemişler; mevsimine ve zevkine göre elma, portakal, kiraz, üzüm, balık yumurtası, havyar ve pastırma getirmişlerdir. Keza uşak da, daima kendi sofrasına oturan müşteride böyle bir şey gördüğünde koşup elinden almış; ne yapmak lazımsa çabucak hazırlayıp getirmiştir. Ortalık iyice karardığında ise patron, eline küçük bir şamdan alarak (bkz: fiske şamdanı ) masa masa dolaşmak suretiyle müşterilerine hal hatır sormayı eksik etmemiştir. Her gedikli meyhanenin orta yerinde büyük bir orta kandili bulunmaktadır ve mekanda en son tutuşturulan mezkur kandilin yakılması, akşamcılar arasında meyhane sohbeti nin başlangıcı anlamına gelmektedir. Bunun yanı sıra meyhaneler yılda bir ay olmak üzere yani Ramazan ayında Müslüman müdavimlerinden mahrum kalmışlardır. Meyhaneciler de, sofra başı olan hatırlı müşterilerinin evlerine Ramazan bayramı nın ilk günü birer büyük tabak midye yahut uskumru dolması göndermişlerdir. Bu jestin manası da "bizi unutmayın" demektir. İstanbul akşamcıları , ekseriyetle hoşsohbet ve kalender meşrep insanlar olmuşlardır. Nitekim eli bıçaklı ve yumruk oyununa alışmış serserilerin bu gruba müdahil olma şansı yoktur. Günümüzde artık pek riayet edilmese de, akşamcılığın ve gedikli olmanın bir adabı vardır. Örnek vermemiz gerekirse; - Düzgün konuşulmalıdır, lüzumsuz şirinliğe gerek yoktur. - Hızlı gidene karışılır, yavaş düşene karışılmaz. - Argo konuşulabilir fakat küfür edilmemelidir. - "Hey!", "Pişt!" gibi ünlemler kullanılmaz. - Tartışılır, kalp kırılmaz. - Aynı anda konuşulmaz, söz kesilmez. - Kerahet vakti nden önce içilmez. - Yan masanın muhabbeti dinlenmez. - Başka masaya uzun bakılmaz. Velhasıl Hayyam 'ın ifadesiyle; Önce kendine gel sonra meyhaneye Kalender ol da gir kalenderhaneye Bu yol kendini yenmişlerin yoludur Çiğsen başka yere git eğlenmeye. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere İhsan Erdinçli' den Osmanlı’da Meyhaneler ve Müdavimleri ile Reşad Ekrem Koçu'dan tarihimizde Garip Vakalar adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Anadolu'nun İlk İmparatorluğu: Hititler

    Kadim Asur koloni sisteminin çöküşüyle birlikte Anadolu'da başlayan karanlık ve fazla belgelenememiş olan dönem, MÖ 17. yüzyılın sonlarına dek sürmüştür. Kaynak sayısının yeniden arttığı dönemde ise bölgenin, Anadolu'ya ve kimi zaman Suriye'ye Geç Bronz Çağı'nın sonlarına dek hakim olacak tek bir hanedanın, yani Hititlerin otoritesi altında birleştiği görülür. Yine, Ön Asya'nın bu savaşçı ve dirayet sahibi kavminin yayılmacı politikalara olan eğilimleri de, ortaya çıktıkları ilk günden itibaren kendini gösterecektir. 1. Hattuşili ile 1. Murşili 'nin Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye'ye düzenlediği bir dizi askeri sefer, Hititlerin beynelmilel siyaset sahnesinde ilk defa hakimiyet tesis etmesine olanak tanımıştır. Nitekim 1. Murşili, Mezopotamya içlerine dek inerek Babil 'e kadar uzanmış ve bu seferin kısa vadeli sonucunda Hititler, Anadolu'yu Mezopotamya'ya bağlayan ticari yolları kontrolleri altına almışlardır. Ancak Anadolu'nun Çobanları 'nın gerçekleştirdiği bu askeri harekatın bilhassa kültürel tarih üzerinde çok daha geniş kapsamlı bir etkisi olacaktır, zira Hititler söz konusu seferler esnasında Suriye 'den çivi yazısı nı ithal edeceklerdir. Hitit diline uyarlanacak olan bu yazı da, günümüzde onların tarihini ve kültürünü incelememize olanak tanıyan binlerce tablette kullanılacaktır. Başlıca arşivler, krallığın başkentinde, yani MÖ 2. binyılın en büyük şehirlerinden biri olan Hattuşaş 'ta (bkz: Boğazköy ) gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda gün yüzüne çıkarılmıştır. Mevzubahis kalıntıların büyük bir kısmı ise MÖ 13. yüzyıla yani başkentin nihai dönemine tarihlenmektedir: Büyük ölçüde zeminin engebeli oluşunun sağladığı doğal savunma sistemini temel alan görkemli surların içerisinde, kraliyet sarayı ile daha çok tapınakları içeren aşağı ve yukarı şehrin yer aldığı akropol bulunmaktadır. Aynı şekilde, ülkemizde araştırma yürütülen ve son derece önemli buluntuların gün yüzüne çıkarıldığı diğer Hitit merkezlerinin en önemlileri Tapigga , Sarissa ve Şapinuva 'dır. Yine, Geç Bronz Çağı'nda Hitit İmparatorluğu'nun bir parçası olan Suriye'deki Ugarit , Katna , Emar ve Alalakh da Hitit araştırmaları açısından kaynak teşkil eden yerler arasındadır. Ayrıca El-Amarna 'da bulunan yazışmalarda da Hatti 'den söz edilmektedir ki; bu, Hititlerin bölgede ne kadar önemli bir güç olduklarının bir diğer göstergesidir. Hititlerden günümüze dek ulaşmış metinler arasında sayıları en yüksek olanlar ise dini içeriklidir. Bu tabletler bizlere, Hititlerin tarih boyunca temas ettiği kültler ve tanrılar konusunda ne kadar hoşgörülü bir medeniyet olduklarını göstermektedir. Hatta Hatti'nin 1000 tanrısı olarak ifade edilen ve bütün tanrıları bir devlet kültü altında bir araya getirme girişimleri de bu tavırlarının bir ifadesidir. 1. Hattuşili ile 1. Murşili'nin elde ettiği başarılardan sonra Hitit krallığı için, muhtemelen hem hanedan kavgaları hem de düşmanlar saldırılarından dolayı bir zayıflama dönemi başlamıştır. Telipinu döneminde bir canlanma söz konusuysa da, gerçek anlamda yeniden toparlanma ancak 1. / 2. Tuthaliya 'yla (mö 1420 -1400) birlikte gerçekleşmiştir. Bu dönemde toprakların düzenli ve etkili bir şekilde yönetilmesi sayesinde krallık güçlenmiş ve büyümüştür. Tuthaliya'nın başlattığı başarılı politikaları devam ettiren halefleri 1. Arnuwanda ve 3. Tuthaliya da, Hititlerin yavaş yavaş büyük krallıklar kulübü ne dahil olarak imparatorluk çağı na giriş yapmasına imkan tanımışlardır. Hitit imparatorluğu ile Mısır arasındaki resmi ilişkilere dair en eski tanıklıklar yine, Arnuwanda ile 3. Tuthaliya'nın iktidarda oldukları dönemlere tekabül etmektedir. Nitekim Hitit başkentinin arşivlerinde, Kuzey Anadolu 'da olduğu sanılan Kuruştuma 'dan gelen bir topluluğun Mısır'a sürülmesiyle ilgili olarak iki devlet arasında imzalanan Kuruştuma Antlaşması 'nın metni bulunmuştur. Her ne kadar bu metin günümüze deforme bir biçimde ulaşmış olsa da, Hatti ile Mısır arasındaki ilişkileri eşitlikçi ve barışçıl anlamda tanımlayan maddeler içerdiği aşikardır. Lakin bu barışçıl dönem mö 14. yüzyılın ikinci yarısında 1. Şuppiluliuma 'nın (mö 1355 - 1320) iktidarı esnasında sona ermiştir; zira bu kralın Suriye'ye yönelik yayılmacı politikası, Suriye - Filistin bölgesinin idaresinin o ana kadar temel aldığı güç dengelerini alt üst edecektir. Şuppiluliuma'nın seferlerinin başlıca sonuçları, Mitanni 'nin bu dönemden itibaren bağımsız büyük krallık statüsünü kaybederek bir Hitit vasalına dönüşmesi ve Kuzey Suriye'de o döneme kadar Mitanni'ye tabi olan bütün toprakların Hatti tarafından ilhak edilmesi olacaktır. Geleneksel olarak ve stratejik konum açısından en önemli iki merkez olan Halep ve Karkamış ile yeni elde edilmiş topraklar, Şuppiluliuma'nın oğullarından ikisine verilmiştir. Halep siyasi merkez işlevini hızla kaybedip Fırtına Tanrısı 'nın kült merkezine dönüşürken, Karkamış bölgesinin kralları da zaman içerisinde Hitit kontrolündeki Suriye'nin fiili valileri gibi işlev görecek ve krallık hiyerarşisindeki statüleri veliaht prens inkine benzeyecektir. Şuppiluliuma'nın hakimiyeti altına aldığı diğer krallıklar ise ( Mukiş , Ugarit , Nukhaşe , Amori , Katna ve Kadeş ) Hititlerin fethettikleri toprakları idare sisteminde temel bir unsur olan bağlılık antlaşmaları yla uydu haline getirilen yerel hanedanların temsilcilerine bırakılacaktır. Daha önceleri komşu krallıklarla eşit düzeydeki ilişkileri teyit etmek için kullanılan mezkur antlaşma modeli, imparatorluk çağında Hitit krallarının Suriye ve Anadolu'da yürüttükleri askeri seferler sırasında fethettikleri krallıkların boyun eğmesini resmileştirip düzenlemek için başvurdukları ayrıcalıklı hukuki ve diplomatik bir araç haline gelmiştir. Ortak noktası son derece standart ve formüler bir yapı olan bağlılık antlaşmaları; komşu krallıklarla ilişkiler, saldırı ve savunma amaçlı askeri ittifaklar, haraç, sınırların tanımlanması, tahtın yasal varisinin korunması ve kaçakların sınır dışı edilmesi gibi konuları kapsayan maddeler içermektedir. Bu antlaşmaların görece en önemli unsuru ise vassalın Hatti tanrıları ve Hitit krallarına etmesi gereken sadakat yemini dir. Şuppiluliuma'nın yayılmacı politikası kaçınılmaz olarak, Hititlerin kontrolü altındaki bölgeyle komşu haline gelen Mısır ile çatışmaya yol açmıştır. Böylelikle iki krallık arasında başlayan gerilimli dönem, Mısır'da "kralın karısı" anlamına gelen ünlü Dakhamunzu olayı sonucunda silahlı bir çatışmaya yol açacaktır. Bu hadisenin anlatıldığı ve Şuppiluliuma'nın kahramanlıkları olarak bilinen tarihyazımsal eserde, kimliği günümüze kadar tartışmalı olmaya devam eden bir firavunun dul karısının Şuppiluliuma'ya yazarak, Mısır tahtında kendisine eşlik etmesi için ondan evlenmek üzere bir oğlunu istediği anlatılmaktadır. Hitit kralı bu talebin karşısında bir süre kararsız kalmış olsa da, bilahare oğlu Zannanza 'yı göndermiş ancak prens Mısır'a varır varmaz öldürülmüştür. Bunun üzerine Şuppiluliuma Mısır'ı cezalandırmak üzere sefer çıkmış ve Hatti ile Mısır arasındaki ilişkiler o andan itibaren tamir olunamaz bir şekilde bozulmuştur. On yıllarca sürecek olan mücadelenin sonucunda da (neredeyse bir yüzyıl sonra) meşhur Kadeş Savaşı (mö 1285) gerçekleşecektir. Şuppiluliuma'nın düzenlediği cezalandırma amaçlı seferin sonuçları arasında, askerlerin memleketlerine dönerken getirdikleri salgın hastalığın yayılmasının önemi de unutulmamalıdır; zira Şuppiluliuma'nın halefi olan 2. Arnuwanda tahtta birkaç yıl kalmasının akabinde bu hastalıktan mütevellit hayatını kaybedecektir. 2. Arnuwanda'nın ölümü üzerine iktidarı devralan 2. Murşili (mö 1318 -1290), Hitit İmparatorluğu'nun tarihinde büyük öneme sahip bir başka şahsiyettir. Murşili'nin uzun dönemi, kralın bizzat kendisi tarafından hazırlattırılan on yıllık yıllıklar ve tam yıllıklar şeklindeki iki tarihyazımsal metin sayesinde büyük ölçüde yeniden kurgulanabilmektedir. Eski krallık döneminden itibaren Hititlerin kullandığı bir türün en üstün örnekleri olan bu yıllıkların Murşili devrinin ilk on yılını kapsayan ilkinde olayların anlatımı özet şeklindedir, ikinci grup ise daha geniş bir süreyi kapsar ve daha ayrıntılıdır. Murşili'nin Anadolu ve Suriye'deki vassallarına yönelik olarak yayınladığı antlaşmalar ve emirnameler ile kralın dindarlığına tanıklık eden mezkur yıllıklar, çağdaş olaylara dair atıflar ile tanrılara yönelik sayısız duayı da kapsamaktadır. 2. Murşili'nin iktidarında Hitit İmparatorluğu, Batı Anadolu'daki Arzawa Krallığı 'nı fethetmiş ve Anadolu coğrafyasındaki hakimiyetini pekiştirmiştir. Suriye'deki durum ise muhtelif vassalların zaman zaman başkaldırması ve Mısır'la aralıksız bir şekilde süregiden çatışmalar hasebiyle daha da karmaşık hale gelmiştir. Bilhassa firavun 1. Sethi 'nin Suriye düzenlediği askeri seferlerle ve Hititlerin Amori ile Kadeş üzerindeki kontrolü kaybetmeleriyle vaziyet daha da ciddi bir hal almıştır. Mısır ile asıl çatışma ise 2. Murşili'nin halefi olan 2. Muwatalli 'nin (mö 1290 - 1272) döneminde patlak vermiş ve 2. Ramses ile Yakındoğu 'nun klasik dönem öncesi tarihi nin en önemli olaylarından biri olan Kadeş Savaşı yaşanmıştır. Neredeyse yalnızca Mısır kaynakları sayesinde bilgi sahibi olduğumuz bu savaş neticesinde Hititler, kaybettikleri toprakları geri kazanmış ve ülkenin sınırlarını tekrardan bir yüzyıl kadar önce Şuppiluliuma tarafından kararlaştırılan hatta geri getirmeyi başarmışlardır. 2. Muwatalli döneminde gerçekleşen bir diğer önemli hadise ise başkentin Hattuşaş 'tan, Anadolu'nun güneyinde bulunan fakat yeri henüz tam olarak belirlenememiş olan Tarhuntaşa 'ya taşınmasıdır. Bu kararın Hattuşaş'ın kuzeyine yerleşen Kaşka kabilelerinin sıklıkla tekrarlanan saldırıları sebebiyle mi yoksa Muwatalli'nin dini reformuyla mı bağlantılı olduğu ise kesin olarak bilinememektedir. Her halükarda Hattuşaş, Muwatalli'den sonra yeniden Hitit İmparatorluğu'nun başkenti olacaktır. Tarhuntaşa ise kraliyet ailesinin yan bir koluna verilecek ve daha evvel bahsini geçirdiğimiz K arkamış 'a benzer bir statü elde edecektir. İlerleyen yıllarda Hatti ile Mısır arasındaki statüko, 2. Ramses ile 3. Hattuşili (mö 1265 - 1240) arasında imzalanan bir barış antlaşmasıyla resmen teyit edilmiştir. İki hükümdarı süregelen ihtilafı diplomatik yollar ile çözmeye iten başlıca nedenler ise, her iki krallığın da başka düşmanların tehdidi altında olması ve en azından bir cephede çatışmaktan vazgeçmenin ikisi açısından da elverişli konumda bulunmasıdır. Velhasıl bu antlaşma ile Doğu Akdeniz'in bir yüzyıllığına biri kuzeyli diğeri de güneyli olmak üzere iki büyük güç arasında bölündüğü teyit edilmiştir. Ayrıca antlaşma öncesindeki müzakereler ve iki Hitit prensesi ile 2. Ramses arasındaki evlilik, saraylar arasında gerçekleşen ve Hitit arşivlerinde bulunan yoğun yazışmalar sayesinde kapsamlı bir şekilde belgelenmiştir. Aynı zamanda içeriği hasebiyle ittifak anlamına da gelen bu antlaşmayla birlikte Hitit imparatorluğu son güçlü dönemini teşkil eden Pax Hethitica 'ya girmiştir. Nitekim 3. Hattuşili'nin haleflerinin döneminin ana özelliği; bir yandan giderek artan otorite kaybı, diğer taraftan ise hem batı hem de doğu cephesindeki saldırılardan kaynaklanan istikrarsızlık ve zayıflık hali olacaktır. Aynı şekilde, kaynaklardan da bu dönemde Suriye'deki toprakların kontrolünden sorumlu olan Karkamış kralı nın giderek güçlendiği ve Hatti hükümdarının vassalları üzerindeki otoritesinin giderek azaldığı da gözlemlenebilmektedir. Keza Hititlerin çöküşünün akabinde Kuzey Suriye'de kendini Hitit geleneğinin varisi ilan edenin Karkamış olması tesadüf değildir. Sonuç olarak mö 13. yüzyılın sonlarından itibaren giderek artan zayıflama ve parçalanma sürecinin önü alınamamış ve hem iç hem de dış kaynaklı bir dizi faktörden dolayı (kurumsal kriz, topraklar üzerindeki kontrol kaybı ve deniz kavimleri olarak da bilinen halkların saldırıları başta olmak üzere) Hattuşili'den bir kuşak sonra yani 2. Şuppiluliuma döneminde (mö 1200 - 1190) Hitit imparatorluğu tarih sahnesinden çekilmek durumunda kalmıştır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Amelie Kuhrt'tan Eski Çağ’da Yakındoğu, Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal'dan Anadolu Uygarlıkları ve Trevor Bryce'tan Hititler: Anadolu Savaşçıları adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Dünden Bugüne Türkiye'nin Orta Doğu Politikaları

    Tarihsel olarak Türkiye’nin Orta doğu bölgesine ilişkin dış politikası, bu bölgeden algıladığı yoğun tehdit üzerinden şekillenmiştir. Orta doğu ülkeleri ile ilişkiler 1945’ten sonra Türk dış politikasında ikincil bir öneme sahip olmuş olsa da, 1973 Arap-İsrail Savaşı’nın akabinde bilhassa ekonomik nedenlerle tekrardan gündemdeki yerini almaya başlamıştır. Keza 1973-74 yıllarında petrol fiyatlarındaki radikal artış ve 1980’lerde Türk ihracatçılarının yetiştirdiği tarım ürünleri ve tüketim malları için yeni pazar arayışı Türkiye’nin bölgeden yaptığı ithalatın değerini önemli ölçüde artırmıştır. Bununla birlikte Türkiye, geleneksel politikası ile uyumlu bir şekilde, bölgeye yönelik dış politikasını yürütürken oldukça temkinli bir yaklaşım benimsemiş ve bu temkinli yaklaşım Orta Doğu’ya yönelik dış politikanın temellerinin şu şekilde tanımlanmasını sağlamıştır: Bölgedeki ülkelerin iç siyasetine ve devletlerarası çatışmalara karışmama ilkesine sıkı sıkıya bağlılık Birçok devletle ikili siyasi ilişkilerin geliştirilmesi Batı ittifak sistemindeki rollerin, Orta doğu politikaları ile karıştırılmaması İsrail ve Arap devletleriyle dengeli ilişkiler kurulması - İdeolojik olarak Türkiye’nin 1923’ten sonra Orta Doğu’dan ayrılması büyük ölçüde bir imaj meselesidir. 1924 yılında Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte Türk devleti ile İslam toplumu arasındaki bağ kopartılmış ve Türkiye Orta Doğu’dan uzak durarak yeni bir ulus inşa sürecine girmiştir. Halkın hafızasına nüfuz eden ve Osmanlı geçmişi ile İslam devleti imajını reddetme anlayışına dayalı olan bu halk hafızası, Körfez Krizine esnasında Türkiye’nin verdiği tepkide en somut biçimini almış ve Türkiye kendisini Batı Bloğu'nun yanında konumlandırmıştır. Türkiye’nin Orta doğu ülkelerine karşı izlediği bu temkinli politika tek taraflı değildir. Ülkemizin stratejik konumu, özellikle Soğuk Savaş döneminde Nato’nun "güney kanadı" olarak hareket etmesi, Orta doğu ülkelerinin de Türkiye’ye karşı oldukça ihtiyatlı ve şüpheci bir yaklaşım geliştirmesine sebebiyet vermiştir. Ancak bu demek değildir ki Türk dış politikası bütünüyle Orta doğu’dan uzak durmuştur. Bilakis Türkiye, 1990’lar boyunca Orta doğu’da, bilhassa Kuzey Irak’ta aktif bir biçimde yer almış, Suriye ve İran ile yakın ilişkiler kurmak konusunda çaba sarf etmiş ve İsrail ile ilişkilerini yakın tutmuştur. Ancak 2000’li yıllara kadar bu girişimler büyük ölçüde Türkiye’nin yakın komşularıyla ve çoğunlukla güvenlik endişelerine ilişkin konularla sınırlı kalmıştır. Bu bağlamda Türkiye, Orta doğu ile ticaret ve yatırımı geliştirmenin yanı sıra 1990’da Birinci Körfez Krizi’ne de müdahil olmuş ve dönemin kritik isimlerinden olan dışişleri bakanı İsmail Cem’in (1997-2002) öncülüğündeki koalisyon hükümetleri ekonomik ilişkileri geliştirmek, Türkiye’nin tarihi / kültürel varlıklarından yararlanmak ve komşu ülkeler ile ilişkileri geliştirmek adına yoğun çaba sarf etmiştir. Nitekim benzer bir politika, (Orta doğu ve İslam dünyası ile ilişkileri derinleştirme fikri) 1995-1996 yılında Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi'nin kurduğu koalisyon hükümetinin başbakanı olarak görev yapan Necmettin Erbakan döneminde de izlenecektir. Ancak yine de 1990’ların geneli itibariyle Orta Doğu bölgesindeki Türk dış politikası ekseriyetle dengeleme ittifakları, askeri ilişkiler ile tehditler ve müdahaleler gibi güvenlik hüviyetli araçlar etrafında şekillenmiştir. Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerine ise ayrı bir parantez açmak gerekmektedir ve İkinci Dünya Savaşı öncesi ile Soğuk Savaş dönemi boyunca Türk dış politikasının en sorunlu konularından birisi olagelmiştir. 1939 yılında Hatay’ın Türkiye’ye katılması ve Türkiye’nin İsrail’i tanımasıyla gerginleşen ilişkileri kötüye götüren önemli bir diğer faktör de 21 ekim 1989 tarihinde Suriye askeri uçaklarının bir sivil Türk uçağını Türk semalarında düşürmesidir. Ancak bundan sonra Türkiye-Suriye ilişkilerindeki sorunlar büyük ölçüde Su sorunu ve Suriye’nin terör örgütü PKK'ya üs ve destek sağladığı iddiaları etrafında şekillenmiştir. 1992 yılında Türkiye Cumhuriyeti İçişleri bakanı İsmet Sezgin’in Şam’a yaptığı ziyarette Suriye’nin PKK ’yı desteklemeye devam etmeyeceği ve topraklarının saldırı amaçlı kullanılmayacağına yönelik taahhüdü sonrası ikili ilişkilerde kısa süreli bir iyileşme yaşanmıştır. İlaveten Suriye, bu ziyaret sırasında Lübnan’daki Beka Vadisi'nde kurulmuş olan PKK üssünü kapatacağını taahhüt etmiş ve terör örgütünün ana üssünü Musul yakınlarındaki Şengal’e, yani, Kuzey Irak’ın o dönemde Saddam Hüseyin rejimi tarafından kontrol edilen bir bölgesine naklettiğini bildirmiştir. Ancak kriz çözülememiş ve PKK'lıların Suriye’de konuşlanması ile sözde liderleri terörist başı Abdullah Öcalan’ın Suriye’de saklandığına yönelik istihbarat akışları devam etmiştir. Türk siyasi karar alıcıları sıklıkla Suriye’yi Türkiye’nin çok hassas olduğu güvenlik endişeleri konusunda açık bir tavır içine girmeye davet etmiş, zamanla uyarılarını artırarak zorlayıcı diplomasi yöntemi benimsemiştir (bkz: carrot and stick). Bilahare Öcalan’ın sınır dışı edilmesi taleplerine karşı Suriye’nin tepkisiz kalması, Türkiye’yi "caydırıcı baskı" politikasını harekete geçirmeye teşvik etmiş ve binaenaleyh Türkiye, Suriye ile üst düzey diplomatik temaslarını askıya alarak güç kullanma tehdidinde bulunmuştur. İlaveten Türkiye, siyasi duruşunun inandırıcılığını artırmak için bir miktar Türk askerini Suriye sınırına transfer etmiştir. Velhasıl Suriye tarafı geri adım atmış ve 20 ekim 1998’de Adana Mutabakatı’nın imzalanmasıyla ilişkilerde yeni bir dönem başlamıştır. Mezkur anlaşma Türkiye-Suriye ilişkileri için bir dönüm noktası olarak nitelendirilmektedir. 22 yıllık AKP iktidarının bilhassa ikinci dönemi itibariyle ise Türkiye, yeni bir dış politika yaklaşımı benimseyerek dünya siyasetinde beynelmilel bir aktör olma rolüne bürünmek istemiştir. Bu yeni yaklaşımda batı ile ittifak eskisi gibi birincil öncelik olarak görülmemekte ve Batı’ya olduğu kadar Doğu’ya da değer atfetmeyi gerektirmektedir. Siyasi ve ekonomik ilişkileri geliştirmek adına 2002 yılından bu yana komşu ülkelere yönelik Sıfır sorun (kazan-kazan) politikasını kendisine düstur edinmiş olan mevcut iktidarın izleyeceği yeni siyasetin oluşmasında en çok pay sahibi olan isimlerin başında kuşkusuz Ahmet Davutoğlu gelmektedir. Bu doğrultuda Türkiye; İran, Suriye, Sudan, Suudi Arabistan, Katar ve Rusya ile yakın ilişkiler geliştirme girişimlerinde bulunmuş ve bölgesel çatışmalarda bir enerji merkezi ve kolaylaştırıcı haline gelmeye çalışmıştır. Nitekim bu tavır değişikliği de, Türkiye’nin 90’lar boyunca benimsediği, bölgesel meselelere girmekten kaçındığı ve bölgeye güvensizlik hasebiyle çok temkinli bir yaklaşım benimsediği geleneksel yönelimden sapma olarak algılanmıştır. Ancak, yukarıda da belirttiğimiz üzere Türk dış politikasında orta doğu bölgesi yeni olmaktan uzaktır ve 2000’li yıllar itibariyle Türkiye’nin Orta doğu aktivizmi hem bölge hem de konular çapında çeşitlenmiştir. Diğer bir deyişle Türkiye’nin Orta doğu’daki müdahilliği daha kapsamlı, çok yönlü ve derin bir hal almıştır. Bu bağlamda ülkemiz bölgesel krizlerde arabuluculuk yapma konusunda gönüllü olmuş ve bölge ile ekonomik ilişkilerini derinleştirmeye ve yumuşak gücünü ön plana çıkarmaya çalışmıştır. Bir süre sonra bu aktivizm nedeniyle türkiye’nin batı yönelimli geleneksel dış politikası sorgulanmaya başlanmış ve Eksen kayması tartışmaları gündemdeki yerini almıştır. Gelişmeleri farklı bir nokta-ı nazar ile değerlendirdiğimizde Orta doğu’ya yönelik Türk dış politikasının temel dinamikleri olan Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, İran ile bölgesel nüfuz konusundaki rekabet ve Filistin sorununun çözümüne ilişkin yaklaşımlarda bir devamlılığın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak "yeni dönemde" sorunların tanımlanma biçimi ve onlarla başa çıkmak için geliştirilen stratejiler tamamen farklılaşmış durumdadır. İlaveten, Akp döneminde Türkiye Orta doğu bölgesi ile daha derin bir ilişki kurmaya yönelmiş ve bölgesel liderlik hedeflemiştir. Orta doğu’daki birçok ülke ile yüksek düzeyli stratejik iş birliği konseyleri kurulmuş, vize serbestisi anlaşmaları yapılmış, yalnızca siyasi, diplomatik ve ekonomik yönlerde değil; ulaşım, enerji, su kaynakları, çevre, kültür, eğitim ve bilim konularını içeren çok geniş bir iş birliği alanı oluşturulması yönünde akitler imzalanmış ve girişimlerde bulunulmuştur. Binaenaleyh bütün bu gelişmeler hedef değişikliğinin de mevcudiyetini göstermektedir. 2010'lu yılların en önemli konu başlığı olarak nitelendirebileceğimiz olay, 2010 yılının sonunda Tunus’ta başlayan ve Arap Baharı şeklinde adlandırılan, Arap halklarının diktatörlüklere karşı özgürlük, demokrasi ve insan hakları taleplerini dile getirdikleri ayaklanmalardır. Orta doğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki güç yapılarını alt üst eden mezkur hadiseler birçok ülkede hükümetlerin değişmesine sebebiyet vermiştir. Bu isyanların Suriye ayağı ise mart 2011’de Beşar Esad yönetimini devirip yerine Özgür Suriye Devleti'ni kurmak isteyen muhalefetin ortaya çıkmasıyla başlamıştır. İsyanların süregelmesi ile Abd ve batı bloğu muhalefeti, Rusya ise Esad rejimini desteklemiş ve Suriye yoğun bir iç savaşa sürüklenmiştir. Türkiye için Suriye iç savaşının yarattığı iki risk bulunmaktadır. Birincisi, ülkenin kontrolden çıkmasıyla bölgeden yaygınlaşan terör yapılarının yarattığı güvenlik riskidir. İkincisi ise terörden ve Esad rejiminden kaçan insanların Ürdün ile birlikte Türkiye’ye de Mülteci olarak akın etmesidir. Bu durum ilerleyen yıllarda Türkiye’nin en fazla mülteci barındıran ülke olmasına neden olmuş, göç ve mülteci meselelerini Türk dış politikasının güncel sorunlarından biri haline getirmiştir. Arap isyanlarının patlak vermesinden sonraki birkaç ay içinde Türkiye uzun süredir arzuladığı Yumuşak Güç ve Model Ülke olma idealini uygulamaya koymak için bir fırsat yakalamış ve bu nedenle aktif ve müdahaleci bir dış politika benimsemiştir. Bu politika 2012’de Tunus ve Mısır’da yapılan seçimlerde Müslüman Kardeşler'e bağlı partilerin seçilmesiyle başarılı olduğunu kanıtlamıştır. Ancak 2013’ten sonra yerel, bölgesel ve küresel gelişmeler Türkiye’nin bölgedeki güç projeksiyonunu önemli ölçüde engellemiştir. Türkiye’nin politika tercihini değiştirmesi ise zaman almış ve Türkiye’nin Orta doğu’da yalnızlaşmasına sebep olmuştur. Bu deneyimden sonra temkinli bir bekle ve gör yaklaşımı diğer küresel / bölgesel güçler devreye girerken Türkiye’nin yabancılaşmasına sebep olacağından Türk dış politikası karar alıcıları için uygun bir seçenek olarak görülmemiş ve sonuç olarak Türkiye, otoriter Arap devletlerinde halk taleplerinin yanında yer alan ve barışçıl demokratik değişimi destekleyen bir politika tercih etmiştir. Türkiye ile Suriye arasında Türkiye’nin Esad rejimine karşıt politika belirlemesi ile gerilen ilişkiler, 22 haziran 2012 yılında Suriye’nin Türkiye’ye ait f-4 tipi savaş uçağını düşürmesi ve daha sonra Tel-Aybad bölgesinden 3 ekim 2012 tarihinde Türkiye’nin Akçakale ilçesine atılan top mermisi sonucunda gittikçe tırmanmıştır. Türkiye’nin Suriye krizi ile ilgili olarak temel endişeleri bölgedeki istikrarsızlıktan beslenen terör örgütlerinin Türkiye’ye yönelik saldırılarını engellemek ve Suriyeli mültecilerin geri dönüşünü sağlamak için güvenli bölgeler oluşturmaktır. Nitekim bu çerçevede Türkiye, Suriye’ye yönelik dört hareket gerçekleştirmiştir: Fırat Kalkanı Harekatı (El Bab), Zeytin Dalı Harekatı (Afrin), Barış Pınarı Harekatı (Fırat’ın doğusunda Tel Abyad ile Resulayn ekseninde) ve Bahar Kalkanı Harekatı (İdlib). Konuya Dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Lenore Martin'den The Future of Turkish Foreign Policy, William Hale'den 1774’ten Günümüze Türk Dış Politikası ve Walter Laqueur'den Orta doğu Mücadelesi: Sovyetler Birliği ve Orta Doğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Hasta Adam'ın Son Yılları : Osmanlı İmparatorluğu

    "Kollarımız arasında hasta, ağır hasta bir adam var." Çar Nikolay Pavloviç Romanov - Saint Petersburg (1853) Birinci Dünya Savaşı 'ndan hemen önce, batıdaki muadili olan Osmanlı İmparatorluğu ile benzer bir sonu yaşamaya yakın olan Çin İmparatorluğu dağılmaktayken, Avrupa'nın emperyalist güçleri yine birbirine rakip durumdadır; ancak bu kez çekişmeleri denizlerde süregitmektedir. Söz konusu Osmanlı olduğunda ise çökmeye yüz tutmuş imparatorluğun taksimi için verilecek olan mücadele karada gerçekleşecektir ... 20. yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu'nun hakimiyeti altında bulunan Karadeniz ile Marmara arasındaki İstanbul Boğazı ve Marmara ile Ege arasındaki Çanakkale Boğazı , hepimizin malumu olduğu üzere bilhassa Rusya için hayati bir önem taşımaktadır ve tabiri caizse Rus ekonomisinin soluk boruları konumundadır. Rus ihracatının yaklaşık %90'ı buradan dışarı gitmekte ve Güney Rusya sanayilerini ayakta tutmak için gereken ne varsa yine ekseriyetle mezkur bölgelerden gelmektedir. Nitekim 1911-1912 yılları arasında gerçekleşen İtalyan savaşında (bkz: Trablusgarp Savaşı ) Osmanlılar, Çanakkale Boğazı'nı kapatmış ve Güney Rusya'da ekonomi anında durma noktasına gelmiştir. Hülasa boğazlardan güvenli geçiş Rusya için hayati bir meseledir. Antant güçleri 1914 başında, Doğu Anadolu 'daki kısmen Ermeni lerle meskun vilayetlere özerkliğe yakın bir statü tanımaları için Osmanlı Devleti'ne baskı yapmaktadırlar. Özellikle Hristiyan Ermeniler Rusya'nın maşası olabileceklerinden, bu ve buna paralel olarak Arap vilayetlerindeki İngiliz / Fransız çıkarları kolaylıkla Osmanlıların sonunu getirecektir. Bütün bu gelişmelerin ışığında İstanbul , kapanın kapanmasını beklemeden Berlin ile irtibata geçecektir ... O dönemde Almanya , Osmanlıları en az tehdit eden büyük güç konumundadır. Hatta Alman Kayzeri, İslam 'ın koruyucusu kesilmiş (tabi ki çıkarları doğrultusunda) ve sultana onay ile destek nişanesi mahiyetinde İstanbul'un Asya yakasında Germen şatolarını andıran devasa bir gar binası armağan etmiştir (bkz: Haydarpaşa Tren Garı ). 1913 sonunda ise Alman generali Liman von Sanders fiilen Karadeniz ile Ege arasındaki boğazları savunan bir Osmanlı kolordusunun komutanı olarak atanacaktır. Rusların bu gelişmeye tepkisi gecikmese de, Osmanlı topraklarına onlarca uzman subaydan oluşan bir alman askeri heyeti gönderilmesinin önüne geçemeyeceklerdir. Her halükarda, İstanbul'daki yeni rejimin başının Almanların adamı olduğu gün gibi ortadadır: Almancayı neredeyse kusursuz konuşan ve Almanların hayran olduğu türden bir askeri enerjiye sahip olan Enver Paşa . O ve diğer İttihatçılar genelde Balkanlar 'dan gelmektedirler ve ulus devlet inşasının orada nasıl yürütüldüğünü birinci elden öğrenmişlerdir. Almanya bu gözü pek ve vatanperver subaylar için adeta bir mıknatıs hüviyetindeyken, İngiltere veyahut Fransa siyasi hasımların başlıca modelleri konumundadır. Nitekim Balkan Savaşları 'nı izleyen umutsuzluk ortamında yıldızı yükselenler, Enver ile arkadaşlarıdır ve Alman askeri heyetinin aralık 1913'te Sirkeci Garı 'na gelişi, 8 ay sonra gerçekleşecek olan cihan harbinin geri sayımını başlatan etkenlerden biri olacaktır. Boğazların Almanların kontrolüne geçmesi Rusya'yı çok korkutmuştur, evet fakat öteki tarafta da bir Alman imparatorluk rüyası söz konusudur. Daha doğrusu Orta Avrupa rüyası, zira Avusturya Macaristan İmparatorluğu da uzun süredir Yakındoğu 'da ticari ve siyasi nüfuz peşinde koşmaktadır ve onların ticareti de, Almanların çok gerisinde değildir. Dönemin belki de en büyük beynelmilel çekişmesi, Berlin'i B ağdat 'a bağlayan, Almanya'nın finanse ettiği bir demiryolu projesi ile ilgilidir (yukarıda bahsini geçirdiğimiz üzere kayzerin sultana "hediye" ettiği gar, bu projenin bir parçasıdır) ve 1914'e gelindiğinde, İstanbul'da bir de yeni bir Alman büyükelçilik binası inşa edilir (bkz: Alman başkonsolosluğu ) (bkz: Taksim ). Çatısını bezeyen gösterişli kartallardan mütevellit kuş kafesi olarak da anılagelen bu devasa bina, İttihatçılardan tabiri caize kukla muamelesi gören padişahın boğaz kıyısındaki ikametgahı olan Dolmabahçe Sarayı 'na da tepeden bakmaktadır... Almanların, günümüzde Beşiktaş olarak adlandırılan ilçede ve çevresindeki tesiri o denli etkili olacaktır ki; ülkemizin güzide kulüplerinden olan, asırlık çınar Beşiktaş Jimnastik Kulübü 'nün simgesi olan kartal da dahi kendini gösterecektir. (Beşiktaş Kulübü'nün resmi tarih anlatısında kara kartal simgesinin hikayesi; "Beşiktaş 1940-41 sezonunda hiç yenilmediği için bu lakabı aldı. O dönemin zorlu rakiplerinden Süleymaniye ile oynadığı maçta Beşiktaş, 1-0 öne geçmesine rağmen geriye çekilmeyerek ataklarını sıklaştırdı. Bu durum karşısında heyecanlanan taraftardan balıkçılık yapan Mehmet Galin, 'haydi kara kartallar, bastır kara kartallar' şeklinde tezahürat yaptı. Beşiktaş, 6-0 kazandığı karşılaşmada yeni lakabına da kavuştu." şeklindedir.) Velhasıl o zamana dek Rus - Alman çekişmesi, Almanya'nın Avusturya - Macaristan'a verdiği gönülsüz destek ile alakalı olarak dolaylı bir rekabet hüviyetindedir. Ancak Almanların İstanbul'a yerleşmesiyle birlikte artık doğrudan bir çatışma söz konusu olacaktır... Cihan harbinin başlamasıyla ve bilahare Osmanlı İmparatorluğu'nun Almanya'nın yanında savaşa iştirak etmesiyle birlikte savaşın nasıl bir boyut kazanacağı neredeyse tüm dünya kamuoyunun merak konusu olmuştur. İlk olarak Almanlar, halife - sultan cihat ilan edince tüm İslam aleminin İngilizlere karşı ayağa kalkacağına büyük umutlar bağlamış olsa da, pek çok yerde çağrı dikkate alınmamıştır. Yine, Osmanlı ordusu Kafkasya 'da Enver Paşa'nın büyük ihmalkarlığın dolayı ağır kayıplara uğramış durumdadır. Arap vilayetlerinde de isyan işaretleri belirmekte ve Doğu Akdeniz'de İngilizlerin ciddi bir hamlesi Osmanlı'yı savaş dışı bırakabilir gibi gözükmektedir. 1914 sonunda İngiltere Ruslara İstanbul'u teklif etmiş ve bütün Osmanlı İmparatorluğu'nu müttefikler arasında paylaşmayı planlayacak kadar ileri gitmiştir. Açıkçası Almanlar dışında Osmanlı'nın ciddi bir direniş gösterebileceğine itibar eden yok gibidir. Ancak beklenmeyen olacak ve Türkler bitti demeden bitmez sözünün gerçekliği bir tokat gibi batı emperyalizminin yüzünde hayat bulacaktır... 18 mart sabahı İtilaf devletlerine ait 16 savaş gemisi, Çanakkale Boğazı'nın serin sularında belirdiğinde felaketlerine doğru seyir etmekte olduklarının farkında değillerdir. 7 Mart'ı 8 Mart'a bağlayan gece Yüzbaşı Tophaneli İsmail Hakkı Bey ve müstahkem mevkii mayın grup komutanı Yüzbaşı Hafız Nazmi Akpınar bey komutasındaki Nusrat mayın gemisi , düşman gemilerinin projektörlerine aldırmadan Anadolu yakası tarafında bulunan Erenköy 'deki karanlık liman a mayınlarını bırakmış ve bilahare İngilizler deniz ve hava keşifleri yapmış olsa da bu mayınları bulamamışlardır. Müttefik donanmasının bölgeye intikaliyle 3 savaş gemisinin batması bir olmuş ve hemen akabinde 3 gemisi de ağır hasar alarak harekattan çekilmek durumunda kalmıştır. Denizde yaşadığı beklenmedik hezimetin ardından itidalini korumaya çalışan İngiliz donanma komutanı Ian Hamilton artık umutlarını karaya çıkartılacak olan işgal gücüne bağlamış durumdadır... İtilaf kuvvetleri, Çanakkale Boğazı'nda yaşadıkları hezimetten bir ayı aşkın bir süre sonra yani 25 nisan 1915'te Gelibolu Yarımadası 'nın güneybatı ucu civarında kara çıkarmasını gerçekleştirebilmişlerdir. Çıkarma esnasında İngilizler ağır kayıplar vermiş ve arazi koşullarının çok zorlu olduğunun idrakine varmışlardır. Ormanlık ve tepelik arazilerde, aşağıdaki İngiliz mevzilerine yukarıdan bakan Türk istihkamı söz konusudur ve bilhassa Avustralyalı ile Yeni Zelandalı gönüllü kuvvetler zor bir alandadır (bkz: Anzak Koyu ). Bütün bunlara ek olarak işgal kuvvetleri adına içecek su dahi lojistik bir problem teşkil etmektedir ve suyun temini, yukarıdaki Türk mevzilerinden ateşe maruz kalan açık botlar ile gerçekleştirilmektedir. Elle tutulur bir başarı elde edilemeyen 3 ayın ardından ağustosta 3 yeni tümenle birlikte İngilizler daha kuzeyde, Suvla Koyu 'ndan karaya bir çıkarma daha yapmaya çalışmışlar ancak bu girişim de hüsran ile sonuçlanmıştır. Bu esnada hiçbir varlık gösteremeyeceklerini düşündükleri Türkler ise çökmek bir yana, olağanüstü bir direniş göstermişlerdir. Çanakkale Savaşları'na damga vuran bir diğer unsur ise 20. yüzyılın yetiştirdiği en büyük siyasi / askeri deha olan Mustafa Kemal Atatürk olacaktır... Nihayetinde Londra'daki hükümet bu girişime olan inancını yitirmiş ve 1916 yılının ocak ayının başında Çanakkale harekatına son vermeye karar vermiştir. Çanakkale Muharebeleri' nde İtilaf güçlerinin kaybı 500.000, Osmanlı İmparatorluğu'nun ise en az 250.000 kişi civarında olmuştur. Savaşın bu döneminde İngilizlerin Türkler karşısında aldığı başka yenilgileri de söz konusudur; örneğin bir etkisizlik destanı olan Bağdat Harekatı (1915 / 16 kışında durdurulmuştur) ya da Kutü'l Amare 'de Türklerin elde ettiği önemli zafer gibi... Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere; Norman Stone'dan Birinci Dünya Savaşı, Basil Liddell Hart'tan Birinci Dünya Savaşı Tarihi ve Andrew Wiest'ten Birinci Dünya Savaşı Tarihi & Fotoğraflar, Haritalar, Çizimler adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Altın Post ve Argonautlar Efsanesi

    Boiotia'daki Orkhomenos kentinin kralı Athamas'ın ilk eşi olan Bulutlar Tanrıçası Nephele'den Phriksos adlı bir oğluyla Helle adlı kızı olur. Bilahare kralın ikinci eşi olan İno, üvey çocuklarından kurtulmak adına sinsice bir plan hazırlamaya karar verir ve kentteki kadınları, mahsulü arttırmak için toprağa ekilecek tohumları kocalarından habersiz pişirmeye ikna eder. Ekin biçme zamanı geldiğinde ise tabii olarak hiç mahsul alınamaz ve şehirde büyük bir kıtlık yaşanır. Bunun üzerine Athamas halkını açlıktan kurtarmak için neler yapılması gerektiğini öğrenmek üzere Delphoi Tapınağı'na bir heyet gönderir ancak İno yine devreye girer ve kahinlere rüşvet vermek suretiyle tapınaktan alınan kehanetin değiştirilmesini sağlar. Buna göre; Orkhomenos'un felaketten kurtulabilmesinin yegane yolu, kralın çocukları Phriksos ile Helle'nin kurban edilmesinden geçmektedir. Çaresiz kral, ülkesinin geleceğini kurtarmak adına kehaneti uygulamaya karar verir. İki kardeş kurban edilmeye götürüldükleri sırada, gökten anneleri Nephele'nin gönderdiği kanatlı ve altın postlu bir koç iner ((Bkz: Hz. İbrahim) ile (Bkz: Hz. İsmail) / (Bkz: Hz. İshak) 'in kıssası). Velhasıl iki kardeş koçun sırtına binerek kaçar ancak Çanakkale Boğazı üzerinde Helle kayar ve denize düşerek boğulur. Bu olayın akabinde ise Çanakkale Boğazı artık Hellespontos adıyla anılmaya başlanır ( Egeus ile Theseus'un kıssası / (Bkz: Ege Denizi) ). Kardeşinin kaybıyla perişan olan Phriksos yolculuğuna tek başına devam eder, Karadeniz'in doğu sahillerindeki Kolkhis'e ulaşır ve minnetini belirtmek adına koçu Zeus'a kurban eder. Bölgenin kralı olan Aietes, Phriksos'u dostça karşılar ve himayesi altına alır. Aietes'in Khalkiope ile Medea adlı iki kızı ve Apsyrtos isimli bir de oğlu vardır. Phriksos, minnetini göstermek için kurban ettiği koçun altın postunu krala armağan eder ve Khalkiope ile evlenerek Kolkhis'e yerleşir. Aietes de altın postu Ares'in kutsal korusundaki bir meşenin dallarına asar ve koruması için başına bir ejderha diker. Antik Yunan topraklarının diğer bir köşesinde ise, ileride tanrıların oyunuyla söz konusu iki hadisenin yollarını kesişeceği, bir başka hikâye yazılmaktadır. Teselya'daki İolkos kentinin kralı Kretheus öldüğünde tahta yasal varis olan Aison yerine küçük kardeşi Pelias geçmiştir. Aison, oğlu İason'u kardeşinin hışmından korumak için Pelion Dağı'nda yaşayan Kheiron'un yanına gönderir. Akhilleus ve Asklepios gibi kahramanların öğretmenliğini yapmış olan bilge kentauros'un yanında yetişen İason, burada geleneksel eğitimin yanı sıra tıp eğitimi de alır. İason ismi aynı zamanda "tedavi eden, sağaltıcı" anlamlarına gelmektedir. İason büyüdüğünde babasına yapılan haksızlığı öğrenir ve hakkı olan tahtı amcasından geri almak için İolkos'un yolunu tutar. Yolculuğu esnasında Anauros Çayı'nı geçmek isteyen yaşlı bir kadın ile karşılaşır. Bu kadın aslında, insanların adil olup olmadıklarını sınamak adına kılık değiştirmek suretiyle yeryüzüne inen Tanrıça Hera'dan başkası değildir. Yaşlı kadına acıyan İason onu sırtına alarak çaydan geçirir ancak bu esnada sandaletlerinden birini akıntıya kaptırarak yitirir. Hulasa İason, İolkos'a varır ve amcasının karşısına çıkar. Pelias yeğenini gördüğünde tek sandaletli bir gencin tahtını elinden alacağını söyleyen kehaneti hatırlar ve telaşa kapılır. Bunun üzerine İason'u başaramayacağı zor bir göreve koşarak uzaklara göndermeye karar verir. Efsaneye göre; ataları Athamas, oğlu Phriksos'u öldürmeye yeltendiği için Zeus'un Aiolos soyunu lanetlediği söylenmektedir. Lanetin ortadan kaldırılmasının yegane çaresi ise Kolkhis'te bulunan altın postu ata toprağına geri getirmektir. Eğer İason bunu başarabilirse, Pelias tahtı devredeceğine dair söz verir. Görevi kabul eden kahramanımız, üstlendiği misyonu yerine getirebilmek adına çağının en yetenekli gemi ustası olan Argos'tan bir gemi inşa etmesini ister. Tanrıça Athena'nın denetiminde inşa edilen gemiye "hızlı, parlak" anlamına gelen Argo adı verilir. Tayfa olarak ise başta Herakles ve Orpheus gibi dönemin en ünlü yiğitleri bir araya gelecektir. Bu zorlu ve tehlikeli yolculukta Argonotların başlıca koruyucuları Hera ile Athena olacaktır. Argonotlar, Aietes’in güçlü ve zengin krallığına vardıklarında, kral onları öfkeyle karşılar; zira geliş sebeplerinden şüphelenmektedir. Nihayetinde Aietes, tıpkı Pelias gibi, İason'a altın postu verebileceğini ancak bir dizi zorlu görevi yerine getirmesi gerektiğini ifade eder. Kral, verecekleri sınavlar esnasında İason ve dostlarının öleceğinden emindir. Ancak tanrıların Argonotlar için farklı planları vardır... Kralın kızı Medea, İason'a ilk görüşte âşık olur ve kahramanımıza yardım etmeye karar verir. Prensesin hazırlayıp kendisine verdiği merhemi bedenine sürmesi sayesinde İason, görevleri başarıyla yerine getirir. Şaşkınlık ile karışık bir öfkeye kapılan Aietes, sözünden dönerek postu vermekten vazgeçer. Bu noktada tekrar Medea devreye girer ve onun yardımıyla İason altın postu ele geçirir. Görevlerini başarmanın gururuyla, sevgilisini de yanına katan İason ve cesur yoldaşları, hızlı gemileri Argo'ya atlayarak tekrar İolkos'a geri dönerler. Argonotlar Efsanesi'ne dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Rodoslu Apollonios'tan Argonautika  adlı eseri tavsiye ediyorum.

  • WW2 Kuzey Afrika Günlükleri: Çöl Tilkisi ile Monty

    İkinci dünya savaşı esnasında 1941 ve 1942 yılları Müttefikler adına iniş ve çıkışlar ile doludur. Güneydoğu Asya'da İngilizlerin egemenliği çökmekte ve Kuzey Afrika dışındaki tüm küresel stratejik konumlar, Nazilerin önderliğindeki Mihver bloğunun yoğun baskısına maruz kalmaktadır. Ancak Kuzey Afrika'da da vaziyet pek iç açıcı gözükmemektedir; zira Birinci Dünya Harbi'nde gerçekleşen Caparetto Harekatı sırasında sergilediği gözü pek ve yaratıcı performansıyla ilerleyen yıllarda neler yapabileceğinin kısa bir gösterimini sunan Çöl Tilkisi Erwin Rommel, Müttefiklere zor günler yaşatmaktadır. Karizması ve askeri yetenekleriyle komutası altındaki askerlerinin hem sevgisini hem de saygısını kazanmış durumda olan Alman general, gerçekleştirdiği başarılı operasyonlarla İngilizlerin en önemli silahlarından biri olarak gördükleri Ultra'yı etkisiz hale getirmeyi başarmış ve Roma'daki yüksek komuta merkezinden gelen talimatlara uymak yerine, gerektiği yerde inisiyatif alarak mütemadiyen İngiliz istihbaratını gafil avlamıştır. Nitekim 1941 yılında 100.000 asker, 849 tank ve 604 uçak ile gerçekleştirilen Battleaxe Harekatı ile başlayan felaketler silsilesi, İngilizler adına 1942'nin bahar aylarında doruk noktasına ulaşacaktır ... İngiliz sekizinci ordu komutanı general Neil Ritchie , iyi bir personel subayı olmasına rağmen hızlı davranmak ve birliklerini koordineli bir şekilde yönetmek açısından yetersiz bir komutandır ve düşmanı okuma yeteneğiyle beynelmilel bir ün kazanmış olan Rommel, pekala bu durumun farkındadır. Sayı ve teçhizat bakımından Müttefiklerin kendisinden üstün olduğunu bilen Çöl Tilkisi, mezkur dezavantajın üstesinden gelmek adına düşman ile topyekun bir savaşa tutuşmak yerine onları peyderpey üzerine çekmeye karar verir ve bu stratejinin ne kadar doğru olduğu kısa sürede ortaya çıkar. İngiliz zırhlı tümenleri birer birer ezilir. Rommel, İngilizlerin güney taraflarını korumak adına oluşturdukları mayın tarlalarını da dahice kullanarak statik haldeki düşmanını dönme manevralarının sonucunda kendi silahlarıyla imha eder. Özgür Fransa Ordusu , Bir Hakeim 'de bir süre varlık göstermeye çalışmışsa da Almanlar onları da saf dışı bırakır ve nihayetinde Panzer IV ler her bir cenahtan saldırarak, geride düşmanın kurtarabilecekken kurtarmadığı tanklardan oluşan bir demir mezarlığı bırakırlar. 1 sene evvel Doğu Libya'yı işgal etmek adına yola çıkan 8. İngiliz ordusu, harekat merkezleri olan Tobruk 'u tecrit edilmiş halde bırakarak Mısır 'a dek geri çekilmek zorunda kalır. Sürekli bir halde devam eden bombalamalara daha fazla dayanamayan tecrübesiz ihtiyat birlikleri, 21 haziran 1942'de muazzam miktarlardaki ikmal malzemesiyle birlikte Tobruk'u Almanlara teslim ederler ve 25.000 asker esir olarak alınır. Washington 'daki Roosevelt , işlerin iyi gitmediğinin farkındadır ve yaşanan hezimetten dolayı Churchill 'i arayarak yardım teklifinde bulunur. Kahire 'deki Amerikan ataşesi ise başkente hemen her gün İngilizlerin yöntemlerinin verimsizliğine ilişkin ağır raporlar göndermektedir. Kazanan tarafta ise ne yapması gerektiğini çok iyi bilen Rommel'in hiçbir şekilde durmaya niyeti yok gibi gözükmektedir ... Tobruk'un ardından ricat halindeki İngilizler, Mısır sınırında bir başka ağır darbe daha alırlar. Tank sayıları artık 100'ün altına düşmüş durumdadır ve ağır silahlarının neredeyse yarısını kaybetmişlerdir. Bugün dahi ders kitaplarının savunma sistemleri bakımından "korkakça bir ihtiyat" olarak kaydettiği bir tavırla birlikler statik şekilde mayın tarlalarınca korunan karakollara yerleştirilir. Rommel ise yine ve yeniden bu karakolları kolayca baypas edecektir. İngiliz birliklerinin yeni kumandanı Sör Claude Auchinleck , her ne kadar selefinin yaptığı hatalardan geri dönerek askerlerini mobilize etmeye çalıştıysa da artık çok geçtir. Rommel'in hız kaybetmeyen ve tedrici şekilde artan baskısı karşısında İngiliz birlikleri, bir Akdeniz kasabası olan El-Alameyn 'e dek geri çekilmek zorunda kalır. Yıllar sonra geri dönüp baktığımızda o günlerde Müttefiklerin durumunu en iyi özetleyen obje ise Mareşal Auchinleck'in, kederli ve çaresiz bir şekilde bol şortu içinde yolun kenarında dikilirken çekilmiş olan fotoğrafı olacaktır ... Müttefikler adına tüm Kuzey Afrika harekatı boyunca Winston Churchill , tabiri caizse tam bir baş belasıdır. 10 Downing Street 'ten mütemadiyen kesin emirler içeren telgraflar göndermekte ve saha komutanları inanılmaz güçlükler ile boğuşurken, o eylem ve kesin zafer talep etmektedir. Nihayetinde ise Kahire 'ye gelecek ve Auchinleck'i görevden alarak yerine Bernard Montgomery 'i atayacaktır. Monty geçimsiz, kibirli ve aşırı detaycı bir adamdır. Askerlerine kendisini anlatabilmek adına üstün gayret gösterir. Burnundan kıl aldırmayan tavırları Churchill'i dahi yıldırmıştır ancak İngiliz başbakanı sonunda pes eder ve daha önce hiç yapmadığı bir şey yaparak, Monty'nin hazırlık ve bakıma zaman ayırmak istemesini kabul eder. Oysa önceki komutanların bunu talep etmeleri, görevden alınmalarına sebebiyet vermiştir. İşin aslı Montgomery, Rommel karşısında askeri ve teçhizat bakımından muazzam bir üstünlüğe sahiptir ancak yine de acele etmez. İkmal hatları düzenli işleyene ve hava üstünlüğü kurulana dek bekleyecektir. Velhasıl artık önemli bir İngiliz zaferi ufukta yavaşa yavaş belirmektedir ... 23 ekim 1942'de 115.000 asker, 1000 top ve 559 tankla müttefik birlikleri Nazilere karşı harekete geçerler. Bu tarihin seçilmesindeki asıl sebep ise o sırada Rommel'in hastanede tedavi görmesidir. Ancak onun yerine vekalet eden komutanın, yaşadığı strese daha fazla dayanamayıp kalp krizi sonucunda ölmesi hasebiyle hasta Rommel, tekrar görevinin başına döner. İngilizler, harekatın ilk günlerinde kısmi başarılar elde etse de düşman saflarında herhangi bir yarılma gerçekleştirmeyi başaramazlar. Diğer tarafta ise Rommel'in, etkin bir karşı saldırı gerçekleştirebilmek adına ne ihtiyat kuvveti, ne teçhizatı ne de yakıtı vardır ve zaman, hiçbir şekilde ikmal almayan Almanların aleyhine işlemektedir. Nitekim 1 kasıma gelindiğinde Nazilerin 148, müttefiklerin ise 800 tank bulunmaktadır. Asker sayısındaki fark daha da çarpıcıdır. Müttefiklerin 100.000 askerine karşılık, Rommel 9.000'den biraz daha fazla askere sahiptir. Çöl tilkisi, artık geri çekilmenin dahi zor olduğunun farkındadır: Kalmak ve bulunduğu yerde savaşmak zorundadır. 2 gün boyunca gerçekleşen kanlı çarpışmaların ardından 3 kasımda Rommel, Hitler 'e çekilmek zorunda olduğunu bildirir ancak yüksek komuta talebini reddeder. Bunun sonucu ise aynı gün Wehrmacht 'ın, Royal Air Force 'un 1208 sortide bıraktığı 400 ton bombaya maruz kalması olacaktır. Artık yapacak bir şey kalmamıştır ve Rommel, yine inisiyatif alarak geri çekilme emrine verir. Daha sonra Alman general, içinde bulundukları vaziyete dair düşüncelerini şu şekilde ifade edecektir: "Hiçbir ihtiyat kuvveti yoktu, mümkün olan her adam ve top cepheye sürülmüştü. Yapabileceğimiz her şeyi yaptık. Ön cephemiz yarıldı ve tamamıyla motorize olan düşman arkamıza dolaşıyordu. Üstlerin emirlerinin artık bir önemi yoktu. Artık kurtarılabilecek olanı kurtarmak zorundaydık." Geri çekilme esnasında Rommel'in yardımcısı esir düşer. 4 kasımda Monty, düşman saflarını yarmasına rağmen ihtiyatı elden bırakmaz; zira geçmişte Rommel'in direnci yüzünden İngilizlerin nasıl kanlı sürprizler ile karşılaştıklarını iyi bilmektedir. Ancak Almanlar bozulmuş ve mevcut olarak 5000 asker, 20 tank ve 50 gibi mütevazi sayılara düşmüşlerdir. Yine de Rommel, birliklerini Tunus 'a dek 1600 km boyunca geri çekmeyi başaracaktır. Montgomery'in ihtiyat konusunda ne kadar haklı olduğu ise Çöl Tilkisi'nin Tunus'taki Kasarin Geçidi Savaşı 'nda pervasız Amerikan birliklerine yaşattığı ağır hezimette kendisini bir kez daha gösterecektir (Bu savaşta almanlar 1000 asker ve 20 tank kaybederken, Amerikalılar 6000 asker, 183 tank ve 200 top gibi ağır bir kayıp vermişlerdir). 15 kasım 1942'de ingiltere 'de kilise çanları çalınmaktadır (1940 yılından bu yana yalnızca bir Alman işgali halinde çalınmaları öngörüldüğü için suskunlardır) ve nihayet İngiliz halkına bir zafer armağan edilebilmiştir. Churchill zafer sonrası ulusa seslenişinde şu ifadeleri kullanır: "Rommel'in ordusu yenildi. Bozguna uğratıldı. Savaş gücü yok edildi". Ancak mesleğini fiilen icra eden bir tarihçi olarak da zaferi bağlamına yerleştirmeyi ihmal etmez: "Bu bir son değil. Hatta sonun başlangıcı bile değil. Yalnızca başlangıcın sonudur". Büyük harbin akabinde ise İngiliz lider, hatıralarında şunları yazacaktır: " Alameyn 'den önce hiç zafer kazanmadık. Alameyn'den sonra ise hiç yenilmedik ..." Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Norman Stone'dan İkinci Dünya Savaşı, Basil Liddell Hart'tan İkinci Dünya Savaşı Tarihi ve John Keegan'dan İkinci Dünya Savaşı adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Nihai Çözüm’ün Tarihsel Arka Planı: Yahudi Soykırımı

    1941 yılı eylül ortasında Kiev işgal edilip, yarım milyondan fazla Sovyet savaş esiri alındığında Hitler dünya harbini kazandığını düşünmüştür. Rastenburg'da zafer havası egemendir ve durumdan kendisine vazife çıkaran Henrich Himmler, Führer'ine bir ziyaret gerçekleştirmeye karar verir. Himmler, Nazi Partisi'nin seçkin unsuru olan Schutzstaffel'in (bkz: SS) başındadır ve aynı zamanda polis şefi, işgal bölgelerindeki güvenlik güçlerinin yöneticisi ve tüm toplama kamplarının idarecisi konumundadır. O zamana dek Naziler, Yahudilerin akıbeti ile ilgili planlarını kapalı oturumlarda ve gizlice istişare etmişlerdir. Ancak '41'in eylül ayına gelindiğinde Drittes Reich'ın fütursuzluğu ve tahayyülün ötesindeki çılgınlığı doyum noktasını çoktan aşmış durumdadır. Artık onlar için sırada, Yahudilerin Avrupa'dan silinip yok edilmesiyle ilgili projeyi uygulamaya koymak vardır ve yaşanılacak olan acıların ortaya çıkaracağı utanç tablosu, insanlık tarihinde kara bir leke şeklinde silinmez izler bırakacaktır ... Hitler, 1939 yılı ocak ayındaki bir konuşmasında, tahrik edildiği takdirde Yahudileri nihai olarak "yok edeceğini" beyan etmiştir. Gerçi o tarihlerde Nazilerin planı, Yahudilerin Almanya 'dan veya en azından kamusal görevlerden sürülmesi şeklindedir. Yaklaşmakta olan tehlikenin idrakine varmış olan bir kısım Yahudi Almanya'yı terk etmeyi başarmış olsa da, bilhassa Nazi işgali altındaki Doğu Avrupa 'da masum insanlar büyük bir zulme maruz kalmaktadırlar. Hitler'e göre Yahudiler ile komünist ler arasında ayrım gözetmek abesle iştigaldir ve nitekim Nazi Almanyası, Sovyetler Birliği 'ne karşı harekete geçmeden evvel (bkz: Barbarossa Harekatı ) her iki grubun da ülkeden tasfiyesi için düğmeye basmakta herhangi bir beis görmeyecektir. Halihazırda Polonya 'da 3 milyon Yahudi getto lara yığılmış durumdadır ve salgın hastalıklar kol gezmektedir. Bütün bunlara ek olarak Wehrmacht 'in gerisindeki özel örgütler olan Einsatzkommandos da masum insanları katletmeye devam etmektedir. İşte ahvalin bu şekilde hasıl olduğu bir ortamda, yukarıda bahsini geçirdiğimiz eylül toplantısı gerçekleşir. Himmler, Hitler'e her şeyin keşmekeşin içinde olduğunu ve durumun "düzeltilmesi" gerektiğini söylemiştir. O andan itibaren işgal altındaki Avrupa'da bulunan tüm Yahudiler ölümcül bir tehdit ile karşı karşıyadır. Vicdan sahibi bazı kimseler, birtakım bürokratik engelleri bahane ederek (Yahudilerin malları hakkında neler yapılacağı, Yahudi bir kimsenin nasıl tanımlanacağı, yabancı pasaportlu Yahudilere karşı nasıl bir uygulamaya gidileceği gibi) kaçınılmaz olanı ertelemek adına zamanı masumların lehine kullanmaya çalışırlar. Velhasıl mezkur sorunları çözmek adına 1942 ocak ayında Berlin 'in Wannsee banliyösünde bir konferans düzenlenir. Bu konferans, "Yahudilerin yok edilmesi" kararının alındığı hadise olarak tarihe geçecektir. Nitekim burada yasal engeller hukuka aykırı bir şekilde ortadan kaldırılmış ve katliamın önü açılmıştır. O zamana dek Rusya ve Polonya'da yaşayan Yahudiler zaten açlık ve hastalık gibi türlü yollarla katledilmişlerdir. Wannsee'de alınan kararlar doğrultusunda ise imha programı , Batı Avrupa'yı da kapsayacak şekilde genişletilecektir. Savaştan evvel Nazilerin uyguladığı kara propagandanın odak noktası, Yahudilerin yarattıkları "kötü etki" ( sarı basın , modern sanat , komünizm vb.) hasebiyle sürülmeleri üzerinedir. Geride kalanlar ise, önemli veyahut önemsiz pek çok aşağılanmaya maruz kalmaktadır. Örneğin; Yahudilerin evcil kuşları için yem almaları ya da yurtdışından kargo kabul etmeleri yasaktır. Goebbels , Gauleiter yani Berlin Nazi parti başkanı olarak başkentte kalan Yahudilere uygulanan zulümde başı çeken isimler arasındadır. Bütün bu gelişmelerin akabinde soykırım başlamış ve Yahudiler kayıt altına alınmak suretiyle trenlerle Riga , Minst ve Polonya 'nın çeşitli bölgelerine yani doğuya sürülmüşlerdir. Fiziksel olarak çalışabilecek durumda olan sürgünler, daha sonra bilinen adıyla Derbehandlung yani özel muamele ye tabi tutulacaklardır. İlk sürgünler Almanya'dan 1941 yılının aralık ayında gelmiş ve sorgusuz sualsiz bir şekilde vurularak katledilmişlerdir. 1942 yılının ilkbaharından itibaren Polonya'nın gettoları boşaltılmış, '43 yılının yaz aylarına gelindiğinde ise gettolarda neredeyse kimse kalmamıştır. Zira o tarihte geride kalanlar bir ayaklanma başlatmış ve Polonya Direniş Gücü 'nden ateşli silahlar temin etmişlerdir. Nitekim hayatta kalan birkaç kişi getto duvarlarının ardında saklanmayı başarmıştır. Keza Roman Polanski 'nin başyapıtı olan Piyanist filmi, o günlerin çarpıcı bir betimlemesidir. İkinci dünya savaşı sırasında öldürülen Yahudilerin sayısına ilişkin ihtiyatlı rakam 6 milyondur. Ancak kaçının gaz odasında öldürüldüğü, kaçının ise aç bırakılarak ya da işkence görerek yok edildiğini belirlemek imkansızdır. Örneğin; toplama kamplarının görece en ünlüsü olan, Almanya - Polonya sınırındaki Auschwitz yalnızca bir ölüm kampı değildir. İçerisinde Monowitz adında bir alt tesis bulundurmaktadır ve burada İf Farben kombini adı altında sentetik kauçuk yapmak için çalışmalar yapılan bir kimya fabrikası kurulmuştur. Ancak girişim başarısız olmuş ve sentetik kauçuk üretilememiştir. Bunun üzerine Nazi doktorları, fabrikada çalışan Yahudiler üzerinde deneyler yapmaya girişmişler ve onları, bir insan bedeninin soğuğa veya açlığa ne kadar dayanabileceği ya da ikiz çocukların farklı tedavilere nasıl tepki verdikleri gibi canavarca yöntemlerle katletmişlerdir. Mezkur Nazi doktorların en ünlüsü olan Josef Mengele, tarımsal makine üretilen Baden'de küçük bir kasabada yaşayan Katolik bir ailenin tıp eğitimi almış, hırslı çocuğudur. Genetik o dönemlerde tıbbın en ilerici dalı olarak kabul edilmektedir ve bu alanda çalışmalar yapan Mengele, doğu cephesinde askerliğini ifa etmesinin ardından Frankfurt'taki bir üstü aracılığıyla Auschwitz'de görevlendirilir. İlk olarak kamptaki tifüs salgınını durdurmak için hastaları gaz odalarında öldürüp, cesetleri fırınlarda yakan Mengele, daha sonra genetik deneylerine girişir. Auschwitz'in Müttefikler tarafından kurtarılmasının akabinde profesörlüğü için hazırladığı ve içerisinde tüyler ürpertici ceset parçaları olan kutusuyla birlikte kamptan kaçmayı başaran şizofren Nazi, insanlık dışı eylemlerini soğukkanlılık ile aktardığı bazı tıp çevrelerinin dehşete düşmesi karşısında yakalanma korkusuyla Buenos Aires'e gitmiş ve orada bir süreliğine Mengele adlı bir eczane çalıştırmıştır. Mengele'nin işlediği insanlık suçlarına pek çok kıdemli doktor da iştirak göstermiş, ancak kimileri cezasız kalmıştır. Örneğin; Mengele'nin profesörü olan Baron Otmar von Verschuer, savaştan sonra Batı Almanya'da bir hayli yükselmiştir. Savaştan sonra sıkça sorulan sorulardan birisi de, sıradan Almanların olup bitenler hakkında ne kadar bilgiye sahip olduklarına dairdir. Doğudaki gizli katliamlar hakkında birtakım dedikodular bazı Almanların kulağına gelmiştir ve bu dedikodular bilhassa İngilizlere esir düşmüş Alman generalleri tarafından dile getirilmektedir. Ancak işin çarpıcı tarafı, generaller duyduklarını hiç de şok olmuş bir ifadeyle anlatmamaktadırlar. Zira Nihai Çözüm 'ün ayrıntıları bilinmemekte ve proje, Sonderbehandlung gibi kamuflaj sözcüklerle mümkün olduğu kadar gizlenmektedir. Programın sürdürülebilirlik açısından bir diğer ilginç yanı ise rakamlarda daha dikkat çekici bir hal almaktadır. Örneğin; Hollanda 'da yalnızca 6 SS subayı görev yaparken, 1 milyon insanın sürgün edildiği Auschwitz 'i koruyan asker sayısı 3000'i geçmemektedir ve bunların da büyük çoğunluğu Alman değildir. Yine, 1 ağustos 1942'de tarafsız İsviçre 'deki Yahudi komitesine, gördükleri karşısında şok olmuş bir Alman sanayici tarafından aktarılanlar, birçok kimsenin nezdinde inandırıcı bulunmamıştır. Evet, bölgeden bölük pörçük bilgiler gelmektedir fakat gerçeklerin açığa çıkması ancak 1944 yılında gerçekleşecektir. Keza bu da Rusların, Almanların imha etmeye çalıştığı kampların kanıtlarını ortaya çıkarmaları sayesinde olacaktır. Auschwitz '45 yılının ocak ayında kurtarıldığında ise o tarihe dek iskelete dönmüş kamp sakinlerinin birçoğu, karlı yollar boyunca Almanya'daki farklı tesislere aktarılmış durumdadır. Hitler'in temel inancı Aryan ırkının üstünlüğü üzerine kurulmuştur. Bu inanç ise Germen romantizmi nin Antik Yunan hayranlığına kadar uzanmaktadır. Aryanların üstünlüğü ancak ve ancak Aryan zekası ve içgüdülerinin, Aryan iradesiyle birleştiğinde her şeyi başarabileceği anlamına gelen " İradenin Zaferi" ile gerçekleşebilmektedir. (Örneğin; Leni Riefenstahl 'ın bu temayı işlediği Triumph of the Will filmi Nürnberg 'te yapılan 1934 tarihli Nazi Partisi Kongresi'ni anlatmaktadır. Yine, Olympia adlı filmde peştemalli ve cinsiyetsiz mükemmel bedenlerin geçit töreniyle, tüm zamanların görece en ünlü olimpiyat ı olan Berlin'deki 1936 olimpiyatı izleyiciye aktarılmaktadır (Afrika kökenli Amerikalı atlet Jesse Owens , Nazilerin beyaz ırkın üstünlüğüne yönelik iddialarını 4 altın madalya kazanarak yerle yeksan etmiş ve bir sembol haline gelmiştir)). Hitler'in kendi kariyeri de bir bakıma İradenin Zaferi argümanına temel teşkil etmektedir ve ona göre Alman bilimi nihayetinde yozlaşmış batıyı ve sürekli çoğalan doğuyu yenecek mucize silahlar üretecektir. Nitekim 1945 yılında Prag 'da Alman yetkililer hala okulları dolaşarak ırk bakımından alman olup olmadıklarını belirlemek adına çocukların ayaklarını ölçmektedirler. Oysa çok çarpıcı biçimde, Hitler'in ta kendisi '45 yılının şubat ayında bütün bunların boşuna bir gayret olduğunu ve gerçekten ırka dayalı bir çalışma yapmanın mümkün olmadığını, ileri derecedeki şizofrenisine rağmen itiraf etmiştir. ancak tüm bunlar için artık çok geçtir ve Demokles'in kılıcı , Nazilerin üzerine düşmek üzeredir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Norman Stone'dan İkinci Dünya Savaşı, Basil Liddell Hart'tan İkinci Dünya Savaşı Tarihi ve John Keegan'dan İkinci Dünya Savaşı adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Tahtın Eşiğinde, Hipodromun Kalbinde: Maviler ve Yeşiller

    Atın evcilleştirilmesi ve arabanın ilk kez kullanımıyla birlikte sürekli hale gelen atlı araba yarışları, sıradan Bizanslıların hayatlarındaki en önemli etkinliklerden biri haline gelmiştir. Yarışlar, izleyenlere hayatının başka hiçbir alanında kendisine sunulmayan eğlenceli ve heyecan verici eylemleri gerçekleştirmesine olanak tanımış; insanlar bir takım rengi seçmiş ve seçtiği takımı destekleyerek bastırılmış duygularını özgür bırakmışlardır. Gelenekselleşen ve büyük ilgi uyandıran atlı araba yarışlarının düzenlendiği hipodrom ise toplumsal memnuniyetsizliğin veya uyumun, imparatorluğun sorunlarının ya da refahının açıkça ifade edildiği bir arena haline gelmiştir. Diğer yandan, yarışlar imparatora halkın durumunu değerlendirme imkanı sunarken, halka ise taleplerini imparatora iletme fırsatını tanımış ve bu sayede insanların devlete olan aidiyet duygusu canlı tutulmuştur. Mezkur ahvalin modern zamanlardaki tezahürü ise, yine bir spor branşında yani futbol da kendini göstermektedir. Yönetilenler ile yöneticiler arasında, yerleşik hayata geçildiği günden itibaren tesis edilmiş olan "social contract" yani toplum sözleşmesinin varlığını en canlı şekilde hissettirdiği bu müsabakalar, bir anlamda toplumun "enerjisini boşaltma" görevini de ifa etmektedir. Antik çağlardan modern zamanlara dek atlı araba yarışları kadar taraftar grupları da araştırmacıların ilgisini celp etmiş, taraftar gruplarının toplumdaki yeri ve yarışlardaki rolü günümüzde dahi önemli bir tartışma konusu olarak gündemdeki yerini korumuştur. Bu çerçevede, hipodromun mekansal rolü, atlı araba yarışlarının organizasyonu ile yarışların halk ve imparator açısından önemine ilişkin hususlara değinilerek grupların ortaya çıkışı, etkinliği ve toplumdaki rollerinin aydınlığa kavuşturulması bilhassa önemlidir. Mevcut tarihsel ve arkeolojik bilgiler çerçevesinde atlı araba yarışlarının ilk kez ne zaman yapıldığı bilinmemekle birlikte, Roma döneminde atlı araba yarışları başkentteki devasa Circus Maximus ‘ta popülerliğinin zirvesine ulaşmıştır. Galibiyet kazanan araba sürücüleri halk nezdinde büyük şöhrete sahip olmuş ve para ödülü olarak da büyük meblağlar kazanmışlardır. Batı yakasında büyük ilgi gören atlı araba yarışları zaman içerisinde Konstantinopolis Hipodrumu ’nda da resmi devlet törenlerinin bir parçası haline gelmiş ve tutkuyla takip edilmiştir. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere spor , insanlığın en eski tutkularından biri olagelmiştir. Yüzyıllar içerisinde değişen ise yalnızca izleyicileri büyüleyen spor türleridir. Örneğin; Roma İmparatorluğu'ndaki gladyatör dövüşleri, günümüzde rağbet gören spor müsabakaları ile aynı hüviyete sahiptir. Ancak gösteriler aşırı heyecan ve vahşet içerdiği için duygu patlamalarının yaşanması da her daim kaçınılmaz olmuştur. Binaenaleyh imparatorlukta Hristiyanlığın kabulüyle birlikte gittikçe güç kazanan kilise , hipodrom gösterilerini uygun olmayan davranışların ve kargaşanın hakim olduğu eğlenceler olarak görmeye başlamıştır. Bütün bunlara ek olarak, gösterilerin düzenlendiği günler kiliselerin boşalması ve pazar ayinlerine az sayıda katılım olması da kilisenin uygulamak istediği yaptırımlar ile alakalı ihtiyacı olan zeminin oluşmasına olanak tanımıştır. Nihayetinde dövüşler, Roma'nın pagan spor ve gösterilerinin "Hristiyan ahlakıyla bağdaşmadığı" gerekçesiyle tedrici olarak ortadan kaldırılmış ve halkın ihtiyaçlarına binaen ortaya çıkan boşluğu, araba yarışları zaman kaybetmeden ve güçlü bir şekilde doldurmuştur. Kısa sürede arenanın en sevilen gösterisi haline gelen yarışlardaki araba sürücüleri, dört farklı renk kıyafet giymişlerdir: Yeşil , mavi , beyaz ve kırmızı . Her renk ise organize olmuş bir taraftar grubunu temsil etmektedir. 5. yüzyıldan itibaren Bizans’ta araba yarışı grupları Demos adıyla anılmışlardır. Demos teriminin genel olarak; insanlar (halk) ya da özgür vatandaşlar ve kentsel bir bölgedeki nüfus şeklinde tanımlanan iki anlamı mevcuttur. Aynı şekilde, renkler muhtelif kaynaklarda Meros adıyla da anılmış olup hizip şeklinde de tercüme edilmiştir. Mezkur renklerin kaynağı ise Güneş kültü ne dayandırılmaktadır. (bkz: Sol İnvictus ) Öte yandan, İoannes Malalas ve İoannes Lydos gibi 6. yüzyıl antik dönem yazarları ise bu renklerin mevsimleri sembolize ettiğini ve dört element e karşılık geldiğini öne sürmüşlerdir: Toprak (yeşil), su (mavi), hava (beyaz) ve ateş (kırmızı). Binaenaleyh araba yarışlarının kökeninde doğanın yenilenişini anlatan simgesel bir yönü bulunduğu da iddia edilmektedir. Tarihçi Gilbert Dagron ise yaklaşık 35 metre genişliğindeki bir pistte olabilecek kazaların karışıklığa yol açmaması adına atlı araba sayısının dört olmasının normal göründüğünü; dört mevsim, dört ana yön, dört element ya da dört doğal niteliğin (sıcak, soğuk, ıslak, kuru) olmasının benzerliklerden ve yapay derinliklerden başka bir şey olmadığını savunmaktadır. Söz konusu gruplardan beyazlar ve kırmızılar zamanla ortadan kalkmış ve geriye yeşiller ile maviler kalmıştır. Mavilere Venetoi , yeşillere ise Prasinoi denilmiştir. Gruplara ilişkin en net bilgi, bunların Hipodrom’daki at yarışlarıyla ilgili oldukları yönündedir. Her grup kendi yarışçılarını hazırlamakta ve yarışları izleyen seyirciler, Maviler ile Yeşiller olarak ayrılmak suretiyle kendi yarışçısını desteklemektedir. İmparator da dahil olmak üzere halkı oluşturan her sınıftan insan, gruplardan herhangi birine şu veyahut bu şekilde sempati duymuştur. Misal; 2. Theodosius (408-450), Leo (457- 474) ve Zeno (474-475) Yeşilleri tercih ederken, Marcianus (450-457) ya da Justinianus (527-565) gibi hükümdarlar Mavileri desteklemiştir. Örneğin; imparator 2. Theodosius (408-450) Yeşillerin lideri ve hamisi olan Chrysaphius ’un isteklerini mütemadiyen yerine getirmiş ve onu hediyelerle mükafatlandırmıştır. Bir şikayeti veyahut isteği olduğunda Chrysaphius, imparatora rahatça ulaşabilmiştir. 2. Theodosius’tan (408-450) sonra tahta geçen Marcianus’un (450-457) ilk eylemi ise Chrysaphius'u idam ettirip mallarına el koymak olmuştur. Chrysaphius'un Yeşiller grubundan olması ve Marcianus'un Maviler'e sempati duyması nedeniyle böyle bir karar vermiş olabileceği akla yatkın gelmektedir. Hipodrom grupları hakkında çalışma yapan pek çok araştırmacı, grupların doğası ve toplumun diğer kesimleriyle ilişkileri hakkında farklı fikirleri benimsemiştir. Bu çerçevede, söz konusu grupların dini ya da politik bir nitelik taşıyıp taşımadıkları, askeri güç olarak kullanılıp kullanılmadığı, sosyal farklılıkları, sınıfsal ayrımları ve yaşadıkları semt bağlamında farklı görüşler öne sürülmüştür. Taraftar grupları hakkında en detaylı çalışmaya sahip olan akademisyen ve yazar Alan Cameron , grupların siyasi veya dini çıkar gruplarıyla çok fazla ilgisi olmadığını, hipodromda düzenlenen at yarışı ve diğer eğlencelerin fanatizm le ilgisi olduğunu belirterek onları basit taraftar kulüpleri olarak değerlendirmektedir. Farklı bir nokta-ı nazar ile grupların sınırlı da olsa siyasi etkisine örnek olarak Phokas ’ın (602-610) tahttan indirilmesini ve Herakleios ’un iktidarı ele geçirmesini verebiliriz. Phokas’ın başarısız politikaları nedeniyle isyan başlatan Afrika eksark ının oğlu Herakleios, Phokas'a saldırmak için büyük bir kuvveti gemilerle Konstantinopolis 'e göndermiştir. Herakleios deniz kıyısındaki adalara ve çeşitli limanlara uğradığında ise başta yeşiller olmak üzere birçok kişi ona katılmıştır. Phokas durumdan haberdar olunca rakibine karşı şehrin savunulması için emirler göndermiş ve bunun üzerine deniz kıyısında çatışmalar başlamıştır. Mücadelenin sonunda senatörler, subaylar ve askerlerden oluşan bir grup Phokas'ı ele geçirmiş ve imparatorluk tacını ondan almışlardır. Herakleios, iktidarı ele geçirmesinin ardından düzenlendiği ilk yarışta Hipodrom'da bulunan Phokas’ın ikonunun ve Maviler'in bayrağının yakılması emrini vermiş ve rakibini destekleyen karşıt grubu bu şekilde aşağılamıştır. Francis Dvornik ve Gavro Manojlovic başta olmak üzere bazı araştırmacılar grupların dini yönden ayrıldıklarını ve Maviler'in ortodoks luğu, Yeşiller'in ise Monofizit liği temsil ettiklerini ileri sürmüşlerdir. Ancak bu sav Averil Cameron tarafından çürütülmüştür. Cameron, Maviler'in geleneksel olarak Ortodoks, Yeşiller'in Monofizit olarak kabul edildiğini, hatta tüm Yeşiller'in Monofizit değil ama tüm Monofizitlerin Yeşiller'den oluştuğunu iddia eden görüşler bulunduğunu ancak bu savların 5. ve 6. yüzyılların din tarihinin basitleştirilmesine ve çarpıtılmasına neden olduğunu belirtmiştir. Maviler ve Yeşiller arasındaki ayaklanmaların, hipodromda herhangi bir rengin galibiyeti ya da yenilgisi kadar basit bir şeyden çıktığını, genel olarak Yeşiller'in de Maviler kadar Ortodoks olduğunu, dini saiklerin gruplar arası rekabette rol oynamadığını ve grupların dini anlaşmazlıklarda yer almadıklarını savunmuştur. Manojlovic, ayrıca Maviler ve Yeşiller'in iki farklı sosyal sınıfı temsil ettiğini, Maviler'in esas olarak şehrin seçkin, ticari ve endüstriyel olmayan semtlerinde ve Blachernae 'de (bkz: Ayvansaray ) yaşadıklarını bu nedenle sosyal olarak üst sınıfa mensup olduklarını ancak şehirde azınlıkta bulunduklarını diğer yandan Yeşiller'in işçi, denizci ve tüccar nüfusu oluşturduğunu, özellikle liman bölgesi ve Konstantinopolis'in ticaret merkezi olan Khalkedon 'da (bkz: Kadıköy ) yaşamakta olduklarını ileri sürmüştür. Sınıfsal ayrıma ilişkin görüşün kökleri ondan önceye dayansa da onu sistematik olarak formüle eden ve destekleyen ilk kişi Manojlovic’tir. 7. yüzyıla gelindiğinde başkentte Yeşiller'in 1500, Maviler'in ise 900 taraftarı bulunduğu muhtelif kaynaklar tarafından ifade edilmiştir. Taraftar grupları ise üç ana unsurdan oluşmaktadır: 1) Sicile kayıtlı olan, her yıl üyelik ücreti ödeyen ve taraftar grubunun liderlerinin seçimine katılan kulüp üyeleri, 2) Taraftar grubunun asli üyesi sürücüler, 3) Sicile kayıtlı olmadan ve üyelik ücreti ödemeden, herhangi bir ayrıcalıktan yararlanmadan, yine de taraftar grubunu destekleyen ve hipodroma gelen Bizanslı halk kitlesi. Yine, Orta çağ da büyük şehirlerin sosyal çevresi büyük bir öneme sahip olmuştur. Roma, Aleksandreia (İskenderiye) ve Antiocheia (Antakya) gibi Konstantinopolis de kalabalık bir nüfusa sahiptir ve inşa faaliyetleri kapsamında yeni yapılarla tedricen fiziki olarak büyümüştür. Ancak söz konusu büyüme halkın refah düzeyinin artmasında etkili olmamıştır. Toplumun ekseriyeti fakir ve işsiz durumdadır. Büyük şehirlerde yaşayanların, küçük kentlerde ve köylerde yaşayanlara göre aile, gelenekler ve toplumsal hiyerarşiyle bağları güçlü değildir. Buna ilaveten imparatorluğun yaşadığı büyük dini ve siyasi değişimlerde yeni otorite yapıları ortaya çıkarmasına rağmen yarattığı köklerden ayrışma sorunuyla birlikte sosyal denge kaybını ortaya çıkarmış ve bu da kitleleri patlamaya hazır hale getirmiştir. Holiganlığın zirve noktası ise 6. yüzyıl olacaktır. Justinianus (527-565), barışın ve sükunetin sağlanması amacıyla imparatorluğun bütün kentlerine resmi mektuplar ( Sacrae Epistulae ) göndererek kargaşa çıkaranların ve cinayet işleyenlerin cezalandırılacağını, halkın oyunları kurallara uyarak seyretmesini arzu ettiğini bildirmiştir. Nitekim imparatorluğun başkentindeki huzursuzlukların çoğu hipodromda başlamıştır. Hipodrom, imparator ve halk arasındaki ilişkilerde odak noktası konumundadır, zira taraftarlar sadece takımlarını ya da imparatoru desteklemek üzere yarışları izlemeye gitmemektedirler. Yarışlar vesilesiyle halk, imparatora taleplerini iletme, imparator da olumlu yanıt verme, onları görmezden gelme ya da isyancılara karşı birlik gönderme fırsatına sahip olmaktadır. Yarış için toplanan insanların talepleri ve gürültüsüyle başa çıkmak bir imparatorun karşı karşıya olduğu en zorlu mücadelelerden biri olagelmiştir. Taraftar gruplarının birbirleri ve/veya imparator ile arasında yaşanan gerilimler tırmanarak zaman zaman tüm şehre yayılan isyanlara dönüşmüştür. Bu durumun en çarpıcı örneği ise 532 yılında yaşanan meşhur Nika ayaklanması dır. İmparator Justinianus, 11 ocak 532 tarihinde düzenlenmesi öngörülen yarışlarla ilgili olarak Maviler'i destekleyici yönde bir tutum sergilemiş ve bu tavır, Yeşiller grubunda tansiyonun yükselmesine sebebiyet vermiştir. Grupları sakinleştirmek üzere imparator, Mandator adındaki görevliyi Yeşiller'in liderine göndermiş ve görüşme esnasında yeşiller, Kalopodias adındaki bir kişinin şike yaptığını öne sürmüşler ve onun, ihanet eden Yahuda gibi tanrının zulmüyle cezalandırılacağını ifade etmişlerdir. Bunun üzerine Mandator, Yeşillere; Yahudiler / Samiriler şeklinde bağırmış ve bu gelişmenin akabinde tartışmalara Maviler de müdahil olmuştur. İki tarafın da birbirini suçlamasının ardından Mandator, Maviler'den yana tavır sergileyince Yeşiller Yahudi olacaklarını, Mavi olmaktansa putperest olmayı tercih ettiklerini ifade ederek hipodromdan ayrılmışlardır. Bu hareket, imparatorluğa karşı yapılabilecek en büyük saygısızlıklardan biri olarak kabul edilmektedir. Bilahare olayları yatıştırmak adına her iki gruptan bazı kişiler gözaltına alınmış, bazıları ise idam edilmiştir. 13 Ocak’a gelindiğinde ortamı sakinleştirmek için yarışlar düzenlenmiş ancak sonuç istenenin tam aksi şeklinde cereyan etmiştir. Maviler ile Yeşiller imparatora karşı birleşmişler ve gözaltına alınan ya da idam cezasına çarptırılan taraftarlarının bağışlanmasını istemişlerdir. Talepleri reddedildiğinde ise şehrin tamamına yayılan büyük isyan patlak vermiştir. Asilerin "Nika! Nika!" (zafer anlamında) nidalarından mütevellit ise bu kalkışmaya Nika ayaklanması adı verilmiştir. İsyancı gruplar, Praefectus olan Kapadokyalı İoannes'in, hukuk komisyonu başkanının ve Tribonianos’un görevlerinden azledilmesini istemişlerdir. Kapadokyalı İoannes dönemin en güçlü adamı konumundadır ve kısa sürede büyük bir servet elde etmiştir. Bu serveti elde ederken tebaasının mallarını yağmalamaktan çekinmemiştir. Tribonianos da para kazanmak ve kar elde etmek için her zaman adaleti satmaya hazır bir hüviyete sahiptir. Neredeyse her gün rüşvet aldığı kişilerin ihtiyaçlarına göre bazı yasaları yürürlükten kaldırırken başka kanun tekliflerini sunmaktadır. İoannes ve Tribonianos’un kamu yararına karşı işledikleri kimi suçlar başta görmezden gelinmiş, ancak taraftar grupları anlaşmaya varıp ayaklanma başladığında onların katli toplum nazarında vacip hale gelmiştir. Kamu görevlilerinin görevden alınması için isyan bir araç olarak görülmüştür. Grupların katılabileceği resmi bir tartışma ortamı bulunmadığı için de mevcut politikaları protesto etmek yerine isyancılar, politikalardan sorumlu yetkililerin görevden alınmasını talep etmişlerdir. Diğer yandan, İoannes ve Tribonianos imparatorluğun önemli isimlerinden olmasına rağmen Justinianus (527-565) bu teklifi kabul etmiştir. Ancak isyanın devam etmesi üzerine general Belisarius görevlendirilmiş ve pek çok isyancı öldürülmüştür. Bunun üzerine isyancılar kamu binalarını ateşe vermişler ve ortaya çıkan tahribatın sonucunda Ayasofya ’nın yerinde bulunan büyük kilise yıkılmıştır. Ahvalin bu şekilde hasıl olduğu bir ortamda imparator genel bir af ilanı önerisinde bulunmak için hipodromda halkın önüne çıkmış ancak aldığı yanıt olumsuz olmuştur. Bunun üzerine farklı bir yöntem denemeye karar veren Justinianus, para dağıtmak suretiyle isyancı grupların bölünmesini sağlamış ve dağılmış hale gelen asilerin üzerine son darbe olarak askerlerini sevk etmiştir. İsyanın son bulmasıyla isyanın liderleri tutuklanmış, pek çok kişi sürgüne gönderilmiş ve 35.000 civarında insan hayatını kaybetmiştir. Ayaklanmanın faturası ise çok ağır olmuştur. Şehir, sanki düşmanlar tarafından ele geçirilmiş gibi tahrip edilmiş haldedir. Ayasofya Kilisesi, Zeuksippos Hamamları ve imparatorluk avlusu yakılıp yıkılmıştır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Gilbert Dagron'dan Konstantinopolis Hipodromu: Oyunlar, Halk ve Politika, Averil Cameron'dan Bizanslılar ve Franz Dvornik'ten The Circus Parties in Byzantium: Their Evolution and Their Supression adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Sahipkıran Emir Timur

    Cengiz Han'ın ölümün akabinde, Doğu Türkistan'dan Maveraünnehir'e kadar uzanan topraklarda ortaya çıkan Çağatay Devleti'nin dağılmasıyla 1370 yılında Türkistan coğrafyasında tarih sahnesine çıkan Emir Timur'un, doğumundan ölümüne dek, yaşamının her anı bir "mücadele" ile geçmiştir. İlk olarak kendi kendiyle başlayan mücadelesi, bilahare yaşadığı bölgede birliği sağlamak, adaletin hüküm sürdüğü bir imparatorluk kurmak ve kurduğu yapı ile yönetim prensiplerinde kurumsallaşmayı sağlamaya çalışmakla devam etmiştir. Onu tarihteki diğer önderlerden farklı ve özel kılan yalnızca elde ettiği askeri başarıları değil, aynı zamanda başarıya ulaşmada izlediği yol ve kullandığı yöntemlerdir. Muhtelif kaynaklarda kaba, acımasız, despot ve vahşi bir Asyalı olarak tasvir edilmesine karşın; objektif bir şekilde incelediğimizde hemen hemen her fethinde belirli bir amaç, uzun süren incelikli bir planlama ve itinalı bir uygulama izlemiş olan bu nevi şahsına münhasır mareşal, gerek hareket tarzı ve yönetim yaklaşımları, gerekse kendi eliyle hazırlatmış olduğu sayısız kanun ve nizamname ile tarih boyunca kendisiyle mukayese edilmiş muadillerinden farklı ve üst bir noktaya konumlandırılmayı hak etmiştir (bkz: primus inter pares). 1336 yılında, o zamanki adıyla Keş , şimdiki ismiyle Özbekistan 'ın Şehrisebz kentinde dünyaya gelen Timur'un babası, Barlas Tatar ları’nın önde gelen isimlerinden biri olan Emir Muhammed Taragay 'dır. Eğitime ve ilme önem veren bir aileden gelen Timur, ilk hocası olan Molla Ali Beg ’den okuma yazma öğrenmiş ve yedi yaşına geldiğinde ise, babasının da şeyhi olan Şemseddin Külal ’dan dini eğitim almaya başlamıştır. Oldukça başarılı ve parlak bir öğrenci olan Timur’un hem sağ hem de sol eliyle yazabildiği ve kılıç kullanabildiği rivayet edilmektedir. Dini eğitimin yanı sıra harp sanatı konusunda da eğitim almış; ata binme, silah kullanma ve yüzmede ustalaşmıştır. Timur dendiğinde ilk akla gelen ve ileriki yıllarda da hayatında önemli bir yer teşkil edecek olan satrancı ise babasından ve hocası Şemseddin Külal’den öğrenmiştir. Her daim merak konusu olmuş ve bilhassa tarih ile alakadar kimselerin ilgisini cezbetmiş bir diğer husus olan Timur'un fiziksel özellikleri ise Arabşah 'ın Acâibu’l Makdûr adlı eserinde şu şekilde tasvir edilmiştir: "Timur uzun boylu, iri yapılı, geniş alınlı, iri başlı, son derece güçlü ve heybetli, sağlam bünyeli; kızıla çalar buğday rengine yakın olmayan beyaz yüzlü, adaleli, geniş omuzlu, kalın parmaklıdır". Aynı eserde, ayrıca boylu poslu olduğu, sakalının uzun, sağ kolunun felçli, sağ bacağının ise topal olduğu bilgileri de yer almaktadır. Sesinin gür, yaşı 80'e gelmesine rağmen bünyesinin sağlam, ruh halinin kedersiz, hareketlerinin uyumlu ve kendisinin tıpkı bir kaya gibi sert olduğu da ifade edilmektedir. Babasının ölümünün ardından, ellerinde kalan az sayıdaki hayvanın idaresini çobanlara ürün karşılığı bırakan Timur, Emir Kazgan ’ın hizmetine girmeye karar vermiş ve burada savaşçı kimliğiyle kendisine önemli bir yer edinmiştir. Bozkır savaşçısının kaderindeki dönüm noktası ise Kazgan Han ’ın kendi torunu olan ve aynı zamanda Han soyundan gelen Olcay ile evlenmesi olacaktır. Böylelikle, Tatar kökenli bir Türk olmasına karşın Han ailesiyle arasında bir bağ kurulmuştur. Olcay ile evliliğinden sonra, mücadele ye Olcay’ın kardeşi Emir Hüseyin ile birlikte devam etmişler, fakat hiçbir zaman tam anlamıyla fikirdaşlık edememişlerdir. Zaman zaman ayrı düşmelerine ve sessizce güç mücadelesine girmelerine karşın birlikte yol almışlar, Olcay’ın ölümünün ardından aralarındaki bağ giderek zayıflamış, Emir Hüseyin’in ihanetiyle de tamamen kopmuştur. Emir Hüseyin’in ölümüyle birlikte Timur için emirliğine giden süreç de başlamıştır. Bu süreçte de Timur soğukkanlılığını ve sükunetini korumuş, gelişmeleri sakince bir kenarda izlemiştir. Adet olduğu üzere emir seçimi için bir araya toplanan Tatar beyleri, din alimleri ve imamlar uzun tartışmalar sonunda Han soyundan gelmemesine karşın Timur’u emir olarak seçmişlerdir. Bu seçimde bilhassa Müslüman din adamlarının ağırlığı oldukça fazla olmuştur. Timur'un belki de en çok üzerinde durulması gereken fazileti ise, sahip olduğu hassas adalet anlayışıdır. Timur’un mühründe " Rasti Rusti " yani " Adalet kuvvettir " yazısı olduğu bilinmektedir. Kimileri bu mühür yazısını "Doğru sözlülük kurtuluştur" şeklinde de çevirmektedir. Doğu bilimci Wilhelm Barthold konuya dair görüşlerini şu şekilde ifade etmiştir: "Timur, İran kültürünün etkisiyle, yakın çevresinde Türk beyleri bulunmasına rağmen, İranlı tebaasına o kadar yakınlık duymuştur ki, kendi hükümranlığı için Farsça "Rasti Rusti" yani "Adalet kuvvettir"i düstur edinmişti". Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere Timur’un önem verdiği aktivitelerden bir tanesi de satranç oyunudur. Savaş alanında sahip olduğu ustalığı ve hüneri satranç tahtası üzerinde de gösterdiği, dönemin büyük alimleri ile satranç oynarken onları daima yendiği, hatta fethettiği bölgelerde ilk olarak iyi satranç oynayan kimseleri huzuruna çağırttığı ve onlarla satranç oynadığı ifade edilmektedir. Timur’un satranç oynadığı kişiler arasında Muhammed bin el-Akil el-Haymi ve Zeyneddin el-Yezdi gibi dönemin ileri gelen alimleri de yer almaktadır. Lakin içlerinde mezkur oyunu en iyi oynayan, aynı zamanda fakih ve muhaddis olan Alaeddin et-Tebrizi 'dir. Aynı şekilde, Timur'un, oğluna Şahruh ve Doğu Türkistan bölgesinde kurduğu yeni şehre aynı ismi vermesinin sebebi de satrançtan ileri gelmektedir: Emir, satranç oynarken rakibini şah-mat ( yani Şahruh) ettiği esnada şehrin kurulmasının tamamlandığını öğrendiği ve yine aynı sıralarda yeni bir erkek çocuğunun dünyaya geldiği müjdesini alması hasebiyle, oğluna Şahruh, şehre de Şahruhiye adını vermiştir. Fakat ölmeden hemen önce Otrar ’da satranç ve tavla oynamayacağına dair tövbe etmiştir. Timurlenk hakkında olumlu veyahut olumsuz görüş bildiren tüm tarihçilerin ortak paydada buluştukları konu ise tabii ve kaçınılmaz bir şekilde onun askeri dehası üzerinedir. Jean Paul Roux bu konuda iki ana tema üzerinde durmaktadır: Bunlardan ilki Timur’un propaganda yapmaktaki ustalığı, diğeri ise onun başkalarının dayanamayacağı tehlikelerden kolayca kurtaran, en kaygı verici durumlardan sağ salim çıkmasını sağlayan şans ı. (ancak şansın da cesurdan yana olduğu unutulmamalıdır ... (bkz: fortis fortuna adiuvat ) (bkz: Gaius Julius Caesar ) (bkz: Büyük İskender ) (bkz: Napoleon Bonaparte )) Bunun yanı sıra bilhassa boylar arasında ortaya çıkabilecek muhalefetin engellenmesi adına, ordularını seferden sefere koşturmak ve onlara düzenli olarak ganimet temin etmek, Timur’un ömrü boyunca takip ettiği başlıca strateji olmuştur. Mezkur politikanın temel nedeni ise ulus un geleneksel siyaset kültürünün, klanlar arasında kurulan ittifaklar ve ortaya çıkan ihtilaflar ile dolu olmasıdır. Onun amacı, savaşçı kavimlerin kendisine sadık bir orduya dahil edilebilmesi olmuştur. Gücün, kudretin bir liderin şahsında ve tek bir merkezde toplanmasının, boy beylerinin konumlarını zayıflatacağını düşünen Timur, statükonun bir şekilde telafi edilmemesi durumunda, desteklerin sürekli olmayacağına inanmıştır. Tüzükat ’ında düşman askerini yenmenin yahut onlara yenilmenin çokluk ya da azlıkla alakalı değil, Tanrı’nın yardımı ve kulun tedbiri ile olacağını ifade eden Timur, insaf ile adalet yolunu tutup halkı kendinden razı kıldığını, günahlı ve günahsıza şefkat edip hakla hükmettiğini, sipahi ve reayaya siyaset ve şefkat gösterip onları korkuyla ümit arasında tuttuğunu, fakir ve gariplere merhamet kılıp, sipahilere mükafatlar verdiğini ve mazlumların hakkını zalimlerden aldığını, böylece sağlam bir devlet temeli oluşturduğunu belirtmiştir. Aynı şekilde, Timur, iyi ve etkili bir liderlik adına; hükümdarın sözü bizzat söylemesini, adaletli olmasını, insaflı ve olgun tavırlı vezirlerin de bu padişahın çevresinde olmasını istemiştir. Ayrıca savaşçı bir hükümdar olması hasebiyle devlet yönetiminde de vezirlerden çok komutanların ön planda olduğu görülmektedir. Keza, Timurlu devrinde askeri teşkilat ile sivil teşkilat tamamen iç içe geçmiştir ve Timur şüphesiz ki ordusunu en iyi tanıyan kişidir. Binaenaleyh Ankara Savaşı evvelinde çok uzun süren seferler nedeniyle oluşmaya başlayan muhalefete karşı ordusuna kendisinden beklenmeyecek şekilde yumuşak davranmış, ordusuna zenginlikler sunarak, kendisine karşı ortaya çıkabilecek bir isyanı da engellemiştir. Tüm askerini korku ile ümit arasında tutmuş, güler yüz ve tatlı sözle hepsini memnun etmiş, bir hizmet edeni, on hizmet etmişçesine değerlendirmiş ve böylece birlik ve beraberliğin daim olmasını sağlamıştır. Her işte, her yerde birlik ve beraberliğin devamına, emrinden çıkmamaya dair askerlerinden söz almış, mal ve canlarını esirgemeden muharebe meydanında can vermeye ahdettirmiştir. Zorluklar ile askerleriyle birlikte mücadele eden, onların finansal durumlarını iyileştirmeyi düşünen, onları işlerine göre mükafatlandıran ve taltif eden Timur, disiplinli ve kendisine sadakatle bağlı askerlerden oluşan kuvvetli bir ordu meydana getirmiştir. Nihayetinde ise ordunun başbuğlarını, beylerini birer birer halvete çekerek her birinin fikrine ve meyline uygun diller kullanmış; kimilerinin arzularını yerine getirerek, kimilerine de saltanatında ortaklık vaat ederek kendisine bağlılıklarını sağlamıştır. Timur’un hayatı, gerçek anlamda askeri harekatlarda geçmiş ve Harezm seferleri , Deşt-i Kıpçak seferleri , Üç yıllık sefer (1386-1388), Beş yıllık sefer (1392-1397), Hindistan seferi (1398-1399) ve Yedi yıllık sefer (1399-1404) olarak zikredilen bu seferler sayesinde, sınırları Hindistan ’dan İstanbul Boğazı ’na, Avrasya bozkırlardan Yakın Doğu ’ya kadar uzanan büyük bir imparatorluğa sahip olmuştur. Seferlerinin ekseriyetle Türk ülkeleri üzerine olması hasebiyle Timur'un sıklıkla tenkit edildiği de dikkat çeken bir diğer konudur. Ancak bu husus o devrin hakimiyet anlayışı göz önüne alınarak düşünülmelidir. Keza onun; "Bütün dünya iki hükümdarın sahip olacağı kadar değerli ve büyük değildir. Tanrı nasıl bir tane ise sultan da bir tane olmalıdır" sözü de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Aynı şekilde, Timur’un ve ordusunun fetihleri esnasında sergilediği acımasızlık da, tarihi kroniklerde yer edinmiş başka bir önemli mevzudur. Aslında istediğinde oldukça hoşgörü ve tevazu sahibi olabilen Timur’un işler istediği gibi gitmediğinde, şehrin yıkılması için kolaylıkla emir verdiği de görülmektedir. Onun alameti farikası haline gelmiş olan; "Kellelerden kuleler inşa etme" de pek çok kaynakta ve şehirde karşımıza çıkar. Bu, aynı zamanda Timur’un buyrukları ve istekleri gerçekleşmediğinde olacaklar için bir gözdağı niteliği taşımaktadır. Kentin baştan teslim olmayıp direnmeyi tercih etmesi sonucunda, yağma ve kıyım kaçınılmaz hale gelmiştir. Herat , Isfahan , Bağdat , Delhi , Halep , Şam ve Sivas ile ilgili olarak, insan kellelerinden kuleler yapıldığı ve buna ek olarak kıyım gerçekleştirildiği, Zafername lerde bahsedilen ve dikkat çeken noktalardır. Öyle anlaşılıyor ki, mezkur katliamlar "Timur’un gücünün ne denli büyük ve etkili olduğunu göstermek için başvurulmuş gösteriler" niteliğindedir. Ortaya çıkan manzarada, ele geçirilen şehirlerin ağır vergilere bağlandığı veya yakılıp yıkıldığı, sanatkar ve zanaatkarların toplanarak Semerkant ’a götürüldüğü, ziraat alanlarının tahrip edildiği, muhtemel güç merkezlerinin ortadan kaldırıldığı ve binaenaleyh işgal edilen yerin her türlü zenginliğinin yok edildiği göze çarpmaktadır. Bütün bu faaliyetlerin altında yatan asli sebep ise Timur'un; iktisadi, içtimai, siyasi ve askeri yönden kendisine rakip olacak veya tehdit oluşturacak bir güç bırakmamaya çalışmış olmasıdır. Büyük bir asker ve aynı zamanda devlet adamı olan Timur'un yegane başarısızlığı ise haleflerine kabiliyet ve dehasını aktaramamış olmasıdır. Hayatı boyunca olağanüstü başarılar kazanmış fakat ölümünden sonra ardında devamı mümkün olmayan bir sistem bırakmıştır ve şu da bir gerçektir ki; halefleri bakımından o, Cengiz Han kadar talihli olmamıştır. Zira Cengiz Han’ın vasiyeti yerine getirildiği halde, Timur’un vasiyetine asla riayet edilmemiştir. Başarıları hasebiyle zamanının ötesine geçmeyi başarmış bir şahsiyet olan Timur, son seferini Çin üzerine gerçekleştirmeye niyetlenmiş ve yolda rahatsızlanarak durmak zorunda kalmıştır. Bu sefer esnasında vefat eden Timur’un, tek başına kurup büyüttüğü devletin devamlılığını ise kendisinden sonra gelenler sürdürememiş ve devlet kısa sürede parlaklığını yitirerek, tarih sahnesinden çekilmiştir. Timur'un yaşamına ve faaliyetlerine dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Jean Paul Roux'dan Timurlenk, Wilhelm Barthold'dan Orta Asya Türk Tarihi ve Emmanuel Berl'den Atilla'dan Timur'a Orta Asya adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Gılgamış Destanı

    İnsanlığın en eski sözel yaratısı olan Gılgamış Destanı aynı zamanda konusu itibarıyla, günümüze dek sayısız eserin üretildiği kahramanın yolculuğu ve kahramanlık kültü gibi mefhumları merkezine alan edebi eserlerin ilk örneği hüviyetindedir. Destana göre; Gılgamış, Uruk kentini surlarla çeviren acımasız, güçlü bir kraldır. Tanrıça Aruru , onunla başa çıkması için kil den bir adam yoğurmaya karar verir, yani Enkidu 'yu. Enkidu hayvanlar arasında büyür. Günün birinde bir sokak kızı, Enkidu'nun erkeklik içgüdüsünü uyandırır ve uygarlaşması için onu kente götürür. Bu arada Gılgamış da iki düş görmüştür ve annesi Bilge Ninsun 'a göre oğlunun gördüğü rüyaların açıklaması şu şekildedir: "Bir arkadaş edineceksin, kurtarıcı bir yoldaş ..." Böylece Enkidu, etkilendiği kadın ile birlikte şehre girer ve yolda karşılaştıkları bir adamdan Gılgamış'ın kentlilere ne denli kötü davrandığını öğrenir. Duydukları karşısında öfkeden deliye dönen Enkidu'yu Uruklular büyük bir şaşkınlıkla izlerler. Nihayetinde Enkidu ile Gılgamış kozlarını paylaşır lakin yenişemezler (bkz: İsrail ) (bkz: Tanrıyla güreşmek ) (bkz: Yakup Peygamber ). Bu gelişmelerin akabinde arkadaş olmaya karar veren kahramanlarımızın serüvenlerine başlamaları için artık sahne hazırdır. İlk olarak Uruk'a kereste temin etmek adına, tanrı Enlil 'in Amanos yöresindeki Sedir ormanları 'na gözcü olarak koyduğu Humbaba adlı korkunç devi öldürmek ile işe başlayan iki yoldaş daha sonra, Gılgamış'a aşık olan fakat ondan yüz bulamayan aşk tanrıçası İştar 'ın gökten indirdiği korkunç boğa ile yüzleşirler (bkz: Minotauros ) (bkz: Theseus ) (bkz: Hercules ). Enkidu hayvanı öldürür ancak ne var ki bu sonuca çok öfkelenen İştar'ın verdiği ölümcül bir sayrılıkla kendisi de hayatını kaybeder. Dostunun ölümüyle büyük bir ruhsal çöküntü haline giren Gılgamış; "ben de Enkidu gibi ölecek miyim ?" şeklinde veryansın ederek ağlamaya ve dövünmeye başlar. Kahramanımızın yalnız başına yürüyeceği yolun adı artık belli olmuştur: Ölümsüz yaşam . Ölümsüzlük, tanrı Ea 'nın ihsanıyla yeryüzünde yalnızca bir kişiye verilmiştir: Büyük Tufan 'da "yaşamın tohumunu" kurtaran Ut-Napiştim 'e (bkz: Hz. Nuh ). Gılgamış, uzun ve güç bir yolculuğun nihayetinde Ut-Napiştim'in ikamet ettiği Mutluluklar Ülkesi 'ne yani Dilmun 'a ulaşır. Bilgenin söylediğine göre ölümsüzlüğün gizi, denizin dibindeki bir bitkidedir. Gılgamış, vakit kaybetmeden suyun derinliklerine dalarak onu çıkarır ancak dönüş yolunda bitkiyi bir yılan a kaptırır (bkz: Adem ile Havva ) ... Kendi aralarında çok tutarlı bir bütünlük oluşturan bu 11 bölümlük anlatıya Ninova Anlatısı denmektedir. Zaman içerisinde yapılan çalışmalarda ise, konu ile uyumlu olmayan ve ne amaçla eklendiği belirsiz bir bölüm daha keşfedilmiştir: Gılgamış, Enkidu ve Cehennem . mezkur hikayede; Huluppu , Fırat nehri kıyısında yetişen bir söğüt ağacı dır (bkz: Ulukayın ) (bkz: Boddhi ) (bkz: Gaokerena ) (bkz: Yggdrasill ) ve günlerden bir gün, güney rüzgarı , söz konusu ağacı kökünden söküp atar. Bu duruma çok üzülen tanrıça İnanna , onu alıp kendi bahçesine diker ve ileride kerestesinden bir taht , bir de yatak yaptırmayı düşünür. Ancak bir zaman sonra ağacın köküne bir yılan, tepesine bir kuş ve ortasına da bir şeytan yerleşir. Bunun üzerine İnanna, kardeşi Utu 'ya (bkz: Güneş ) başvurur ve ondan bunları yok etmesine ister. Lakin Utu oralı olmaz. Tanrıça'nın yardımına ise Gılgamış yetişecektir. Kahramanımız yılanı öldürür; kuşu dağa, şeytanı da çöle sürer. İnanna bu iyiliğe karşılık Gılgamış'ın, ağacın gövdesinden bir davul kasnağı ve bir dalından da davul tokmağı yapmasına izin verir. Bu eşyalar, erk simgeleri ve büyülü araçlardır. Uruk kralı talihsiz bir biçimde bunları, halkını ezmek ve sindirmek için kullanır. Ancak halkın, bilhassa da genç kızlar ın yakınması üzerine, davul ile tokmak Cehennem 'in içine düşer. Enkidu, dostu Gılgamış'a yardım etmek adına yeraltı na inip, eşyaları geri getirmeye çalışır. Velhasıl anlatı, Cehennem'in ayrıntılı bir betimlemesi ile sona erer (bkz: Aeneas ) (bkz: Dante's İnferno ). Notlar - Gılgamış Destanı; İlyada ’dan ve Büyük Hint Destanı Mahabharata ’dan 1500 yıl önce, günümüzden ise 5000 yıl önce yazılmıştır. - Mö 3000’e doğru Sümerler yazıyı icat etmiştir. Gılgamış ise ilk Sümer yerleşkelerinden Uruk kentinin kralıdır. - Mö 2350’ye doğru Sümer bağımsız kent devletleri ortaya çıkmaya başlar (bkz: 1. Ur Dönemi ). Bu dönemde Sümercenin yaygınlaşmaya başladığını görürüz. Aynı zamanda bu dönemde Gılgamış, ölümünden bir süre sonra efsanevi bir kimlik kazanmaya başlamıştır. - Mö 2330 ile 2100 arasında Sami soyundan Akadların Büyük Sargon eliyle kurdukları ilk devlet ortaya çıkar. Yine bu dönemde Gılgamış ile alakalı ortaya çıkmış değişik söylencelerin ilk kez yazıya geçirildiği görülmektedir. - Mö 1750 – 1600. Bu dönemde Babil kralı Hammurabi ’nin bütün Sümer diyarını tek bir krallık altında birleştirdiğini görürüz. Gılgamış da destan formunda ilk kez bu dönemde ortaya çıkmıştır. - Mö 1100. Yeni Asur dönemi . Babil ve Asur arasında egemenlik savaşlarının yaşandığı bir dönem. Asur kültürünün bölgede iyice yaygınlaştığı görülmektedir. Yine bu dönemde Sin-Lekke-Unninni , Gılgamış Destanı’nı yeniden yazmaya başlamıştır. Ninova anlatımı denilen bu yeni kurgu tüm orta doğu dillerine çevrilmiştir. - mö 330. büyük iskender , pers imparatorluğu 'nu ele geçirir ve bilahare sümer bölgesinde makedon hanedanı selefkiler ’in saltanatı başlar. mö 250 yılına doğru ise gılgamış destanı, bilinen son formuna kavuşur. - Gılgamış, yarı efsanevi bir şahsiyettir. Annesi Ninsun adında bir tanrıça, babası ise Lilla adında bir şeytandır. Bu yüzden destana göre vücudunun üçte ikisi tanrı etinden, üçte biri ise insan etinden yaratılmıştır. Gılgamış, 126 yıl saltanat sürmüş ve yerini oğlu Ur-Nungal ’a bırakmıştır. - Gılgamış destanı içerik açısından 5 bölüme sahiptir: Gılgamış ve Akka , Gılgamış ve Humbaba , Gılgamış ve Gök Boğası , Gılgamış, Enkidu ve Cehennem , Gılgamış’ın Ölümü . Destan, ilerleyen zamanlarda Homeros ’tan, Herodot ’a, Vergillius ’tan Dante ’ye dek tarihte iz bırakmış pek çok önemli isme kaynaklık etmiş ve ilham vermiştir. - Destan; Sümerler’den başlayıp Akadlar’a, ardından da Babillilere geçmiştir. Binaenaleyh eserde birçok farklı kültürden esintiler görülmektedir. Destan ilk başlarda Şa Nagba İmuru olarak anılmıştır ve Akadca bu cümle, " o ki her şeyi gördü" anlamına gelmektedir. - Mutluluklar ülkesi Dilmun: Ut-Napiştim’in yaşadığı yer. Ut-Napiştim ismi Sümerce " sonsuz yaşam" anlamına gelmektedir. - Uruk: Fırat'ın kıyısında, Şuruppak ’ın güneyinde kurulmuş ilk Sümer yerleşkelerinin belki de en önemlisidir. Tufan ’dan sonra gelen kralların ve Gılgamış’ın kentidir. Tevrat ’ta Erek ismiyle anılmaktadır. Günümüzdeki adı ise Varka 'dır. Konuya dair daha fazla edinmek isteyenlere Samuel Noah Kramer'dan Sümerler ile Muazzez İlmiye Çığ'dan Uygarlığın Kökeni Sümerler 1 - 2 adlı eserleri ve Sümer Kral Destanları / Enmerkar - Lugalbanda ile Gılgamış Destanı adlı kitapları tavsiye ediyorum.

  • Bizans ve İtalyan Kroniklerinden Fatih Sultan Mehmet Portreleri

    Georgios Amirutzes Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon Rum İmparatorluğu'nun teslimi sürecinde aracı olarak önemli bir rol oynamış olan Georgios Amirutzes, bilahare Osmanlı sarayında da büyük bir nüfus sahibi olmuş alim ve düşünce adamıdır. Keza Fatih'in yanında kendisine her türlü ayrıcalığın tanınmış olması, onun sultanın yakınlarından biri olduğunu göstermektedir. Ahvalin bu şekilde olmasında dönemin veziriazamlarından Mahmud Paşa'nın (Mahmud Paşa devşirme aslından olup, meşhur Zaganos Paşa'nın yeğenidir) da etkisi büyüktür, Zira Amirutzes'in pek çok mühim Rum ailesiyle yakınlığı bulunmaktadır ve eşi, Mahmud Paşa gibi Sırp aslındandır. Binaenaleyh Trabzon'un ele geçirilmesinin ardından payitahta getirilen bilginlerden olan Amirutzes, diğer Rumlar gibi Müslüman olmamış ve yine de sultanın yanındaki saygın yerini koruyabilmiştir. Bir diğer makbul-i padişah olan Kritovoulos'un aktardığına göre Fatih, felsefe meseleleriyle yakından ilgilenmiş ve genelde seçkin alimlerden oluşan işret meclislerine iştirak etmekten büyük keyif almıştır. Bu bağlamda sultanın bilhassa Stoacıları ve Aristocuları tercih ettiği de bilinmektedir. Ancak onun özellikle Amirutzes ile olan konuşmaları daha ziyade Neoplatonizm ile ilgilidir. Bilindiği üzere Neoplatonizm, İslam tasavvufunun da kaynaklarından birini teşkil etmektedir. Öte yandan Amirutzes, yukarıda da belirttiğimiz üzere hıristiyan aslından kopmamış olsa dahi iki oğlu, Mehmed ile İskender, müslüman olarak yetiştirilmişler, Arapça öğrenmişler ve sultanın ilgisini çeken Rumca eserleri okumasına yardım etmişlerdir. Örneğin; Amirutzes, Ptolemaios'un coğrafyasıyla yakından alakadar olmuş ve bu antik coğrafyacının eserini kullanmak suretiyle Fatih için daha basit bir harita meydana getirmiştir. Amirutzes'in bir oğlu da haritadaki isimlerin üzerine Arapçalarını yazmış ve bilahare Fatih büyük ödüller vererek Ptolemaios'un eserinin de Arapçaya çevrilmesini istemiştir. Başka bir rivayete göre, Amirutzes'in oğlu Mehmed bey, patrik 3. Maximus'tan Fatih için hırsitiyan dininin esaslarını anlatan bir kitap yazmasını istemiştir. Bu metin günümüze dek gelmemiştir lakin sultanın varoluş felsefesine büyük ilgi duyduğuna şüphe yoktur. Dönemin ruhu hasebiyle, Fatih'in müthiş entelektüel seviyesi kimi çevreler tarafından "anlaşılmak istenmeyip", onu dinsiz olarak addetmek "daha kolay" bulunmuş olsa da, bu, tamamen yanlış bir çıkarımdır ve mesnetsiz bir iddiadan fazlası değildir. Nitekim 2. Bayezid'ın da babasının zındık olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmesi de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Fatih'in ana düşüncesinin fetih alanında olup, dini bilgileri bu maksatla kullanmak istediğine dair şüphe yoktur. Yine, Fatih'i zehirleyerek öldürdüğü iddia edilen ve yeniçeriler tarafından parçalanarak öldürülen Yahudi hekim Gayetyalı Yakup Paşa'nın Venedik balyozuna, sultanın hıristiyan olduğu hakkındaki rivayetleri iletmesi de bütün bu dedikodu ikliminin ve kara propagandanın bir sonucudur. Venedikli Ressam Gentile Bellini 1477 - 1478 yılları arasında Fatih Sultan Mehmet, Venedik'ten "insan tasviri" yapmakta mahir bir ressam talep etmiş ve bunun üzerine İtalyan hükümeti, tanınmış ressamlarından Gentile Bellini'yi İstanbul'a göndermiştir. Payitahta gelmesinin akabinde sultanın isteği doğrultusunda pek çok eser üreten İtalyan ressamın günümüzde tablolarının birçoğu kayıp durumdadır. Öte yandan Bellini, sarayda ve dışarıda birçok insan tiplemesine eserlerinde hayat vermesinin yanı sıra İstanbul'daki tarihi abideleri de resmetmiştir. 1480 yılı Rodos seferi sırasında Fatih, Bellini'nin vatanına dönmesine izin vermiş ve hizmetleri hasebiyle kendisine pek çok iltifat ve ihsanda bulunmuştur. Aynı şekilde sultan, ressamın isteği üzerine Venedik doçuna hitaben bir tavsiye mektubu da yazmıştır. Fatih'in ölümünün ardından Bellini'nin tabloları 2. Bayezid tarafından saraydan çıkartılıp Kapalı Çarşı'da satılmıştır. Bunların içerisinde bugün dahi pek çok spekülasyona mahal veren meşhur Fatih portreleri de bulunmaktadır. Konstantin Mihailoviç Bartholomaeus Sırp asıllı bir yeniçeri olan Mihailoviç, Fatih'in Novaberda işgali esnasında küçük yaşta Osmanlılara esir düşmüş (1438) ve akabinde devşirilmek suretiyle 20 yıl boyunca Türk devletine hizmet etmiştir. 1463 yılına gelindiğinde ise muharebe sırasında bu sefer de Macarların eline düşmüş ve serbest bırakılmasının ardından eserinin ilk kısımlarını yazacağı Polonya'ya yerleşmiştir. 1475 yılında Roma'ya gitmeye karar veren Mihailoviç, bugün elimizde Osmanlılar hakkında ilk elden yazılan en önemli ve güvenilir kaynakların başında gelen Tractatus de Moribus Condicionibus et Nequicia Turcorum adlı kitabını 1480 yılında burada tamamlamıştır. Osmanlı imparatorluğu'na dair birçok önemli bilgiyi aktaran eser, aynı zamanda Fatih'in seferleri ve bu dönemdeki ordusu ile savaş taktikleri açısından da canlı tasvirleri içerisinde barındırmaktadır. Eseri Türkçeye çevirmiş olan hocamız Kemal Beydilli, eser ve kapsadığı konular üzerinde etraflı bir analiz yapmaktadır. Mezkur ayrıntılar, İslam dini hakkında bir yeniçerinin edindiği bilgileri yansıtması bakımından mühimdir. Yeniçerilerin kendi aralarında yaptıkları sohbetlerde hararetli din tartışmalarının da açıldığı açıkça görülmektedir. Yine, eserde, Mihailoviç'in cami vaazlarında tartışılan konuları tespit eden bölümü bilhassa dikkate değerdir. Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki tartışma konuları 5 bölümde canlı bir şekilde tasvir edilmiştir. "Bir Türk şarap içmez. Ancak saray mensupları, hizmet erbabı ve bazı beyler şarap içebilmektedirler." ya da "İmamın kılıçla minbere çıkışı, Osmanlı toplumunda gazanın daima canlı tutulduğunun açık bir göstergesidir." gibi cümleler yukarıda bahsini geçirdiğimiz mevzuya emsal teşkil etmektedir. Eserde müslümanların hıristiyanlara karşı bakışı da mütemadiyen ön planda tutulmuştur. Bunun yanı sıra devlet idaresinde adalet prensibi Mihailoviç'in bilhassa üzerinde durduğu bir husustur. Osmanlı yönetiminin tüm inanç sahiplerine karşı adaletten şaşmadığı önemle ve defaatle vurgulanmıştır. Sosyal çürümenin ve toplumsal yozlaşmanın önündeki en önemli set olan adalet anlayışının Türk devlet geleneğinin ayrılmaz bir parçası olduğunu göstermesi hasebiyle bu görüşler filhakika değerlidir. Osman Gazi'den başlayarak neredeyse fatih döneminin sonuna dek yaşamış tüm Osmanlı padişahları ile alakalı ilginç bilgiler veren Mihailoviç'in, kendi gözlemlerinin yanı sıra halk ve asker arasında yaygın olan anonim rivayetlerden faydalandığı da aşikardır (bkz: Anonim-i Tevarih-i Al-i Osman). Söz konusu anekdotlardan birkaç örnek vermemiz gerekirse: - Eşi Despina'nın Timur tarafından işret meclisine getirilmesini onuruna yediremeyen sultan, yüzüğündeki zehri içerek intihar etmiştir (bkz: Yıldırım Bayezit). - 2. Murat'ın, Timur'a vergi veren bir tabi olduğu hakkındaki rivayet gerçeği ifade eder. Şahruh bu bağımlılığı devam ettirmek istemiştir. Büyük han (Şahruh), 2. Murat'a yılda harac olarak 100 bin altın ödenmesini kabul ettirmiş ve Osmanlı sultanı kendisine gönderilen hilatı giymek suretiyle tabiliği kabul etmiştir. Ancak Osmanlı kaynaklarında harac ödendiğine dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. - İkinci Kosova Savaşı'na dair yazılanlar da keza ilginç ayrıntılar içermektedir. Hunyadi Yanoş yaşadığı hezimet sonrası dağlara kaçmıştır. Mihailoviç'in bu bölümde 2. Mehmet ile alakalı not da bilhassa kayda değerdir: "Şehzade Mehmet çabuk sinirlenmez. Din konusunda mutaassıp değildir. Kimseye bağımlılık göstermez. Üvey annesi Mara'ya karşı saygılı". Mihailoviç'in eserindeki bir diğer önemli bölüm ise Fatih'in maliye politikalarına dairdir. Burada özellikle Defterdar Tiftik Sinan'ın faaliyetleri hakkında verilen ayrıntılar son derece ilginçtir. Buna göre; Titrik Sinan, sultanın emriyle defterleri kontrol etmesinin akabinde Fatih'e, 10 sene boyunca yılda 40 bin kişilik bir orduyu destekleyebilecek bir hazineye sahip olduğu hususunda teminat vermiştir. Aynı şekilde, bu bölümde Veziriazam Mahmud Paşa ile Titrik Sinan arasındaki çekişme de canlı ve ayrıntılı bir biçimde tasvir edilmiştir. Hülasa ile paşa, 1458 baharında padişahın emrini yerine getirmek üzere Sırbistan'a sefere çıkmıştır. Ancak aynı yıl içerisinde hem Mora hem de Sırbistan'a sefer yapılması, asker arasında huzursuzluğa sebebiyet vermiş ve maliyeden sorumlu Titrik Sinan da bu hoşnutsuzluğu Mahmud Paşa'nın aleyhine olacak şekilde körüklemiştir. Ancak paşanın Sırbistan'daki başarıları, Sinan ve onu destekleyen ağaları haksız duruma düşürmüş ve bunun sonucunda Mahmud'un payitahta dönüşü sonrası Titrik Sinan ihanetle suçlanarak idam edilmiştir. Farklı bir nokta-ı nazar ile okuma yaptığımızda Mahmud paşa ile Titrik Sinan arasındaki anlaşmazlık, aslında Fatih döneminde devlet siyasetindeki derin görüş ayrılığını işaret etmektedir. Ancak otoriter bir monark olan İstanbul Fatihi'ne doğrudan karşı çıkmak "mümkün olmadığından", sultanın faaliyetlerine yönelik eleştiriler dolaylı yoldan yani ona yakın olan veyahut politikalarını destekleyen kimseler üzerinden yapılmıştır. Keza Fatih'in ölümün ardından tahta çıkan 2. Bayezid'in iktidarı (bilhassa Bayezid'i destekleyen ulema ve bürokratik kanadın etkisiyle) her bakımdan 2. Mehmet'in siyasetine karşı bir tepkiyi ifade etmektedir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Kemal Beydilli'den Bir Yeniçerinin Hatıratı, Halil İnalcık'tan Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar, Tursun Beg'den Fatih'in Tarihi ve Franz Babinger'den Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı adlı eserleri tavsiye ediyorum.

bottom of page