Rekabetçi Otoriterlikten Tam Otoriterliğe Geçiş: Türkiye’nin Siyasal Dönüşümü
- Umur Ozer
- 8 Eyl
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 10 Eyl

Türkiye'nin son 25 yıldır içinde bulunduğu sosyopolitik iklim, siyaset bilimi literatüründe “rekabetçi otoriterlik” kavramıyla açıklanmaktadır. Steven Levitsky ve Lucan Way’in kavramsallaştırmasına göre bu rejim tipi; demokratik kurumların kağıt üzerinde varlığını sürdürmesine rağmen, iktidarın bu kurumları sistematik biçimde kendi lehine eğip bükmesiyle tanımlanır. Seçimler yapılır, muhalefet partileri mevcuttur, hatta medya ve sivil toplum örgütleri de yaşamaya devam eder; ancak iktidarın kontrol ettiği yargı, medya ve güvenlik aygıtı, rekabeti adil olmaktan çıkarır.
Ülkemiz, bilhassa 2010’ların ortasından itibaren mezkur kategoriye yerleştirilmiştir. Bir taraftan seçimler düzenli olarak gerçekleşmekte ve farklı partiler mecliste varlığını sürdürmektedir. Ancak diğer yandan muhalefetin hareket alanı giderek daraltılmaktadır. 2017’de kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin yürürlüğe girmesiyle birlikte ise, yürütme gücü nihai olarak tek elde toplanmış ve denge - denetim mekanizmalarının neredeyse tamamı işlevsizleştirilmiştir. Bu aşamadan itibaren Türkiye’nin “rekabetçi otoriter” bir hüviyete sahip olduğu konusu, tartışmaya mahal vermeyecek bir biçimde ve geniş çevrelerce kabul görecektir.
Ancak son yaşanan gelişmeler, bu tanımın artık ülkemizin siyasal gerçekliğini tam olarak yansıtmadığını açıkça göstermektedir. Zira CHP İstanbul İl Başkanlığı'na kayyum atanması ve parti binalarının güvenlik güçlerince ablukaya alınması, sadece muhalefetin dezavantajlı bir konumda yarıştığını değil; doğrudan kurumsal varlığının hedef alındığını ortaya koymaktadır. Velhasıl bu durum da, Türkiye’nin “rekabetçi otoriterlik”ten “tam otoriterliğe” geçiş sürecine girdiğini işaret etmektedir.
Türkiye’nin Siyasal Dönüşümünde Kırılma Noktaları (2002–2025)
2002–2013 / Rekabetçi Demokrasi İddiası: AKP’nin iktidarının ilk on yılı, dışarıdan bakıldığında, demokratikleşme ve AB üyeliği kisvesiyle örtülmüş durumdadır. Ekonomik büyüme, askeri vesayetin kısmen geriletilmesi ve AB reformları gibi gelişmeler, partiye ulusal ve beynelmilel alanda meşru bir zemin kazandırmıştır. Vakıa mezkur dönemde muhalefet partileri nispeten "zayıf" bir pozisyondadır, ancak rekabet sahnesinden bütünüyle dışlanmaları da söz konusu değildir.
2013–2016 / Meşruiyet Krizleri ve Otoriterleşmenin Hızlanması: Gezi Parkı Protestoları, 17–25 Aralık Soruşturmaları ve 15 Temmuz Darbe Girişimi, iktidarın toplumsal ve siyasal meşruiyetini ciddi biçimde sarsmıştır. Bu süreçte hükümet, “olağanüstü tehdit” söylemini benimseyerek devlet aygıtını merkezileştirmiş ve toplumsal muhalefeti baskı altına almıştır. Bilhassa Gezi sonrası gösteri hakkının kısıtlanması ve medyanın yoğun baskı altına alınması, rekabet koşullarının belirgin bir biçimde değiştirildiğine delalettir.
2017 / Cumhurbaşkanlığı Sistemi ve Kurumsal Kopuş: Anayasa değişikliğiyle beraber, yürütme gücünün tek bir kişide toplanması, Türkiye’yi kurumsal olarak yeni bir rejim tipine taşımıştır. Bu sistem, kuvvetler ayrılığını fiilen ortadan kaldırırken, yargının ve yasamanın bağımsızlığını da zedelemiştir. Siyaset bilimi literatüründe söz konusu tarih, Türkiye’nin "rekabetçi otoriterlik" kategorisine yerleştirilmesinde önemli bir dönüm noktasını temsil etmektedir.
2018–2023 / Muhalefetin Daralan Alanı: Medyanın büyük ölçüde iktidar kontrolüne geçmesi, sivil toplum örgütlerine yönelik kapatma davaları ve kayyum uygulamaları, muhalefetin rekabet edebileceği alanı giderek daha da daraltmıştır. Yine de muhalefet, 2019 Yerel Seçimleri'nde İstanbul ve Ankara gibi Büyükşehirleri kazanarak sistem içinde hala etkili bir aktör olabileceğini göstermiştir.
2023–2025 / Tam Otoriterliğe Doğru: Son dönemde yaşanan gelişmeler, artık rekabetin biçimsel olarak da ortadan kaldırıldığına işaret etmektedir. Zira CHP İl Başkanlığı'na kayyum atanması ve parti binalarının kolluk güçlerince ablukaya alınması, muhalefetin kurumsal varlığını doğrudan hedef alan bir uygulama olarak öne çıkmaktadır. Bu, rekabetin yalnızca “adil olmaması” değil, bizzat varlığının reddedilmesi anlamına da gelmektedir. Böylece Türkiye, rekabetçi otoriterlikten "tam otoriterlik" rejimine evirilmiştir.
CHP’ye Kayyum Hamlesi: Simgesel ve Siyasal Anlamı
Türkiye’de muhalefet partilerine yönelik baskıların yeni bir gelişme olarak nitelendirilmesi "doğru bir okuma" olmayacaktır; zira Kürt siyasi hareketinin uzun süredir kayyum uygulamalarıyla karşı karşıya kaldığı unutulmamalıdır. Ancak bu kez tablo farklıdır: Kayyum uygulaması, "ülkenin kurucu ve aynı zamanda birinci partisi konumundaki" CHP’ye yönelmiştir. Bu durum birkaç açıdan kritik bir öneme sahiptir:
1. Kurumsal Varoluşun Hedef Alınması: Rekabetçi otoriter rejimlerde muhalefet, genellikle kısıtlı da olsa kurumsal varlığını sürdürebilmektedir. Ancak CHP’nin İl Başkanlığı'na kayyum atanması, artık mezkur kurumsal varlığın doğrudan tasfiye edilmek istendiğini göstermektedir. Bu da, rekabet zemininin tamamen ortadan kaldırılması anlamına gelecektir.
2. Siyasi Psikoloji ve Meşruiyet Krizi: An itibariyle Türkiye'nin birinci partisinin binalarının kolluk kuvvetleri tarafından ablukaya alınması, salt fiili bir müdahale değil; aynı zamanda sembolik de bir mesajdır: İktidar, muhalefetin kamusal alandaki görünürlüğünü bile tehdit unsuru olarak görmektedir. Bu durumun, seçmenlerin siyasal aidiyetlerini zedeleyebileceği ve toplumsal meşruiyet krizini derinleştirebileceği unutulmamalıdır.
3. Otoriter Konsolidasyonun Yeni Aşaması: Kayyum hamlesi, Türkiye’nin artık rekabetçi otoriterlikten çıkıp tam otoriterliğe konsolide olma sürecinde bulunduğunu teyit etmektedir. Bu konsolidasyon, iktidarın kendisini sadece seçimlerde avantajlı kılmakla yetinmeyip, muhalefeti tümüyle işlevsizleştirmeye yöneldiğini de göstermektedir.
4. Tarihsel Süreklilik ve Kopuş: Türkiye’de siyasi yasakların, parti kapatmaların ve devlet müdahalelerinin geçmişten gelen bir "refleks" olduğu kamuoyunun malumudur. Ancak çok partili dönemde, Cumhuriyet’in kurucu partisi olan CHP’nin böyle bir uygulamayla karşı karşıya kalması, tarihte ilk kez yaşanmaktadır. Bu da mevcut rejimin, kendisinden önceki tüm otoriterleşme deneyimlerinden daha radikal bir kopuş içerisinde olduğuna işaret etmektedir.
Karşılaştırmalı Perspektif: Rusya, Macaristan ve Türkiye
Rusya: Vladimir Putin’in 2000’lerin başındaki iktidarı, başlangıçta “rekabetçi otoriterlik” çerçevesinde değerlendirilmiştir. Zira seçimler yapılmaya devam etmiş, muhalefet partileri formel olarak varlığını sürdürmüş; ancak devlet aygıtı iktidarın lehine seferber edilmiştir. Sonraki vetirede ise medya tekelleşmiş, muhalefet liderleri ya sürgüne gönderilmiş ya da hapse atılmıştır. Sonuç olarak günümüz Rusya'sı, tam otoriterliğin tipik örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Macaristan: Viktor Orbán yönetimindeki Macaristan, uzun süre “rekabetçi otoriterlik” kategorisinde değerlendirilmiştir. Macar siyasetçi iktidarı sırasında, yargı bağımsızlığını zayıflatmış, medyanın çoğunu iktidar yanlısı sermayeye devretmiş ve seçim yasalarını kendi lehine değiştirmiştir. Ancak Macaristan’da hala muhalefetin kurumsal varlığı tamamen ortadan kaldırılmış değildir. Binaenaleyh, Macaristan rekabetçi otoriterliğin uç bir örneği olarak kalmaktadır.
Türkiye: Ülkemiz, son yaşanan gelişmelere dek, yukarıda bahsini geçirdiğimiz iki örnek arasında bir yerde konumlanmıştır: Bir taraftan Macaristan gibi seçimler üzerinden meşruiyet aramış, öte yandan Rusya gibi güvenlikçi bir aparat inşa etmiştir. Ancak CHP’ye yönelik kayyum uygulaması, Türkiye’yi Macaristan çizgisinden koparıp Rusya modeline daha fazla yaklaştırmaktadır. Artık mesele yalnızca muhalefetin dezavantajlı bir ortamda yarışması değildir; muhalefetin kurumsal varlığı bizzat iktidarın müdahalesine açık hale gelmiştir.
Bu açıdan Türkiye, otoriter rejim tipolojilerinde yeni bir eşiğe geçmiş görünmektedir: Rekabetin biçimsel dahi olsa sürdürülmediği ve tam otoriter konsolidasyonun başladığı bir aşama.
Sonuç: Otoriter Konsolidasyon ve Türkiye’nin Geleceği
Türkiye’nin siyasal rejiminin uzun süredir rekabetçi otoriterlik kavramı üzerinden açıklandığının bahsini, yazımız içerisinde defaatle dile getirdik. Ancak CHP’ye yönelik kayyum hamlesi ve partinin binalarının kolluk kuvvetleri tarafından ablukaya alınması, bu tanımın artık yetersiz kaldığını ortaya koymaktadır. Bundan böyle Türkiye, yalnızca rekabetin adil olmadığı bir rejim değil; rekabetin kurumsal zeminlerinin de ortadan kaldırıldığı tam otoriterlik aşamasına doğru ilerlemektedir.
Mevcut süreç birkaç kritik sonucu da beraberinde getirmektedir:
Siyasal Çoğulculuğun Tasfiyesi: Muhalefet partilerinin sadece dezavantajlı değil; doğrudan işlevsizleştirildiği bir rejimde siyasal çoğulculuktan söz etmek mümkün değildir. Bu durum, Türkiye’de demokrasi fikrinin toplumsal zeminini de zedelemektedir.
Kurumsal Erozyonun Kalıcılaşması: Yargının tarafsızlığını kaybetmesi, seçimlerin güvenilirliğinin tartışmalı hale gelmesi ve yürütme gücünün tek merkezde toplanması, geri dönüşü zor bir kurumsal erozyona yol açmaktadır. Bu, yalnızca güncel siyasal dengeleri değil; gelecekteki demokratik restorasyon ihtimallerini de zorlaştırmaktadır.
Toplumsal Gerilim ve Meşruiyet Krizi: İktidar, kayyum ve abluka gibi uygulamalarla kısa vadede muhalefeti pekala bastırabilir. Ancak uzun vadede bu yöntemler, toplumsal gerilimi artıracak ve meşruiyet krizini derinleştirecektir.
Son kertede Türkiye, “rekabetçi otoriterlik”ten “tam otoriterliğe” evirilme sürecinde kritik bir eşiği aşmaktadır. CHP’ye kayyum atanması, söz konusu evirilmenin sembolik ve siyasal açıdan en belirgin işaretidir. Bundan sonrası, iktidarın bu konsolidasyonu ne ölçüde sürdürebileceğine ve muhalefetin –hem kurumsal hem de toplumsal düzeyde– ne ölçüde direnç gösterebileceğine bağlıdır. Tarihsel deneyimler, hiçbir otoriter konsolidasyonun mutlak ve ebedi olmadığını gösterse de, kısa vadede Türkiye’nin demokratik ufkunun giderek daha da kapandığını söylemek ne yazık ki mümkündür.



Yorumlar