Mezopotamya’da İmparatorluk Tasavvuru: Sargon’dan Hammurabi’ye
- Umur Ozer
- 6 gün önce
- 6 dakikada okunur

Mezopotamya, insanlık tarihinin en eski uygarlık merkezlerinden biri olarak yalnızca yazının, hukuk düzeninin ve şehirleşmenin doğduğu bir coğrafya değil; aynı zamanda siyasal düşüncenin en temel kavramlarından biri olan imparatorluk fikrinin de filizlendiği yer olmuştur. İlk Çağ’ın muhtelif bölgelerinde görülen siyasi örgütlenmeler ekseriyetle küçük ölçekli krallıklar ya da kabile birlikleriyle sınırlı kalırken, Mezopotamya’da farklı dil, etnisite ve kültürleri tek bir merkezi otorite altında toplama girişimleri çok daha erken bir dönemde ortaya çıkmıştır.
Mezkur gelişimin kökeninde, Sümer kent devletleri arasındaki rekabet, tarımsal üretimin denetimi ve coğrafyanın sunduğu stratejik imkanlar bulunmaktadır. Ancak bu çekişme hali, salt askeri üstünlük ya da ekonomik çıkarların ötesinde, yeni bir siyasal modelin de doğuşuna zemin hazırlayacaktır. Nitekim Akad Kralı Sargon ile birlikte Mezopotamya tarihinde ilk kez, “sınırları aşan” ve kendisini sadece bir şehir ya da bölgenin değil, geniş bir coğrafyanın mutlak hakimi olarak gören bir yönetim biçimi şekillenmiştir.
Bu sürecin devamında ise, bilhassa Hammurabi döneminde, imparatorluk tasavvuru yalnızca güç ve fetihle değil; hukuk ve adalet düzeni üzerinden temellendirilecektir. Binaenaleyh Mezopotamya, imparatorluk kavramının tarihsel serüveninde başlangıçtaki rolünün ötesine geçerek; sonraki çağlara model teşkil eden bir laboratuvar işlevi görmüştür.
İşbu yazıda, imparatorluk düşüncesinin Mezopotamya’daki doğuşu Sargon’dan Hammurabi’ye uzanan çizgide ele alınacak; söz konusu modelin tarihsel arka planı, ideolojik temelleri ve sonraki uygarlıklara bıraktığı miras incelenecektir.
Kent-Devlet Düzeninden Merkezi Otoriteye Geçiş
Mezopotamya’nın en erken siyasal yapıları, MÖ 4. binyılın sonlarından itibaren ortaya çıkan Sümer kent devletleridir. Uruk, Ur, Lagaş ve Nippur gibi şehirler hem siyasi hem de dini merkezler olarak örgütlenmiştir. Her kent-devletinin başında “ensi” ya da “lugal” adı verilen yöneticiler bulunmakta ve bu kişiler hem askeri lider hem de tanrıların yeryüzündeki temsilcisi sıfatıyla meşruiyetlerini temellendirmektedir.
Diğer taraftan, söz konusu kent-devletleri arasındaki ilişkiler kalıcı bir birlikten çok, rekabet ve üstünlük mücadelesi üzerine kuruludur. Ahvalin bu şekilde hasıl olmasının nedeni ise, Mezopotamya’nın sahip olduğu tarımsal ve stratejik özelliklerdir. Dicle ve Fırat nehirleri arasında sulamaya dayalı tarım, büyük iş gücü ve ortak örgütlenme gerektirmekte; buna karşın her şehir kendi sulama sistemini ve tarımsal alanını kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. Böylece ekonomik çıkar çatışmaları, askeri mücadelelerle evirilmekte ve sık sık savaşlara yol açmaktadır. Kentler arası bu mücadele, zaman zaman bölgesel hegemonya kuran güçlü şehirlerin ortaya çıkmasına imkan tanımış olsa da, mezkur üstünlük çoğunlukla kısa süreli olmuştur.
Sümer siyasal düzeninde önemli olan nokta, krallığın sınırlı ve yerel kalmasıdır. Her kentin tanrısı ayrı kabul edildiği için yöneticiler, hakimiyetlerini yalnızca kendi şehirleriyle özdeşleştirmiştir. Bu nedenle Mezopotamya’da uzun süre “imparatorluk” ölçeğinde bir birlik tahayyül edilememiş ve siyasal düzen, dini merkezlere bağlı küçük ölçekli bir hakimiyet anlayışıyla sınırlandırılmıştır.
Ancak bu parçalı yapının içsel gerilimleri zaman içerisinde yeni bir siyasi formun ortaya çıkmasına da zemin hazırlayacaktır. Zira savaşların yarattığı istikrarsızlık, bölgesel ticaretin sekteye uğraması ve nüfus artışına bağlı ekonomik baskılar, daha geniş çaplı ve kalıcı bir merkeziyetçi düzen ihtiyacını beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda MÖ 24. yüzyılda tarih sahnesine çıkan Akad Kralı Sargon, yalnızca askeri zaferleriyle değil; aynı zamanda Mezopotamya’da ilk kez kent-devlet sınırlarını aşan siyasal bir organizasyonun tesisiyle de yeni bir dönemin başlangıcını temsil edecektir.
Sargon ve Akad İmparatorluğu
MÖ 24. yüzyılda tarih sahnesine çıkan Akad Kralı Sargon, Mezopotamya’da imparatorluk düşüncesinin gerçek anlamda kurucusu olarak kabul edilmektedir. Sargon’un iktidarı, sadece bir kent devletinin sınırlarını aşan ilk siyasal yapı değil; aynı zamanda farklı dilleri, kültürleri ve etnik grupları tek bir merkezden yönetme girişimidir. Bu açıdan onun kurduğu Akad İmparatorluğu, Mezopotamya siyasal tarihinin en büyük dönüşümlerinden birini temsil etmektedir.
Sargon’un kökeni hakkındaki rivayetler —suya bırakılan bir çocuk olarak bulunması ve sonradan yükselişi— onun iktidarını mitolojik bir çerçeveye oturtmuş, bu da karizmatik liderlik anlayışını pekiştirmiştir. Ancak başarılarının esas nedeni, askeri strateji ile kurumsal örgütlenmeyi birleştirmesinde yatmaktadır. Önceki Sümer kent devletleri arasında üstünlük sağlayan hükümdarların aksine Sargon, fethettiği bölgeleri yalnızca vergiye bağlamakla yetinmemiş; buralara kendi görevlilerini atayarak kalıcı bir idari bütünlük yaratmaya çalışmıştır.
Akad İmparatorluğu’nun getirdiği en önemli yenilik, çok merkezli bir dünyada tek bir idari otoriteyi kurumsallaştırmasıdır. Sümerler’in yerel tanrı merkezli siyasal düzeninin aksine Sargon, tanrısal meşruiyeti evrenselleştirme yoluna gitmiştir. “Dört Yönün Kralı” (šar kibrāt erbetti) unvanı, belirli bir şehir ya da bölgenin değil; tüm bilinen dünyanın hakimi olma iddiasını yansıtmaktadır. Mezkur unvan, sonraki Asur ve Pers hükümdarlarının da benimsediği bir siyasal meşruiyet formülü haline gelecektir.
Keza Sargon’un uyguladığı dil ve kültür politikaları da imparatorluk düşüncesinin temellerini oluşturmaktadır. Akadca, idari yazışmaların ve resmi belgelerin dili haline getirilirken, Sümerce dini ve edebi gelenekte varlığını sürdürmüştür. Bu durum, çok dilli bir toplumda yönetimin nasıl sürdürülebileceğine dair erken bir model ortaya koymuştur. Böylece Akad İmparatorluğu, yalnızca askeri fetihlerle değil, kültürel sentez yoluyla da kalıcı bir siyasal hüviyet yaratmıştır.
Ne var ki bu imparatorluk kalıcı olamamış, Sargon’un ölümünden sonraki kuşaklarda iç isyanlar ve dış saldırılar nedeniyle çözülmüştür. Yine de Sargon’un açtığı yol, Mezopotamya’da imparatorluk fikrinin artık geri dönüşü olmayan bir biçimde siyasal düşünceye yerleşmesini sağlamıştır. Nitekim yarattığı model, bilahare Asur, Babil ve Pers imparatorluklarının siyasal tahayyüllerinde de temel referans noktasını teşkil edecektir.
Krallık İdeolojisinin Kurumsallaşması
Mezopotamya’da imparatorluk fikrinin kalıcı bir siyasal düzen olarak şekillenebilmesi, yalnızca askeri güçle değil; aynı zamanda ideolojik meşruiyetin kurumsallaşmasıyla mümkün olmuştur. Bu noktada krallık, tanrısal iradenin yeryüzündeki temsili olarak kurgulanmış ve siyasi iktidarın temeli dinsel bir söylemle desteklenmiştir.
Yazımızın başında da belirttiğimiz üzere, Sümer kent devletleri döneminde her şehrin kendi tanrısı bulunmakta ve hükümdar da bu tanrının vekili ya da hizmetkarı olarak tanımlanmaktadır. Akad İmparatorluğu ile birlikte bu yerel sınırlılık aşılmış, kralın otoritesi bütün Mezopotamya’ya yayılan evrensel bir çerçevede sunulmuştur. Bu bağlamda Sargon’un ve ardıllarının kullandığı “Dört Yönün Kralı” unvanı, sadece siyasi egemenliği değil; kozmik bir düzenin koruyuculuğunu da ifade etmektedir. Binaenaleyh kral, tanrılarla halk arasında aracılık eden bir figür olmaktan çıkıp, evrensel düzenin kurucusu ve sürdürücüsü haline gelmiştir.
Mezkur ideolojinin somutlaştığı alanların başında saray ve tapınak ilişkisi gelmektedir. Krallar, tanrılara adanmış büyük tapınakların inşasına öncülük ederek dini otoriteyi himaye altına almış; böylece kendi meşruiyetlerini tanrısal bir düzene bağlamışlardır. Aynı zamanda tapınakların ekonomik kaynakları ve bürokratik işlevleri, merkezi otoritenin denetiminde imparatorluğun idari yapısına entegre edilmiştir. Bu durum, dinsel ve siyasal gücün birbirini pekiştirdiği bir model ortaya çıkarmıştır.
İdeolojik meşruiyetin diğer bir boyutu da, kraliyet yazıtları ve efsaneler aracılığıyla oluşturulmuştur. Sargon’un mitolojik kökenleri, Hammurabi’nin “adaletin kralı” sıfatıyla anılması ya da Asur hükümdarlarının zafer yazıtları, kralların salt askeri başarılarını değil; tanrısal bir misyona sahip olduklarını vurgulamıştır. Bu söylem de halkın, krallığı hem zorunlu bir siyasal otorite olarak hem de kozmik düzenin teminatı şeklinde algılamasına yol açmıştır.
Sonuç olarak Mezopotamya’da krallık ideolojisi, zorunlu itaatin ötesinde, dinsel bir inançla içselleştirilen bir otorite modeli yaratmıştır. Bu model, Hammurabi döneminde hukuki bir boyut kazanacak ve imparatorluk düşüncesinin yalnızca güç ve tanrısal otoriteyle değil; aynı zamanda yazılı hukuk üzerinden kurumsallaşmasını sağlayacaktır.
Hammurabi ve Kanunları
Mezopotamya’da imparatorluk düşüncesinin kalıcı bir kurumsal kimlik kazanmasında Babil Kralı Hammurabi (MÖ 1792–1750) kritik bir dönüm noktasıdır. Zira Hammurabi, siyasi otoritesini salt fetihler ya da askeri üstünlük üzerinden değil; aynı zamanda hukukun düzenleyici gücü üzerinden pekiştirmiştir. Bu yaklaşım, Mezopotamya tarihinde ilk kez merkezi otoritenin “yasa koyucu” rolünü ön plana çıkarmış, böylece imparatorluk fikrine yeni bir ideolojik boyut eklemiştir.
Hammurabi Kanunları, yüzlerce maddeden oluşan kapsamlı bir hukuk metnidir. Ancak bu metin, modern anlamda “tarafsız bir yasa derlemesi” olmaktan çok, kralın siyasi meşruiyetini yücelten bir manifestodur. Kanunların önsözünde Hammurabi, tanrıların kendisine adalet dağıtma görevi verdiğini, amacının zayıfı güçlüye karşı korumak ve toplumda düzeni sağlamak olduğunu ifade etmektedir. Bu söylem, kralı sadece bir fatih değil, aynı zamanda adaletin yeryüzündeki temsilcisi olarak konumlandırmıştır.
Hammurabi’nin hukuku üç temel işlev üstlenmiştir:
Merkezi Otoriteyi Güçlendirme – Kanunlar, farklı şehirler ve topluluklar arasında ortak bir hukuki çerçeve oluşturarak Babil Krallığı’nı tek bir düzen altında toplamıştır.
Toplumsal Hiyerarşiyi Pekiştirme – Maddeler; özgürler, köleler ve farklı toplumsal gruplar için ayrı cezalar öngörerek mevcut sınıfsal yapıyı yasal zeminle meşrulaştırmıştır.
Kralın İdeolojik Meşruiyeti – Hammurabi, “adaleti tesis eden” hükümdar kimliğiyle yalnızca zorunlu itaati değil; halk nezdinde meşru bir otoriteyi de sağlamıştır.
Kanunların taş sütunlar üzerine kazınarak halka açık şekilde sergilenmesi, adaletin kralın kişisel iradesi değil; kurumsallaşmış bir düzen olarak sunulduğunu göstermektedir. Bu durum, yazılı hukuk ile siyasi otoritenin ilk kez böylesine güçlü bir biçimde iç içe geçtiğini ortaya koymaktadır.
Hammurabi’nin imparatorluk modeli, böylece iki katmanlı bir yapıya kavuşmuştur: Askerİ fetihlerle genişleyen bir siyasal birlik ve hukuk aracılığıyla düzenlenen bir toplumsal bütünlük. Bu ikili yapı, Mezopotamya’daki imparatorluk düşüncesini kalıcı kılmış, sonraki uygarlıklara aktarılan temel bir miras haline gelmiştir.
Sonuç: Mezopotamya’nın Tarihsel Mirası
Mezopotamya, yazının, hukukun ve şehirleşmenin doğduğu bir coğrafya olmanın ötesinde; imparatorluk düşüncesinin ilk kez kurumsallaştığı tarih sahnesidir. Sümer kent devletlerinin parçalı yapısından Sargon’un Akad İmparatorluğu’na, oradan Hammurabi’nin hukuka dayalı düzenine uzanan süreç, imparatorluk fikrinin siyasal bir gerçeklik olarak şekillenişini gözler önüne serer. Bu deneyim, sonraki uygarlıklar için hem stratejik hem ideolojik bir referans noktası oluşturmuştur.
Asur İmparatorluğu
Asur kralları, Mezopotamya’da imparatorluk düşüncesini askeri ve bürokratik boyutlarıyla ileri taşımışlardır. Akad ve Babil modellerinin mirasını devralan Asur yönetimi, bilhassa savaş teknolojisi ve merkezi idareyi birleştirerek büyük coğrafyalarda hakimiyet kurmayı başarmıştır. İdari yapının sıkı denetim altında tutulması ve vergi sistemlerinin standartlaştırılması, imparatorluk düzeninin sürdürülebilirliğini sağlamıştır. Ayrıca Asur yazıtları ve kraliyet propagandası, krallık ideolojisinin tanrısal temsiliyetle birleştiği güçlü bir meşruiyet aracı olarak kullanılmıştır.
Pers İmparatorluğu
Persler ise Mezopotamya’da doğan imparatorluk düşüncesini kültürel çoğulculuk ve idari esneklik açısından geliştirmişlerdir. Kiros ve Darius gibi hükümdarlar, farklı etnik ve dini grupları merkezi otorite altında birleştirirken yerel geleneklere de saygı göstermiştir. Bu yaklaşım, Sargon’un ve Hammurabi’nin merkeziyetçi modeline karşılık, çok kültürlü bir imparatorluk stratejisi sunmuş; yönetimde hem birleştirici hem de uyum sağlayıcı bir siyasal form yaratmıştır. Persler’in yol ağı, posta sistemi ve vergi düzenlemeleri, Mezopotamya kökenli yönetim tekniklerinin daha geniş bir coğrafyada uygulanabileceğini göstermiştir.
Roma İmparatorluğu
Roma ise Mezopotamya’da filizlenen imparatorluk fikrini hukuk ve kurumsal düzen ekseninde yeniden yorumlamıştır. Özellikle merkezi hukuk sistemi ve vatandaşlık temelli örgütlenme, Hammurabi’nin kanunlar aracılığıyla merkezi otoriteyi pekiştirme mantığının uzun vadeli bir yankısıdır. Roma imparatorları, askeri fetihlerle genişleyen toprakları hukuki ve bürokratik mekanizmalarla kontrol altında tutmuş, tanrısal meşruiyet kavramını imparatorluğun ideolojik temeli olarak kullanmıştır. Böylece Mezopotamya’dan başlayan merkezi otorite ve hukuk temelli imparatorluk düşüncesi, binlerce yıl sonra Avrupa’da yeniden vücut bulmuştur.
Bu bağlamda Sargon’dan Hammurabi’ye uzanan çizgi, yalnızca Mezopotamya’nın değil; dünya siyaset tarihinin de en önemli kırılma noktalarından biri olarak değerlendirilebilir. Mezopotamya deneyimi, sonraki imparatorluklara hem askeri ve idari model hem de ideolojik ve hukuki çerçeve sunmuş; Asur’un askeri merkeziyeti, Pers’in kültürel uyum stratejisi ve Roma’nın hukuk temelli düzeni, bu mirasın farklı coğrafyalarda ve zamanlarda yeniden üretilebildiğini göstermiştir.
Yorumlar