Arama
Boş arama ile 129 sonuç bulundu
- Kavalalı Mehmet Ali Paşa: Osmanlı İmparatorluğu’nun Gölgesinde Otonom Bir Güç İnşası
Modern Mısır'ın doğuşundaki en önemli figürlerden biri olan Mehmet Ali Paşa, Arapgir'den (bkz: Malatya) Kavala'ya göçen bir ailenin oğlu olarak 1769'da, yine, Kavala'da dünyaya gelmiştir. Aynı zamanda soyu itibariyle bir ayan ailesinin de mensubu olan Mehmet Ali'nin, babası Bekçibaşı İbrahim Ağa erken yaşta hayatını kaybetmiş ve bunun üzerine küçük Mehmet Ali, amcası Tosun Ağa tarafından büyütülmüştür. Amcasının da ölümü üzerine Kavala mutasarrıfının vasiliği altında küçük yaşlarından itibaren tütün ticareti ile uğraşmaya başlayan Mehmet Ali, 18 yaşına geldiğinde ise gönüllü olarak askerlik mesleğini seçmiş ve bilahare 1798 yılında Fransızlar ile savaşmak üzere Kavala'dan Mısır'a gönderilen birliğin başına geçerek, burada gösterdiği siyasi başarıyla beraber nihayetinde bölgeye vali olarak atanmıştır. Herhangi bir tahsili bulunmayan Mehmet Ali Paşa, okuma yazmayı dahi 40 yaşından sonra öğrenmiştir. Ancak cesareti ve kıvrak zekasıyla bu eksikliklerinin üstesinden gelmeyi başarmış ve kendisini iktidar sahibi yapacak fırsatları çok doğru bir şekilde değerlendirmiştir. Elde ettiği başarıda ise başından itibaren izlediği politikanın etkisi büyük olmuştur. İlk olarak Mısır'da mevcut askeri birliklerin mütemadiyen birbirleriyle çatışma halinde olması ve Mehmet Ali Paşa'nın bu mücadeleden yararlanması, güttüğü siyasetin sac ayaklarından birini oluşturmaktadır. Nitekim başıbozukları yeniçerilere, yeniçerileri kölemenlere ve nihayet kölemenleri kölemenlere vurdurması buna dayanmaktadır. İkinci olarak yeniçeriler, başıbozuklar ve kölemenler gibi esaslı üç kuvvet arasında daima ikiye karşı bir şekilde dengenin başıbozuklar lehine ağır basmasını sağlamaya gayret etmiştir. Üçüncü olarak ise başlangıçtan valiliğine kadar asla kendini ön plana çıkarmamış ve daima ikinci planda bulunmayı, amaçlarını gerçekleştirmek adına uygun bulmuştur. Filhakika valiliğe giden yolda elde ettiği kazanımlarında, Osmanlı idaresinin içinde bulunduğu bunalım ve dahi ordunun güçsüzlüğü de etkili olmuştur. Mısır, kağıt üzerinde Osmanlı İmparatorluğu 'na bağlı olmasın karşın, mezkur dönemde fiiliyatta asıl siyasi güç olan Çerkez asıllı kölemen (bkz: Memlük ) beyleri tarafından idare edilmektedir. Kimi zaman bunlarla çatışmalara girilmişse de iktidarlarının tam anlamıyla kırılması hiçbir vakit mümkün olmamıştır. Napolyon'un Mısır'ı terk etmesinin akabinde, işgal döneminde güç kaybı yaşamış olan feodal iktidarın yeniden tesis edilmesini istemeyen Osmanlı merkezi idaresi, bu fırsatı değerlendirmek istemiş ve Hüsrev Paşa 'yı Mısır'a vali olarak atayarak düzenli ordu birlikleri oluşturma çabası içerisine girişmiştir. Merkezi yönetimin bu girişimi ise başta Mehmet Ali Ağa'nın da aralarında bulunduğu başıbozuk milisler olmak üzere muhtelif askeri çevrelerde birtakım rahatsızlıklar yaratmıştır. Nihayetinde bu kimseler ulufe dağıtımındaki aksaklıkları bahane ederek ayaklanmış ve Hüsrev Paşa'nın Mısır'ı terk etmesine neden olmuşlardır. Babıali , Mısır Valiliği'ne Hüsrev Paşa'nın ardından Cezayirli Ali Paşa 'yı atamış ancak onun da öldürülmesi üzerine yerine Hurşit Paşa 'yı görevlendirmiştir. Kahire'ye geldikten kısa bir sonra durumu anlayan ve ayaklanmaların arkasındaki ismin Mehmet Ali Ağa olduğunu teşhis eden Hurşit Paşa, sorunu çözmek adına Mehmet Ali'yle diyalog yoluna gidilmesini tercih etmiş ve nihayetinde ona "vezirlik ile Cidde valiliği" verilmesini sağlayarak bölgede asayişi sağlamayı başarmıştır. Hurşit Paşa'nın bu denli tavizkar bir politika gütmesinin altında yatan asli sebep, Mehmet Ali Ağa'yı Mısır'dan uzaklaştırmaktır ancak Mehmet Ali, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere kıvrak bir zekaya sahiptir ve kendisine verilen "ödüllerin" aslında birer yem olduğunu ve onu, kendisine bağlı askerlerinden uzaklaştırmak suretiyle "karanlık bir sona" yani ölümüne götürmeyi amaçladığının farkındadır. Bunun üzerine Mehmet Ali Ağa işleri daha da ileriye götürmeye karar verir ve Mısır'da bir ayaklanma daha başlar. Ancak bu kez salt askerler değil, halk da isyana katılmıştır. Velhasıl İstanbul hükümeti, ağanın insanlar tarafından da desteklendiğini görünce fazla ısrarcı olmaz ve "kendisine bağlı olacağını düşündüğü" Kavalalı Mehmet Ali'yi 19 haziran 1805'te Mısır'a vali olarak atar. Uzun vadede Mehmet Ali, Osmanlı İmparatorluğu'ndan bağımsız olarak kendi saltanatını tesis etmek istemektedir. Hatta olayların gelişimi de bu isteği doğrular niteliktedir. Ancak işin bu aşamasında Mehmet Ali Paşa, İstanbul'a sadık görünür. Nitekim 1807'de İstanbul önlerini terk eden İngiliz donanması bu başarısızlığını unutturmak istercesine İskenderiye 'ye çıkarma yapar. Bu esnada kölemenler ile çatışma halinde olan Mehmet Ali Paşa ise, onlarla anlaşarak tüm güçlerini İskenderiye'ye sevk eder ve 22 nisan 1807'de İngilizleri hezimete uğratır. Birkaç ay sonra yani 14 eylül 1807'de İngilizler, paşa ile anlaşarak Mısır'ı tamamen boşaltacaklardır. 1811'de kölemen beylerini ortadan kaldırmak suretiyle bölgede tam anlamıyla otoritesini tesis eden Mehmet Ali Paşa, Mısır'da süregelen sorunları çözmek adına ilk olarak ekonomik yaşama el atar. Aldığı önlemler ile tarım ve ticarette hızlı bir gelişme sağlanırken, bayındırlık anlamında da önemli yatırımlar yapar. Nil Nehri 'nden İskenderiye 'ye doğru açılan ve Sultan İkinci Mahmut 'a bir jest olarak adını Mahmudiye kanalı koyduğu kanal ile sulama işlerini düzenler ve akabinde pamuk, afyon, pirinç ile hububat ekimine ağırlık verir. Mezkur girişimine paralel olarak endüstri yatırımlarını da başlatan Mehmet Ali Paşa, bu çerçeve içerisinde şeker, alkol ve tekstil gibi getirisi bol olan ticari alanları destekler. Bütün bu gelişmelerin akabinde Mısır'ın gelirleri hızlı bir şekilde artmaya ve bölge ihya olmaya başlamıştır. Mehmet Ali Paşa gerçekleştirdiği icraatlar ile büyük gelirler elde ederken ve bir yandan da yatırımlarını arttırırken, öteki taraftan da bilhassa Fransızların askeri ve teknik yardımlarıyla modern bir ordu ve donanma oluşturmaya girişir. Ancak böylesine kısa bir zaman aralığında sağladığı gelişme, İstanbul'un tedirgin olmasına da neden olmuştur. 1812'de görevden alınması söz konusu olduysa da, gönderdiği cömert "armağanlar" ile bunu engellemeyi başarmıştır. Yine bu dönemde Mehmet Ali Paşa, İstanbul'un direktiflerine uymaya devam etmektedir. Örneğin; Osmanlıları çok uzun süre uğraştıran Vahhabi ayaklanmalarını, oğlu İbrahim Paşa kumandasında gönderdiği bir ordu ile birkaç yıl içerisinde bastırmıştır. Bilhassa Mekke ve Medine 'nin Vahhabilerden kurtarılması ve bu batıl mezhebin ileri gelenleriyle birlikte kutsal kentlerin anahtarlarının İstanbul'a gönderilmesi 2. mahmut'u çok sevindirmiştir. Yine de İstanbul'un, ilerleyen zamanlarda da göreceğimiz üzere haklı olarak, Mehmet Ali Paşa'ya hiçbir zaman tam anlamıyla güvenmediği aşikardır. Keza taraflar arasında böylesi bir güven ortamı tesis edilmiş olsa, Basra Körfezi 'ndeki İngiliz tehdidi bertaraf edilecek ve Hindistan'ın anahtarları Osmanlı'nın eline geçecektir. Örneğin; 1823'te Kavalalı, imparatorluk adına Yemen 'i işgal etmeyi önermiş fakat İstanbul, yalnızca kağıt üzerinde kendilerine bağlı olan ve ara sıra kahve gönderen bölgenin işgal teklifini reddetmiştir. Bilahare ise İngiltere, Yemen'i himayesi altına almış ve Aden 'i zapt etmiştir. Ancak bütün bunlara rağmen Babıali, Mehmet Ali Paşa'dan vazgeçememektedir. Nitekim Mora Yarımadası 'ndaki ayaklanma bastırılamayınca İstanbul, yine paşadan yardım istemiş ve o da, oğlu İbrahim Paşa komutası altında bir ordu göndererek isyanı bastırmıştır. Mısır ile Babıali arasındaki kırılma ise Mora Ayaklanması'nın bastırılmasının akabinde başlamıştır. Mehmet Ali Paşa'nın, Mora'daki başarısının ardından başına buyruk hareket etmeye karar verdiğini görmekteyiz. İlk olarak Babıali'nin Rusya'daki savaş için istediği yardımları gönderemeyeceğini ifade eden Kavalalı, Mora'daki askerlerini de İstanbul'a sormaksızın İngiliz gemileriyle Mısır'a geri getirtir. Kavalalı'nın bu tutumu İstanbul'da kızgınlık yaratmışken, paşa bununla da kalmaz ve Mora Ayaklanması sırasında üzerine düşen yapmış olduğunu ileri sürerek Girit ile Suriye valiliklerini talep eder. 2. Mahmut ise o an için doğrudan bir çatışmayı göze alamaz ve Girit valiliği'ni vermeye razı olur. Ancak sultan, Mehmet Ali sorununu kökünden çözmek adına bir plan hazırlamaktan da geri kalmaz ve Şam valisi olarak atadığı Selim Paşa 'ya uygun bir fırsat çıktığı takdirde zaman kaybetmeden Mısır'a girmesi yönünde talimat verir. İstanbul'daki casusları aracılığıyla kendisine karşı hazırlanan plandan haberdar olan Kavalalı ise ilk hamleyi kendisinin yapması gerektiğine kanaat getirmiş durumdadır ve Mısır'dan Akka 'ya kaçmış olan birtakım kölelerin kendisine iade edilmesi isteğinin reddedilmesi bahanesi ile oğlu İbrahim Paşa idaresindeki ordusunu Suriye'ye gönderir. Yafa , Gazze ve Havfa 'yı kısa bir sürede ele geçiren İbrahim Paşa, 6 ay sonra da Akka 'yı ele geçirir. Bu sırada Şam 'da bir ayaklanma çıkmış ve vali Selim Paşa öldürülmüştür. Bütün bu gelişmelerin akabinde büyük bir kızgınlığa kapılan Sultan Mahmut, Şeyhülislam dan aldığı fetva ile Mısır valisini "asi" ilan eder ve Edirne valisi Hüseyin Paşa kumandası altındaki bir orduyu İbrahim Paşa'nın üzerine gönderir. Tüm bu olaylar yaşanırken İbrahim paşa ise Akka'yı da aldıktan sonra Şam'a girer, daha sonra kuzeye doğru ilerleyerek Halep Paşası'nı yener ve kuvvetleriyle birlikte Anadolu'ya giriş yapar. Nihayet Hüseyin Paşa komutası altındaki Osmanlı ordusu ile İbrahim Paşa'nın kuvvetleri 29 temmuz 1832'de İskenderun ile Antakya arasındaki Beylan 'da karşılaşır ve Osmanlı ordusu büyük bir yenilgiye uğrar. Mehmet Ali Paşa, zaferinin ardından tekrar Suriye valiliğini talep ederek barış teklif etse de, İstanbul bu talebi reddederek ordu kumandanlığına bu kez de Reşid Mehmet Paşa 'yı getirir. İbrahim Paşa ise bir yandan muzaffer yürüyüşüne devam etmektedir ve Toroslar 'ı geçerek Konya önlerine kadar gelir. Takvim yaprakları 21 Aralık'ı gösterdiğindeyse İbrahim Paşa komutasındaki ordu, Reşid Mehmet Paşa kumandası altındaki Osmanlı kuvvetlerini bir kez daha tarumar eder. Ahvalin bu şekilde hasıl olduğu bir ortamda artık İbrahim Paşa'nın önünde İstanbul'a dek hiçbir kuvvet kalmamıştır. İşin bu aşamasında anlaşma yolunu seçmek yerine 2. Mahmut, Avrupa devletlerinden yardım istemeyi tercih ederek yaptığı hatalara bir yenisini ekler. Bu gelişmeyle beraber Mısır sorunu artık beynelmilel bir hüviyet kazanmış durumdadır ... Sultan Mahmut'un çağrısına ilk cevap veren, beklenebileceği üzere Rusya olur. Babıali, Rusya'dan yalnızca donanma değil; aynı zamanda İstanbul'un korunması için de kara askeri istemektedir. Çarlığın ıslak rüyası olan İstanbul'un altın tepsi içerisinde bu şekilde sunulmasından dolayı mutluluğunu gizlemeyen Rusya, daha görüşmeler sürerken Amiral Lazarev komutasındaki dokuz savaş gemisinden oluşan Rus donanmasını İstanbul Boğazı'na göndererek Büyükdere önlerinde demirletir. Mezkur "emrivaki" ise İngiltere ile Fransa'yı endişelendirmiş durumdadır ve bilhassa büyük yardımlar gördüğü Fransa, Mehmet Ali Paşa'yı barış yapması için zorlamaya başlar. Ancak Mehmet Ali Paşa, İngiltere ve Fransa'nın kaygılarının nedenini bilmektedir ve onları yatıştırmak adına İstanbul'u Ruslardan önce ele geçirebileceğini iddia eder. Bu nedenle telaş içinde defaatle barış istekleri yineleyen Sultan Mahmut'un tekliflerini kabul etmez ve Babıali'nin çaresizliğinden faydalanmak adına anlaşmak için daha ağır koşullar ileri sürmeye başlar. Kavalalı'nın bu uzlaşmaz tavrı üzerine 2. Mahmut, 5 nisan 1833'te Rusya'nın Tuna 'da bekleyen 15.000 kişilik ordusunun İstanbul'a gelmesi yönünde icazet verir. Ancak bilhassa halk ve ulema, şeriata uygunluk açısından şeyhülislamdan fetva alınmış olmasına rağmen Ruslardan yardım alınmasından çok ciddi şekilde rahatsız olur ve binaenaleyh homurtular artmaya başlar. Diğer tarafta ise Mehmet Ali Paşa, Fransa ile İngiltere'nin kendisine yönelik uzlaşma baskısından bunalmış durumdadır ve nihayet bu koşullar altında her iki tarafta barışa yanaşır. 14 Mayıs 1833'de imzalanan Kütahya Antlaşması 'na göre Mehmet Ali Paşa'ya Mısır ve Girit valiliklerine ek olarak Şam, İbrahim Paşa'ya Cidde valiliği'ne ek olarak Adana valiliği verilmektedir. Antlaşmanın akabinde Rus askerleri, İbrahim Paşa kuvvetleri Anadolu'yu boşaltana dek İstanbul'un Anadolu Yakası'nda kalmaya devam ederler. Sultan Mahmut, yaşanılan krizin atlatılmasını ardından uzun dönemde geçerli olabilecek bir dış politika oluşturmak istemekte ve uygun bir müttefik aramaktadır. Yaptığı çözümlemeye göre bu iş için en uygun olan aday ise Rusya'dan başkası değildir. Padişahın tasavvuru doğrultusunda Rusya ile yapılacak bir ittifak, aynı zamanda Avusturya ve Prusya 'yı da Osmanlı saflarına kazandıracaktır. ittifakın Diğer tarafı açısından da herhangi bir aleyhte durumda Osmanlı İmparatorluğu'nun boğazları kapatacak olması Rusya'ya da büyük rahatlık sağlayacak ve bu sayede güneyini güvence altına almış olacaktır. İşte bu koşullar altında Osmanlı İmparatorluğu ve Rus Çarlığı, 8 Temmuz 1833'te Hünkar İskelesi Antlaşması 'nı imzalarlar. Önceleri tümüyle gizli tutulan mezkur antlaşmanın imza edilmesinden bir gün sonra Büyükdere önünde demirlemiş bulunan Rus donanması İstanbul'dan ayrılır. 8 yıllık süreyle geçerli olacak anlaşmanın koşulları, Avrupa kamuoyunda duyulduğunda ise başta Fransa'da ve İngiltere'de olmak üzere büyük tepkilere yol açar. Ancak verilen yansılar, elçilik düzeyinde protestolar ile sınırlı kalır ve herhangi bir radikal yaptırım durumu söz konusu olmaz. Bütün bu gelişmelerin ışığında Osmanlı imparatorluğu, Mısır sorununda hasmane bir tavır takınan Fransa ve kendisine yeterince destek vermeyen İngiltere'ye karşı güçlü bir ittifak sistemi içerisinde pozisyonunu sağlamlaştırmış olur. Velhasıl Kütahya Antlaşması'nın üzerinden bir süre geçmesinden sonra Kavalalı Mehmet Ali Paşa tekrardan huzursuzluk yaratmaya başlar. Her şeyden evvel, isteklerinin büyük bir kısmını elde etmiş olmasına rağmen, böylesi güçlü ve başarılı iken; bağımsızlığını ilan edememenin tedirginliğini yaşamaktadır. Valiliğini dahi babadan oğul geçen bir hüviyete dönüştürmeyi başaramamış ve hala daha konumu, padişahın dudakları arasından çıkabilecek bir kelimeye bağlı olacak şekilde kalmıştır. Bütün bunların bir sonucu olarak, Mısır'ın merkeze göndereceği vergi konusunda ilk anlaşmazlık hasıl olur. Bu arada Lübnan 'da ve Suriye 'de Kavalalı'ya karşı huzursuzluklar ve ayaklanmalar da baş göstermiş durumdadır. Diğer taraftan 2. Mahmut da boş durmamış ve geçen zaman zarfı içerisinde Osmanlı ordusunu kayda değer bir biçimde düzene sokmuştur. Bunun yanı sıra İngiltere ile olan ilişkiler de rayına oturmuş ve bir ticaret antlaşması dahi imzalanmıştır. Lübnan ve Suriye'de çıkan ayaklanmalar da sultanın parmağı olduğunu düşünen Kavalalı, ilk başta olduğu gibi tekrardan "zarları atmaya" karar verir ve padişahtan, yönetmekte olduğu yerlerin valiliğini babadan oğula geçecek bir biçimde kendisine verilmesini talep eder. Özerklik anlamına gelen bu talep, İstanbul tarafından tabii olarak reddedilir. Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa bağımsızlığını ilan eder ve 2. Mahmut da isyankar valisine karşı 21 Nisan 1839'da savaş kararı verir. Babıali tarafından Mısır valisi olarak atanan Hafız Mehmet Paşa 'nın komutası altındaki Osmanlı ordusu, 3 Mayıs 1839'da Nizip önlerine varır. Hafız Paşa'nın yanında aralarında bilahare çok ün kazanacak olan General Moltke 'nin de bulunduğu yabancılardan oluşan parlak bir kurmay heyeti de vardır. İbrahim Paşa da kuvvetleriyle birlikte Halep'ten çıkarak haziran sonunda bölgeye intikal eder. 29 Nisan 1839'da gerçekleşen ve tarihe Nizip Savaşı olarak geçen muharebede kazanan taraf yine ve yeniden İbrahim Paşa olur. 2. Mahmut, kendisi için çok acı olacak bu haber 1 Temmuz'da İstanbul'a gelmeden birkaç gün önce vefat etmiş ve yerine 16 yaşındaki oğlu Abdülmecid geçmiştir. Osmanlı Devleti'nin Nizip'teki yenilgisi Avrupa devletlerini ciddi bir endişeye sevk eder. Bilhassa Hünkar İskelesi Antlaşması 'nın koşullarının uygulanmasından çekinen İngiltere, zaman kaybetmeden Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya'nın da katılacağı bir barış konferansı düzenleme çağrısında bulunur. Beş Avrupa devletinin istişarelerinin sonucunda Suriye'nin Osmanlı İmparatorluğu'nda kalması konusunda bir eğilim belirir. Bu karar ültimatom şeklinde Mısır'a bildirilecek ve eğer Mehmet Ali Paşa buna uymazsa, savaş açılacaktır. Mezkur devletler arasında yalnızca Fransa, Mısır'a karşı böylesine sert önlemler alınmasına karşı çıkmaktadır; zira Mısır ile iyi ve avantajlı ilişkileri söz konusudur. Ancak İngiltere bu konuda kararlıdır ve Fransa dışındaki diğer 4 devlet, Londra Antlaşması 'nı imzalarlar. 15 Temmuz 1840 tarihli antlaşmanın koşullarına göre Mısır valiliği babadan oğula geçecek biçimde, Güney Suriye ve Akka valiliği ise yaşamı süresince Mehmet Ali Paşa'ya verilir. Eğer Kavalalı mevzubahis antlaşmanın koşullarını 10 gün içerisinde kabul etmezse Akka Valiliği'ni, 20 içerisinde kabul etmez ise Mısır Valiliği'ni yitirecektir. Mehmet Ali Paşa, biraz da Fransa'ya güvenerek kendisine dayatılan şartları reddeder ve Osmanlı ile arasındaki savaş yeniden başlar. Ancak bu kez Osmanlı Devleti'nin yanında İngiltere, Rusya ve Avusturya'da vardır ve askeri yetkinliğini defalarca kanıtlamış olmasına rağmen İbrahim Paşa, bu güç karşısında çaresiz kalır. Kasım 1840'a gelindiğinde İbrahim Paşa çoktan Suriye'yi boşaltmış ve Mısır'a doğru geri çekilmeye çalışmaktadır. Fransa da, cereyan eden hızlı yenilgiler karşısında Mısır'a olan desteğini geri çeker. Zaten Paris'te de Mehmet Ali Paşa'yı destekleyen Thiers hükümeti devrilmiş ve Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü destekleyen Gizo hükümeti iktidara gelmiştir. Ordusunun başında bulunan oğlu İbrahim Paşa'dan da düzenli haber alamayan Mehmet Ali Paşa, Amiral Napier 'in kumandasındaki İngiliz donanması İskenderiye önlerine gelince, yalnızca Mısır ile yetinerek ateşkes imzalamak durumunda kalır. Askeri alandaki başarıların etkisi altında olan Babıali, ateşkes koşullarını tanımayarak Mehmet Ali Paşa'yı tamamen ezmek istese de, Avrupalı devletlerin bunu desteklememeleri üzerine ateşkesi tanımak zorunda kalır. 24 Mayıs 1841'de son haliyle Sultan Abdülmecid tarafından yayınlanan Mısır Valiliği İmtiyaz Fermanı 'na göre; - Mısır valiliği, babadan oğula geçmek üzere Mehmet Ali Paşa'ya verilmektedir. - Mısır valileri, rütbe ve kıdem açısından diğer vezirler ile düzeyde olacaktır. - Osmanlı İmparatorluğu'nun yapmış olduğu ve yapacağı tüm anlaşmalar Mısır için bağlayıcı olduğu gibi, Osmanlı yasaları da Mısır'da tümüyle geçerli olacaktır. - Mısır halkı, Osmanlı tebaası sayılmaktadır. Vergiler, Osmanlı imparatorluğu adına alınacaktır. Para, Osmanlı devleti adına basılacaktır. - Barış zamanında Mısır ordusu, 18.000 askeri geçmeyecek ve rütbesi albaydan yukarı olan subayların atamasını Osmanlı padişahı yapacaktır. - Mısır'ın bu koşullara uymaması durumunda verilen ayrıcalıklar derhal geri alınacaktır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Joseph von Hammer'den Büyük Osmanlı Tarihi, Johann Wilhelm Zinkeisen'den Osmanlı İmparatorluğu Tarihi - 7 ve Edward J. Erickson ile Mesut Uyar'dan Osmanlı Askeri Tarihi adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Tahtsız Sultanlar Çağı: Osmanlı’da Fetret Devri
Osmanlı siyasi kültüründe Fetret Devri; mütemadiyen büyük bir tehlike zamanı olarak addedilmiş, dünyanın yönünü kaybettiği ve tüm şeytanlarına yenik düştüğü çalkantılı bir dönem olarak kabul edilmiştir (bkz: Nizam-ı Alem). Ahvalin bu şekilde hasıl olmasında yani bu hassas dönemin tehlikeli ve belirsizlikler ile dolu bir vakit aralığı olarak görülmesinde, Osmanlı monarşisinde tartışmasız bir veraset kanunu nun olmamasının etkisi büyüktür. Bir diğer köklü orta çağ monarşisi olan Fransız Capet hanedanı na baktığımızda ise mezkur problem ile başa çıkmak adına daha makul bir yaklaşım görürüz. Capet kralları, varlıklarının ilk iki yüzyılı boyunca, ölümlerinden sonraki anlaşmazlıkları önlemek adına henüz hayattayken büyük oğullarına Rex Designatus unvanı vermişlerdir. Zaman içerisinde ( Philip Augustus 'tan itibaren) tahtın en büyük oğula geçme hakkı bu uygulamanın sona ermesini sağlayacak şekilde yerleşmiş ve doğum sırasına göre iktidara devralma anlamına gelen Primogeniture (kadınları verasetten dışlamak için düzenlenen Loi Salique gibi), krallığın temel yasalarından biri haline gelmiştir. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere Osmanlı tarihinin büyük bölümünde özgül bir veraset kanunun bulunmamasının saltanatlar arası dönemlerde sorun yaşanmasına önemli ölçüde katkıda bulunduğuna, imparatorluk için müthiş bir düzensizlik sebebi olduğuna ve birçok padişahın başına müthiş dertler açtığına şüphe yoktur. İlk olarak Fatih Sultan Mehmet tarafından yapılan düzenleme ile (bkz: Fatih Kanunnamesi ) gerçek anlamda veraset soruna yönelik bir çalışma yapılmış olsa da bu tertip, söz konusu alanda Türk siyasi geleneği nin doğrudan yasa yapmaktaki yetersizliğinin bir sonucu olarak Kardeş Katli Yasası 'nın ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Öyle görünmektedir ki genel hatlarıyla veraset kanunu, başka yerlerde açıkça ifade edilen ve Osmanlıların "Türk - Moğol mirasından" gelen, tanrı tarafından seçilen kraliyet soyunun (bkz: kut ) her üyesinin doğası gereği meşru veraset hakkına sahip olduğu inancına ters düşmektedir. Binaenaleyh herhangi bir veraset ilkesinin (doğum hakkı veyahut ekberiyet hakkı) oluşturulması, kimseye hak iddia etme ve "şansını deneme" seçeneği tanımadan, tüm hak sahiplerinin tek birinin lehine elenmesi (bkz: apriori ) anlamına gelmektedir. Aynı zamanda bu durum, rekabetin yaşanmasına fırsat verilmeden keyfi olarak bitirilmesine de neden olmaktadır ki; mevzubahis senaryoda müdahalesine izin verilmediği iddia edilen mefhum, tanrı dan başkası değildir. Taht için gerçekleşen "yarışmayı" erkenden bitirmek bir bakıma, O'nun yüce hikmetiyle adaylar arasında karar vermesinin önüne geçilmesine ve lütfunun kime nail olacağının engellenmesine de eşdeğerdir. Taht adayları arasındaki iç savaşlar, Osmanlı tarihi boyunca teoride kalan bir risk değildir ve bilhassa imparatorluğun ilk iki yüzyılında bu tür hadiseler muhtelif zamanlarda meydana gelmiştir. Bunlardan belki de en meşhuru ise hepimizin bir şekilde kulak aşinalığının olduğu ve Yıldırım Bayezid 'ın oğulları arasında cereyan eden iktidar mücadelesi, nam-ı diğer Fetret Devri 'dir. 15. yüzyılın ilk yıllarında, Osmanlı Devleti'nin Asya ile Avrupa 'yı birbirine bağlayan ve yükselen bir beynelmilel güç haline geldiği dönemde, aralarından birini seçmeye karar verecek herhangi bir kuralın yokluğunda her bir potansiyel adayın şansını denemeye kararlı olduğu ve akla gelebilecek tüm karmaşıklarla dolu tam ölçekli bir olaylar silsilesi olan Fetret Devri'nin sarsıntıları 10 yıldan fazla bir süre devam etmiş ve bu zaman zarfı boyunca devletin tekrardan birliğini kurabileceği ya da varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği belirsiz kalmıştır. Mezkur dönemde devletin başına binbir türlü talihsizlik gelmiş; iç savaşlar, kardeş kavgaları, yabancı güçlerin müdahalesi, toprak kayıpları ve hatta toplumsal devrim dahi bu müteharrik olaylardaki yerini almıştır. Tabii olarak mütemadiyen örnek olarak gösterilen bu krizin istisnai koşullarda patlak verdiğini de unutmamak gerekir. Velhasıl olaylar, 1. Bayezid'ın 28 temmuz 1402'de Ankara Savaşı 'nda pervasızca meydan okuduğu Orta Asya 'nın büyük fatihi Timurlenk karşısında aldığı ezici bir yenilgi ile başlar. Daha evvel benzeri görülmemiş bir biçimde savaşın galibi tarafından esir alınan ve onun ganimetinin bir parçası olarak Semerkant 'a doğru götürülen Yıldırım bayezid'ın haklı ya da haksız şekilde neden olduğu bu felaket, derin bir huzursuzluğu da beraberinde getirmiştir. Yıldırım, iktidarı süresince Osmanlı'yı kesinlikle daha büyük ama aynı zamanda daha kırılgan hale getiren hızlı bir genişleme sağlamış ve bu durum, devletin sınırlarının etrafını sarmış olan pek çok düşmanı da beraberinde getirmiştir. Ayrıca bütün bunlara ek olarak, Bayezid'ın iktidarı boyunca kuvvetlendirilen mutlakiyetçilik (kimilerine göre Osmanlı'nın imparatorluğa evrilme sürecini başlatan Fatih değil, Yıldırım'dır) ve realpolitik de iç gerilimlerin şiddetlenmesine sebebiyet vermiştir. Binaenaleyh savaşın ardından yeniden doğuya doğru yola çıkmadan evvel, arkasında tekrardan toparlanabilecek bir güç bırakmak istemeyen Timurlenk tarafından bütün bu olumsuzluklar körüklenmiş ve birtakım bölünmeler kaçınılmaz hale gelmiştir. Madalyonun diğer yüzünde yani hadiseleri Osmanlı şehzadeleri nezdinde ele aldığımızda ise ilk olarak, yaşanan bozgunun akabinde Bayezid'ın en büyük oğlu olan Süleyman 'ın Edirne 'ye ulaşmayı başardığını ve Rumeli 'nin kontrolünü ele geçirdiğini görürüz. Süleyman'a eşlik edenler arasında Sadrazam Çandarlı Ali Paşa , yeniçeri ağası ve devletin diğer ileri gelen isimlerinin bulunması onu, diğer şehzadeler karşısında taht için bir adım öne çıkarır gibi gözükmektedir. Ancak gelgelelim Süleyman gibi savaştan sağ kurtulmayı başaran diğer iki kardeş, durumu bu şekilde değerlendirmemektedir ve onlar da Anadolu 'da tutunmayı başarmış vaziyettedirler: Şehzade İsa , başkent Bursa 'ya giderek burada hakimiyetini tesis ederken, henüz ergenlik çağında olsa da Arnavut kökenli kurnaz bir devlet adamı olan Bayezid Paşa 'nın gözetimindeki küçük kardeş Mehmed ise Amasya ve Tokat sahasına çekilmiştir. Her üç şehzade de henüz birer emir konumundadır ancak yine de her biri Yıldırım'ın meşru varisi gibi davranmakta ve saltanatı kendi çıkarı için yeniden birleştirmek adına büyük çaba sarf etmekte herhangi bir beis görmemektedir. Ne var ki şehzadeler arasında sultan unvanını alan tek kişi Mehmet'tir ve en geç 1407'den itibaren olmak üzere bu sıfatı kullanagelmektedir. Nitekim ilerleyen dönemlerde devletin ikinci kurucusu olarak anılacak olan Mehmet, yeteri kadar mukavemet sağladığına kanaat getirmesinin akabinde işe kardeşi İsa'yı Bursa'dan sürerek başlar ve bu gelişme İsa'ya, yanına sığındığı kardeşi Süleyman 'ın desteğini kazandırır. Süleyman, zaman kaybetmeden İsa'yı silahlandırarak Anadolu'ya geri yollar. Burada, geçmişte Osmanlılar'a düşmanlık besleyen beyliklerden de destek bulan İsa, karma kuvvetleriyle birlikte Mehmet'in üzerine yürür ancak bir kez daha yenilgiye uğrayarak taht oyununda tamamen saf dışı kalır. Bu zafer ile birlikte Anadolu'daki konumu iyice sağlamlaştırmış olan Mehmet tehdidinin daha da büyümesinden çekinen Süleyman, bu kez bizzat ordusunun başında Boğazlar'ı geçer ve Mehmet'i Bursa'ya ve Ankara'ya dek sürer. Bütün bu gelişmeler yaşanırken devreye yeni bir oyuncu girer: Babası ile birlikte Ankara'da Timur'a esir düşen ve serbest kalmasının akabinde Mehmet'e sığınan Musa Çelebi . Başlangıçta Musa Çelebi, kendisini himayesi altına Mehmet'in yalnızca bir aracısı konumundadır. Süleyman'a arkadan saldırmayı planlayan Mehmet, onu Avrupa'ya, Eflak Voyvodası Mircea 'nın yanına gönderir. Bilahare Musa, Balkan'daki müttefiklerinin yardımıyla Süleyman'ın temsilcisi olan Rumeli Beylerbeyi 'ne karşı önemli bir zafer kazanır (13 şubat 1410) ve Avurpa'da kendisini kabul ettirir. Binaenaleyh Süleyman'ın, bu yeni rakibi ortadan kaldırmak için derhal Anadolu'dan geri dönmekten başka yapacak bir şeyi kalmamıştır. Nihayetinde iki şehzade 1410 yazında ilk olarak İstanbul'da ardından da Edirne'de olmak üzere art arda iki kez karşılaşır ve muharebelerde Süleyman'ın kuvvetleri galebe çalar. Ancak ertesi yıl Musa Çelebi, hatırı sayılır bir ordu toplayarak mücadeleye kaldığı yerden devam eder ve nihayetinde Süleyman'ın askerleri dahi kendisine katılır. Ne olduğunu anlamadan kendisini herkes tarafından terk edilmiş halde bulan Süleyman ise İstanbul'a yani Bizans'a kaçmaya çalışırken yolda, Türkmenlerin yaşadığı bir köyde yakalanarak köylülerin girişimiyle öldürülür. Aşıkpaşazade 'nin anlatısına göre; hem kardeşinin kendisinin icazeti olmadan tabiri caizse kaçak bir hayvan gibi öldürülmesi hem de bu eylemin aynı zamanda kut anlayışı gereğince kutsal addedilen Osmanlı Hanedanı'na büyük bir saygısızlık teşkil etmesinden mütevellit büyük bir hiddete kapılan Musa, bütün köyün yakılması emrini verir ve köylüleri ateşe verip öldürmeden evvel onlara şu şekilde hitap ettiği rivayet edilir: "Benim kardeşimi neden öldürdünüz ? Kardeşimin sizinle ne ilgisi var ?" Böylece Rumeli 'nin tek efendisi haline gelen Musa, merhum Şehzade Süleyman'ın tam aksine son derece kişisel bir politika benimser. Selefi tarafından Balkan Devletleri'ne ve Bizans İmparatorluğu'na iade edilmiş olan toprakları geri almak adına saldırgan bir hareket başlatan Musa Çelebi'ye karşı Hıristiyan devletler, ivedi bir şekilde Mehmet Çelebi'yi yardım çağırırlar. Ancak Musa, ilk Anadolu ordusunu temmuz 1412'de İstanbul yakınlarındaki İnceğiz 'de yenmeyi başarır. Durumun önemini kavrayan Mehmet ise zaman kaybetmeden Anadolu kuvvetlerini, kardeşinin düşmanı olan bütün Avrupalı devletlerin askerleriyle birleştirerek büyük bir ordunun başında Doğu Avrupa'ya doğru harekete geçer. 5 temmuz 1413'te Sofya 'nın dağlarında gerçekleşen Çamurlu Muharebesi 'nde Mehmet Çelebi, kardeşini yenilgiye uğratır ve Musa yakalanarak idam edilir. Bu gelişmeyle birlikte Neşri 'nin de çok doğru bir şekilde ifade ettiği gibi: " Sultan Mehmed Han kendisini saltanat tahtına mutlak padişah olarak oturmuş bulur." Hülasa geleneksel tarih yazımına göre, Ankara yenilgisi ile Birinci Mehmet 'in kesin zaferinin ardından saltanatı tek başına devralması arasındaki karanlık 10 yıl, Timur'un Anadolu'yu tahrip etmesinin akabinde gelen talihsizlikler ile dolu bir huzursuzluk dönemi olan Fetret Devri olarak anılagelmiştir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Renee Worringer'den Osmanlı İmparatorluğu'nun Kısa Tarihi, Halil İnalcık'tan Kuruluş ve İmparatorluk Sürecinde Osmanlı ve Aşık Paşazade'den Tevarih-i Al-i Osman adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Osmanlı'da Meşruiyet Krizi: Padişah İkinci Osman'ın Katli
Osmanlı tarihinde eşi benzeri görülmemiş bu olayın neden ve nasıl cereyan ettiğini doğru bir şekilde analiz etmek adına ilk olarak, 1621 yılında gerçekleşen ve padişahın bizzat ordunun başında bulunduğu Lehistan Seferi'ne bakmak gerekir (bkz: Hotin Seferi). Her ne kadar seferin sonucunda muhasara edilen Hotin kalesi , anlaşma yoluyla Osmanlı hakimiyeti alınmış olsa da Osman, düşman karşısında yumuşak davranmalarından ve nihayetinde otoritesi ile devletinin gücünü yeniden tesis etme konusunda daha da kararlı çıktığı seferin görece başarısız olmasından mütevellit faturayı yeniçerilere kesmiştir. Madalyonun diğer yüzünde ise kapıkulu neferleri sefer sırasındaki gayret eksikliklerini, sultanın askerlere verdiği hediyeler ve bahşişler konusunda cimri davranmasına bağlamışlardır. Bunun yanı sıra yeniçeriler, daha genel olarak ve her zamanki gibi, maaşlarının düşük olmasından da şikayet etmektedirler. Bu tarz sitemler yeni olmadığı gibi, hoşnutsuzluklarının temelinde yatan bir başka sebep ise daha yeni unsurlara verilen iltimas ile beraber yeniçeri ve sipahi üstünlüğünün zayıflamasıdır. Yeniçerilerin kızgınlığı esas olarak iki gruba yöneliktir: Enderun birlikleri yani bostancı ve siyahi haremağaları ile sahadaki en büyük rakipleri olan sekban lar. İkinci Osman ise yeniçerilerin ayrıcalıklarını yeniden tesis etmek şöyle dursun, askeri seferin başarısızlığından ders çıkararak, söylentilere göre Halep 'te yeni birlikler toplamaya başlamış ve binaenaleyh yeniçeri kullarının hasedini daha da körüklemiştir. Kimilerine göreyse padişah, ocağı tamamen lağvetmeye ve Anadolu 'daki diğer birliklerden, Türkmenler ile sekbanlardan müteşekkil yeni bir ordu kurmaya hazırlanmaktadır. Daha spesifik olmak gerekirse Osman'a yönetilen suçlamalar, "gençliğinin bir etkisi olarak", kışlalarda ve başkentte bulunan şarap vb. satış yerlerinde yeniçerilere ve sipahilere karşı gece düzenlenen disiplin seferlerinde tebdili kıyafet olmak suretiyle Bostancıbaşı nın yanında bizzat yer almasına yöneliktir. Bu uygulamalar, halkın nezdinde bir grup sarhoş durumuna düşürülen birlikler nazarında aşağılayıcı bir hüviyettedir. Teftiş sırasında meyhanelerde yakalananlar ekseriyetle öldürülüp denize atılırken, geriye kalanlar ulaşımda kullanılan kadırgalarda kürek çekme cezasına çarptırılmaktadır. Zaman içerisinde yukarıda bahsini geçirdiğimiz tüm bu anlaşmazlıklar giderek ağırlaşmaya başlasa da Osman'ı nihai sona götüren olayların fitilini ateşleyen, hem inatçı hem de tecrübesiz genç sultanın başka bir fevri kararı olur. Yanlış yönlendirilerek veyahut hiç de ihtimal dışı olmayan bir şekilde kimseye danışmadan aldığı bir karar ile Mekke ve Medine 'ye hacca gitmek üzere Üsküdar 'a geçme niyetini açıklayan padişah, bu beyanıyla kapıkullarının nezdinde artık tamamen "şüpheli" hale gelir. Evvela Osmanlı sultanları, nizam-ı alem gereğince hac ibadetlerinden muaftır ve nitekim bu durum Şeyhülislam fetvalarıyla sabittir. Karaçelebizade 'nin çok doğru bir şekilde ifade ettiği gibi; "Kendisinden önce hiçbir Osmanlı padişahının Hicaz 'a gitmemiş olması bir tarafa, devlet erkanı ve sultana yakın olup söz söyleme hakkına sahip olanlar, asil atalarının gayretli ayak izlerinin takip etmediği bir yolu takip etmenin fitneye ve kötü niyetli eylemlere neden olacağını söylüyorlardı.". Velhasıl Osman'ın hac ibadetini ifa etmek istemesi yönündeki beyanı, bilhassa askeriye ve bürokrasi üzerinde bunun, arkasında başka planların gizlendiği dini bir bahane olduğuna yönelik bir izlenim yaratır. Kimilerine göre Osman, hac bahanesiyle Kahire 'yi saltanatın yeni başkenti yapmak isterken; kimilerine göreyse Anadolu'dan temin edeceği yeni ordusuyla "kul taifesinden" kurtulacaktır. Nasıl yorumlanırsa yorumlansın padişahın mezkur niyeti, yeniçeriler ve sipahiler nazarında yalnızca tehditkar olmak ile kalmamakta; onları fiilen eski efendilerinin vefatlarının yol açtığına benzer bir duruma sokmaktadır. "Padişahın firarı", önceleri ölümün sebebiyet verdiği şeyi gerçekleştirecek ve efendileri ile köleleri arasındaki bağı kopartacaktır. Genç Osman, olayların farklı yerlere evirileceğini fark edip acele hareket ettiğine kanaat getirerek ölümcül kararından ivedi bir şekilde vazgeçmiş olsa da artık iş işten geçmiş durumdadır. Kaçmaya yönelik niyetinin gölgesi, onu kulunun gözünde geri dönülemez bir biçimde itibarsızlaştırmıştır. Öte yandan padişahın Asitane' den ayrılacağı ve hatta başkentin Kahire'ye ya da Şam 'a taşınacağı söylentisinin, kul taifesini yanı sıra, bu tür beklentilerin doğrudan tehdit ettiği şehirlilerin yani İstanbul nüfusunun da ileride göreceğimiz gibi isyana katılmasına katkıda bulunmuş olması muhtemeldir. Böylesine gergin bir ortamda en ufak bir hatanın domino taşı etkisi yaratması ve kaosun hakim olması artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Nihayetinde ise herkesin istemeden de olsa beklediği yanlış yine, panik halindeki pervasız genç sultandan gelir. Şeyhülislam Esad Efendi 'nin, Osman'ın kardeşi olan Şehzade Mehmet 'in katline yönelik fetva vermeyi reddetmesi ve aynı zamanda kızıyla evlenmek isteyen padişaha ayak diremesi sonucunda İkinci Osman, ulema nın geçimini sağladığı arpalığın kaldırılmasına karar verir. Bu, bardağı taşıran son damla olacaktır ... "Düşmanlarının" kendisine karşı birleşmesine neden olmuş olsa da, genç sultanın otoritesi ve şahsı bu aşamada henüz doğrudan tehdit altında değildir. İsyanın başlamasıyla birlikte takip eden 3 gün boyunca yaşanan çılgınlığın ulaştığı neticenin en başından "tasarlanmış" olduğunu varsaymak ise hata olacaktır. Bilakis, süreç içerisinde hükümdarın dokunulmazlığını korumaya yönelik eski düzeneklerin hala iş başında olduğunu görebilmekteyiz. Osman'ı tenkit edenlerin ekseriyetinin isteği ilk başta, onu olumsuz etkilediklerini düşündükleri "danışmalarını" değiştirmeye yöneliktir. Nitekim kul taifesi isyan başlamadan evvel mezkur şahısların bir listesini çıkarmış ve halihazırda dağınık olan öfkeyi zapturapt edebilmek adına doğrudan bu kimselere odaklanılmasını istemişlerdir. Velhasıl 1621 yılının 19 mayıs günü, sayıp döktüğümüz bütün bu arka planın nihayetinde isyanın fitili ateşlenir. Heyecan artıp askeri birlikler kitleler halinde ve silahlı bir biçimde At Meydanı 'nda toplandıkça, "mantıklı düşünen birkaç kişi" meydanın bitişiğindeki Sultanahmet Camii 'nde bir araya gelen ulemaya doğru dönerek padişahın boğazın öte yanına geçme kararını geri almasını ve isimlerini yazdıkları kişilerin kellerini isteyen bir arzuhali onlara teslim etmeye karar verir. Listede; padişahın hocası Ömer Efendi , Darüssaade Ağası Süleyman Ağa , başkentten sorumlu kaymakam Ahmed Paşa , Sadrazam Dilaver Paşa ve sekban komutanı Nasuh Ağa gibi isimler yer almaktadır. Bir bakıma hedeflerin bu şekilde belirlenmesi, hareketi kontrol altına alma; ulemanın şefaat ini talep etmek ise işi belli bir yasal çerçeve içinde tutma isteğini göstermektedir. Artık top, Osman'dadır ancak o da dik başlılığından taviz vermez. kendisinden istenen adamları feda etmeyi, ulemadan gelen ricacıların ısrarına rağmen kesin bir dil ile reddeder ve ekler: "Korkmayın, bu fitneci kalabalık hiçbir şey yapamaz ve bu lidersiz ordu yakında ya dağılacak ya da kendini imha edecektir.". Bunun üzerine ricacıların çoğu tek kelime etmeden boyun eğerek geri çekilir. Bir anlatıya göre mezkur din büyüklerinden Nakibüleşraf Gubari Efendi , At Meydanı'ndan beklemekte olan öfkeli kalabalığın hiddetinden çekinmemiş ve asilere padişahın cevabını ileterek şu ifadeleri kullanmıştır: "Bizim sözümüz geçmedi. Kendiniz gidin ve ne söyleyeceksiniz söyleyin." Arabuluculuk girişimlerinin sonuçsuz kalmasının akabinde gerçekleşen saray baskını ise başlı başına bir hikaye ve katı Osmanlı teamüllerini hiçe sayan talihsiz bir hadisedir. Evvela yeniçerilerin Topkapı Sarayı 'na girmelerinin kendi başına olağandışı bir yanı olmadığını belirtmek gerekir. Nitekim sarayın düzenli olarak sahne olduğu geçit törenlerinde kullar, katı kurallar çerçevesi içerisinde imparatorluk konutunun ilk iki avlusuna girebilmektedirler. Mevcut "baskın" ise bu alışılagelmiş, son derece titiz katılımların doğası itibariyle dışındadır. Haliyle yeniçeriler ve sipahiler arasında ne kadar ileri gidecekleri, aşina oldukları dış avlular olan Birun ile sarayın şimdiye kadar onlara yasak bölgesi olan Enderun' u birbirinden ayıran sembolik sınırı geçmelerinin gerekip gerekmeyeceği konusunda bir tartışma hasıl olur. Bu noktada artık "davetsiz misafirlere" hakim olan duygu öfke veyahut kibir değil, korkudur. Bu korkunun tali bir hasebi de bostancılar dır. Sarayı korumak ile yükümlü olan mezkur "bahçıvanlar", aynı zamanda kul taifesinin de düşmanı konumundadırlar ve binaenaleyh yeniçeriler, saraya girmeden evvel birkaç neferi Ayasofya 'nın minarelerine çıkartarak avluları gözetletir ki; bostancılara gafil avlanılmasın. Velhasıl asayişin berkemal olduğuna kanaat getiren isyancılar, önlem olarak saray kapısına ve demir kapı ya 300 tüfenk-endazlı asker yerleştirmelerinin akabinde Topkapı'nın ilk avlusuna giriş yaparlar. Yaklaşık iki saat boyunca bu noktada bağırıp çağırarak istedikleri kellelerinin isimlerini haykıran baskıncılar, sarayın geri kalan kısmından kendilerine yönelik herhangi bir yanıt alamayınca ilerlemeye karar verirler. Artık asiler, silah sesleri arasında naralar atarak Enderun'a girmiş durumdadırlar ve talepleri karşısındaki sessizlik ve ilerlerken önlerinin boş bırakılması onları adeta bir mıknatıs gibi çekmiştir. Dönemin vakanüvislerinin aktardığı kadarıyla bu noktaya kadar kul taifesinin niyetinde herhangi bir değişiklik yoktur ve amaçları hala şikayetlerini padişahın kendisine iletmektir. Mamafih üçüncü kapının eşiğinin geçildiği anda, olayların seyri tamamen değişir. Tugi 'nin aktardığına göre; "Kimden geldiği anlaşılamayan ama diğerlerinden ayırt edilebilen bir ses kalabalığın ortasından avazı çıktığı kadar bağırır: 'Şer ile Sultan Mustafa Han 'ı isteriz !'. Bu kader anından itibaren kullar; talepleri karşısında susan ve onları karşılıksız bırakan sultanı aramayı bırakıp, sarayın bir yerinde tutsak olduğunu bildikleri Şehzade Mustafa'yı aramaya koyulurlar. Durumun böylesine etkileyici bir şekilde tersine dönmesini mümkün kılan iki etmen vardır: Sarayın içinde olası bir başka hükümdarın varlığını koruyan kafes sistemi ve hiç şüphesiz ustalıkla hazırlanmış bir komplo . "Doğru zamanda doğru sözleri" söyleyen ve anonimliği muhtelif kaynaklarca belirtilen mezkur isimsiz sesin arkasında 2. Osman'ın kayınbiraderi olan ve vaziyeti kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeyi çok iyi bilen Davut Paşa 'nın makyavelist planı vardır. Sarayın bilmedikleri kısımlarının dolambaçlı yollarında küçük gruplar halinde bir süre dolanmalarının ardından yeniçeriler, nihayet içoğlanların yönlendirmesiyle Mustafa'nın Harem 'de olduğunu öğrenirler. Haremin kapısının sıkı sıkıya kapalı olmasından dolayı kubbelere tırmanmaya karar veren isyancılar, buradan Mustafa'nın ismini haykırmaya başlarlar ve tutsak şehzadenin yerini tespit etmelerinin akabinde sarayın mutfağından temin ettikleri baltalar ile şehzadenin bulunduğu yerin kurşun ile kaplı çatısını kırmaya girişirler. Nihayetinde binbir çabayla kubbede bir delik açmayı başaran isyancılar, divanhaneden kesip getirdikleri perde iplerinden kayarak Mustafa'nın bulunduğu hücreye inmeyi başarırlar. İki cariyesiyle birlikte şaşkın bir halde oturur vaziyette buldukları Şehzade Mustafa'nın, kendilerinden ilk isteği ise "su istemek" olur. Naima 'nın aktardığına göre şehzade, olaylar başladığı andan itibaren 3 gün boyunca hücresinde, tabiri caizse, kaderine terk edilmiş ve kendisine ne yiyecek ne de içecek verilmiştir. Bütün gelişmelerin akabinde nihayet Osman'ın uzlaşmazlığı kırılır ve tüm taleplerini kabul edeceğini bildirmek üzere ulemayı asilere yollar. Ancak iş işten çok geçmiştir. Şeyhülislam'ın başını çektiği ulemadan gelen heyet, bir saati aşkın bir süre çerilere dil dökmesine rağmen isyancıları ikna edemez ve onlar da, can korkusuyla, Mustafa'ya biat etmek durumunda kalırlar. Bu süreçte Mustafa ilk olarak eski saraya, annesi Valide Sultan 'ın yanına; bilahare ise daha iyi korunacağı düşünülerek yeniçerilerin merkezi konumundaki Orta Camii 'ye götürülür. Bu süreçte Osman'da yeni sadrazamı olarak seçtiği ikinci veziri Hüseyin Paşa 'nın tavsiyesi ile Bursa 'ya kaçmayı düşünse de, müsait kayık bulunamaması hasebiyle bu fikriyatını fiiliyata dökemez. Bunun yerine çaresizlik içerisinde Bostancıbaşı 'nın meclisine giden Osman, burada yaptığı istişarelerin sonucunda türlü hediyeler ile birlikte sadrazamıyla beraber Yeniçeri Ağası 'nın konağına gitmeye karar verir. Ancak bu girişimde büyük bir başarısızlık ile sonuçlanır. Gemi azıya almış vaziyetteki yeniçeriler, Osman'ın teklifini kendilerine getiren ağalarını paramparça ederler. Hemen akabinde ise kaçmaya çalışan Hüseyin Paşa'yı yakalayarak boynunu vururlar. Kaçacak yeri kalmayan çaresiz Osman ise asilerin tutsağı olarak Orta Camii'ye götürülür. İşte 16. Osmanlı padişahı ve 95. İslam halifesinin, Dante 'nin ifadeleriyle "cehenneme inişi" bu şekilde hasıl olur. Korkunç bir şekilde öldürülmüş olan Hüseyin Paşa'nın cesedini görmesiyle birlikte soğukkanlılığını kaybeden Osman, sürüklenerek götürülürken hıçkırarak ağlamaya başlar. 2. Osman'ın bir Osmanlı padişahına yakışmayacak şekilde gösterdiği bu "zayıflık", henüz 18 yaşını dahi doldurmadığı göz önüne alındığında ise doğal hale gelir. Katip Çelebi 'nin de ifade ettiği gibi "kimse ona acımamıştır". Belli ki geçmişte göstermiş olduğu küstahlık, kul taifesinde gerçek bir nefret uyandırmıştır. Peçevi 'nin; "Perişan halli bir herifi bulup atından indirmişler ve mazlum padişahı o ata bindirmişlerdi. Sırtında eski bir beyaz entari, başında yıpranmış kadife kavuk, kavuğun üzerinde ise kirlice bir sarık. Bunları da yolda rastladıkları birinden alıp ona giydirmişlerdi. Dünyada ne kadar fitneci, fesatçı varsa zavallının çevresine dizilmişlerdi." şeklindeki ifadeleri sabık padişahın içinde bulunduğu vaziyeti çarpıcı bir biçimde açıklar niteliktedir. Öfkeden gözü dönmüş ahali ise artık hakaretten etmekten saldırıya geçmiş durumdadır. Nitekim Altıncıoğlu namındaki kötü ruhlu bir şaki, Osman Han'ın baldırını sıkıp ona en ufak bir saygı göstermeden hakaret edince talihsiz genç adam tekrar ağlamaya başlayarak şu ifadeleri kullanır: "Behey, Edepsiz melun ! Padişahınız değil miyim ? Nedir bu ettiğiniz cefa ?" Böylece Orta Camii'ye ulaşan 2. Osman, burada 14. cemaat ortası olan hasekilerin muhafazasına teslim edilir. Nihayet kalabalıktan kurtulan genç adam, bir anlığına her şeyin iyi olacağına inanmış olsa da kısa süre sonra tekrar hayal kırıklığına uğrayacaktır. Olayların bu evresinde Osman lehine belli bir hareketlilik başlar. Bu, belki padişaha hakaret suçunu tahammül sınırlarının ötesine taşıyan bazılarının aşırılıklarına bir tepki; belki de aynı zamanda ve aynı yerde, akli durumuyla ilgili endişe verici alametleri artan zavallı Mustafa'nın tuhaf davranışları karşısında bir sağduyudur. Ancak Davud Paşa'nın camiye gelmesiyle beraber olaylar tekrardan Osman'ın aleyhine döner ve sabık padişahı öldürmeye yönelik ilk girişim, haysiyet yoksunu Davut Paşa'nın emriyle harekete geçen melun cebecinin kemendiyle gerçekleşir. İpi tutmak suretiyle suikastçıyı alaşağı eden Osman ise camide bulunan ağaların da yardımıyla o an için canını kurtarır. Bu esnada bir diğer entrikacı olan valide sultan devreye girer ve bu işin çok uzadığını ifade ederek talihsiz Genç Osman'ı kaçınılmaz sonuna bir adım daha yaklaştırır. Havanın kararmasıyla birlikte komplocular, Osman'ı Orta Camii'den çıkararak bir pazar arabasına bindirirler ve onu, halihazırda hiç de azalmamış olan bir kalabalığın arasında geçirip aşağılar vaziyette Yedikule Zindanları 'na götürürler. Buradaki askerlerin dağılmasın bekledikten sonra Davud Paşa , kethüdası Ömer Ağa ve Kalender Uğrusu ismindeki bir münafık, birkaç serseriyle birlikte Yedikule'de kalırlar ve Genç Osman'ın infazı bu şekilde başlamış olur. Katip Çelebi ve Naima'nın aktardığına göre; gençliğinin verdiği kuvvet ve çeviklik ile üzerine gelen ilk birkaç celladı (muhtelif kaynaklarda bu rakam 7'dir.) alaşağı etmeyi başaran Osman, veled-i zina Kalender Uğrusu'nun onu hayalarından yakalamasıyla birlikte dermandan kesilir ve boğazına geçirilen kement ile boğulmak suretiyle bu hayattan göç eder. Yine, Naima'nın ifade ettiğine göre, kanıt olarak kullanılmak üzere Osman'ın kulakları ile burnu kesilir ve Mustafa'nın annesi valide sultana gönderilir. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte merhumun naaşı, gizlice Topkapı Sarayı’na getirilmiş ve sabahleyin kılınan cenaze namazının ardından Sultan Ahmed Külliyesi ’nin yanında inşa edilen 1. Ahmed Türbesi ’ne defnedilmiştir. Sultan 2. Osman'ın ölümü bilhassa Anadolu'da oldukça büyük bir infiale yol açmıştır. Nitekim akabinde Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa 'nın önderliğinde tırmarlı sipahilerin başını çektiği Abaza isyanları patlak vermiş ve mezkur kaos, sultan Dördüncü Murat 'ın iktidarı ele almasına dek sürmüştür. Aynı şekilde, Osman'ın katillerinin yaptıkları da yanlarına kar kalmamış ve 8 ocak 1623'te yani isyandan birkaç ay sonra başta Kara Davut Paşa , Derviş Paşa , Meydan Bey ve Kalender Uğrusu olmak üzere failler yakalanarak idam edilmişlerdir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Naima Tarihi ve Peçevi Tarihi adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- İstibdat Rejimin Sonu: Jön Türkler
Osmanlı İmparatorluğu'nun 18. yüzyılın ilk yarısı itibariyle batıya yönelişini takiben, 19. asırdan başlayarak, bu değişimin gerektirdiği bürokratik kadrolara eleman yetiştirmek üzere Mekteb-i Harbiye-i Şahane, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane gibi yüksek okullar açılmış ve talebe yelpazesi genişletilmiştir. Bu okullarda yalnızca zadegan çocukları değil; taşra kentlerinden gelen, orta sınıfa mensup gençler de eğitim olanağı bulmuşlardır. Binaenaleyh Pozitivizm, Biyolojik Materyalizm, Fizyoloji, Darwinizm ve Sosyal Darwinizm gibi 19. yüzyılın ikinci yarısında bilhassa Avrupa'da tartışılan fikirlerle tanışan mezkur öğrencilerin ekseriyetinin de büyük bir kültür şoku ile karşılaşması da kaçınılmaz olmuştur. Aynı şekilde, geldikleri yerlere nazaran farklı olan İstanbul gerçekleri de bu talebelerin içlerinde "muhalif" duyguların hasıl olmasını da tetiklemiştir. Öğrendikçe, imparatorluğun yönetim sistemini çağdışı ve yetersiz bulmaya başlayan genç dimağlar; bu düsturun bir tezahürü olarak mesleklerini işbaşında olanlardan daha iyi bildikleri, memleketi kendilerinin kurtarabileceği ve daha iyi yönetecekleri düşüncesine giderek daha da ısınmaya başlamışlardır. Tek kişiye dayalı bir düzeni adım adım yerleştirmesi, İkinci Abdülhamit'in saltanatı esnasında yaptığı görece en büyük hatası olmuştur. Batı toplumlarında siyasal tabanın gitgide sıradan vatandaşlara yayılmakta olduğu bir dönemde o; yargı, yasama ve yürütme erklerinin neredeyse tamamını kendi elinde toplamıştır. İmparatorluğun her köşesindeki sorunlara tek başına çare bulabileceğini düşünmesi, bu sırada işlevsiz ve yetkisiz bıraktığı geniş bürokrasi kadrosunun küçümsenmesine ve aşağılanmasına da sebebiyet vermiştir. Sorunların giderek artmasıyla birlikte gittikçe içine kapanan padişah, nihayetinde toplumda oluşmakta olan değişimi fark edememiş ve uygulamalarının bir sonucu olarak "tepki kadrolarının" ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Yine, İkinci Abdülhamit, hukuki ve iktisadi alanlarda toplumu daha dinamik hale getirecek reformları uygularken, imparatorluğun parçalanacağı korkusuyla siyasi alanda hiçbir serbesti tanımamış ve en basit temel hakları dahi kısıtlamıştır. Giderek evhamlarının esiri haline gelen sultanın kararsız ve şüpheci tutumu zaman içerisinde şahsiyetine de yansımıştır. Adım adım oluşturduğu istibdat rejiminin en önemli sac ayakları ise hafiyelik ve sansür kurumları olmuştur. Baskı yönetiminin ruhu sayılan hafiyelik, jurnal denilen yazılı ihbar sistemine dayanmış; sansür de siyasal hayatın kapalı olmasını ve kamuoyunun şartlandırılmasını sağlamıştır. Nihayetinde de istibdat, yıldız, hafiye, jurnal gibi kelimeler etrafında esrarengiz ve korkulu bir imaj oluşmuştur. Padişahın, kendisini her şeyin odağı haline getirmesinin doğal bir sonucu olarak her türlü şikayet onun şahsına yönelmiş ve bütün sorunların suçlu ve sorumlusu yine kendisi olmuştur. Dolayısıyla pek çok kişi asıl sorunun farkına varmadan Abdülhamit ile uğraşmakta herhangi bir beis görmemiş ve o düşürüldüğü takdirde her şeyin düzeleceği kanaatine varmıştır. Sonuç olarak ideolojik tutumu ne olursa olsun ülkedeki her aydın bu siyasi mekanizma içerisinde kendisini yabancı ve muhalif hissetmiştir. Jön Türk adı, kendilerinden evvel ki muhalif Yeni Osmanlılar hareketi gibi Batı'nın onlara yakıştırdığı, genç asker ve sivil aydınların muhalefetini tanımlayan genel bir kavramdır. İçlerinde Türklerin yanında pek çok Arnavut, Arap, Yahudi, Ermeni ve Rum muhalif de bulunmaktadır. Harbiye ve mülkiye dahil tüm yüksek okullarda rastlanan bir durum olmak ile birlikte askeri tıbbiye muhalefetin en yoğun olduğu mektep hüviyetindedir. Doğu ile Batı'yı tek bir potada eritmeye çalışmış olan Yeni Osmanlılar, aydınlanma fikirlerinde ve bilhassa Jean-Jacques Rousseau'dan etkilenmişlerdir. Örneğin; meşruti rejimin en önemli dayanağının doğal bireysel haklar ve hakimiyet-i milliye mefhumları olduğunu iddia eden Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ebu'z-Ziya Tevfik üzerinde Rousseau'nun etkisi barizdir. Jön Türkleri ise en çok Auguste Comte'un, kendilerinden takribi olarak yarım asır önce tanıttığı Pozitivizm etkilemiştir. Pozitivist düşünce sistemi "elitist - merkeziyetçi - otoriter" bir düzene olanak verdiği, 'aydınlanmış' kimselerce idare edilen bir toplumu amaçladığı, bireyi toplum içinde eritme olanağı sunduğu, insanların haklarının değil topluma karşı vazifelerinin olduğunu vurguladığı ve 'ihtilali' değil tekamülü öngördüğü için Jön Türklerin ekseriyetine makul gelmiştir. Bunun yanı sıra Pozitivizm, 18. yüzyıl filozoflarının büyüleyici kavramı olan namütenahi terakkiyi yani daimi ilerlemeyi ve toplumu dogmalardan arındırarak dinin yerine bilimi geçirmeyi hedeflemektedir. Pozitivizmi benimseyen Jön Türkler, Yeni Osmanlıların aksine Rousseau'yu da yoğun bir eleştiriye tabi tutmaktadırlar. Benimsedikleri "evrimci" düşüncenin temel mantığına göre, doğa bilimleri 19. yüzyılda muazzam ölçekte bir ilerleme kaydetmiş durumdadır ve mezkur gelişmenin karşısında 18. yüzyıl aydınlanma düşünürlerinin ortaya koydukları bilgi artık "bilimsel" olmadığı gibi, tabiri caizse hurafe hüviyetindedir. İslam ülkelerinde olduğu gibi Osmanlı toplumunda da dini düşünce dışında felsefe, uzun süredir maşerden dışlanmış durumdadır. Aynı şekilde, Jön Türklerin çoğu da felsefe ve tarih bilgisinden yoksun, yüzeysel bilgi sahibi kimselerdir. Avrupa toplumları gibi bir bilim cemiyeti yaratacaklarını ve bu şekilde din ile kültür farkı hasebiyle Osmanlı Devleti'ne karşı mesafeli olduklarına inandıkları batı dünyası ile Pozitivizm üzerinden daha kolay bağlar kurabileceklerini ümit etmektedirler. Yine, mezkur cemiyet, doğrudan İslamiyet'e karşı değilse de; genel hatları itibariyle "din fikrine" karşıdır ve binaenaleyh (bugün de olduğu gibi) toplumda dinin oynandığı sosyal rolü kolayca göz ardı etmektedir. Jön Türkler, istisnalar olmak ile beraber gerçekçi, tutarlı ve yaratıcı değildirler. Soyut bir kavram olan hürriyetin taraftarlığı ile "devleti kurtarmak" istemeyi, amaçladıkları hedefler açısından kafi görmektedirler. Temel tutkuları; devletin parçalamasını önlemek, ülkelerini yakın doğunun Japonya'sı yapmak ve Osmanlı'nın batılı emperyal güçler nezdinde eşit muamele görmesini sağlamaktır. Jön Türklerin batıda tartışılan konuların sihrine kapıldıkları dönemde Avrupa'da artık bir yandan Hümanizm ile temel insan hakları savunulmakta, diğer yandan ise ekonomik alanda emperyalist bir anlayışla yeni pazarlar ve hammadde kaynaklarını ele geçirme mücadeleleri verilmektedir. Ayrıca pozitivist düşünce de Auguste Comte'dan sonra epey bir değişmiş ve Jön Türklerin benimsediği dönemde neredeyse tamamen Sosyal Darwinizm ile özdeşleşmiştir. Osmanlı Devleti'nin ekonomik yapısının nasıl dönüştürüleceği gibi konular mevzubahis cemiyetin ilgisini hiçbir zaman çekmemiştir. Oysa sanayileşmiş ülke ekonomilerinin 1873 - 1895 arasında geçirdiği kriz, sömürgecilik hırsını daha da güçlendirmiş ve aksiyon almakta atıl kalmış olan Almanya, Avusturya ve İtalya gibi devletler de artık "pay alanlar" arasına katılmıştır. Ahvalin bu şekilde hasıl olduğu bir ortamda İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Mehmet Reşid, İshak Sükuti ve Şerafeddin Mağmumi isimli askeri tıbbıyeli 5 genç, 1889 yılında daha evvel kurmuş oldukları İttihad-ı Osmani adlı örgüte bir "ilave" yapmaya karar verirler. Bu gelişmenin ışığında, halihazırda Paris'te bulunan Ahmed Rıza Bey, Doktor Nazım ve diğer hürriyetçi muhalifler ile temasa geçmek için harekete geçer. Ortak isim bulmak adına gerçekleşen birtakım istişarelerin akabinde Doktor Nazım, Terakki ve İttihad; Ahmed Rıza Bey ise Nizam ve Terakki isimlerini önerirler. Velhasıl 1880'li yılların başından itibaren tabiri caizse dağınık bir şekilde faaliyet göstermekte olan Osmanlı aydınlarının ekseriyeti, yakın gelecekte imparatorluğun kaderine damga vuracak olan Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin çatısı altında bir birlik hüviyeti kazanmış olur. Aralarındaki fikir ayrılıklarına rağmen Jön Türklerin üzerinde uzlaştıkları yegane ortak nokta, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere Sultan Abdülhamit karşıtlığıdır. Mevcut rejimin çağdaş olmadığı ve batıya benzemediği için Avrupa'nın hücumuna uğradığını düşünen cemiyet, idari yapıdaki bozuklukların giderilmesi ve rüşvetçi zihniyetin değişmesi adına çare olarak Kanun-i Esasi'nin yeniden yürürlüğe girmesini istemektedir. Her ne kadar meşruti idarenin geri gelmesini savunsalar da Jön Türkler, tıpkı padişah gibi, halkı karar alma sürecine katılması gerekmeyen bir unsur olarak görmektedirler. Meşrutiyeti, Kanun-ı Esasi'yi ve tekrar açılmasını talep ettikleri Meclis-i Mebusan'ı daha çok, padişaha karşı halkın desteğini almak ve batının gayrimüslim unsurlar lehine müdahalesini ekarte etmek adına savunmaktadırlar. Söz konusu "aydınların" bir diğer riyakar tavrı ise kamunun desteğinden yoksun kaldıkları durumlarda halkın cehaletinden dem vurmalarıdır. Devlet gücünü elinde tutan ve aydınlardan oluşan seçkin bir sınıfın yapacağı ıslahatlar ile Osmanlı toplumunu modernleşme yönünde dönüştürmeyi öngören mevzubahis zümrenin; halkın günlük yaşamındaki sıkıntıları, karşılaştığı sorunları ve bu sorunlara karşı ne yapılması gerektiği gibi konulardaki ilgisizliği ve dahi yetersizliği genel anlamdaki başarısızlıklarının temelini oluşturmaktadır. Jön Türkler'e dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Sacit Kutlu'dan Didar-ı Hürriyet adlı eseri tavsiye ediyorum.
- İmparator Konstantin ve Doğu Roma’nın Teşekkülü
1. Constantinus , nam-ı diğer Büyük Konstantin , Augustus olarak tahta çıkmasından 1 yıl sonra yani 306 yılında İngiltere 'de ölen Romalı general Constantinus 'un oğludur. 293 yılında imparator Diocletianus , imparatorluğun idari yapısında radikal değişikliklere giderek Roma İmparatorluğu'nu batı ve doğu olmak suretiyle iki ayrı parçaya bölmüş ve tetrarşi sistemini meydana getirmiştir. Bu düzenlemeye göre, her iki parça ayrı birer "Augustus" tarafından yönetilecek ve mezkur kimseler, Diocletianus'un tayin edeceği bir Caesar tarafından da desteklenecektir. Konstantin'in babası Constantius Chlorus da bu sistem içerisinde kademeli olarak en yüksek mevkilere erişmeye başaracak ve 293-305 yılları arasında batı kanadında Maximianus ile beraber Sezar sıfatıyla, 305 - 306'da ise, yine batıda, Augustus olarak ve doğuda da aynı titr ile (bu kez Galerius'la birlikte) imparatorluk görevlerini ifa edecektir. Babasının ölümüyle birlikte York ordusu tarafından imparator olarak selamlanan Konstantin'in, bu gelişmeyle beraber takribi 20 yıl sürecek olan iktidar mücadelesi de başlamış olur. Söz konusu süreçte yaşanan entrikalar aynı zamanda, Diocletianus'un imparatorluğu barışçıl bir şekilde dönüştürme çabalarının ne kadar başarısız bir girişim olduğunu da göstermiş ve çalkantılı dönem, ancak 324 yılında Konstantin'in imparatorluğu tek bir hükümdarın hakimiyeti altında toplamasıyla sona ermiştir. (bkz: Milvian Köprüsü Savaşı ) (bkz: Hrisopolis Muharebesi ) İdareyi tek başına ele almasıyla birlikte kendini tabiri caizse canla başla imparatorluğun sorunlarına adayan Konstantin'in aslında bir asker olarak başarısı, idari muvaffakiyetinden çok daha fazladır. İlk icraatlarından biri; sınır muhafızlarından ayrı olarak, genellikle barbar askerlerden oluşan büyük bir ordu kurmak olur ve bu kuvvetleri imparatorluğun şehirlerinin "içinde" konuşlandırır. Mevzubahis kararın etkisi ise Roma'nın, sonraki 200 yıl içinde bilhassa doğuda göstereceği savaşma gücüyle doğru orantılı olacaktır. Bunun yanı sıra Konstantin, Praetorian birliklerini de lağvederek yeni bir Alman muhafız gücü meydana getirir. Altın kurunu sabitleyen ve para ekonomisini düzeltmek adına büyük çaba sarf eden Konstantin'in yaptığı mali reformların karışık sonuçları olsa da icraatlarındaki asıl hedefi, zenginlerin üzerine daha fazla vergi yükü bindirmektir. Ancak yukarıda bahsini geçirdiğimiz faaliyetlerinin hiçbiri, bilhassa çağdaşlarının üzerinde, Hristiyanlığa karşı tutumunun yarattığı etkiyi yapmamıştır. Konstantin, kiliseye resmi bir hüviyet verir. Böylece kilisenin geleceğini herhangi bir Hristiyan yöneticiden çok daha fazla biçimlendirmiş ve bu nedenle de halk arasında 13. Havari olarak anılagelmiştir. Kendisinin, Hristiyanlık ile olan "kişisel ilişkisi" ise en basit ifadeyle "karmaşıktır". Konstantin gençlik yıllarında son klasik dönemin önemli ve tektanrılı bakış açısına sahip düşünürleri tarafından eğitim görmüş ve nihayetinde de resmi tarihyazımına göre de "iman sahibi bir kimse" olarak bu dünyadan göç etmiştir. Nitekim onun bu davranışı, ardılları tarafından da benimsenmiş ve pek çoğu vaftiz olmayı ölüm döşeğine dek ertelemiştir. Bildiğimiz kadarıyla Konstantin'in ilk dini itikadı, simgesini üstünde taşıdığı ve o dönemde imparatorluğun resmi kültü olan Sol Invictus 'tur. 312 yılında ise savaş arifesinde gördüğü bir rüyadan hareket ile askerlerinin kalkanlarına Hristiyan monogram ı işlenmesini emreder. Bu davranışı aynı zamanda, tanrı; "kim ve ne olursa olsun" ona saygı gösterilmesi gerektiğine dair olan inancının da bir tezahürüdür. Savaşı kazanmasıyla beraber Konstantin, her ne kadar güneş kültünü tanıyor gibi gözükse de artık Hristiyanlara ve onların tanrısına daha hoşgörülü yaklaşmaya başlar. Bu değişimin yansımalarından biri de 313 yılında Milano'da ilan edilen fermanda görülür. Mezkur deklarasyon ile birlikte Hristiyanlara mülkleri geri verilir ve diğer dinlere gösterilen hoşgörü onlara da taahhüt edilir. Bu gelişmenin ardından imparator, başta Roma Kilisesi olmak üzere Hristiyan tapınaklarına mülk bağışlamayı sürdürür. Ruhban sınıfına tanıdığı vergi muafiyetinin yanı sıra bağış toplama konusunda da Hristiyanlara büyük kolaylıklar sağlayan Konstantin, yine de bastırdığı sikkelerde pagan tanrılarını, bilhassa da Yenilmez Güneş 'i yıllar boyunca onurlandırmaya devam edecektir. Yıllar geçtikçe Konstantin'in kendini ruhani bir lider hüviyetinde görmesi de kaçınılmaz olur. Bu tasavvurun ne kadar büyük bir ehemmiyet taşıdığı, imparatorluk tahtının daha sonraki gelişiminde kendini gösterecektir. Nitekim Konstantin artık kendisini, tanrıya ve kilisenin bekasına karşı sorumlu hissetmeye başlamıştır. Bunun bir sonucu olarak 320 yılından itibaren güneş simgesi bir daha kullanılmamak üzere sikkelerden kaldırılır ve Konstantin'in askerleri, kilisenin geçit törenlerine katılmaya başlarlar. Daha görkemli Hristiyan kiliseleri inşa etmek adına pagan tapınaklarındaki altınlara el koymakta da herhangi bir beis görmeyen Konstantin, bu süreçte gönüllü din değiştirmeleri teşvik etse de eski kültlere hoşgörü göstermeyi de bırakmaz. Konstantin'in faaliyetlerinden bazıları, direkt bir şekilde kilisenin iç işlerine karışmak olarak da nitelendirilebilmektedir. Nitekim 316 yılında Kuzey Afrika 'da yaşanan bir anlaşmazlığı bizzat yatıştırmaya çalışmış, Donatist ler diye bilinen yerel bir mezhebin muhalefetine rağmen Kartaca 'ya bir piskopos yollamıştır. Bu bağlamda kendi rolünü, bir koruyucu ve eğer gerekirse "tanrının talep ettiği birliğin kurucusu" olarak geliştirmiştir. Hristiyan bir yönetim tarafından zulüm gören ilk klik olarak kabul edebilecek Donatistlere karşı sorumluluğunun idrakine varan Konstantin bu doğrultuda, laik hükümdarın dini inançları yerleştirecek ilahi otorite olduğuna dair bir itikat olan ve Avrupa 'da sonraki 1000 yıl boyunca yerleşik bir mefhum olacak Sezaropapizm in de kurucusu hüviyetindedir. Kendisinin, din ile alakalı en büyük icraatı ise 324 yılında Hristiyan olduğunu ilan etmesinin hemen akabinde gerçekleşecektir. Bildiğimiz üzere bu hareket, ilk ekümenik konsil olan İznik Konsili' nin toplanmasıdır. Konsil, ilk olarak 325 yılında ve 300 piskoposun katılımıyla, Konstantin'in başkanlığında toplanır. Toplantının amacı ise yeni bir sapkınlık olarak nitelendirilen Aryanizm e karşı kilisenin cevabını hazırlamaktır. Aryanizm'in kurucusu olan Arius 'a göre baba (tanrı), oğul (İsa) ile ilahi gücünü paylaşmamaktadır. Tabii olarak bu görüş, Ortodoks inancın temsilcileri açısından büyük bir skandaldır. Velhasıl Konstantin, bu görüş ayrılığını telafi etmeye çalışır ve konsil, Aryancılara karşı bazı tedbirler içeren bir bildirge hazırlar ancak duruma uygun birtakım açıklamalar ile Arius tamamen dışlanmaz. Fakat bu önlem, piskoposların tümünü tatmin etmez. nihayetinde kilise, artık imparatorluk moruna bürünmüş durumdadır ve ilahiyatçıların kılı kırk yaran çabalarına rağmen hem pratikte hem ilkesel düzlemde iki önemli soru varlığını korumaktadır. Hristiyanlığın resmen kabul edilmesi ve imparator ile gerçekleşen yeni ideolojik bütünleşmeyle beraber Hristiyan gelenekler arasındaki litürjik ve teolojik olduğu kadar sosyal ve politik olan ayrılıkların akıbeti ne olacaktır ? Örneğin; Mısır ve Suriye Kiliseleri, düşüncelerinde ve adetlerinde hem Helenistik kültürün hem de bulundukları bölgelerdeki popüler dinlerin etkilerini taşımaktadır. Bu tür kaygıların arz ettiği önem, Konstantin'in birleştirici politikalarının beklediğinden çok daha az sonuç vermesinde kendini gösterecektir. Binaenaleyh İznik Konsili, kendisinden beklenen uzlaşma ruhunu yansıtan ve genel bir işbirliğini kolaylaştıracak yumuşatıcı bir formül bulamaz. Konstantin tarafında ise Ariusçulara karşı tutum, kısa bir zaman zarfının akabinde daha da yumuşamaya başlar. Hatta ölüm döşeğindeyken kendisini Ariusçu bir papaz vaftiz edecektir. Ancak başını İskenderiye Piskoposu Athanasus 'un çektiği Arius karşıtları, konuya dair Konstantin'e baskı uydurmayı sürdürürler. Nitekim anlaşmazlık, Arius'un ölümüyle yatışacak ve bunu çok geçmeden de Konstantin'in ölümü izleyecektir. Konstantin icraatlarıyla, imparatorluk ve kiliseyi Roma'nın yıkılışına dek sürecek şekilde birbirine bağlayan en önemli adımları atmıştır ve seçimi, tarihsel olarak tayin edicidir. Kilise, Roma'nın karizmasıyla çok büyük kazanımlar elde etmiştir. İmparatorluk açısından ise bu etki, daha sınırlı bir ölçektedir. Bütün bunların sonucunda Konstantin'in (çok da farkında olmadan) Hristiyan Avrupa 'nın ve bir bakıma modern dünya nın temellerini attığını söylemek zannımca münasip olacaktır. Konstantin'in, etkilerinin çok büyük önem taşıdığı bir diğer kararı ise God's Will olduğunu ifade ettiği, Karadeniz'in girişinde ve eski bir Yunan kolonisi olan Bizans'ın yerinde yeni bir şehir kurmuş olmasıdır. Yeni kente 330 yılında Konstantinopolis adı verilecektir. Sarayı İznik 'te olduğu ve 50 yıl içinde diğer imparatorlardan hiçbiri burada sürekli ikame etmediği halde Konstantin, bir kez daha geleceği şekillendirmiştir. Konstantinopolis, pagan ayinlerine maruz kalmadan 1000 yıl kadar Hristiyanlığın başkenti konumunda olacaktır. Yine, Konstantin'in döneminde imparatorluk; kuzeyde Britanya 'daki Hadrianus Duvarı , Kıta Avrupası 'nda Ren ve Tuna nehirleri, kuzeydoğuda İran , güneyde ise Nil vadisi ve Kuzey Afrika kıyılarına dek uzanmaktadır. Göreceli olarak Konstantin'in en büyük eseri olarak nitelendirilebilecek olan bu birlik, büyük ölçüde yanılsamadır. Ortak imparatorların ilk deneyimlerinin gösterdiği gibi Roma uygarlığının yayıldığı dünya, birlik mitinin korunması arzusu ne kadar büyük olursa olsun, böyle bir politik birlik için fazlasıyla büyüktür. Yunanca konuşan doğu ile Latince konuşan batı arasındaki giderek artan kültürel farklılaşmada Küçük Asya , Suriye ile Mısır 'ın Hristiyanlığı kabulünden sonra kazandığı yeni önem ve Asya 'dan mütemadiyen gelmekte olan yeni kavimler okun ucunu Roma'ya doğru çevirmiş durumdadır. İmparatorluğun kurumları ise giderek daha da ayrışmaktadır. Doğu'da imparator, yargısal bir figür olduğu kadar ilahi bir doğaya da sahiptir. öte yandan batıda ise 400 yılında dahi Avrupa'nın en yaratıcı tartışmalarından birisi haline gelecek "senato ile kilise arasındaki ayrımın" gölgesi görülebilmektedir. Aynı şekilde, ekonomik bir zıtlık da söz konusudur. Doğu, daha kalabalıktır ve büyük gelirler elde edebilmektedir. Batı ise Afrika ve Akdeniz adaları olmasa, tabiri caizse kendini doyurmaktan aciz bir durumdadır. Artık birbirinden farklı iki uygarlığın yükselmeye başladığı açıkça görülebilmektedir lakin bu durumun kesin tayininin yapılabilmesi adına bir süre daha beklemek gerekecektir ... Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Paul Stephenson'dan Büyük Konstantin ve Yeni Roma & Doğu'daki Roma İmparatorluğu (395-700) adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- İskandinav Göçleri ve Vikinglerin Avrupa Üzerindeki Etkisi
Halk hareketlerinin ekseriyetinde olduğu gibi, tam olarak bilinmemek ile beraber, muhtemelen nüfus artışından kaynaklanan nedenlerden mütevellit İskandinavlar 8. yüzyıldan itibaren kendi bölgelerinin dışına göç etmeye başlamışlardır. Söz konusu zor yolculuğu gerçekleştirebilmek adına ise ellerinde iki teknik araç bulunmaktadır. Bunlar; denizleri ve sığ nehirleri aşmalarına yardımcı olan kürekli / yelkenli uzun tekneler ile geniş aileleri, malları ve hayvanları yükleyerek denizde 8 güne kadar seyir edebilmelerine olanak tanıyan ve mal taşıyabilen gemilerdir. Bilahare insanlık tarihinde Viking ismiyle kendilerine müstesna bir yer edinecek olan mezkur halk, su üzerinde asırlar boyunca yolculuk edecek ve arkasında Grönland'dan Kiev'e dek yayılan bir uygarlık bırakacaktır. Ancak şu da unutulmamalıdır ki İskandinavya tabiri, geniş bir coğrafyaya tekabül etmektedir ve bu mefhumu dolduran insan kitlesi de homojen bir yapıya sahip değildir. Binaenaleyh hepsi aynı amacın peşinden koşmamıştır. Örneğin Norveçliler İzlanda, Faroe Adaları ve Orkney gibi yerlerde koloniler kurarken; Rusya'ya yayılan ve kayıtlara Varangianlar olarak geçen İsveçliler daha çok ticaret ile uğramışlardır. Bir diğer taraftan Danlar ise Vikinglere ün kazandıran korsanlık faaliyetleri ile nam salmışlardır. Ancak nihayetinde bu meselelerin tümü, İskandinav göçü ile ilgilidir ve mevzubahis halkların hiçbir kolu, bir diğeri üzerinde tekel oluşturamamıştır. Vikinglerin uzak adalarda kurdukları kolonileri, görece en görkemli başarılarıdır. Orkney ve Shetland Takımadalarındaki Pikt lerin yerini alan İskandinavlar, bilahare egemenliklerini Faroe Adaları 'na ve Man Adası 'na dek genişletmişlerdir. Viking varlığı, 9. yüzyılda yerleşimin başladığı İskoçya veya İrlanda anakarasına nazaran denizlerde çok daha uzun ömürlü ve başarılı olmuştur. Yine, ticaret ile ilgili kelimelerin Norsca olduğu, İrlandalılar ve Vikingler tarafından kurulmasının akabinde çok önemli bir ticari merkez haline gelen Dublin 'in etrafında şekillenen İrlanda haritası, Viking etkisine vurgu yapan bir diğer unsurdur. Vikinglerin kurduğu en başarılı koloni ise İzlanda olacaktır. İrlandalı keşişler buraya Vikinglerden önce gelmişler ve ardından 9. yüzyılın sonuna dek bölgeye büyük çapta herhangi bir göç hareketi gerçekleşmemiştir. 930 yılına gelindiğinde ise İzlanda'da artık takribi olarak 10.000 Nors bulunmaktadır ve temel geçim kaynakları çiftçilik ile balıkçılıktır. Bölgede 930 yılında gerçekleşen bir diğer önemli olay ise, İskandinav toplumlarında cemaatin önde gelenlerinin katıldığı bir konsey hüviyetinde olan ve bir bakıma parlamento olarak da kabul edebilecek Thing 'in ilk kez toplanmasıdır. Modern İzlanda'yı da kapsayacak şekilde bir demokrasi geleneğini temsil eden mezkur meclis, ülkenin kesintisiz tarihinin altını çizmek açısından da büyük önem arz etmektedir. Yukarıda bahsini geçirdiğimiz Nors kolonilerini 10. yüzyılda Grönland izleyecektir. Norslar bu bölgede 500 yıla yakın bir zaman zarfı boyunca ikame etmişler ancak daha sonra buzulların ilerlemesiyle güneye inmeye başlayan Eskimo lar tarafından buradan sürülmüşler ve ortadan kaybolmuşlardır. Batı Avrupa geleneğinde Vikinglerin sömürgeci ve ticari faaliyetleri, yağmacı olarak yarattıkları dehşet dolu etkinin gölgesinde kalmıştır. Bu konuyla ilgili bilgilerin, Vikinglerin Pagan olması hasebiyle (aynı zamanda zenginliklerinden mütevellit manastırları ve kiliseleri hedef almalarından dolayı) Hıristiyan din adamları tarafından bir nebze de olsa abartıldığı da unutulmamalıdır. Vikingler çapul yaptıkları yerlerde bulunan değerli metallere veyahut kilise tarafından dağıtılan yiyeceklere hiçbir kutsallık atfetmemişler ve bilhassa öncelikli hedef olarak bakmışlardır. Kuzey ve Batı Hristiyanlığı üzerindeki Viking etkisinin en çarpıcı örneği, 793 yılında İngiltere 'deki Lindisfarne Manastırı 'na düzenlenen saldırıda görülür. Kuzeylilerin iki yıl sonraki bir başka hedefi ise İrlanda olur. 9. yüzyılın ilk yarısından itibaren Danlar, her geçen yıl artan bir düzenle Frizya 'ya saldırmaya başlarlar ve muhtelif kasabalar üst üste yağmaya uğrar. Sıradaki hedef ise Fransa olacaktır. 842 yılında Nantes , büyük bir katliam ile beraber yağmalanır. Bilahare Paris , Limoge , Orleans , Tours ve Angouleme gibi iç kesimlerde bulunan şehirler de Vikinglerin saldırılarından paylarını düşeni alırlar ... Artık profesyonel korsan lar olarak nitelendirilebilecek olan Danların 844 yılındaki hedefi ise tabiri caizse fırtına gibi estikleri Sevilla olur. 859 yılına gelindiğinde ise Nimes 'e dek ilerlemiş durumda olan Vikingler, buradan hareket ile Pisa 'yı da yağmalayacaklardır. Kimi tarihçilere göre 8. yüzyılın sonlarından başlayarak 9. yüzyılda artan bir şiddet ile devam eden Viking saldırılarının en kötü yanı, Batı Frank ülkesindeki uygarlığı neredeyse yok etmiş olmasıdır. Yine de Batı Frankları, doğudaki kuzenlerinden daha dayanıklı çıkmışlar ve daha sonraki dönemde Fransa ile Almanya arasındaki belirleyici fark olacak Viking etkisi ni hem kültürel hem de genetik olarak kendilerine entegre etmeyi başarmışlardır. iskandinavların batı'da yarattığı dehşet, aynı zamanda bölgedeki yerel derebey lerine de yeni sorumluluklar verilmesine neden olmuştur. Zira merkezi kraliyet kontrolü parçalanmış ve insanlar kendi yerel efendilerinin korumasına daha muhtaç gelmişlerdir. Nitekim Hugh Capet , Fransa tahtına çıktığında, önemli ölçüde feodalleşmiş bir toplumun tezahürü olarak Primus Inter Pares olarak konumlandırılmıştır. Bunun yanı sıra yaşlı kıtada bulunun hükümdarların bazılarının Vikingler ile olan mücadelesi tümüyle başarısız değildir. Şarlman ve Beşinci Louis , selefleri kadar ağır ve ısrarlı saldırılara maruz kalmalarına rağmen zayıf limanları ve nehir ağızlarını gayet başarılı bir biçimde savunabilmişlerdir. Mezkur krallar, nizami harp gereğince Vikinglerin ancak ve ancak savaş alanına bir bütün halinde çekilebildikleri takdirde yenilebileceklerinin idrakine varmış ve binaenaleyh Hıristiyan Batı'nın ana merkezleri bu dönemde "başarılı" bir şekilde savunulabilmiştir. Bir türlü baş edilemeyen durum ise kuzeylilerin kıyılara yaptıkları küçük ölçekli baskınlardır. Vikingler, meydan savaşına mahal vermemeleri gerektiğini kavradıklarında ise kendileriyle ancak "satın alınarak" baş edilebilmiş (bkz: Kel Charles ) ve bu gelişme de beraberinde, aynı zamanda bir haraç hüviyetinde de olan Danegeld denilen uygulamanın başlamasına sebebiyet vermiştir. Danegeld uygulamasının en çok etkilendiği ülkesi ise İngiltere olmuş ve ada, kısa bir süre içinde Vikinglerin ana hedefi haline gelmiştir. Bu noktada Britanya'nın kültürel geçmişi ile siyasi ve sosyal yapısına bakmamız zaruridir. Daha evvel bölgede Cermenik akınlar hasebiyle bir grup krallık ortaya çıkmış ve 7. yüzyılda pek çok Romalı - İngiliz soyundan gelen insan (yeni gelenler Galler ve İskoçya 'nın yüksek bölgelerine sürülürken), mezkur krallıkların çevresinde oluşmuş cemaatlerin mensupları olarak yaşamlarını idame ettirmişlerdir. Nitekim Britanya 'da Hıristiyanlık, Canterbury 'de kurulmuş olan Roma güdümündeki İrlandalı misyonerler tarafından yayılmıştır. Canterbury, 664 yılında dek Kelt kilisesi ile rekabet halinde olmuş ve o yıl, Northumbria kralı Whitby 'de kilise mensuplarının katıldığı bir sinod esnasında Paskalya tarihini Roma kilisesi 'ne göre belirlemiştir. Bu, simgesel bir seçimdir ve geleceğin İngiltere'sinin Kelt geleneği yerine roma kültürünü benimsemesi bakımından tayin edici bir hüviyettedir. Mevzubahis krallıklar arasında üstünlük mütemadiyen el değiştirmiş, ancak aralarından yalnızca bir tanesi bilhassa 851 yılından itibaren şiddetlenecek ve adanın üçte ikisinin istilasıyla sonuçlanacak Dan saldırılarına karşı ayakta kalmayı başarabilmiştir: Wessex krallığı . Bu krallığın, aynı zamanda İngiltere'nin ilk tarihsel kahraman figürü olarak da nitelendirilebilecek hükümdarı ise Büyük Alfred 'den başkası değildir. Alfred, henüz 4 yaşındayken babası tarafından Roma 'ya götürülmüş ve kendisine bizzat Papa tarafından konsolosluk unvanı bahşedilmiştir. Bu sıfat ile beraber Wessex monarşisi, Hıristiyanlık ve Karolenj Avrupası ile kopmaz bir bağ tesis etmiştir. Dolayısıyla diğer İngiliz krallıkları bir bir işgalcilerin eline düşerken Wessex, inancı Paganlara karşı koruduğu gibi İngiltere'yi de yabancılara karşı savunmuştur. Nitekim 871 yılında Alfred'in kuvvetlerinin Danimarka ordusunu ağır bir yenilgiye uğratmasından birkaç yıl sonra Danimarka kralı, yalnızca Wessex'den çekilmeyi kabul etmek ile kalmamış; aynı zamanda Hıristiyan da olmuştur. Bu gelişme Danimarkalıların İngiltere'de kalmalarını sağlamış ancak aynı şekilde birbirlerinden kopmalarına da sebebiyet vermiştir. Alfred ise kısa bir süre içinde ayakta kalmış olan İngiliz krallıklarının lideri durumuna gelmiş ve bilahare Londra 'yı işgalcilerden geri almıştır. 899 yılında öldüğünde, Danimarka akınlarının en kötü dönemi artık geride kalmıştır ve kendisinden sonra gelenler ülkeyi birleştirmiş ve yönetmiştir. Danimarka'dan gelerek yerleşenlerin yaşadığı bölge olan Danelaw bugün dahi İskandinav yer isimlerini ve adetlerini korumaktadır. Mezkur bölgeler, Alfred tarafından tanımlanmış ve kuralları kabul edilmiş bir Dan kolonisi olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Alfred'in yaptıkları bunlarla da sınırlı kalmamış; koymuş olduğu yerel vergiler ile yeni bir ulusal savunma sisteminin parçası olan Burgh 'ü (bir dizi kale) oluşturmuştur. Bu gelişme Alfred'in haleflerine Danelaw'un küçültülmesinin yanı sıra, İngiltere'nin orta çağ kentleşmesinin modelini oluşturmasına da olanak tanımıştır. Nihayetinde, çok az kaynağa sahip olmak ile birlikte Alfred, halkını entelektüel ve kültürel anlamda bir bakıma yeniden yaratmıştır. Aynı şekilde, sarayındaki alimler tıpkı Şarlman 'ın sarayında olduğu gibi kopyalama ve tercüme faaliyetlerine girişmişler; Anglosakson soyluları ve din adamları Bede ve Boethius 'u ana dilleri olan İngilizce 'den öğrenmişlerdir. Baktığımızda Alfred'in yaratıcı çabaları sonucunda ortaya çıkan yönetim şeklinin Avrupa 'da bir benzeri yoktur. Bu yenilikler aynı zamanda İngiltere'de büyük bir çağın başlangıcının da emareleri hüviyetindedir. Eyalet yapısı şekillenmiş, sınırlar kesinleşmiş ve 1974 yılına dek devam edecek olan yapı ortaya çıkmıştır. Velhasıl Alfred'in soyundan gelenler, onunla aynı beceriyi gösteremeyince Anglosakson monarşisi için kötü günler tekrar başlamış ve yeni bir Viking saldırısı kaçınılmaz hale gelmiştir. Bir Danimarka kralı (bu kez Hıristiyandır), İngiliz kralını devirene dek Anglosaksonları yüklü meblağlarda haraç ödemeye zorlamış ve öldüğünde ise oğlunu varis olarak bırakmıştır. Bu kişi ise meşhur Canute 'dan başkası değildir. Onun döneminde İngiltere, kısa bir süreliğine de olsa Danimarka İmparatoluğu 'nun bir parçası haline gelmiştir (1006 - 1035). 1066 yılına gelindiğinde ise İngiltere, son büyük İskandinav saldırısı ile karşı karşıya kalmış ancak bu istilanın önü Stamford Bridge Savaşı 'yla kesilmiştir. Nitekim bu tarihte artık bütün İskandinavya monarşileri Hıristiyan olmuş ve Viking kültürü , Hıristiyanlık içerisinde erimiştir. Yine de bu kültür, hem Kelt hem kıta sanatında kendine özgü ve güçlü etkiler bırakmış ve kurumları İzlanda ile öteki adalarda yaşamaya devam etmiştir. İskandinav mirası; İngiliz diline ve sosyal kalıplarına, Normandiya dükalığı 'nın oluşumuna ve hepsinden öte Saga larından dolayı Avrupa edebi hayatına güçlü bir damga vurmuştur. Norslar, üzerinde yerleşim olan topraklara gittiklerinde yavaşa yavaş bölge halkıyla kaynaşmışlar ve nitekim Rollo 'nun soyundan gelenler 11. yüzyılda İngiltere'yi fethettiklerinde artık Fransız olmuşlardır (örneğin; Hasting 'te söyledikleri savaş şarkısı, Şarlman 'ı anlatmaktadır). Kaderin bir cilvesi olarak fethettikleri İngiltere ise o dönemde Danelaw lıların artık İngilizleşmiş oldukları bir ülkedir. Yine benzer bir şekilde, Kiev dükalığı 'nda ve Muscovy 'de de (bkz: Moskova ) Vikingler bir etnik grup olarak farklılıklarını kaybetmişlerdir. Konuya dair daha fazla bilgi almak isteyenlere Ian Heath'ten Vikingler, Stefan Brink'ten Viking Dünyası ve John Morris Roberts'tan Dünya Tarihi (1. Cilt) adlı eserleri tavsiye ediyoru m.
- İran - İsrail Geriliminin Görünmeyen Sınırları
1979’daki İran Devrimi’nden bu yana Ortadoğu’nun en sert fay hatlarından biri, kuşkusuz, İsrail ile İran arasındaki derin ve ideolojik temelli karşıtlıktır. Bu iki aktör arasında geçen on yıllar boyunca sıcak bir savaş yaşanmamış olsa da, vekalet savaşları, istihbarat operasyonları, siber saldırılar ve suikastlar üzerinden süregelen kesintisiz bir çatışma hali söz konusudur. Ancak 2024’ün sonlarından itibaren tırmanan gerginlikler, 2025’in ilk aylarında artık açık çatışma eşiğine gelmiş; Gazze, Suriye ve Lübnan’daki gelişmelerin zincirleme etkisiyle İsrail ile İran arasında doğrudan saldırıların yaşandığı bir döneme girilmiştir. İşbu yazı, İsrail-İran hattındaki bu tarihsel gerilimin evrimini, vekil aktörler üzerinden sürdürülen mücadeleyi, nükleer caydırıcılık stratejilerini ve bölgesel dengelere etkisini bütüncül bir şekilde analiz etmeyi amaçlamaktadır. 1. Jeopolitik Gerilimlerin Kökleri İsrail ve İran arasındaki gerilimin temelinde yalnızca iki devletin çıkar çatışmaları değil, aynı zamanda karşıt ideolojik vizyonlar yer alır. İran İslam Cumhuriyeti, 1979 devriminden sonra sadece bir rejim değişikliği değil, aynı zamanda bölgesel düzlemde yeni bir “anti-emperyalist ve anti-Siyonist” eksen inşa etme iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Devrim Rehberi Ayetullah Humeyni, İsrail’i “İslam ümmetinin düşmanı” olarak tanımlamış ve mezkur yaklaşım, İran dış politikasının kırmızı çizgilerinden biri haline gelmiştir. İsrail cephesinden bakıldığında ise İran, doğrudan bir tehditten çok daha fazlasıdır: Bölgesel hâkimiyet kurma amacı güden, İsrail'in varlığına karşı kökten bir reddiye ortaya koyan ve nükleer kapasiteye yaklaşması halinde caydırıcılığı kırabilecek bir düşmandır. Tel Aviv yönetimi için İran, sadece tehdit üretmeyen; aynı zamanda bu tehditleri sistematik biçimde finanse eden ve yönlendiren bir güçtür. Binaenaleyh İran’ın Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de kurduğu paramiliter ağlar, İsrail açısından çevreleme ve kuşatma stratejisinin bir parçası olarak görülür. Bu bağlamda, İran’ın “Şii Hilali” olarak adlandırılan stratejik yayılımı - Tahran’dan başlayıp Bağdat, Şam ve Beyrut’a uzanan eksen - İsrail’in ulusal güvenlik doktrininde tehdit eşiğini doğrudan belirleyen temel unsurlardan biridir. Hizbullah’ın Güney Lübnan’da oluşturduğu füze stokları, Hamas’la geliştirilen işbirlikleri ve Suriye üzerinden yapılan sevkiyatlar, yalnızca askeri değil, aynı zamanda psikolojik bir kuşatma alanı yaratmaktadır. İsrail’in buna cevabı ise önleyici saldırılar, istihbarat destekli operasyonlar ve yüksek hassasiyetli teknolojik müdahaleler üzerinden şekillenmektedir. Bu gerilimin önemli bir boyutu da, iki ülkenin bölgesel müttefiklik yapıları ve uluslararası konumlanmalarıdır. İran, Rusya ve Çin ile kurduğu stratejik ilişkiler üzerinden ABD-İsrail eksenine karşı bir dengeleme stratejisi güderken; İsrail ise bilhassa Körfez ülkeleriyle (BAE, Bahreyn) geliştirdiği ilişkiler sayesinde İran’a karşı yeni bir cephe oluşturmaya çalışmaktadır. Bu da yalnızca İran-İsrail arasındaki çatışmayı değil, tüm Ortadoğu jeopolitiğini derinden şekillendiren bir güç dengesi mücadelesini beraberinde getirmektedir. 2. Vekalet Savaşları ve Asimetrik Güç Kullanımı İsrail ve İran arasındaki çatışmanın en çarpıcı boyutu, bu iki ülkenin doğrudan savaşmak yerine farklı coğrafyalarda üçüncü aktörler üzerinden yürüttüğü vekalet savaşı stratejisidir. İran, özellikle Lübnan’daki Hizbullah, Gazze Şeridi’ndeki Hamas ve İslami Cihad, Suriye’deki milis gruplar ve Irak’taki Haşdi Şabi gibi oluşumlar aracılığıyla İsrail’i hem sınırlarında hem de sınır ötesinde baskı altında tutmayı hedeflemektedir. İran’ın bu vekil güçlere sunduğu destek yalnızca mali yardımla sınırlı değildir; füze sistemleri, insansız hava araçları (İHA), yeraltı tünel sistemleri ve gelişmiş istihbarat teknikleri ile bu grupların askeri kapasiteleri artırılmıştır. Hizbullah’ın Güney Lübnan’daki füze kapasitesi, İsrail’in kuzey sınırında sürekli bir tehdit hâline gelmiş ve Tel Aviv’in askeri planlamasında belirleyici bir unsur olmuştur. Aynı şekilde, Hamas’ın Gazze’den başlattığı roket saldırıları da, doğrudan İran destekli teknolojilerle çeşitlenmiş ve daha uzun menzilli sistemlere evirilmiştir. İsrail ise bu vekalet savaşına karşı hem doğrudan askerî müdahalelerle hem de gelişmiş asimetrik yanıt stratejileri ile karşılık vermektedir. Özellikle Suriye’deki İran bağlantılı hedeflere düzenlenen hava saldırıları, İsrail’in istihbarat temelli operasyonlarının yoğunlaştığını göstermektedir. Mossad’ın İran topraklarında gerçekleştirdiği suikastlar ve siber saldırılar da bu çerçevenin parçasıdır. Örneğin, 2020’de İran’ın nükleer programının kilit isimlerinden Muhsin Fahrizade’nin suikastı ya da Natanz nükleer tesisine yönelik Stuxnet siber saldırısı gibi olaylar, İsrail’in “savaşsız savaş” stratejisini net biçimde ortaya koymaktadır. Bu vekalet çatışmalarında sivillerin yaşadığı insani bedel, meselenin en dramatik yönlerinden biridir. Gazze’de yaşanan yıkım, Lübnan’daki istikrarsızlık ve Suriye’deki iç savaş koşullarında İran-İsrail gerilimi, yalnızca iki devlet arasındaki stratejik hesaplaşmadan ibaret değildir; bölge halklarının doğrudan güvenliğini ve yaşamını tehdit eden kalıcı bir şiddet döngüsüne dönüşmüştür. Vekalet savaşlarının asimetrik niteliği, klasik savaş hukukunun ve uluslararası müdahale mekanizmalarının bu çatışmalarda yetersiz kalmasına neden olmakta; böylece bölgesel düzen, belirsizlik ve tansiyonla şekillenmektedir. 3. Nükleer Çizginin Eşiğinde – Stratejik Caydırıcılık İsrail–İran geriliminin en tehlikeli boyutu, bu iki ülkenin nükleer kapasite bağlamında karşılıklı bir caydırıcılık eşiğinde bulunmalarıdır. İran, 2000’li yılların başından itibaren nükleer enerji programını “barışçıl amaçlarla” yürüttüğünü iddia etse de, özellikle uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin seviyesi ve hızı, uluslararası toplumda ciddi güvensizlik yaratmıştır. 2015 yılında imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı (JCPOA) ile kısmen dondurulan program, ABD'nin 2018'de tek taraflı olarak anlaşmadan çekilmesi ve Trump yönetiminin yeniden yaptırım uygulamasıyla birlikte yeniden ivme kazanmıştır. İran’ın nükleer silah eşiğine bu denli yaklaşmış olması, İsrail açısından ulusal varoluş sorununa dönüşmüştür. İsrail resmi olarak nükleer silaha sahip olduğunu ne doğrulamış ne de yalanlamıştır; ancak ülkenin “nükleer belirsizlik (nuclear ambiguity)” doktrini çerçevesinde hareket ettiği bilinmektedir. Buna göre; İsrail’in karşısındaki hiçbir aktör, Tel Aviv’in olası bir saldırıya nükleer yanıt verip vermeyeceğini kesin olarak bilemez ve bu durum, Samson Seçeneği (Samson Option) olarak adlandırılan caydırıcılık stratejisinin temelini oluşturur. Bu ortamda İran’ın nükleer eşiği geçmesi, İsrail’in güvenlik stratejileri açısından “kırmızı çizgi” olarak tanımlanmıştır. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda elinde kırmızı kalemle İran’ın nükleer programını anlatan çizelgelerle yaptığı sunum ise, söz konusu çizginin ne kadar sembolik ve gerçek olduğunu göstermiştir. İsrail’in gerekirse tek taraflı önleyici saldırı hakkını saklı tuttuğu defalarca dile getirilmiştir. İran ise bu tehdide karşı yalnızca teknik değil, ideolojik bir savunma üretmektedir. Devrimci söylemlerle desteklenen bir nükleer caydırıcılık potansiyeli, yalnızca İsrail’e karşı değil, Körfez ülkeleri ve Batı ittifakına karşı da stratejik bir koz olarak konumlandırılmaktadır. İran’ın nükleer programını denetlemeye yönelik Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ile yaşadığı sorunlar, bu caydırıcılık stratejisinin bir parçası olarak yorumlanmaktadır. Bu kritik eşikte uluslararası toplumun pozisyonu da belirleyici olmaktadır. ABD, İsrail’in güvenliğini önceleyen politikasını sürdürürken; Çin ve Rusya, İran’ın nükleer programına daha esnek yaklaşmakta ve bu meseleyi Batı’nın Ortadoğu’daki nüfuzuna karşı bir dengeleme unsuru olarak değerlendirmektedir. Avrupa ülkeleri ise, JCPOA benzeri diplomatik çözümlere dönülmesi gerektiğini savunmaktadır. Ancak 2025 itibarıyla yaşanan gelişmeler, diplomasinin alanını daraltmış; yerini daha keskin, karşılıklı tehditlere dayalı bir caydırıcılık politikasına bırakmıştır. 4. Son Gerilim – Saldırılar, Suikastler ve Diplomatik Tepkiler 2024'ün son çeyreğinden itibaren, İsrail ile İran arasındaki gerilim vekâlet aktörlerinin ötesine geçerek, doğrudan karşılıklı saldırıların gölgesine girmiştir. Bu süreçte yaşanan olaylar, uzun süredir örtük biçimde süren savaşın artık görünür ve doğrudan bir çatışmaya dönüşme ihtimalini artırmıştır. 2025 başlarında Suriye’deki İran destekli milis üslerine yönelik İsrail hava saldırıları daha da yoğunlaşmış, bu saldırıların birinde Devrim Muhafızları'nın üst düzey isimlerinden birinin öldürülmesi, Tahran yönetimini misilleme kararı almaya itmiştir. Kısa süre içinde İsrail’in kuzeyine yönelen İHA saldırıları, Tel Aviv’in Demir Kubbe sistemini aşan birkaç sızıntı sonucu sivil kayıplara neden olmuş ve ülke kamuoyunda alarma sebep olmuştur. İsrail ise bu gelişmelere, İran topraklarında kritik bir savunma tesisine yapılan suikast ve sabotaj eylemiyle karşılık vermiştir. Bu doğrudan saldırı zinciri, diplomatik alanda da yankı bulmuştur. İran, Birleşmiş Milletler nezdinde İsrail’i “egemenlik ihlali” ve “savaş suçu” işlemekle suçlarken; İsrail, İran’ın nükleer silah kapasitesine eriştiğini iddia ederek, önleyici meşru müdafaa hakkını savunmuştur. ABD, İsrail'e koşulsuz destek beyan ederken, AB ülkeleri tansiyonu düşürmeye yönelik açıklamalarla yetinmiştir. Çin ve Rusya ise krizin bölgesel değil küresel bir istikrarsızlık riskine evrildiğine dikkat çekmiştir. Bu gelişmeler, yalnızca iki ülke arasında yaşanan taktiksel saldırıların ötesine geçerek, uluslararası hukuk bağlamında çatışma sınırlarının bulanıklaştığı bir alan yaratmıştır. Çünkü saldırılar devlet dışı aktörler üzerinden yapılsa da, doğrudan devlet hedeflerine yönelmiş; bu da geleneksel savaş hukukunun ötesinde “gölge savaşların” yeni bir formunu ortaya çıkarmıştır. İsrail’in İran’a yönelik siber saldırıları, İran’ın İsrail’in deniz ticaretine yönelik dolaylı müdahaleleri ve her iki tarafın da kritik altyapılara yönelen sabotajları, artık savaş tanımının dijital ve hibrit düzleme kaydığını göstermektedir. Bütün bu gelişmelerin halklar üzerindeki etkisi de azımsanamaz. Tel Aviv ve Tahran'da siren sesleri, sığınaklar ve savaş psikolojisi yeniden gündeme gelmiş; Lübnan, Gazze ve Irak gibi üçüncü bölgelerde ise sivil kayıplar artmıştır. Bu çatışmanın “sınırlı” kalacağına dair uluslararası umutlar zayıflarken, bir bölgesel savaş ihtimali artık teorik bir senaryo olmaktan çıkıp politik gerçekliğe yaklaşmıştır. 5.İstikrarsızlığın Stratejisi: Rejim Değişikliği mi, Kontrollü Kaos mu? İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü strateji çoğu zaman nükleer tehdit bağlamında değerlendirilse de, bu politikanın derin katmanlarında rejimin bütüncül kapasitesini sınırlandırma ve zamanla sistemsel çözülme yaratma hedefi hissedilmektedir. Ancak bu hedefin, mutlak bir rejim değişikliğine değil; kontrollü ve yönetilebilir düzeyde bir istikrarsızlık üretimine dayandığı da göz ardı edilmemelidir. Bu bağlamda, sadece İsrail değil; ABD'nin Ortadoğu politikaları da benzer bir çizgi izlemektedir. 2000’li yıllardan bu yana Washington’ın bölgeye yönelik müdahaleleri (Irak’ın işgali, Suriye politikası, Arap Baharı sonrası pozisyonlar), istikrar inşasından ziyade dengeli bir kaos ortamının sürdürülmesini öncelemiş gibidir. Bu durum, iki temel stratejik varsayıma dayanır: a) İstikrarsız Ortadoğu / Denge Arayan Devletler: Devlet yapılarının zayıf olduğu, sürekli kriz ve iç çatışmalarla meşgul bölgelerde, bölgesel güçlerin (İran, Türkiye, Suudi Arabistan) yükselmesi engellenir. Bu da İsrail’in göreli üstünlüğünü korumasına olanak tanır. b) Enerji Güvenliği ve Silah Endüstrisi: Sürekli sıcak kalmış bir Ortadoğu, Batı’nın silah endüstrisi için sürekli bir “pazar”, enerji güvenliği bağlamında da müdahale meşruiyeti üreten bir alan haline gelir. Bu çerçevede İran rejiminin doğrudan devrilmesi, İsrail veya ABD için her zaman arzu edilir bir senaryo olmayabilir. Zira rejimin devrilmesi halinde yaşanabilecek kaos, kontrol edilemezse, İran içinden çıkabilecek radikal unsurlar, Suriyeleşmiş bir İran senaryosu yaratabilir ki bu, nükleer altyapıya sahip bir kaos devleti anlamına gelir. Bu nedenle İsrail’in politikası, “rejimi yıkmak”tan çok, “rejimi güçsüz, öngörülebilir ve çevrelenmiş halde tutmak” şeklinde özetlenebilir. Tahran’ın nükleer programı sabote edilir, ekonomik baskı altında tutulur, vekil ağları darbe yer; fakat rejim çökecek kadar değil, zayıf kalacak kadar istikrarsızlaştırılır. Bu strateji bir tür "kontrollü kaos" doktrinidir. Ve İsrail’in uzun vadeli güvenlik doktrininde, özellikle İran, Suriye ve Lübnan üçgeninde bu yaklaşım kendini tekrar tekrar göstermektedir. Böylece hem tehditler içeride tutulur hem de bölgesel rakipler iç sorunlarıyla boğuşurken, İsrail jeostratejik üstünlüğünü konsolide eder. 6.Çatışmanın Gölgesinde Türkiye: Denge, Tehdit ve Fırsat İran ile İsrail arasında yaşanan bu yüksek yoğunluklu gerilimi, yalnızca iki ülkenin hesaplaşması olarak okumak, bakış açımızı çok sınırlı bir pencereye oturtmak anlamına gelecektir. Zira bölgesel güçlerin tamamı bu denklemin bir parçasıdır ve bu ülkeler arasında en kritik pozisyonda olanlardan biri de şüphesiz ülkemizdir. Türkiye, bir yandan NATO üyesi olarak Batı ile stratejik bağlara sahipken, diğer yandan hem İran’la komşuluk ilişkileri hem de İsrail’le zaman zaman normalleşen – zaman zaman gerilen – bir diplomatik çizgi içinde hareket etmektedir. Binaenaleyh Türkiye, çatışmanın doğrudan tarafı olmadan, sonuçlarının taşıyıcısı haline gelme riskini taşımaktadır. İran destekli milis güçlerin ve İsrail’in bölgedeki hava operasyonlarının artışı, bilhassa Irak ve Suriye hattında Türkiye'nin güvenlik konseptini zorlamaktadır. İsrail’in Suriye’deki İran hedeflerine yönelik saldırıları, doğrudan Türkiye’nin sınır bölgelerinde tansiyonun yükselmesine yol açmakta ve bu durum, mülteci hareketlerinden PKK / YPG yapılanmalarının hareketliliğine dek pek çok sorunu tetiklemektedir. Ayrıca, İran'ın bu vekil güçleri aracılığıyla Türkiye'nin iç dengelerini de etkileme potansiyeli, Ankara'yı daha temkinli ama aynı zamanda hazırlıklı bir pozisyona zorlamaktadır. Her ne kadar Ankara'nın mezkur gerilimde İsrail'e yönelik sert çıkışları olsa da, keskin bir pozisyon almaktan kaçındığı, bunun yerine bir "denge siyaseti" izlemeye çalıştığı görülmektedir. Ancak bu denge stratejisi her kriz dalgasında daha zor hale gelmektedir. Amerika'nın etkisiyle, İsrail ile yürütülmeye çalışılan "normalleşme süreci"nin kırılgan doğası, İran’ın ise Türkiye’nin Orta Doğu'daki nüfuzuna zaman zaman mesafeli yaklaşımı, Ankara’yı ikili ilişki denkleminde "sıkışmış bir aktör" konumuna itmektedir. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, bilhassa Gazze krizi sonrası Türkiye’nin İsrail’e karşı sert söylemleri, İran tarafından olumlu karşılansa da, Ankara’nın her iki tarafla da dengeli ilişki kurma çabası, dış politikada çelişkili mesajlara neden olabilmektedir. Yine, İran-İsrail çatışmasının büyümesi durumunda, bölgedeki enerji altyapılarının zarar görmesi ya da Hürmüz Boğazı’nın tehlikeye girmesi, Türkiye gibi enerji ithalatçısı ülkeler için doğrudan ekonomik tehdit anlamına gelir. Aynı şekilde, İran gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması projesi veya İsrail gazının Türkiye’ye yönlendirilmesi gibi enerji projelerinin de bu gerilimden etkilenmesi kaçınılmazdır.. Öte yandan, çatışmaların yıkıcı boyutlara ulaşmadığı ve diplomasi kapılarının tamamen kapanmadığı bir senaryoda Türkiye, bölgesel arabulucu rolünü yeniden üstlenmeye çalışabilir. Özellikle Batı'nın İran’la doğrudan müzakere yürütemediği bir vetirede, Türkiye gibi çift yönlü kanallara sahip ülkeler ön plana çıkacaktır (Rusya - Ukrayna savaşında olduğu gibi). Ancak bu tür bir rol üstlenmek için ülkemizin evvela kendi "iç siyasal tutarlılığını" ve "diplomatik güvenilirliğini" yeniden tahkim etmesi gerekecektir. 7. Soğuk Savaş mı, Sıcak Çatışmanın Eşiği mi? İsrail ile İran arasında yaşanan bu uzun soluklu gerilim, klasik anlamda bir savaş değil; yeni tip bir düşmanlık formunun örneğidir. Siber alanda, istihbarat düzeyinde ve vekil aktörler üzerinden yürütülen bu mücadele; zaman zaman konvansiyonel araçlarla alevlenmekte, ancak hiçbir zaman iki tarafın da topyekûn savaşa girmesini sağlayacak düzeyde bir kırılmaya evrilmemektedir. Bu durum, tarafların nükleer caydırıcılığa dayalı bir denge içinde kalmaya çalıştıklarını, ancak bu dengeyi korumanın giderek daha maliyetli ve kırılgan hâle geldiğini ortaya koymaktadır. Bugün itibarıyla yaşanan kriz, bir tür “modern Soğuk Savaş” niteliği taşımaktadır. İki ülkenin doğrudan çatışmaktan kaçınarak vekil unsurları sahaya sürmesi, nükleer kartların masaya konulması ama oynanmaması, üçüncü ülkeler üzerindeki istikrarsızlaştırıcı etkiler, tıpkı ABD ile SSCB arasında 20. yüzyılda yaşanan kutuplaşmayı hatırlatmaktadır. Ancak bu seferki fark, mücadele alanının yalnızca askeri değil; dijital, diplomatik, ekonomik ve psikolojik düzeyleri de kapsayan çok katmanlı bir çatışma yapısında tezahür etmesidir. Öte yandan, bu çatışmanın sıcak savaşa dönüşmesini engelleyen unsurlar da giderek zayıflamaktadır. Diplomatik kanallar tıkanmış, uluslararası arabuluculuk mekanizmaları etkisizleşmiş ve her iki taraf da kendi kamuoyuna karşı “geri adım atmama” pozisyonunu sabitlemiştir. Bu da, bir kıvılcımın çok daha büyük bir yangına neden olabileceği bir barut fıçısı ortamını ortaya çıkarmaktadır. Bu bağlamda, İsrail-İran çatışması yalnızca iki devletin hesaplaşması değil; Ortadoğu’nun geleceğini ve küresel dengeleri belirleyecek bir mihenk taşıdır. Nükleer silahların gölgesinde, vekalet savaşlarının karmaşasında ve jeopolitik hesapların keskinliğinde yürütülen bu mücadele, belki de “21. yüzyıl savaşının” prototipini sunmaktadır: Devlet dışı aktörlerin, siber sabotajların, psikolojik harekâtların ve yapay zekâ destekli silah sistemlerinin şekillendirdiği savaşsız bir savaş. Şimdiye dek gerilimi "idare etmekle" yetinen "dünya", artık bu krizi barışçıl bir çerçevede "dönüştürmek" zorundadır. Aksi takdirde, Ortadoğu'nun kalbinde başlayacak bir yangın, yalnızca bölgesel değil; küresel bir yıkımın fitilini ateşleyecektir.
- Katolik (Roma - Latin) - Ortodoks (Doğu - Yunan) Kiliseleri'nin Ayrımı
"İnanç, yaşamın gücüdür. Bir bilim değil, bir eylemdir inanç ve ancak "yaşanırsa" bir anlam taşır." Lev Tolstoy İnan(mak) fiili köken itibariyle eski Türkçe'deki inan kelimesinden evrilmiştir. Kelimeyi etimolojik olarak incelediğimizde Moğolca'daki muadilinin Ünen olduğunu görürüz. Ünen, "gerçeklik, doğruluk, hakikat" anlamlarına gelmektedir. İnanç; insanın içgüdüsel olarak, bilinç sahibi olmaya başladığı zaman aralığıyla beraber, çevresel faktörlerin ve kişisel gelişiminin niteliğinin de etkisiyle ortaya çıkan, evrensel değer yargılarına subjektif bir nokta-ı nazar ile yaklaşımı sonucu hasıl olan bir kavramdır. Kişiye özgü hüviyetiyle bir vicdan meselesidir inanç ve binaenaleyh münferittir. Lakin insan, doğası itibariyle yalnız yaşamaya uygun niteliklere sahip değildir ve "hayatta kalma içgüdüsü" (bkz: survival of the fittest) doğrultusunda "bir arada yaşamayı" tercih eder. Ahvalin bu şekilde hasıl olması beraberinde "yerleşik hayat" , "özel mülkiyet" ve "sınıf ayrımı" gibi olguları da beraberinde getirir. Bütün bu nümayişin bir sonucu olarak "güvenlik" durumu ortaya çıkar ve güvenliğin sağlanması adına elzem olan "düzen", "ihtiyaç listesinin" ilk sırasına yazılır. Machiavelli'ye göre basit halk kitlelerini manipüle etmek adına kullanılabilecek belki de "yegane" araç, korkudur. Bu önerme üzerinden hareket ettiğimizde güvenlik ve düzen gibi temel olarak nitelendirebileceğimiz toplum ihtiyaçlarının tabanında yatan gerekçenin de "korku" olduğunu rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Velhasıl tümevarım metodolojisi ile ilerlediğimizde bütün bu bilgilerin ışığında "ilk insan topluluklarının da" emniyetin sağlanması adına din kavramının nasıl ortaya çıktığını idrak edebilmekteyiz. Sümerler'den başlayarak modern toplumlara kadar, yazılı kayıtlarına ulaşabildiğimiz hemen hemen bütün medeniyetlerde toplumu yöneten kişi veya kurumların, şu veya bu şekilde, uhrevi bir hüviyeti veyahut misyonu söz konusudur. Yani basitçe ifade etmemiz gerekirse devlet ile din bir bütünün ayrılmaz iki parçasıdır. İkisi de insana ve onun oluşturduğu topluma "güven, refah ve düzen" vaat eder. ancak yukarıda da belirttiğimiz üzere modern toplumların ortaya çıkması ile yani "bilginin tabana, basit halk kitlelerine yayılması ve bilgiye ulaşmanın hızlanması, kolaylaşması" ile beraber sekülerizm düşüncesi yadsınamaz bir gerçek olarak bireyden başlayarak toplumlardan genel bir kabul görmeye başlar ve günümüzde demokrasi ile yönetilen tüm toplumların idaresinde temel ilke olarak yerini alır. Bu kısa özetin akabinde, gelelim asıl konumuza, yani İsa'nın Kilisesi'nin 11. yüzyılda nasıl ikiye ayrıldığına. Mevzubahis ayrıma geçmeden önce Schisma'nın vuku bulmasının sebeplerini iyi analiz ve idrak etmemiz gerekir. Evvela kilise'nin Yunan ve Latin olarak ikiye ayrılmasının temelinde ırksal bir "düşmanlık" yatar. Ortodoksluğun teolojisinin kökleri "Yunan felsefesine" dayanırken, Katolikliğin kökleri "Roma hukukuna" dayanmaktadır. Yunan kilisesi parlak bir çeşitliliğe, Latin kilisesi ise merkezileşmeye ve birliğe meyillidir. Yunan kilisesi, her biri kendi piskoposluk bölgesinin başı olan patrikler tarafından yönetilen bir grup kilise devletinden, hiyerarşilerden ve poliarşilerden oluşurken; Roma kilisesi tek bir merkezden tabiri caizse keyfi ve diplomatik olarak idare edilen bir monarşidir. Bir takımada ile bir kıta arasındaki farka denktir bu ve Antik Yunan ile Roma arasındaki fark da tam olarak böyledir. Birinde yani Roma'da muazzam bir büyüme, istikrar ve kalıcılık ilkesi söz konusu iken, diğeri için aynı şeyleri söyleyemeyiz. Binaenaleyh "ırksallık", birbirinden tümüyle farklı iki kilise sisteminin hasıl olmasına sebep vermiştir. Bu ayrımın akabinde ise dogmatik farklılıklar gelir. Roma, doğudaki kiliseyi bölücü, Bizans ise batıdakini heretik, dine aykırı olarak kabul etmiştir. Böylelikle iki taraf da birbirlerinin yöntemlerini onaylamamakla kalmayıp aynı zamanda farklı inanç hüviyetlerine bürünmüş olur. Latin kilisesi, 451'deki Kadıköy Konsili'nden sonra "Petrus'un Papa Leo'nun ağzında iradesini bildirdiğini" ileri sürmüştür. Bu söylemin akabinde Doğu Kilisesi'nin Batı Kilisesi'nden ( Katolik (Roma - Latin) / Ortodoks (Doğu - Yunan) Kiliseleri'nin) ayrılması gerektiğine yönelik doğu kanadında düşünceler hasıl olmuş, papalığın Batı'daki etkisi ise gittikçe artmıştır; nihayetinde Doğu, Mihail Kirularios'un ortaya attığı mezhep ayrılığı (1054) fikri ile beraber papalığın yargılama yetkisini tanımaz hale gelmiştir. En nihayetinde Hristiyan aleminin bu iki gövdesini "sonsuza dek" ayıran yalnızca bir kelime olmuştur. O aşılmaz uçurumu, filioque kelimesi yaratmıştır. Latinler, Kutsal Ruh'un Baba'dan ve Oğul'dan geldiğini, Yunanlar ise sadece Baba'dan geldiğini savunur. Bu ahval, Üçlü birlik ilkesini oluşturan "üç üyenin" ilişkileri ve nitelikleriyle alakalı günümüze kadar süre gelen, sonu gelmez bir tartışma yaratmıştır. Bu çözülmez sorun hem Yunan hem de Katolik Kilisesi'nin kendi içinde bile sayısız mezhebin ve inanç tonlarının ortaya çıkmasına sebebiyet verecektir. Haddizatında bu hristolojik tartışmalar zaman zaman Hristiyan aleminin iki kanadında da pek çok insanın hayatını kaybetmesine de neden olacaktır. Söz konusu teolojik sorun elbette sıradan bir kavrayış için fazla inceliklidir ve her iki taraftan da insanlar, yukarıda da belirttiğimiz gibi, anlamadıkları Konsillerin kararları için ölmeye hazırdırlar ama aslında sorunun kökeninde iki taraf arasındaki siyasi kıskançlık yatmaktadır: Bizans, batıdaki siyasi yargı yetkisinin elinden alınmasından dolayı öfkelenmektedir ve Romalı piskoposların aşırı iddiaları karşısında çileden çıkmaktadır; Roma ise Doğu Kilisesi'ni kendi otoritesine ve önderliğine boyun eğmeye ikna ya da mecbur etmek için fırsat kollamaktadır. Hulasa 1054 yılına gelindiğinde iki kilise, yüzyıllardır süren tartışmaların ve hayhuyun sonucunda kesin olarak ayrılır. bu tarihten itibaren Ortodoks ve Katolik kiliseleri ayrı bir şekilde örgütlenmeye başlar ve ilişkileri gün geçtikçe daha da kötüleşir. Ortodoks kilisesi kabaca batıda Tuna Nehri ve Sırbistan'dan, doğuda da Fırat nehri, Kapadokya ve Ermenistan'a ve Güney doğuda Suriye'ye kadar; Katolik kilisesi ise Adriyatik sahili ve Tuna Nehri’nin batısı ve genel olarak Batı Akdeniz ve Batı Avrupa'ya uzanan bir coğrafi etkinliğe sahiptir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Jean Paul Roux'dan Dinlerin Çarpışması, Karen Armstrong'dan İncil ve yine Karen Armstrong'dan Tanrı'nın Tarihi adlı eserleri tavsiye ederim.
- Akad İmparatorluğu: Mezopotamya'da Siyasi Birliğin Kuruluşu
Akad hanedanının iktidara gelmesiyle (MÖ 2335 - 2154), Ön Hanedanlar döneminin tümünü niteleyen şehir devleti boyutunun aşıldığına ve tarihte ilk imparatorluk olarak bilinen devre geçildiğine tanık oluruz. Ancak bu faslın incelenmesini zorlaştıran faktör, başkent Akad'ın yerinin henüz belirlenmemiş olmasıdır. Dolayısıyla bu konuda güneyde Nippur, Adab, Umma ve Girsu; doğuda Diyala nehrinin vadisinde Tutub ve Eşnunna (bkz: Tell Asmar); daha kuzeyde ise Gasur (bkz: Yorgan Tepe), Yukarı Habur'un kıyısında Tell Brak ve Tell Mozan, Elam Konfederasyonunda Susa gibi merkezlerde ele geçen belgelere dayanan ve çevresel olarak niteleyebileceğimiz bir nokta-i nazar ile yetinmek durumunda kalırız. Yine, bu döneme ait kral yazılarının da sayısı çok azdır; çünkü ekseriyeti Sargon krallarının, kraliyetin tanrı Enlil tarafından meşru olarak bahşedildiği dini merkez Nippur'daki Ekur'a adadığı, günümüze ulaşmamış heykellerin ve başka adaklık objelerin üzerine oyulmuştur. Bu yazıtlardan geriye neyse ki ağırlıklı olarak Eski Babil döneminde (MÖ 19 - 17. yüzyıllar) Nippur katipleri tarafından kil tabletler üzerine sabırla işlenmiş kopyaları kalmıştır. Tarihi bilgiler edinme açısından güvenilir olmayan, ancak kraliyet propagandası açısından kıymeti harbiyesi pek bir ehemmiyet teşkil eden Akad krallarının efsaneleri; birkaç yüzyıl sonrasına ait, mezkur hanedanın hükümdarları hakkında anekdotlar içeren edebi metinlerdir. Bu efsaneler arasında hanedanın kurucusu hüviyetindeki Sargon'un (MÖ 2335 - 2279) Anadolu'daki bir seferinden ilham alınan "Savaş Kralı" öne çıkar. Mevzubahis eser Assur ve Ninova kaynaklı kopyalarının yanı sıra, Mısır'da firavun Akhenaton'un (MÖ 1353 - 1335) başkenti El Amarna'da bulunan tabletler ve Hitit dilindeki bir kopyası sayesinde tanınır. Hanedan ile ilgili gelişen ve yorumlanması zor olan sözde "tarihi kehanetler" konusunda da benzer şüpheler söz konusudur; kurban edilmiş hayvanların iç organlarının yorumlanmasına dayanarak öngörüde bulunmaya çalışan bu metinler, Akad krallarının saray entrikaları ve bazı savaşları konusunda bilgiler içerir. Bereketli Hilal'in dört bir tarafındaki yerel memurlar tarafından yazılmış tarihi açıdan güvenilir olan mektuplar ise örneğin; Zagros Dağlarında yaşayan ve bilahare imparatorluğun çöküşüne katkıda bulunacak olan Guti halkı hakkında ilginç bilgilere sahiptir. Sargon ile halefleri sayesinde Mezopotamya'nın tamamı ilk defa bir Sami hanedanının hakimiyeti altına girer ve bölgede, adını başkentten alan ilk Akad dili konuşulmaya başlanır. Akadca, MÖ 2. ve 1. binyıllarda Arapçanın ve İbranicenin uzak akrabaları olan Babil ve Assur dillerinin de türeyeceği temel diyalekti teşkil etmektedir. Ön Hanedanlar döneminin tamamı boyunca bilhassa Orta ve Kuzey Babil'de Sami soyundan halkların var olduğu kanıtlanmıştır. Özellikle Babil'in güneyinde konuşulan Sümer dili MÖ 3. binyıldan itibaren kaybolmaya başlayacak ancak orta çağda Latincenin rolüne benzer şekilde Mezopotamya tarihinin tamamı boyunca kült ve kültür dili olarak varlığını sürdürecektir. Akad hanedanının kendini kabul ettirdiği bir buçuk yüzyıl, toplamda, hem ikonografik temsiller, hem idare, hem de kraliyet ideolojisi açısından "gelenekle kopuş dönemi" olarak da nitelendirilmektedir. Akad İmparatorluğu'nun gücünün ardında askeri üstünlüğünün yattığına şüphe yoktur ve söz konusu faikiyeti yaratan (doğrudan kralın hizmetinde çalışan ve ok - yay ile savaş baltası kullanımında uzman olan askerlerden müteşekkil profesyonel bir ordu) ise Sargon 'dan başkası değildir. Sargon'un zaferleri, onuruna işlenen bir yazıtta şöyle ifade edilmektedir: "Sargon, kral: Enlil ona rakip vermedi, 5400 erkek her gün ekmeğini onun önünde yer". Bu insanların imparatorun, hiyerarşik olarak düzenlenmiş sayısız taburdan oluşan ordusunun çekirdeğini teşkil ettiği sanılmaktadır. Mezkur maaşlı birliklerin, Ön Hanedanlar devrinin Lagaş kralı Eannatum 'a ait Akbabalar Steli 'nde görüldüğü üzere kalkanlı ve uzun mızraklı çiftçilerden oluşan Sümer Falanksı na karşı fazla zorlanmadığı aşikardır. Keza Sargon'un kral yazıtlarında daima askeri fetihler vurgulanır ve Mezopotamya krallarının karakteristik faaliyetlerinden olan tapınak veya kanal inşasına çok az yer verilir. Orduyu oluşturan profesyonel askerlere kısmen yenilgiye uğratılan halkların elinden alınan, kısmen de, hanedanın ikinci kralı Maniştuşu 'nun günümüzde Louvre Müzesi 'nde bulunan dikilitaşında da görebileceğimiz üzere, piyasa fiyatına alınan araziler verilmiştir. Söz konusu yazıtta Orta Babil'de kral tarafından bir dizi büyük aileden satın alınmış, toplam 3.500 hektarlık çeşitli arazilerden söz edilmektedir. Bu sistem bazı açılardan, kral ile ordu arasındaki ilişkinin güçlendirilmesini amaçlayan feodal vassal sistemini andırır. Tahta çıkışı konusunda kesin bilgilere sahip olmamak ile beraber hem daha geç dönemlere ait efsanelere hem de Sümer Kraliyet Listesi 'ne göre Sargon, Kiş kralı Uzbaba 'nın sarayında saki iken tahtı ele geçirmeyi başarmıştır. Çağdaş yazıtlara göre mevzubahis kentin yeniden iskan edilmesinin akabinde (Sargon'un torunu Naram-Sin döneminde) Akadlara karşı bir konfederasyona katılması ise ihanet eylemi olarak kabul edilmiş ve şehir şiddetli bir biçimde cezalandırılmıştır. Akad İmparatorluğu'nun yükselme döneminde bir başka kadim Sümer şehri olan Adab da, muhtemelen tabi olduğu Uruk kralı Lugalzagesi 'ye karşı çıkabilmek amacıyla Sargon 'u destekler görünmüştür. Askeri girişimler önce Babil'in güneyini hedef almış ve Sargon'un yenilgiye uğrattığı Lugalzagesi, zincirlenerek Enlil'in Nippur'daki tapınağının önünde sergilenmiştir. Ardından Sargon, Gılgamış adlı epik şiirde de bahsedildiği üzere Uruk şehrinin gurur kaynaklarından biri olan kent surlarını yok etmiş ve devamında Ur , Lagaş , Umma gibi şehirler de Sargon'un gazabından kurtulamayarak Uruk ile benzer bir kaderi paylaşmışlardır. Tüm bu fetihlerinin ardından Sargon, sembolik bir hareket ile "kanla kirlenmiş ellerini" denizde (bkz: Basra Körfezi ) yıkadığını ilan etmiştir. Son olarak ise yerel kralların yerine güvendiği valiler atayacaktır. Daha önce eşi benzeri görülmemiş bu davranış bir yandan Akad krallarının gücünü gösterirken, diğer yandan da güç uygulamadan bölgenin kontrol altında tutulmasının imkansızlığına işaret etmektedir. Bu gelişmelerin akabinde Sargon, Fırat Nehri 'ni takip ederek Suriye 'de Mari 'ye kadar çıkacak ve ardından Ebla 'ya, Lübnan 'ın sedir ormanlarına ve Toros 'un gümüş renkli dağlarına ulaşacaktır. Bu sayede yeni doğmakta olan imparatorluğun ihtiyaç duyduğu kaynakları sağlayacak tüm stratejik ticari rotaları kontrol altına alınmıştır. MÖ 3. binyılda Babil'in en önemli istikrarsızlık unsurlarından biri olan Elam Konfederasyonu 'na karşı da muhtelif zaferler elde eden Sargon'un haleflerinin görevi, Akadların kontrolü altındaki toprakları muhafaza etmek ve dahi genişletmek olacaktır. Sargon'un oğulları Maniştuşu ve Rimuş hem güneydeki şehirlerde, hem de Elam Konfederasyonu 'ndan aldıkları yerlerde sürekli olarak isyanlar ile karşı karşıya kalacaklar ve mezkur alanları daha iyi kontrol edebilmek adına bölgede askeri üsler oluşturacaklardır. Burada gerçekleşen ve tarihte "Büyük İsyan" olarak bilinen en önemli olay, Maniştuşu'nun oğlu Naram-Sin'in iktidarının ikinci yarısında gerçekleşir. Babil'in belli başlı tüm merkezleri, Akad hakimiyetinden kurtulmak adına Kiş ve Uruk'un liderliğinde iki müttefik grubu oluşturmuş ancak bir yıl içerisinde gerçekleşen 9 askeri harekatın sonucunda Naram-Sin önderliğindeki Akadlar, isyancıların tüm liderlerini esir alarak ayaklanmalara son vermiştir. Elde edilen zaferlerin ardından Akad halkı, Sümer - Akad tanrılarına danıştıktan sonra Naram - Sin'i tanrı ilan etmiş ve onun onuruna Akad'da bir tapınak inşa etmiştir. Kuzeye yapılan seferler ile birlikte Akadların hakimiyeti Ebla'ya kadar uzanmış ve yazıtlara göre Naram Sin Nagar'da kendisine bir saray inşa ettirmiştir. Bu gelişme aynı zamanda Akadların, bulundukları coğrafyadaki uzun soluklu askeri hakimiyetine tanıklık etmektedir. Naram-Sin, silahlarının ulaşamadığı yerlerde evliliğe dayalı ittifak politikaları uygulamış ve kızı Taram-Agade 'yi, Toros dağları boyunca ve ötesine uzanan Hurri Krallığı 'nın başkenti Urkeş 'in hükümdarına gelin olarak vermiştir. Ayrıca İran yaylasında yer alan Markhaşi Krallığı 'nın bir prensesinin Naram-Sin'in oğlu Şarkali-Şarri 'yle evlendiği ve ortak düşmanlara karşı beraber hareket etme konusunda adı belli olmayan bir Elam kralıyla ittifak antlaşması yapıldığı da yine bilinenler arasındadır. Bu dönemde Akad İmparatorluğu'nun sınırları "Aşağı denizden (bkz: Basra Körfezi ) yukarı denize (bkz: Akdeniz ) dek" uzanmaktadır. Ancak bölge hiçbir vakit tamamıyla barış içerisinde olmayacak ve nitekim Şar-kalli-şarri döneminin ilk yarısında çöküş emareleri kendini göstermeye başlayacaktır. Ahvalin bu şekilde hasıl olmasında hem istikrarsız iç politika, hem barbar halkların saldırıları hem de Umma ile Adab başta olmak üzere güneydeki bazı şehirlerin Akadların sosyal dokusuna nüfuz etmeleri başlıca rol oynamıştır. İmparatorluğun sonlarında yaşanan anarşi döneminde ise Sümer Kraliyet Listesi'nde belirtilen "Kim kraldı ? Kim değildi ?" cümlesi durumu özetler niteliktedir. Nihayetinde Akad imparatorluğu gittikçe küçülecek ve ülkeyi 40 yıl daha yönetecek olan Dudu (MÖ 2189 - 2169) ile Şu-Taral (MÖ 2168 - 2154) gibi son kralların döneminde yeniden, başladığı noktada olduğu gibi, eyalet boyutunda bir merkez olacaktır. Sargon ile torunu Naram-Sin'in başarıları, Mezopotamya'da kraliyetin ifade edilme biçimleri üzerinde uzun bir süre boyunca etkili olmuş ve onlardan sonra gelen hükümdarlar açısından bir referans noktası teşkil etmiştir. Kraliyet propagandası Akad İmparatorluğu döneminde büyük ilerlemeler kaydetmiş ve beynelmilel imparatorlukları gerekçelendiren ideolojik araçlar yine, bu zaman zarfı içerisinde inşa edilmiştir. Sargon, kadim Ön Hanedanlar dönemi Kiş şehri kralı unvanını Akad kültürü içerisinde yeniden yorumlamış ve kendini Sar Kissatim yani "Bütünün Kralı" ilan etmiştir. Bunun yanı sıra Lugalzagesi'yi yenilgiye uğratmasının akabinde sıfatlarının arasına Uruk şehrinin koruyucu tanrısı olan An 'ın rahibi titrini de ekleyen Sargon son olarak, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, çocuklarının evlilikleri yoluyla kurduğu ittifaklar sayesinde hanedanını İnanna / İştar ve Ay tanrısı Nanna / Sin ile ilişkilendirmiştir. Bütün bu gelişmeler, Akad krallarının sayısız yazıt bıraktığı Nippur 'daki tanrı Enlil 'in meşru hakimiyet beyanlarıyla bir arada ele alındığında Akadların Sümerlerin elindeki güneyde egemenliklerini kabul ettirme amacı taşıdığı açıkça görülmektedir. Asıl ideolojik kırılma ise Naram-Sin'in kendisine "(dünyanın) dört bir tarafının kralı" unvanını uygun görmesiyle ve "Büyük İsyan"da kazandığı zafer sonrasında adının başına, daha önce Mezopotamya'da eşi benzeri görülmemiş bir şekilde, tanrısal adlara özgü belgili tanımlık getirmesiyle gerçekleşir. Naram-Sin ikonografik düzeyde kendini, adını ondan alan ünlü stelinde devasa boyutta ve başında tanrılara özgü boynuzlu bir başlık ile tasvir ettirmiş, bu arada tanrılar da kişiselleştirilmiş yıldız sembolleri ne indirgenmiştir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Leoard W. King'ten Sümer ve Akad tarihi, Jean Bottero ile Samuel Noah Kramer'dan Mezopotamya Mitolojisi ve Umberto Eco'dan Antik Yakın Doğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Bir Uygarlığın Doğuşu: Mısır'ın Coğrafi, Kültürel ve Politik Temelleri
Mısır Devleti'nin doğuşuyla sonuçlanan sürecin günümüzde yeniden kurgulanması, birbiriyle bağlantılı fakat mahiyetleri ve amaçları bakımından farklı iki unsuru temel alır: Bize tarihe olaylar konusunda karmaşık ve çok ayrıntılı bir tablo sunan arkeolojik bulgular ile kültürel ve siyasi bir gerçek olarak oluşum anının o dönemki algısı. Toprağa dayalı üniter bir devletin teşekkülü ve onunla özdeşleşen lider figürünün (bkz: firavun) doğuşuyla sonuçlanan aşamalar bu şekilde belirlenebilir. Aynı zamanda Mısır kültürü tarafından devletin ve iktidarın anlamı açısından ele alınabilecek olan kuruluş öğeleri de tespit edilebilir. Coğrafi Uzam Firavun kültürü, Nil Nehri' nin aşağı çığırının geçtiği ve yıllık taşkınlarıyla peyzajın fiziksel özelliklerini belirlediği bölgede gelişir. Genişliği değişken ve sulak olan nahiye, bereketli bir kuşakta yer alır. Mezkur nehrin düzeni, aynı zamanda ülkenin tarımsal karakterini de belirler ve ekonomi biteviye topraktan faydalanabilmeye bağlıdır. Bölgenin nüfusu ise irili ufaklı ve daima sulak bir alan yakınlarında bulunan yerleşimler halinde düzenlenmiş; vahalar ve çöl bölgeleri de yine, muhtelif yarı göçebe gruplara ev sahipliği yapmıştır. Kara ülke ismiyle de anılagelmekte olan Mısır, coğrafi olarak Akdeniz 'den Elephantine ' ye (Nil Nehri' nin ilk çağlayanı) kadar uzanan bölgeye tekabül etmektedir ve doğal sınır olarak kabul edebileceğimiz noktalar, Libya Dağları ile Batı Arabistan 'ın çöl nitelikli uzantılarıdır. 3000 yıldan fazla bir zaman zarfı boyunca "Devletin Kalbi" hüviyetinde olan Yukarı ve Aşağı Mısır 'ın merkezi ise günümüzde Kahire yakınlarında bulunan Memphis Bölgesi' dir. Başlangıç Mısır'daki ilk yerleşimlere dair buluntular bize belli bölgelere özgü kültürel modellerden oluşan grupların teşkil ettiği heterojen bir tablo sunar. Mevzubahis topluluklar MÖ 4. binyıl boyunca, genelde aralarında ihtilaf olan bölgesel siyasi birimler şeklinde bir araya gelmişler ve bu birimlerden bazılarının kültürleri, diğerleri üzerinde hakimiyet kurarak kendi modellerini sınırlarının ötesine taşımışlardır. Bilhassa Nakada kültürü (adını Yukarı Mısır'daki merkezinden alır) zaman içerisinde ilk hudutlarını aşmış ve devletin oluşun sürecini kayda değer bir biçimde hızlandırmıştır. Nakada kültürünün biçimsel özellikleri bazen ilkel düzeyde de olsa, tarihsel çağların firavun kültürünün anlamsal unsurlarının varlığına açıkça işaret eder; bunların arasında Serekh (kraliyet yapılarına özgü, nişli ve alçak kabartma şeklinde sütunlu mimari / dekoratif motif) ve Akrep Kral ın topuz başı gibi maruf semboller bilhassa dikkat çekmektedir. Firavun ile özdeşleştirilmiş olan şahin tanrısı Horus ' un sözlü adı olan Serekh ikonunun önemi, kralın uhrevi niteliğinde kendini gösterir. İhtilafların görece ortadan kalkmasıyla birlikte Aşağı ve Yukarı Mısır'ın fiili olarak birleşmesi, geleneksel anlatıda 1. Hanedan ın başlangıcına ve iktidarın merkezi hüviyetindeki Memphis ' in kuruluşuna tekabül etmektedir. Yine, Mısır geleneğine göre hanedanın kurucusu olan Meni (Yunanca Menes), aynı zamanda kraliyetler ailelerinin ilk şehri Tjenu ' yu kuran Thinis Klanı' nın ilk firavunu Aha ile aynı kişidir. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere Nakada modelini temel alan kültürel birleşmeye, toplumun giderek daha da belirginleşen hiyerarşileşme süreci eşlik eder. Bu vetirenin sonucunda ise seçkin olarak tabir ettiğimiz sınıf ortaya çıkacaktır. Dönemin ikonografisindeki en anlamlı sahneler, kutsal niteliğe sahip güçlü bir lider figürü etrafında toplanan hakim grupların ayırt edici unsurlarını yansıtır. Mısır toplumunun lideri, insanlar ile tanrılar arasındaki arayüzün ve kendisi de bir tanrı olan tarihsel çağın firavun imgesinin öncülüdür. Yazı nın devlet yönetiminde oynadığı önemli rol de bu sürecin başarısına belirleyici bir katkıda bulunur. Yazının ilkel modeli olarak kabul edilebilecek (ve hiyeroglif lerde var olmaya devam edecek) ikon temelli bir işaretleme sistemi bu alandaki ilk girişimlerin nüvesini oluşturur. Thinis Dönemi (1. ve 2. Hanedanlar: MÖ 3000 - 2650) Bazı kral adlarının tanıklığı ettiği gibi ( Aha : Savaşçı, Djer : Kaçıran, Den : Öfkeli) zaman zaman oldukça saldırgan bir özellik sergileyen bu dönem Mısır'ın toprağa dayalı devletinin gelişimi açısından temel bir geçiş niteliğindedir. Aynı şekilde, dönemin yıllıklarından elde edilen verilerin ışığında düzenli bir devletin söz konusu olduğunu ve liderin, tanrıların onayı ile meşruluk kazanan bir "birleşme" sürecini temsil ettiğini görürüz. Mezkur vetire, tarihsel çağlarda güneyin kralı Nesu ve kuzeyin kralı bit terimlerinin birleşmesinden oluşan Yukarı ve Aşağı Mısır'ın kralı şeklindeki geleneksel unvanın benimsenmesiyle birlikte doyum noktasına ulaşmış olacaktır. Aslına bakılırsa dönemin kraliyet unvanı, güneyin (bkz: Nekhbet ) ve kuzeyin (bkz: Udjo ) hanedan tanrıçalarını çağrıştıran iki hanımınki şeklindeki versiyonuyla da toprakların birliği temasını teyit etmektedir. Thinis Dönemi' nin sonuna doğru (2. Hanedan) iktidar yapısında, devletin kuruluş mitinin başrol oyuncuları olan Horus ile Seth arasında yaşanan ihtilafın bir sonucu olarak bazı değişikliklerin hasıl olduğu görülür ve bu tahavvül kralların adlarına da yansır ( Hetepsekhemui : "İki güçlü kral barıştı" veya Khasekhemui : "İki güçlü kral tahta çıktı"). Unvanlar ile açıkça gözlemleyebildiğimiz tanrılar ile kıyaslama teması, devlet modelinin ve ideolojik mekanizmaların oluşum sürecinin akılcılığını bir kez daha tespit etmek açısından faydalıdır. 3. Hanedan (MÖ 2650 - 2575) 3. hanedana geçiş ile birlikte Mısır, Thinis Hanedanı deneyiminin olgunluğa eriştiği yeni bir döneme girer. Djeser (MÖ 2630 - 2610) ile adı kral papirüsü nde kırmızı mürekkeple yazılmış olan Netjerikhet 'in iktidarları ise bu sürecin en önemli aşamalarını teşkil etmektedir. Kraliyet nekropollerinin Sakkara ' ya (Memphis Bölgesi) taşınması, yapıl malzemesi olarak taşın kullanılmaya başlanması ya da kral mezarlarının mimari odağı olarak yüksek basamaklı piramit lere geçilmesi; bu kralların devrinde yaşanan kültürel gelişimin kilometre taşlarıdır. Bilhassa Djeser yapı bütünü, ölüm sonrası kraliyete bağlantılı törenselliğe önem veren arkaik modele çok şey borçludur: Yapı içerisinde, merhum kralın tanrısal niteliğini teyit edecek alanlar yer alır ve mahremiyet esas unsurlardan birini teşkil ettiği için mezkur bölümler, erişilemeyecek yükseklikte duvarlar ile çevrilidir. Nitekim taştan olması hasebiyle bir anlamda ebedi olan bu yapılar bir tür tiyatro sahnesini andırmaktadır ve kralın ruhu burada taç giyme ile statüsünü teyit etme ritüellerini "sonsuza kadar" tekrarlar (Mevzubahis ritüeller bütünü, kraliyet jübilesi olarak da bilinir ve Mısır dilindeki karşılığı Heb-sed 'dir). Binaenaleyh amacı, hükümdarın kral ve tanrı boyutunu ebedi kılmak olan bir dizi törensel yapı üniter bir sistemde bir araya gelmiş olur. Memphis Dönemi (4. , 5. ve 6. Hanedanlar: MÖ 2575 - 2150) 4. Hanedan (MÖ 2575 - 2465) ile birlikte Mısır, eski krallık olarak da tanımlayabileceğimiz tarihsel safhaya tam anlamıyla girmiş olur. Biçimsel açıdan "düzgün piramidin" kabul görmesi ve devletin siyasi yapısı ile kültürel gelişiminin giderek Memphis modeline uyarlanmasıyla beraber süreç tamamlanır. Nitekim 4. Hanedanın ilk kralı olan Snofru ' nun başlattığı kapsamlı mimari program ( Medium 'da 1, Dahşur 'da 2 olmak üzere 3 piramit inşa ettirmiştir), Mısır'ın tamamını liderinin tanrısal doğasıyla bağlantılı hale getirir. Bu eğilimin daha sağlam temelleri oturması ve kök salması adına hiçbir masraftan kaçınmayan Snofru' nun halefleri de Memphis' in büyük nekropolünün kuzey kısmında yani Gize ' de, daha evvel eşi benzeri görülmemiş nitelikte anıtsal yapılar inşa ettirerek niyetlerini fiiliyata dökmüş olurlar. Mezkur alanın tamamına hakim olan Kheops (MÖ 2550 - 2530), Khefren (MÖ 2520 - 2495) ve Mykerinos (MÖ 2490 - 2479) piramitleri hem anıtsallığın, hem de kralının çevresinde toplanan bir toplumun kendini tasvir becerisinin en olağanüstü örneklerini oluşturmuşlardır. Giderek gelişen devlet modeli, piramitlerin inşası için kurulan şantiyelerin başarıya ulaşması adına ideal şartları oluşturur. Kısa bir zaman zarfı içerisinde mükemmelleştirilen teknik ustalık düzeyi katı bir uygulama sürecini temel alır ve uzman ustalara, ülkenin sakinlerinden oluşan daha kapsamlı bir iş gücü eşlik eder. Velhasıl halk, Nil Nehri' nin yükselmesiyle yani tarımsal faaliyetlerin sona erdiği zaman aralığı ile çakışacak şekilde "zorunlu" olarak piramitlerin inşaatında çalışmak durumunda bırakılır. 5. ve 6. Hanedanlar (MÖ 2460 - 2150), 4. Hanedan döneminde uygulanmaya başlanan "Memphis Devlet Modeli" nin olgunluk evresini teşkil ederler. Bu devirde bölgesel kontrol dengelerinin giderek yer değiştirdiği ve eyaletlerin servetin yönetimi ile idaresine daha kararlı bir şekilde iştirak ettiği görülür. Bu geçiş dönemine eyalet nekropollerinin gelişimi eşlik eder; yerel beylerin yaptırdığı mezarlar, bölge ile ilişkilerinin ölümden sonra da devam ettiğinin en önemli kanıtı hüviyetindedir. Ancak bu durum merkezi iktidarın zayıflamasından ziyade yeniden yorumlanması anlamına gelir. Bu olgunun çeşitli belirtileri arasında; 5. Hanedan döneminde kraliyetin Heliopolis ' in güneş doktriniyle ilişkilerinin güçlenmesi, kraliyet unvanının firavunun güneş tanrısının oğlu olduğunu gösteren adını temel alması ve işlevleri kraliyetin güneş kozmogonisi modeliyle bağlantılı kült biçimleri bağlamında tanımlanan, güneş tapınağı olarak adlandırılan kutsal yapılar vardır. Firavun makamının tanrısal boyutunun en olağanüstü ilan ediliş biçimi ise 5. Hanedanın sonlarından itibaren Sakkara ' daki Unis Piramidi gibi kraliyet mezar yapılarında ortaya çıkan ve konumlarından mütevellit piramit metinleri olarak adlandırılan mezar formülleri dir; kadim zamanlara tarihlenen ve heterojen bir nitelik gösteren (genellikle ritüel ağırlıklı) bu malzemenin amacı, kralın tamamıyla tanrılaşmaya kadar geçirdiği yeniden doğuş safhalarını belirtmektir. Binaenaleyh eski krallığın olgunluk döneminde Mısır'ın kültürel ve siyasi modelinin oluşum sürecinin çok ilerlediği açık bir şekilde ifade edilebilir. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz gibi, eyaletlerin kendi statülerinin bilincine varmasına karşın, üniter devlet artık pekişmiş bir veridir. Dönemin Kültürü Firavun devleti modelinin oluşumuyla sonuçlanan sürecin karmaşıklığı, daima eski krallığın başlıca özelliklerinden birini teşkil edecektir. Mısırlıların kendilerini bu dönemi, zaman içinde kalıcı olacak bir anlambilim açısından belirleyici bir safha olarak görmüşlerdir. Aradan yüzyıllar geçtikten sonra dahi seçkin firavun sınıflarının kadim temsilcileriyle doğrudan temasa izin veren yazının doğuşu da bu prestije katkıda bulunur. Nitekim Djeser veyahut Snofru gibi hükümdarlar uzun bir müddet boyunca şan ve şöhret sahibi olacaktır: İlki tamamıyla taştan yapılmış ve kendisine "kesme taş kullanımını başlatan" unvanını kazandıran anıt mezarıyla, ikincisi ise Dahşur ve Sina'daki piramitlerinin bölgesinde tanrılaştırılmış, adil ve tarafsız bir kral hüviyetiyle anılagelecektir. Yazının kullanımı ve sonraki dönemlerde klasik olarak somutluk kazanacak olan dilsel bir idealin tanımlanması, eski krallık kültürünün görece en önemli ifadeleridir. Eski Krallık yazı yoluyla Memphis kraliyet modelinin temsil ettiği ve bilgelik edebiyatı türünde kuramlaştırılan hiyerarşik toplumdan geriye izler bırakır. (bkz: Kagemni'nin Öğretileri ) (bkz: Herderef'in Öğretileri ) (bkz: Ptahhotep'in Öğretileri ) Konu aldıkları dönemden sonra yazıldıkları iddia edilse de, bu pseudo - epigrafik metinlerde Memphis Dönemi' ne özgü ideal devlet modeli tasvir edilir. Kralın öte dünyadaki varlığının mirası olan Piramit Metinleri ' nde ise yeniden doğduğunda güneş ile bağlantıları giderek güçlenen hükümdarın tanrısal doğası yüceltilir. Ancak aynı zamanda, kökleri devletin oluşum aşamalarına kadar ulaşan ritüel temelli unsurların da yankısı kendini hissettirmektedir. Böylelikle kralın kaderi, daha kadim dönemlere özgü törensel mekanizmanın dışına çıkar ve tanrısal olanın karmaşık statüsüne giderek daha da yaklaşır. Piramit Metinleri / Formül: 273 "Gökyüzü kararıyor, yıldızlar soluyor; kemerler (gök kubbe) titriyor, Akeru ' nun (yeryüzü tanrısı) kemikleri ürperiyor. Babalarından ve annelerinden beslenen, bir tanrı gibi güçlü görünen kral Unis 'i görünce hareketleri duruyor [...] Unis tanrıdır, yaşlıların en yaşlısıdır, kalabalıklar ona hizmet eder, kalabalıklar ona adak sunar; tanrıların babası Orion tarafından ona güçlü kral belgesi verildi ! Unis ufkun efendisi olarak taçlandırıldı ve gökyüzünde yeniden belirdi; tanrıların omurgalarını saydı, kalplerini aldı, kırmızı tacı yedi, yeşil tacı yuttu (Aşağı Mısır'ın iki tacı) [...] kalplerle ve büyüleriyle beslenmekten memnun." Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Erik Hornung'dan Mısır Tarihi, Jean Vercoutter'dan Eski Mısır, Herodot'tan Tarih ve Umberto Eco'dan Antik Yakın Doğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Zincirlerini Kıran Prometheus: Spartacus ve Roma'ya Meydan Okuyan Köle İsyanı
MÖ 1. yüzyılın ilk yarısında İspanya, Akdeniz ve Küçük Asya'da önemli savaşlarla meşgul olan Roma Cumhuriyeti bu esnada, aniden bizatihi İtalya'daki varlığına yönelik ölümcül bir tehdit ile karşılaşır. MÖ 73 yılında Güney İtalya'daki Capua şehrinde, mutfak aletleriyle silahlanan 70 civarındaki gladyatör, muhafızlarını ve eğitim okullarının (bkz: Ludus) bünyesinde bulunduğu hanenin sakinlerini öldürerek firar eder. Akabinde, gölgelerinin Napoli Körfezi'nin luxuriasının üzerine tehditkar bir biçimde çöktüğü yakındaki Vesuvius Dağı'na yönelen firariler, buradan aristokratların arazilerine saldırırlar ve karşılaştıkları köleleri özgürleştirerek, yağmadan elde ettikleri ganimeti de eşit bir şekilde paylaşırlar. Maceraları kulaktan kulağa yayılmaya başladıkça başkaları da onlara katılmaya gelir. Çıkan isyanı bastırmak üzere Roma'dan gönderilen askeri bir birliği yok ettiklerinde ise bir kıvılcım hüviyetindeki bu direniş hareketi, tüm İtalya'yı kavuracak bir yangına dönüşecektir. MÖ 2. yüzyılın sonlarına yaklaşıldığında İtalyan yarımadasındaki kölelerin sayısı, toplam nüfusun neredeyse üçte birine tekabül etmektedir. Maden ve taş ocaklarında, kamusal inşaat projelerinde, arenada, genelevlerde ve zenginlerin villalarında çalıştırılmalarının yanı sıra çok yüksek ve giderek artan miktarlarda toprağın işlenmesi için de kullanılmakta olan köleler, aynı zamanda potansiyel olarak devrimci bir sınıfın da çekirdeğini oluşturmaktadır. Zira bu insanlar ekseriyetle; birlikte yatıp kalkan, vahşi şekilde ezilip çalıştırılan, ama sık sık ailelerine, çiftliklerine ve artık kaybetmiş oldukları özgür bir yaşama ilişkin canlı hatırları olan kimselerdir. İmparatorluğun hemen hemen her köşesinden getirilmiş olmalarına rağmen pek çoğunun kökeni aslen Doğu 'ya dayanmaktadır ve orada konuşulan hakim dil olarak Yunanca , tabii bir şekilde kölelerin ortak lisanı haline gelmiştir. Yine, bu talihsiz kitleye mensup olan insanların çoğunluğu temel bir eğitime sahiptir. Mezkur öğrenimlerinin kaynağı ise özgür yaşamları esnasında ifa ettikleri işlerden ileri gelmektedir. Nitekim daha önce küçük memuriyetlerde veyahut askeriyede görev almış olan bu insanlar, tesis edecekleri siyasi ve askeri örgütlenme sayesinde birkaç uzun yıl boyunca Roma'ya kök söktüreceklerdir. Ancak her kitle hareketinde olduğu gibi köleler de daha organize bir şekilde hareket edebilmek adına bir lider e ihtiyaç duymaktadırlar ve aradıkları kişiyi; Roma'ya bağlı Trakyalı birliklerde görev alırken isyan etmesi hasebiyle özgürlüğünü kaybeden ve daha sonra bir köle olarak satılmasının ardından eğitimli bir gladyatör haline gelen Spartacus de bulurlar. MÖ 73 yılından başlayarak bir yıl içerisinde bütün İtalya isyanlar ile sarsılır. On binlerce kişi Spartacus ile birlikte Napoli Körfezi'nden Po Vadisi 'ne doğru ilerler ve üzerlerine gönderilen pek çok Roma ordusu ardı ardına ağır hezimetler alır. Roma artık Nemesis ile karşı karşıya olduğunun biraz geç de olsa farkına varmış durumdadır. Savaşlarının binlerce hatta milyonlarca kurbanını İtalya'daki arazilerde köle olarak çalışmak üzere getirmiş ve şimdi köleler, sırtlarını keskin bir öfkeyle efendilerine dönmüştür. Roma, ev ini savunmak zorundadır ... Dahası, isyanın daha da yayılma ve yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere başka yerlerdeki mücadeleler ile birleşme tehdidi de söz konusudur. Takipçilerinin Alp geçitleri ni aşıp eski yurtlarına dönme fikrinden vazgeçmesi üzerine mö 72'de yeniden güneye ilerleyen Spartacus, gemilerini ordusunu Sicilya 'ya geçirmek için kullanmak ve bir kuşak önce burada yanan köle devriminin (bkz: Birinci Köle Savaşı ) (bkz: İkinci Köle Savaşı ) ateşini yeniden canlandırmak üzere korsan lar ile anlaşma yapar. İspanya 'daki Marius çu Sertorius 'u, İtalya ve Sicilya'nın kölelerini, Doğu Akdeniz 'in korsanlarını ve Küçük Asya'nın Yunanlarını ortak bir Roma karşıtı cephede birleştirebilecek bağlar yavaş yavaş tesis edilmektedir ... Kendi evlerinde gerçekleşen köle devrimi nin şokuyla sarsılan Romalılar, imparatorluğun en zengin adamlarından biri olan Marcus Licinius Crassus 'u, (dönemin yaygın bir uygulaması olarak) Spartacus'e karşı "özel bir komutanlık" ile görevlendirirler. Zorunlu askere alma, sert eğitim ve kölelere karşı yapılan savaştan kaçan birliklerin katledilmesini de içeren (her 10 askerden birinin kendi arkadaşları tarafından sopalarla infaz edildiği (bkz: desimasyon ) ) acımasız bir disiplin ile 10 lejyon dan oluşan (50.000 asker) yeni bir ordu yaratan Crassus, Spartacus'ün ve köle ordusunun karşılaşacağı en zorlu düşman olacaktır. Keza savaş; pek çok şehri kontrol eden, resmi ambarlara, silah imalathanelerine ve sıkı bir kolektif disipline sahip olan embriyonik bir köle devletinin doğduğu Güney İtalya'da 6 ay boyunca devam eder. Ancak Crassus, bir denizden ötekine kurduğu devasa bir tahkimatla İtalya'nın topuğuna yaklaştığında Spartacus kendini geniş kalabalığın ihtiyaçlarını karşılayamaz halde bulur. MÖ 71 yılında kuzeye doğru kuşatmayı kırıp manevra savaşını sürdürse de nihayetinde sıkışıp kalır ve takipçileriyle birlikte Apulia ' daki Petelia Dağları 'na geri çekilir. Spartacus burada Crassus'un, İspanya' da Sertorius'u uzun bir mücadelenin ardından mağlup etmeyi başararak dönen Pompeius ' un ve Doğu'da Mithridates tehdidini bertaraf etmesinin ardından anavatana çağrılan Lucullus ' un komutası altında birbirlerine yaklaşan üç Roma ordusunun tehdidi altındadır. Artık Roma İmparatorluğu'nun bütün askeri gücü, gereğinden fazla uzadığını düşündükleri köle isyanını "ezmek" üzere seferber edilmiş durumdadır. Spartacus son bir hamleyle, diğer Roma orduları ona katılmadan evvel Crassus' u savaşa çekerek kuşatmayı yarmayı dener ve kişisel şan ile şöhretin her şey demek olduğu Geç Cumhuriyet Roması' nın Primus İnter Pares ' i olmak isteyen Crassus, bu teklifi geri çevirmez. Gerçekleşen muharebede, sayı ve ekipman bakımından dezavantajlı olmalarına rağmen asiler büyük bir kararlılıkla savaşır. Hatta kaçmayı reddettiğini göstermek adına sembolik bir hareket olarak Spartacus, savaşın başlangıcında atını öldürür. Çetin geçen mücadelede galip gelen taraf ise nihayetinde Roma olur. Livius ' un aktardığına göre Spartacus, Crassus' a ulaşmak için arbedede yolunu açmaya çalışırken hayatını kaybeder ancak cesedi hiçbir zaman bulunamaz. Ordusundan geriye kalanlar dağlara kadar takip edilirken Pompeius' un adamları da insan avına katılır. Savaşın ardından ise 6000 kadar tutsak, 3 yıl önce her şeyin başladığı yer olan Capua ' dan Roma' ya uzanan Appia yolu boyunca çarmıha gerilecektir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Mary Beard'den Spqr - Antik Roma Tarihi, Adrian Goldsworthy'den Roma Tarihi ve Neil Faulkner'dan Roma: Kartalların İmparatorluğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Hristiyanlığın Doğuşu ve Roma İmparatorluğu’nda Kurumsallaşması
Aslına bakılırsa Hristiyanlık, MS 50'lerde Doğu Roma İmparatorluğu'ndaki şehirlerin sinagoglarında ve halka açık oditoryumlarında vaaz veren gezgin bir mistik tarafından kurulmuştur. Helenleşmiş bir Yahudi olan bu kişi, o dönem Yunanca dünyada yaygın olan kurtarıcı ilahlarla ve ahiret yaşamıyla ilgili fikirleri (İsa Mesih isimli Yahudi bir köy kahinini merkezine alan), önce sözlü bilahare ise tedricen yazılı bir biçimde bir dizi hikaye olarak aktarmıştır. Onu tanıdığımız ismiyle Aziz Paulus, İsa'nın insan biçiminde bir tanrı olduğuna ilişkin şaşırtıcı keşfin sahibidir. Paul'a göre İsa, herhangi bir Yahudi' nin metaforik olarak betimleyebileceği gibi yalnızca "Tanrı'nın bir oğlu" değil; kelimenin gerçek manasıyla "Tanrı'nın oğlu"dur. İsa'nın görevi, Roma emperyalizmine ve Yahudi işbirlikçilerine karşı Yahudilerin ulusal mücadelesine liderlik etmek değildir. Krallığı bu dünyada olmadığından onun misyonu, ölümden sonra yeniden diriliş i ve ebedi yaşamı garanti edecek bir kurtuluş yolunda insanlığa rehberlik ederek onların dinlerini değiştirmek ve ruhlarını kurtarmaktır. Bütün bu saydıklarımıza ek olarak MS 70'te Yahudi ulusal devrimci hareketi nin yenilgisi ve yıkımı da, Paulusçu Katolik Hristiyanlığın ilerleyebilmesi adına tabiri caizse yolu temizlemiştir. Kökleri Yahudilerin yanı sıra Centil lerin de ihtida ettiği Doğu'nun şehirlerinde yatan Hristiyanlık, Roma'nın Palaestina 'da uyguladığı pogromun ardından da hayatta kalmayı başarabilmiştir. Dahası Paulus, İsa'yı ulusal kimliğinden arındırıp ruhanileştirerek, fiilen Hristiyanlığın Yahudilikte yatan köklerini de koparmış ve onu Palaestina'daki zulme karşı mücadeleyi konu edinen ulusal bir dinden, kişisel kurtuluşu amaçlayan evrensel bir külte dönüştürmüştür. Böylece Hristiyanlık, Yahudilerin yenilgisinin ardından ortaya çıkan yıkıcı hayal kırıklığıyla başa çıkmayı sağlayan ideolojik bir donanıma sahip olmuştur. Erken Hristiyanlığın temel bir akidesi de (pek çok pagan dininin aksine) herkesin tanrı önünde eşit olduğu, dünyada sahip olunan şeylerin bir öneminin olmadığı ve rütbe ile mülkiyet farklılıklarının öte dünyada herhangi bir ehemmiyet taşımadığı şeklindedir. Binaenaleyh erken kilise bu tutumu sayesinde toplumun nezdinde eşitlikçi bir profil çizme imkanı yakalamış ve bilhassa köleler ile sıradan insanlara, sınıf baskılarıyla yozlaşmış bir dünyada teselli sunmuştur. Bu nedenle de otoriteler tarafından mütemadiyen kuşkuyla karşılanmış ve periyodik olarak takibatların hedefi olmuştur. Mezkur itikadın Roma imparatorluğu sınırları içerisinde geniş kapsamlı ve yukarıdan aşağıya örgütlenen takibatlara maruz kalmasına ise ender rastlanmaktadır. Örneğin 298 ile 313 yılları arasında gerçekleşen büyük takibat , sivil toplumun bütün kesimlerine saldıran reformlar dayatmaya kalkışan devletin içinde bulunduğu güvensizliğin bir göstergesidir. Nitekim söz konusu uygulama, içeride bir düşman ve caydırıcı bir cadı avı atmosferi yaratmıştır. Sürecin nihayetinde ortaya çıkan sonuçlar ise çeşitlidir: Öfkeli tanrıları yatıştırmak, kargaşa döneminde halktaki gerilimi hafifletmek; günah keçileri bulmak, sapkınları cezalandırmak, tekdüzeliği ve sadakati ödüllendirmek; ve en çok da fiilen sadık olmayanları açığa çıkartıp potansiyel sadakatsizleri yıldırmak. Aslında erken dönem kilisesi, 3. yüzyıl itibariyle iyi örgütlenmiş ve imparatorluk çapına yayılmış bir kurumdur. Piskoposları eyalet başkentlerinde düzenli şekilde buluşmakta ve metropolitler büyük şehirlerde on binlerce Hristiyanın fiili liderleri olarak ortaya çıkmaktadırlar. Her ne kadar kilise, yukarıda bahsini geçirdiğimiz nitelikleri hasebiyle bir bakıma "devlet içinde devlet" hüviyetine sahipmiş gibi gözükse de, bunun Roma siyasi yapısının birliğini, sadakatini ve siyasi iradesini zayıflatması şart değildir. Keza kilise, biraz da ironik bir şekilde Büyük Takibat' ın akabinde Roma'nın potansiyel bir müttefiği haline gelecektir. Kilise gücünü ortaya koymuş ve doğrudan devlet saldırısıyla yıkılmayacağını göstermiştir. Yerel otoritelerin itidalinin, Hristiyan' ın cemaatlerinin direnişinin ve şehirlerde Hristiyanlık karşıtı pogromlara rastlanmamasının açığa çıkardığı durum; merkezi hükümetin zayıf, kilisenin ise güçlü olduğudur. Nihayetinde takibatı düzenleyenler, karşılarında bizatihi askeri / bürokratik kompleksin bazı kesimlerinin de yer aldığı güçlü bir kamuoyu bulmuşlardır. Pazarlık gücü artan kilise artık devlet ile bir anlaşma yapmaya hazır durumdadır. Açık bir biçimde Roma İmparatorluğu'ndaki en büyük ideolojik aygıt konumundadır ve devletin onun işbirliği olmaksızın etkin bir şekilde işlemesini beklemek gerçekçi değildir. Öte yandan eğer devlet, kilisenin hamisi olursa; vaiz ve taraftarlardan oluşan büyük bir ağ, dünyevi otoritenin destekçileri haline gelecektir. Genele bakıldığında azınlık konumunda olsalar da Hristiyanlar, stratejik olarak her zaman antik dünyanın iktidar merkezleri olagelmiş şehirlerde kümelenmişlerdir. Teolojilerinin evrensel çağrıyla tektanrıcı tahammülsüzlüğü belirgin bir biçimde bir araya getirmesi, Hristiyan imparatorların pagan gasıpları tanrının düşmanları olarak şeytanlaştırmalarına izin vermekte ve Geç Roma devletlerinin merkezileştirme politikasıyla bağdaşmaktadır. Dahası, Hristiyanlığın ilahi hiyerarşi tasavvuru, dünyadaki emperyal düzeni yansıtmakta ve böylece onu meşrulaştırmaktadır. Nitekim 312 yılında gerçekleşen Milvian Köprüsü Savaşı 'nı takip eden birkaç on yıl içinde kilise, 1000 yıldan fazla bir zaman zarfı boyunca varlığını sürdüreceği mefhuma, yani Avrupa'nın ortaçağ devletlerinin temel ideolojik aygıtına dönüşecektir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere J.M. Roberts'tan Dünya Tarihi, Neil Faulkner'dan Roma: Kartalların İmparatorluğu ve Paul Stephenson' dan Yeni Roma & Doğu'daki Roma İmparatorluğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.











