top of page

Arama

Boş arama ile 129 sonuç bulundu

  • Mısır'da Helen Hakimiyeti: Ptolemaios Hanedanlığı ve Kleopatra

    Büyük İskender mö 331'de Mısır'ı Perslerden aldığında, aynı yıl İskenderiye'yi kurmuştur. Her ne kadar bu şehir büyük fatihin adını taşıyan pek çok yerleşkeden yalnızca biri olsa da zaman içerisinde diğerlerini gölgede bırakacaktır. İskender'in ölümüyle birlikte devasa imparatorluğu kendi krallıklarını kurmak isteyen generalleri tarafından parçalanmış ve aralarında en başarılarından biri olan Lagos oğlu Ptolemaios; 1. Ptolemaios Soter yani "kurtarıcı" adını alarak, başkenti İskenderiye olmak üzere Mısır'da bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu hırslı adamın faaliyetleri yalnızca yukarıda bahsini geçirdiklerimiz ile de sınırlı kalmamış, İskender'in cenaze konvoyunun önünü keserek büyük fatihin İskenderiye'de defnedilmesini de sağlamıştır. Bilahare Ptolemaios'un kurduğu hanedanlık yalnızca Mısır ile sınırlı kalmayacak ve Cyrenaica, Filistin, Kıbrıs ile Anadolu'nun muhtelif bölümlerini de kapsayan bir imparatorluğu 300 yıl boyunca yönetecektir. Ancak Ptolemaios hanedanlığının hakimiyet alanı, isyanlar ve Antigonos hanedanı tarafından idare edilen Makedonya krallığı ile Seleukos imparatorluğu gibi İskender'in diğer ardıllarının yükselişe geçmesiyle beraber bilhassa uzak bölgelerdeki topraklarda olmak üzere azalmıştır. Nitekim üç rakip devlet arasındaki güç dengesi mütemadiyen değişmiş fakat mö 48'e gelindiğinde bu muvazene, rakiplerinin ortadan kalkmasıyla birlikte Ptolemaioslar lehine bozulmuştur. Makedonya, mö 146'da başlayan sürecin sonucunda bir roma eyaleti haline gelmiş; Seleukosların mö 64 yılında başlayan taht mücadelesinin akabinde ise Pompeius, Suriye'yi Roma hükmü altına almıştır. Ptolemaios hanedanlığı ise hasımlarına nazaran daha farklı bir dış politika izlemiş ve Roma'nın gücü daha bölgeye nüfuz etmeden evvel Cumhuriyet ile ittifak içerisinde olmuştur. Ancak Ptolemaioslar hayatta kalsa da Roma'nın genişlemesinden fazla bir yarar sağlanamamış ve hatta bu durum mö 2. yüzyılda başlayan gerilemelerinin ana nedenlerinden birini teşkil etmiştir. İnhitatlarının bir diğer sebebi ise hanedanlık içerisinde sonu gelmeyen taht kavgaları olmuştur. Kız kardeşiyle evlenen 2. Ptolemaios, aile içerisindeki evliliklere dayanan ve hanedanın sonuna kadar sürecek bir gelenek başlatmış; bu sayede diğer aristokrat ailelerin taht üzerinde hak iddia etmelerinin önüne geçmek istemiştir. Fakat bu husus aynı zamanda halefiyet sırasıyla alakalı son derece şiddetli tartışmaların da hasıl olmasına sebebiyet vermiş ve kraliyet ailesinin farklı bireyleri çevresinde gruplaşan zümreler, güç kazanma arzusuyla hizipleşme ile istikrarsızlığa neden olmuştur. Velhasıl sıklıkla baş gösteren iç savaşlar esnasında arabuluculuk görevi üstlenen Roma'nın bir tarafı resmi olarak tanıması, o kişinin hükmüne meşruiyet kazandırmış ancak aynı zamanda krallığın git gide bağımsızlığından yoksun kalmasına da yol açmıştır. Mısır, son derece zengin bir ülkedir ve İskenderiye'nin antik dünyanın en büyük limanlarından biri olması hasebiyle bu verimlilik kısmen ticaretten kaynaklanıyor olsa da ahvalin bu şekilde hasıl olmasındaki başlıca etken tarımdır. Nil nehri'nin her sene yaşadığı taşkınların ardından suların çekilmesiyle birlikte çiftçiler nemli ve verimli toprağa ekim yapmaktadırlar. su baskının boyutları seneden seneye değişmekte; Eski Ahit'in Yaratılış Kitabı'nda ifade ettiği gibi kimi zaman bolluk, kimi zaman ise kıtlık yaşanmaktadır. Nihayetinde Nil vadisi'nin eşsiz bereketi yüzyıllar önce kadim mısır uygarlığının gelişmesini ve inşa ettiği muazzam anıtları mümkün kılmıştır. Hülasa Ptolemaiosların gücü Mısır'a bağlıdır ve çoğu kendilerinden önce de var olan gelişkin bürokrasi sistemi, bu verimden optimum şekilde faydalanmalarını sağlamaktadır. Yine, tapınaklar, sistemin önemli bir parçasını oluşturmaktadır ve bunların ekseriyeti Helenleşmeye maruz kalmadan kadim Mısır din ve inanışlarını devam ettirmektedirler. Geniş arazilere sahip olmalarının yanı sıra önemli üretim ve ticaret merkezleri durumundaki tapınakların imtiyazlı statüleri vardır ve çoğu vergiden muaf tutulmaktadır. Binaenaleyh mö 1. asırda pek çok hırslı Romalı için Mısır, büyük bir servete kavuşma olanağı sunmaktadır. Yazımızın bir diğer konu başlığı olan Mısır kraliçelerinin tartışmasız en meşhurlarından biri olan Kleopatra'nın yaşamı ise bambaşka bir hikayedir. Kleopatra'nın babası olan 12. Ptolemaios, 9. Ptolemaios'un gayri meşru oğludur. 9. Ptolemaios, annesi tarafından ortak hükümdar ve "koca" ilan edilerek mö 116'da tahta çıkarılmış, bilahare obez kardeşi 10. Ptolemaios lehine iktidardan "feragat" etmiştir. Nihayetinde ise geri dönüp hem annesini hem de kardeşini zorla tahttan indiren 9. Ptolemaios, mö 81'deki ölümüne dek hüküm sürmüştür. Kendisinin halefi olan yeğeni 11. Ptolemaios, aynı seleflerinde olduğu gibi "koca ve ortak hükümdar" sıfatıyla üvey annesiyle birlikte idareyi ele almış; daha sonra ise bir suikast sonucunda hayatını kaybetmiştir. Ardılı 12. Ptolemaios, Sulla tarafından Mısır kralı olarak tanınmış ve kendisine Yeni Dionysos ismini takmıştır. Ancak Kleopatra'nın babası halk arasında biraz da alayla Auletes yani flütçü olarak bilinmektedir. Mö 65 yılında Crassus, Censorluğu esnasında 10. Ptolemaios'un ülkesini Cumhuriyet'e miras bıraktığı vasiyetine dayanarak Mısır'ı roma topraklarına katmaya çalışmış fakat başarılı olamamıştır. Ancak Romalıların, Mısır'ın sahip olduğu zenginliği ele geçirme arzusunun sonu yok gibi gözükmektedir. Nitekim mö 59'a gelindiğinde konsül olarak görev yapan Caesar, Roma halkının "dostu ve müttefiki" şeklinde tanınması karşılığında 12. Ptolemaios tarafından söz verilen 6.000 talentlik muazzam ölçekteki rüşveti Pompeius ile paylaşmış ve bu durum şüphesiz Caesar'ın Mısır'a kaçmasına neden olan mö 58 yılındaki ayaklanmanın nedenlerinden birini teşkil etmiştir. Tahtı ele geçirmek için ihtiyaç duyduğu desteği sağlamak adına Roma'yı ziyaret eden Ptolemaios'un bu esnada 11 yaşındaki kızı Kleoptra'yı da yanına almış olması muhtemeldir. Pek çok kişi, bahsini geçirdiğimiz üzere, Mısır'a sefer çıkmak için "yanıp tutuştuğundan" ve minnettar bir kralın göstereceği lütufların cazibesine kapıldığından söz konusu durum şiddetli tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Ptolemaios'u yeniden tahta çıkarma görevi mö 57 senesinin konsülü olan Publius Lentulus Spinther'e (Corfinium'da Caesar'a teslim olan kişidir) verilmiş ama rakiplerinin (senato) bunu "yanında bir ordu olmadan" yapması gerektiğine kanaat getirmesiyle birlikte mezkur plan hayata geçirilememiştir. Nihayetinde Auletes'in tahta çıkabilmesi için kendisi sürgüne gönderildikten sonra vekaleten yerine geçen kızı 4. Berenike'yi öldürmesi gerekmiş ancak bu saltanatı da uzun ömürlü olmamış ve mö 51'de hayatını kaybetmiştir. Auletes'in yani 12. Ptolemaios'un ölümünün akabinde taht, üçüncü kızı olan meşhur 7. Kleopatra ile büyük oğlu 13. Ptolemaios'a kalmıştır. Vasiyetinin bir kısmını Roma'ya emanet etmesi ise Cumhuriyet'in gücünü tanıdığının bir işaretidir. Abla ve kardeş, geleneğe uygun olarak evlenir. Genç yaşına rağmen güçlü bir karaktere sahip olan Kleopatra, saltanatının ilk yıllarında çıkardığı fermanlarda kardeşinin isminden dahi bahsetmeyecektir. Çocuk yaştaki kral ise henüz ablasının karşısına çıkamamakta ancak hadım Pothnius ile ordunun kumandanı Akhillas'ın başını çektiği hizip tarafından mücadele için hazırlanmaktadır. Ahvalin bu şekilde hasıl olması ise halk arasında yavaş yavaş huzursuzluğun baş göstermesine de sebebiyet vermiştir. Mö 49'da Pompeius, oğlu Gnaeus'u Mısır'a göndererek Makedonya'da toplanan ordusu için destek talep etmiştir. Kleopatra bu isteği geri çevirmemiş ve zamanında Gabinius tarafından geride bırakılmış bir bölük askerin yanı sıra elli gemilik bir yardımda bulunmuştur. İmparatorluğun gücü ve babasının Pompeius'a olan borcu göz önüne alındığında Romalıların taleplerini yerine getirmek son derece mantıklıdır ancak bu tutum bilhassa halk nezdinde hoş karşılanmamıştır. Ordunun ekseriyetini kontrolleri altında tutan naipler, vaziyetten görev çıkarmaya karar vermişler ve bunun sonucunda İskenderiye halkının da desteğiyle Kleopatra başkentten sürülmüştür. Arabistan ve ardından Filistin'e sığınan kraliçe, ancak mö 48'in yazında ordusuyla birlikte tahtı ele geçirmek üzere geri dönebilmiştir. Kaderin bir cilvesiyle tam bu esnada önce Pharsalus Muharebesi'nin mağlubu kaçak Pompeius, daha sonra ise onun peşindeki muzaffer Caesar Mısır'a ayak basmıştır. Bu nihai varış noktasında Büyük Pompeius başından olacak iken, Gaius ise kendisini hiç beklemediği bir savaşın taraflarından biri olarak bulacaktır ... (bkz: İskenderiye Savaşı) Kleopatra ismi, antik dünyanın günümüze ulaşanlar arasında en fazla tanınanlardan biridir ancak buna rağmen onun gençlik yılları veyahut Caesar ile olan ilişkisine dair pek fazla bilgiye sahip değiliz. Hayatının daha sonraki dönemleri ve Marcus Antonius ile ilişkisi hakkında daha çok şey biliyoruz lakin elimizdeki kaynakların Kleopatra'nın ölümünden çok sonra yazıldığını ve aşıklar ile savaşa giren Augustus'un propagandasından mütevellit çarpıtıldığını göz ardı etmemeliyiz. Velhasıl dönemi incelerken Kleopatra'nın popüler kültürdeki imajından azade bir şekilde kesin bildiğimiz konular üzerinden yorum yapmak daha doğru olacaktır. Caesar mö 48 yılında Mısır'a vardığında Kleopatra, neredeyse 21 yaşındadır ve 4 seneden beri kraliçelik görevini ifa etmektedir. Son derece zeki olmasının yanında üstün bir Hellen tedrisatından da geçmiş olan Kleopatra, geç tarihli kaynaklara göre kozmetik ve kuaförlükten bilim ve felsefeye kadar uzanan birçok farklı konuda kitaplar yazmıştır. Aynı şekilde, seçkin bir dilbilimci de olan kraliçe, komşu ülkelerin lideriyle konuşurken çevirmene ihtiyaç duymamaktadır. Kleopatra bir "outsider" olmasına rağmen Mısır'ın geleneksel inanışlarını desteklemiş ve bununla beraber dini ritüellerin detayları ile son derece yakından ilgilenmiştir. Yaşamının ilerleyen dönemlerinde, kendisini bir Yunan tanrısına benzeten babasının aksine bir Mısır tanrıçası seçmiş ve Yeni İsis lakabını almıştır. Plutarkhos'a göre Ptolemaios Hanedanlığı'nın Mısır dilini konuşabilen ilk üyesi olan kraliçe, aynı zamanda son derece acımasız da bir hüviyete sahiptir. Kleopatra'ya yönelik en sık sorulan sorulardan biri de gerçekte neye benzediğine dairdir. Bastırdığı sikkelere bakacak olursak sert bir görünüşe sahiptir ancak elbette bunun nedeni betimlerin onu güzel gösteren bir portre sunma değil, kudret ve otoritesini yansıtma amacı taşımasıdır. Muhtelif sikkelerde korozyon nedeniyle uzun, kavisli burnu ve sivri çenesi daha belirgin bir hal almış olsa da Aşkelon'da basılan diğerleri daha genç ve yumuşak hatlı bir kadını tasvir etmektedir. Madeni paralar ve büstler, kraliçeyi istinasız bir biçimde arkadan toplanmış saçlarıyla (akademik dünyada geleneksel olarak bu saç tarzına kavun şekli denir) ve Helenistik hükümdarlara özgü diadem ile (bir çeşit taç) lanse ederler. Önünde sonunda Kleopatra'nın son derece çekici bir kadın olduğunu ve hangi devirde yaşarsa yaşasın böyle kabul edileceğini söylememiz gerekir. Güzel olmasının yanı sıra zeki, çok yönlü, latif, canlı ve son derece cazibelidir. Buna bir kraliçe olmanın ona verdiği alımı ve politik önemi de kattığımızda çağının en kudretli Romalılardan ikisini etkilemesinde şaşırılacak bir taraf yoktur. Ne saç, ne de ten rengi bilinmektedir. kimilerine göre siyahi olduğu iddia edilse de bu kanıyı destekleyecek bilimsel bir veri bulunmamaktadır. Ptolemaioslar, Makedonyalı bir hanedandır fakat ailede hem yunan hem de pers kanı bulunmaktadır (evlilikler hasebiyle). Kraliçenin annesinin kimliği konusu da tartışmalıdır. Eğer babası iddia edildiği gibi öz kardeşi ile evlendiyse mezkur denkleme babaanneyi de katmamız gerekecektir. Zira babaannesinin bir cariye olduğu yönündeki yaygın savda gerçeklik payı var ise; bu onun Makedonyalı olmadığı, Mısır'dan veya daha uzaklardan geldiği anlamını taşımaktadır. Ancak daha önce de ifade ettiğimiz gibi elimizdeki verilerden yola çıkarak kesin bir yargıya varmak mümkün değildir. Mevzubahis muğlak durum da kaçınılmaz bir şekilde muhtelif Kleopatra profillerinin hasıl olmasına sebebiyet vermiştir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Adrian Goldsworthy'den Caesar, Plutarkhos'tan Marcus Antonius ve Emil Ludwig'ten Kleopatra adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • 20. Yüzyılı Şekillendiren Toplantı / Tahran Konferansı

    1943 yılının sonbaharında Almanlar Kafkaslar'dan çekilirken, artık ne Caucasus ne de İran petrolleri Mihver'in tehdidi altındadır. Binaenaleyh bu durum Stalin'i savaşın ilk yıllarındaki perişan halinden çıkartarak daha da güçlendirmiş ve bir bakıma Rusya, Kırım Savaşı öncesi konumunu geri kazanmıştır. Tehditkar ideolojisiyle yeniden bir süper güç haline gelen Sovyetlerin bu başarısındaki aslan payı ise grotesk bir şekilde Hitler'e aittir. Nazilerin 1941 ve '42 yıllarında Ruslara yaşattığı ağır kriz, Sovyet liderliğinin nihayet rasyonelleşmesini (mali ve askeri alanda) sağlayan bir sistem şoku işlevi görmüştür. Hülasa Moskova artık sahnelere geri dönmüş ve bunun bir göstergesi olarak Stalin'in İngiliz ve Ruslar tarafından işgal edilmiş olan İran'ın Tahran şehrine bir seyahat gerçekleştirmesi planlanmıştır. Ancak mezkur yolculuğun görünenin dışında farklı bir sebebi daha vardır. Takvim yaprakları 1943 yılının kasım ayını gösterdiğinde, tam da Kızıl Ordu'nun Kiev'i Nazilerden geri aldığı ve eski sınırlarına yaklaştığı bir tarihte, kadim Acem başkentinde müttefikler bir konferans düzenlerler ve burada Rusya'nın Doğu Avrupa egemenliği dolaylı yoldan da olsa tanınır. Neredeyse son 40 yılını savaşarak geçiren dünya, artık tükenmiş durumdadır ve büyük harbin ivedi bir şekilde sona erebilmesi için Nazi savaş makinesi'nin yok edilmesi gerekmektedir. Anglo - Amerikan birliği ehvenişerde komünizmin yanında yer almak zorunda kalmış ve 200 yıllık ingiliz sorusu olan "Almanya mı, Rusya mı ?" sorusunun cevabı, yine ve yeniden Rurik'in çocuklarından yana olmuştur. Madalyonun bir diğer yüzünde ise Churchill ile Roosevelt arasındaki bağlar giderek zayıflamaktadır. Elbette ikili, savaş devam ederken kamuoyunu memnun etmek adına iyi geçiniyor görünmek zorundadır. Nihayetinde her iki devlet adamı da dünya tiyatrosunun baş aktörlerindedir ve yine, Atlantik'in iki aristokratı arasında belirli bir ölçüde ortak bir anlayış da egemendir. Ancak gerilimin giderek tırmandığı, dikkatli gözlerden kaçmamaktadır. Herkesin aklında olan fakat açık bir şekilde dile getirmeye çekindiği en önemli soru ise, savaşın ardından İngilizlerin (ve Fransızların) imparatorluklarını yeniden kurup kurmayacaklarına dairdir. Roosevelt ve neredeyse tüm Amerikalılar imparatorluklar fikrine şiddetle karşı çıkmaktadırlar ve kesinlikle mevcut düzenin sürdürülmesinin bedelini ödemek istememektedirler. Nitekim Yeni Dünya'da, İngilizlere uygulanan ödünç verme politikası konusunda bitmek bilmeyen tartışmalar gerçekleşmektedir ve Britanya'nın Yankeelerden aldığı yardımları kendi mallarının ihracatını arttırmak adına kullanması, bu tartışmaları daha da alevli hale getirmektedir. Tansiyonu düşürmek adına 1944 yılının temmuz ayında New Hampshire'daki Bretton Woods'ta savaş sonrası dünya ticareti ve finansını düzenlemek için bir toplantı düzenlenir ve İngilizler burada yıldız oyuncuları John Maynard Keynes'i sahaya sürerler. O dahi bütün konferans katılımcılarını ayakta alkışlamaya sevk eden söylem gücüne rağmen, Amerikalıları kesenin ağzını açma konusunda ikna edemez ve Bretton'dan bitkin ve mağlup bir şekilde ayrılır. İngilizler mezkur problemlerle nasıl başa çıkacaklarının idrakine ancak 1947 yılında varacaklardır. Odadaki filin dışarı çıkması gerekmektedir: Eğer Amerikalılar onları çökmek ile tehdit ederlerse, gerçekten çökeceklerdir. Tahran'da istişare edilen bir diğer gündem maddesi ise savaşı nihai olarak bitirecek olan Avrupa Harekatı'nın ne zaman, nerede ve nasıl gerçekleştirilmesi gerektiğine dairdir. Amerika savaşı mümkün olduğunca çabuk bir şekilde bitirmek istemekte ve bu bağlamda devasa bir Fransa çıkarmasına hazırlanmaktadır. Öteki taraftan İngiltere hala daha Dunkirk'te yaşadığı travmayı atlatamamış durumdadır ve Churchill amfibi işgale alternatif, farklı seçenekler üzerinde durulması gerektiğini savunmaktadır. Uzun tartışmaların ardından İngiliz başbakan, Akdeniz'den çıkarma konusunda ikna edilir fakat harekat içilen seçilen nokta, Fransa yerine İtalya olur. Bir milyondan fazla asker ve bombadırman uçağının katılımıyla gerçekleşecek olan operasyonda Churchill, harekatın Balkanlar'a doğru genişletilmesi halinde sonuca daha çabuk ulaşılabileceğini düşünmektedir. Zira bir Alman ordu grubu Yunanistan'da, bir diğeri ise Yugoslavya'dadır. Ona göre eğer Türkler savaşa girerse, İngilizler ile birlikte Wehrmacht'ı durdurabileceklerdir. Bu düşüncenin harita üzerinde akla yatkın görünmesi hasebiyle Churchill, Tahran'dan ayrılmasının akabinde dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile bir görüşme gerçekleştirir. (bkz: Adana Görüşmesi) Adana'daki görüşmeden istediğini alamayan Churchill, daha sonra müttefiklerine neler yapabileceğini gösterebilmek adına asıl ödül Rodos olmak üzere Ege Denizi'ndeki adalara büyük ve gösterişli bir operasyon düzenlemeye karar verir. Ancak işgal fiyaskoyla sonuçlanır. hava kontrolü sağlanamaz, amfibi harekatlar yanlış gider ve Rodos'a hiçbir zaman ulaşılamaz. Almanlar ise yaşadıkları tüm problemlere rağmen bölgede iki büyük ada olan İstanköy ve İleryoz'u yeniden ele geçirirler. Binlerce İngiliz asker esir alınır. Almanların adalarda eziyet ettiği Yahudileri kurtaracak olan ise 1492'de olduğu gibi yine Türkler olacaktır. Doğruyu söylemek gerekirse, Amerikalılar bu fiyaskoyu izlemekten pek de rahatsız olmamışlardır. Zira bir çoğu Churchill'in Manş Denizi'ni geçerek yapılacak olan bir işgale karşı olmasından hoşnutsuzdur. Şimdi ise İngilizler kendi başlarına bir plan uygulamaya kalkışmış ve ellerine yüzlerine bulaştırmışlardır. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere Tahran'da Doğu Avrupa'nın kızıla boyanacağı üstü örtülü de olsa belli olmuştur. Keza 1943 yılına gelindiğinde ekseriyetle komünistlerin örgütlediği direniş hareketleri gelişmiş ve Nazi işbirlikçileri mümkün mertebe ortadan kaybolmuşlardır. Vichy Fransası'ndan meşhur şahsiyetler müttefiklere sığınmış ve komünistler artık birçok yeri kontrolleri altına almıştır. Hatta Almanlar terk ettiğinde, bir süreliğine de olsa Kuzey İtalya'da dahi yönetimi devralmışlardır. Genel hatlarıyla Tahran'da alınan kararlar; Polonya'nın batıya kaydırılması, böylelikle Sovyetler Birliği'ne Molotov - Ribbentrop Paktı'nda verilen toprakların devri ve buna karşılık olarak Polonya'nın batıda Almanya'nın sanayi bakımından zengin bölgelerini alması şeklindedir. Bu bağlamda zaman içerisinde 5 milyon Polonyalı doğudan batıya göç ettirilecektir. Artık Churchill'in suç ortaklığıyla, Sovyet nüfuzunun başka ülkelere yayılması için önünde herhangi bir engel kalmamıştır. Nitekim 1944 yılının ekim ayında İngiliz başbakanı Moskova'ya gider ve anlaşmadaki son pürüzler de giderilir. İngilizler, Süveyş kanalı ve Orta Doğu petrolüyle birlikte Doğu Akdeniz'deki kilit konumları hasebiyle, Yunanistan'ı gerçekten istemektedirler. Stalin de bu konuda taviz vermeyi kabul eder. Gerçekten de savaşın sonunda iktidarı ele geçirmeye çalışan Yunan komünistler öldürüleceklerdir. Buna karşılık Churchill, nüfuz bölgesini yarı yarıya paylaşmayı kabul ettiği Yugoslavya hariç, Doğu Avrupa'nın geri kalan kısmından tamamen vazgeçer. Ancak Tito'nun komünist Yugoslav partizanlarına el altından muazzam yardımlarda bulunmayı da ihmal etmez. Zira İngiliz derin devletinin Yugoslav komünistlerle olan işbirliği çıkarları ile örtüşmektedir ve bu birliktelik 2 kez meyvesini vermiştir: Stalin'in 1948 yılında Tito ile yollarını ayırması ve Yugoslavya'nın 1991 yılında parçalanması. Avrupa'nın daha batısında ise Stalin, Fransız ve İtalyan direniş güçlerindeki komünistlere Paris ve Milano kurtarıldığında iktidarı ele geçirmemeleri talimatını verir. Bunun yerine Sovyet lider, Amerikalılardan önce tanıdığı (ve Amerikalıların nefret ettiği) Fransız lider general Charles de Gaulle ile bir anlaşma yapmayı tercih eder. Buna göre zamanı gelince başkan de Gaulle, Anglo - Amerikan mali ve askeri sistemini zayıflatacaktır. 1968 yılına gelindiğinde Gaulle'e karşı Paris'te bir isyan hareketi başlar ve komünistler her açıdan onu devrilebilecek durumdadır. Ancak Moskova yine kızıllara durma talimatı verir; zira de Gaulle, kendileri için bir komünist rejimden daha yararlıdır. İşin çarpıcı tarafı ise bütün bu gelişmelerin Tahran'daki konferanstan itibaren öngörülmüş olmasıdır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere; birkaç yıl evvel kaybettiğimiz kıymetli hocam Norman Stone'dan İkinci Dünya Savaşı, Basil Liddell Hart'tan İkinci Dünya Savaşı Tarihi ve John Keegan'dan İkinci Dünya Savaşı adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Fatih William - İngiltere'de Normanların Hakimiyeti

    Skolastik düşüncenin hem sosyokültürel hem de bürokratik yapıyı şekillendirdiği Orta Çağ Avrupası'nda, yeryüzünün ölen azizlerin bedenlerini kabul etmek adına açıldığına dair yaygın bir inanç söz konusudur. Müteveffa kimsenin gömülmesi esnasında herhangi bir olumsuzluk ortaya çıkması durumu ise o kişinin bir günahkar olduğuna delalettir. 1087 yılında Caen'da bulunan Saint Etienne Manastır Kilisesi'ne defni sırasında Birinci William'ın naaşının maruz kaldıkları göz önüne alındığında (William'ın bedenin koyulacağı lahit iri gövdesine küçük gelmiş, bilahare kralın cesedi "yırtılmış" ve etrafa kötü bir koku yayılmaya başlamıştır.) Normanlara İngiltere tacını getiren fatih, kesinlikle 2. gruba müdahildir. Nitekim william'ın ölümü de acı verici olması bir tarafa, uzun sürmüş ve yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere cenazesi, bir hatalar komedisine dönüşmüştür. 1028 yılında Fransa'nın Falaise bölgesinde dünyaya gelen William, henüz 7 yaşındayken babası Normandiya Dükü Birinci Robert'ın hac ziyareti sırasında aniden ölmesiyle birlikte kendisini normanların lideri olarak bulur. Çocuk yaşta birinin dukalığın başına geçmesi başlı başına büyük bir problemdir ve bu da yetmezmiş gibi William'ın gayriresmi bir beraberliğin meyvesi olması, meşruiyetinin sorgulanmasına sebebiyet vermektedir. Kimi kaynaklar William'ın annesi Herleva'yı basit bir deri tabakçısının kızı olarak aktarırken, kimileri de onun bir cenaze levazımcısının çocuğu olduğunu ifade eder. William'ın iktidarının ilerleyen yıllarında resmi kraliyet yazımı, her ne kadar Herleva'yı düşük statüdeki bir aristokratın kızı olarak lanse etmeye çalışmış olsa da; dükün düşmanları buldukları her fırsatta onu bir batard olarak nitelendirmekte herhangi bir beis görmemişlerdir. (eski Fransızcada batard kelimesi, evlilik dışı doğan bir çocuğu değil, daha ziyade bir Mesalliance (tipik olarak bir asilzade ile daha düşük statüdeki bir kadın arasındaki "eşit" olmayan birliktelik) çocuğunu tanımlamaktadır.) Küçük yaşta ve gayrimeşru yakıştırmasıyla tahta çıkmanın yarattığı tüm olumsuzlukların etkisiyle şiddet ve ihanetin yaygın olduğu bir dünyada yetişen William, 1042 yılında yani 14 yaşında iktidarının dizginlerini yavaş yavaş kendi ellerinde toplamaya başlar. Aristokratik şiddeti sınırlandırmak amacıyla, tarafların belirli günlerde şiddet eylemlerinden kaçınacaklarına dair yemin etmelerini sağlayan ve aynı zamanda dini hüviyete de sahip bir hareket olan Tanrı'nın Ateşkesi, genç dükün çabalarıyla Normandiya eyaletinde uygulanmaya başlar. Bu girişimi ise (yaklaşık bir yıl sonra) William'ın Falaise'e yönelik ilk askeri faaliyeti izler. Bu noktada dükün iktidar yıllar boyunca en yakın arkadaşları ve destekçileri olacak Guillaume Fitz Osbern, Roger de Montgomery ve Roger de Beaumont gibi isimleri de kaynaklarda görmeye başlarız. Yine, 1049 yılında üvey kardeşi Eudes'i Bayeux piskoposu olarak atayan William, bu hamlesiyle düklüğün ikinci büyük şehrinde otoritesini iyiden iyiye pekiştirmiş ve 7 yıllık bir mücadelenin ardından 21 yaşında iç siyasette dengeyi sağlamıştır. Aynı yıl Fransa kralı Birinci Henry'nin Anjou Kontu Godefroy'a karşı düzenlediği sefere katılan William, iki yıl sonra Belleme ailesinin elinde bulunan Domfront ve Alençon kalelerini kuşatır. Alençon kuşatması esnasında müdafilerin, surların üzerinde hayvan derileri döverek ve mütevazi kökenlerine bir gönderme olarak Pelterer şeklinde bağırarak dük ile alay ettikleri rivayet edilmektedir. Nitekim bu, William'ın annesi Herleva'nın bir deri tabaklayıcısından doğduğu efsanesinin de başlangıcı olacaktır. Kaleyi savunanların provokatif davranışları william'ın da gözünden kaçmamış ve dük kaleyi ele geçirdiğinde korkunç bir intikam planını devreye sokmuştur. savunmacılardan 32'sinin elleri ve ayakları herkesin gözü önünde kesilmiş ve mezkur dehşetengiz hadiseyi duyan Domfront'takiler ivedi bir şekilde teslim olmuşlardır. William'ın fatih personasının temellerini atıldığı dönem ise kesinlikle 1054 ve 1057'de, tabi olduğu Fransa kralı 1. Henry ve onun müttefiki Anjou Kontu Godefroy'a karşı kazandığı iki önemli zafere tekabül etmektedir. 1050'li yılların başında William'ın Flandre Kontu 5. Baudoin'ın kızı ile olan evliliği, onun bilhassa İngiltere'deki itibarını arttırmış ve o dönemde İngiliz tahtında oturan Edward the Confessor'ın çocuğunun olmaması, Normandiya Dükü'nü adanın iktidarı için doğal bir halef haline gelmesine olanak tanımıştır. Nitekim ilerleyen dönemlerde cereyan edecek olayların da göstereceği gibi, düklerinden birinin İngiliz tahtını ele geçirmesi Fransa Kralı'na pek de bir şey kazandırmayacaktır ... Nihayetinde 1057 yılında Normandiya Dükü'nün Varaville'de vasalı olduğu Henry'nin ve Anjou Kontu Godefroy'un birleşik kuvvetlerinin önemli bir kısmını yok etmesi açık bir şekilde şunu göstermektedir ki; Ne Normandiya ele geçirilmek ne de William yenilmek içindir. Keza Varaville Muharebesi William'ın iktidarı boyunca Normandiya Düklüğü'ne yönelik son işgal girişimi olacaktır. Geriye dönüp bakıldığında 1057 ile 1066 arasındaki yıllar, Normandiya Dükü'nün elde edeceği başarılar açısından fırtına öncesi sessizlik gibi görünmektedir. Ancak bu izlenim yanıltıcıdır. Bu dönemde William'ın eylemleri hakkında teferruatlı bilgiye sahip olmasak da tüm işaretler hummalı bir hazırlığa işaret etmektedir. Otuzlu yaşlarının ortasında, Fransa kralı ve Anjou Kontu'na karşı kazandığı zaferlerden yeni çıkmış olan William tabiri caizse gücünün doruğundadır. Maine'i alması ve Bretonya'da hakimiyet kurması, uzun süreli bir yokluk için ortamı hazırladığına dair verdiği ilk işaretlerdir. Bu sırada en büyük oğlu Robert'ı varisi olarak atamayı seçmesi ise manidardır. Aslına bakılırsa Norman düklerinin varislerini kendi yaşamları esnasında belirlemeleri alışılagelmiş bir durumdur. Ancak bu uygulama, hayatın olağan akışı içerisinde ve genellikle de hastalık gibi durumlarda gerçekleşmektedir. Söz konusu gelişmenin bize gösterdiği, William'ın gelecekteki olayların istenildiği gibi gitmemesi durumunda kayıpları ve başarısızlığı asgariye indirecek önemleri de dikkatle göz önüne aldığıdır. Fatih William'ın İngiliz tacına olan ilgisini arttıran bir diğer önemli olay ise Harold Godwinson'ın muhtemelen 1064 yılında Normandiya Düklüğü'ne yaptığı ziyarettir. Norman kaynakları bu ziyaretin, Harold'un İngiltere Kralı Edward tarafından William'ın verasetine dair daha önce verilen sözleri teyit etmek amacıyla gerçekleştiğini iddia etse de daha olası olan hikaye, İngiliz kronikçi Canterburyli Eadmer'ın aktardığı şekliyle Harold'un düklük sarayına rehine olarak gönderilen küçük kardeşinin ve yeğeninin serbest bırakılmasını sağlamak adına gittiğine dairdir. Ancak gerçek her ne olursa olsun bildiğimiz tek şey, Harold'un planlarının istediği gibi gitmediğidir. Fransa'ya ayak basmasının hemen akabinde William'ın müttefiki Ponthieulu Gui tarafından esir alınan Harold, daha sonra dükün emriyle serbest bırakılır. Bu durum Harold ile William arasındaki güç dinamiğini değiştirmiş ve İngiliz kontu eşit statüde olmak yerine, daha en başından itibaren William'a borçlu konumuna düşmüştür. Nitekim ilerleyen haftalarda Harold, muhtemelen bir güç gösterisi olarak Bretonya'ya sefere götürülmüş ve William nihayetinde ondan meşhur yeminini etmesini istemiştir (bkz: Bayeux İşlemesi). Norman kaynaklarına göre yeminin mahiyeti ise Harold'un, Norman dükünü İngiliz tahtı üzerindeki hak iddialarında destekleyeceğine dairdir. Ancak söz konusu pitoresk mizansenden takriben 1 yıl sonra yani takvim yaprakları 5 ocak 1066'yı gösterirken İngiltere kralı Edward, yaşama veda eder ve o sırada Londra'da merhum kralın bizzat yanında olan (kimilerine göre ölümü esnasında kralın elini tutmaktadır.) Harold, bir oldubittiyle iktidarı ele geçirir. '65 / '66 seneleri arasındaki faaliyetleri göz önüne alındığında Harold'un tahta çıkması, bilhassa İngiliz bürokrasisi açısından sürpriz olmasa da; geçişin alışılmışın dışında bir hız ve acele ile gerçekleşmiş olması yeni yönetimin meşruiyeti konusunda ciddi soru işaretleri yaratmıştır. William açısından baktığımızda ise mevzubahis gelişmeler, ona ihtiyacı olan "bahaneyi" sunmuştur. Sabık kral Edward'ın daha evvelki vaatlerinin mahiyeti ne olursa olsun normandiya dükü artık kendisini Wessex'in hırslı kontu tarafından (Harold) küçümsenen ölmüş hükümdarın gerçek varisi olarak gösterebilecektir. William'ın konuya dair ilk hamlesi diplomatik nitelikte olmuş ve Roma'daki papa ile iletişime geçerek, Harold'un yönetiminin meşruiyetini zayıflatmak adına kendisinin desteğini talep etmiştir. Kilisenin desteği bilhassa önemlidir, zira William bu sayede taht için girişimine kutsal bir savaş havası verecek ve mücadeleyi bir gasıp ve yemininden dönene karşı verilen cezalandırma seferi hüviyetine büründürecektir. Nitekim papalık sancağının kendisine verilmesi ile birlikte Normandiya dükü artık kendisini Augean ahırlarını temizlemeye hazır bir Hıristiyan Herkül olarak görmektedir. Sonraki vetirede sınırlarındaki savunma tedbirlerini arttırmaya ve asker toplamaya girişen William, 1066 ilkbaharında Caen'in hemen kuzeyinde kalan Dives'te Orta Çağ'ın şartlarında ciddi sayılabilecek ölçekte 15.000 kişilik bir ordu toplamış ve 700'den fazla gemiden oluşan güçlü bir filoyu bir araya getirmiştir. Ancak ordu toplamak başka bir şey, bu büyüklükteki bir kuvveti Manş Denizi'nden sağ salim geçirmek bambaşka bir şeydir. Nitekim rüzgarların temmuz - ağustos ayları boyunca sert esmesinden mütevellit normanların istila ordusunun adaya çıkmak için eylül ayına kadar beklemesi gerekecektir ... Manş'ın öteki yakasında ise Harold, William'ın hırslarının farkındadır ve Normanların güçlü bir ordu ile geleceğinin haberleri kısa sürede kendisine ulaşmıştır. Ancak İngiltere kralının halihazırda uğraşması gereken farklı sorunlar da söz konusudur. Zira Harold'un küçük kardeşi Tostig, İskoç Kralı'nın desteğiyle taht için hak iddiasında bulunmaktadır ve eğer Harold, İngilizleri Norman istilasına karşı tek bir çatı altında toplamak istiyorsa; öncelikle evindeki yangını söndürmelidir. Zaman kaybetmeden isyanın başladığı York'a alelacele topladığı kuvvetler ile son sürat bir şekilde ilerleyen Harold (bu yürüyüş Orta Çağ lojistiğinin görece en büyük başarılarından biridir. Harold'un ordusu günde 40 km'den fazla bir yol katederek iki haftadan az bir zaman zarfında Northumbria'nın başkentine ulaşmıştır.), Stamford Köprüsü'nde Tostig'i gafil avlar ve düşman kuvvetlerini hazırlıksız yakalayarak (kardeşi de dahil olmak üzere) ekseriyetini kılıçtan geçirir. Ancak Harold ve İngilizler için dinlenecek vakit yoktur, zira hava muhalefeti nihayetinde sona ermiş ve William'ın istila ordusu 27-28 eylül'de Pevensey'de karaya çıkmıştır. Artık nihai çarpışma için sahne hazırdır ve 14 ekim sabahı William ile Harold'un kuvvetleri karşı karşıya gelir. Savaşla ilgili çok sayıda anlatı olmasına rağmen savaşın ayrıntılarına dair bilgilerimiz yetersiz kalmaktadır. Günümüze ulaşan tahkiyelerin hiçbiri bilfiil muharebeye iştirak etmiş kimseler tarafından kaleme alınmamıştır; en detaylı iki öykü olan Amiensli Gui'nin şiirsel Hasting Savaşı'nın şarkısı ile Poitiersli William'ın övgü dolu düzyazısı William'ın işleri sonraki tarihlerde Norman düklük sarayında belirli bir kitle için kaleme alınmıştır. Doğruluğunu teyit edebildiğimiz yegane bilgi, karşılıklı kuvvetlerin hemen hemen eşit olduğuna dairdir. Olayları, bahsini geçirdiğimiz kaynaklara göre ele aldığımız takdirde ise muharebe için belirleyici an Harold'un savaşın ilerleyen saatleriyle ölmesiyle gerçekleşmiştir. Amiensli Gui'ye göre Harold; Fatih William, Boulognelu Eustache, Ponthieulu Hugues ve Robert Gilfard liderliğindeki bir Norman ölüm mangası tarafından katledilmiştir. Yazımızın başlarında bahsini geçirdiğimiz Bayeux İşlemesi'neki tasvire göre ise Harold, gözüne saplanan bir ok ile hayatını kaybetmiştir ve halen daha çoğu İngiliz okulunda öğretilen meşhur hikaye de budur. Nihayetinde Harold'un ölüm şekli değil, ölümü daha önemlidir. İngiliz kralının katliyle birlikte yenilgi bir bozguna dönüşmüş ve bu noktada Norman şövalyeleri, muharebede iyiden iyiye ağırlıklarını hissettirmişlerdir. Harold'un yanı sıra iki kardeşi ve İngiliz aristokrasisinin önemli bir kısmı da Hasting Savaşı'nda hayatlarını kaybetmişlerdir. En önemlisi ise Hasting ile beraber İngiliz ordusunun kısa vadede toparlanma veyahut Normanlara direniş gösterme ihtimali ortadan kalkmıştır. Bu, Orta Çağ'da olabildiğince kesin bir zaferdir ve artık William ile göz diktiği taç arasında hemen hemen hiçbir şey kalmamıştır. Nitekim William aralık 1066'da taç giymek ve İngiliz kralı ilan edilmek üzere Londra'ya girdiğinde "gerçekçi bir istikrar" sunması hasebiyle devlet erkanından geriye kalanlar tarafından büyük bir memnuniyet ile karşılanmış ve İngiltere'nin monarşi ve aristokrasi tarihini günümüze kadar gelecek şekliyle değiştirmiştir. Fatih William'ın hayatı ve faaliyetleri hakkında daha fazla bilgi edinmek ist eyenlere Jacob Abbott'tan William the Conqueror / Makers of History Illustrated, Levi Roach'tan Normanlar ve Connie Willis'ten Kıyamet Kitabı adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Makbul / Maktul Pargalı İbrahim Paşa

    Ege denizi kıyısında yer alan Parga köyünden bir balıkçının oğlu olan Pargalı İbrahim Paşa'nın kökenlerine dair çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Bunlardan birine göre küçük İbrahim, Bosna Beylerbeyi İskender Paşa'nın düzenlediği bir akın esnasında esir alınmış ve bilahare Kefe'deki sancakbeyliği sırasında Şehzade Süleyman'a takdim edilmiştir. Bir diğer hikayede korsanlar tarafından kaçırılmış ve şehzadenin ikinci görev yeri olan Manisa'da yaşayan dul bir kadına köle olarak satılmıştır. Venedik balyosu Pietro Zen'in 1523 yılında hükümetine verdiği raporda ise bu iki öykünün bir karışımı karşımıza çıkmaktadır: Korsanlar tarafından ele geçirilen Pietro adındaki bir genç, İskender Paşa'nın dul kızına satılmış ve bir zaman sonra Şehzade Süleyman, Edirne'ye geldiğinde kadın ona "keman çalan, şarkı söyleyen ve yaşıtı olan" kölesi İbrahim'i takdim etmiştir. İlerleyen yıllarda Pargalı İbrahim, İskender Paşa'nın torunu olan Muhsine ile evlenmiş ve aile ile olan bağlarını güçlendirmiştir. Süleyman'ın Manisa'daki şehzade hanesinde içoğlanı olarak hizmet eden İbrahim, 1520 yılında yeni padişah ile birlikte İstanbul'a gelmiş ve sultanın şahsi hizmetlerindeki en yüksek makam olan has Odabaşılığa getirilerek hem Süleyman'ın "gönlündeki yeri" takdis edilmiş hem de hizmetlerinden mütevellit ödüllendirilmiştir. İbrahim'in haziran 1523'te teamüllere aykırı bir biçimde, Enderun'daki kişisel hizmet görevinden doğrudan en yüksek kamusal hizmet makamı olan veziriazamlığa yükseltilmesi ise bilhassa saray eşrafında büyük bir şaşkınlık yaratmıştır. Zira padişahın diğer vezirleri kendilerini ispatlamak suretiyle mevkilerine tedricen terfi ederek gelmiş ve binaenaleyh hükümet işlerinde onlarca yıllık tecrübe edinmişlerdir. Hulasa onlar statülerini çalışarak elde ederken, İbrahim'e makamı "bahşedilmiştir". Nitekim Süleyman'ın bu kararı, veziriazamlık için sıranın kendisinde olduğuna inanan Ahmed Paşa'yı öylesine hiddetlendirmiştir ki, kendisine "teselli hediyesi" olarak verilen Mısır eyalet valiliği'nde ayağının tozuyla bir isyan tertiplemiş ve nihayetinde adı tarih yapraklarına Hain Ahmed olarak geçmiştir. İbrahim'in başvezirliğe yükselişi nasıl daha evvel nasıl görülmedik bir hadise ise, bu görevdeyken sahip olduğu özerklik de aynı şekilde emsalsizdir. Pietro Zen, İstanbul'daki ilk görev süresini tamamladığı haziran 1524'te Venedik Senatosu'na yeni veziriazam için "her şeyi yapıyor ve her istediği yapılıyor" şeklinde bir bildiride bulunmuştur. Padişahın At Meydanı'nda İbrahim için inşa ettirdiği görkemli saray da (bkz: İbrahim Paşa Sarayı), onun olağanüstü statüsünün maddi bir vurgusu niteliğindedir. Pargalı ile alakalı ilk ayrıntılı değerlendirme ise '24 raporundan iki yıl sonra, yine bir Venedik balyosu olan Bragadin tarafından gelecektir. Balyos raporunda makbul vezir için: "Küçük yüzlü, solgun, fazla uzun olmayan, zayıf ve nazik bir adam. İlk başta herkes paşadan nefret etti, ama şimdi padişahın onu ne kadar çok sevdiğini görünce onunla dost olmaya çalışıyorlar. Bunlar arasında padişahın validesi ve "gözdesi" de (bkz: Hürrem Sultan) yer alıyor". Devam eden rapora göre veziriazam 150.000 altın duka gibi olağanüstü sayılabilecek bir yıllık gelire sahiptir: Bunun 100.000'i veziriazam, 50.000'i de Rumeli Beylerbeyliği maaşıdır. Bu servet, aynı zaman İbrahim'in kullanabileceği önemli bir kişisel himaye gücünü de beraberinde getirmiştir. Nitekim Pargalı'nın yerel cemaatlere hizmet, inşaat ustalarına ve işçilere iş imkanları sunan büyük hayır işleri arasında Mekke'den Balkanlar'daki şehir ve kasabalarda dek muhtelif yerlerde inşa ettirdiği irili ufaklı camiler, mektepler, tekkeler, hamamlar yer almaktadır. Öte yandan paşa, şair ve yazarların da gönüllü hamisi konumundadır. Kendisine ithaf edilmiş olan, eşanlamlı gibi görünen farsça sözcükler arasındaki farkları anlatan eser bilgi birikiminin de boyutlarını göstermektedir. İbrahim'in himaye ettikleri arasında kendi aile fertleri de yer almaktadır. Erkek kardeşlerinden ikisini saray hizmetine sokmuş, annesini ise kendi sarayına bitişik bir eve taşımıştır. Babasını da unutmayan "vefakar Pargalı", ona da Parga'da yıllık geliri 2000 dukaya tekabül eden mütevazı bir yöneticilik "ayarlamıştır". Mezkur çekirdek ailenin tamamı ihtida etmiş ve babası Yunus ismini almıştır. Objektif bir değerlendirme yaptığımızda, Süleyman'ın saltanatının ilk yıllarındaki ihtişamın mimarı şüphesiz İbrahim'dir. Tarihi vesikalardan da anladığımız kadarıyla Pargalı; teşrifattan, giyim kuşamdan ve görsel sansasyon yaratmaktan iyi anlayan bir zattır. Padişah da çocukluk arkadaşının yeteneklerinin farkındadır ki, ona gerekli araçları ve fırsatları sağlamakta herhangi bir beis görmemiştir. Yazımızda çokça atıf yaptığımızda Venedikli gözlemcilerin Süleyman'a il signor (kral), İbrahim'e ise il magnificio demesi boşuna değildir. Pargalı'nın kıyafetlerinin süsü veyahut parmaklarındaki yüzüklerin gösterişi Süleyman'ınkinden geri kalmamaktadır. Bir diğer çeken husus da İbrahim'in haziran 1524'te gerçekleşen düğünüdür. Bu hadise, Süleyman'ın saltanatının ilk büyük şenliğidir ve gelecekteki kutlamalar için emsal teşkil edecektir. Ancak mezkur düğün ile alakalı yanlış bir varsayımın düzeltilmesi zaruridir. Zira düğünün debdebesi İbrahim'in, Süleyman'ın kız kardeşi Hatice Sultan ile nişanlı olduğu faraziyesine dayandırılmıştır. Ne var ki, bu iddia birçok kez çürütülmüş ve İbrahim'in karısının, daha evvel de belirttiğimiz üzere, ünlü bir devlet adamının (bkz: İskender Paşa) torunu olan Muhsine olduğu artık büyük ölçüde kanıtlanmıştır. Pargalı İbrahim Paşa'nın veziriazamlığı esnasında Osmanlı'nın ihtişamını büyütme çabaları, rönesans kral ile kraliçelerinin giderek daha da göz alıcı hale gelen sarayları ve dahi şahsiyetlerinden ((bkz: coğrafi keşifler) (bkz: fiyat devrimi)) daha üstün gözükmeyi amaçlayan bir yaklaşımla sürdürülmüştür. Süleyman'ın saltanatının ilk 15 yılı, askeri dikkati açısından ekseriyetle batıya odaklıdır. Aynı şekilde, savurgan ve gösteriş dozu yüksek propaganda savaşının hedefinde de Avrupa bulunmaktadır. Bilindik hikayeye göre batı dünyası, Süleyman'ın 1520'de tahta çıkmasıyla birlikte rahat bir nefes almıştır; zira selefi Yavuz Sultan Selim, savaş meydanlarında kazandığı zaferler ile hıristiyan alemini, sıradaki hedefin kendileri olması korkusuyla dehşete düşürmüş durumdadır ve onun idaresinde Osmanlı savaş makinesi durdurulamaz gözükmektedir. 1517'de Memlük devleti'ni tarumar etmesi hasebiyle Venedik tarafından Selim'i tebrik etmeye gönderilen Alvise Mocenigo'nun, "Afrika, Avrupa ve Asya'yı hakimiyeti altına alarak dünyanın efendisi olmayı ümit ediyor" ifadeleri boşuna değildir. Madalyonun diğer yüzünde ise İbrahim, efendisinin, babasının emellerini gerçekleştirmeye kesinlikle niyetli ve muktedir olduğunu avrupalı güçlere ispat edecek doğru enstrüman hüviyetindedir. Beynelmilel siyasette hükümdarların durumunu, topraklarının yerini ve ilgili diğer tüm konuları öğrenmekten tabiri caizse zevk alan Pargalı'nın, dil becerileri ve başta Venedikliler arasında olmak üzere sahip olduğu ilişki ve casus ağı da bu ilgisine destek sağlamaktadır. Bahsi geçen Venedikliler arasında ise bir kişi bilhassa öne çıkmaktadır: Alvise Luigi Gritti ... Gritti, 1523 - 1538 yılları arasında Venedik doçu olan Andrea Gritti'nin İstanbul'da doğan 4 oğlundan biridir. baba Gritti, Osmanlı'nın başkentinde yıllar boyunca tüccarlık ile diplomatlık yapmış ve mevzubahis 4 oğul, muhtemelen İstanbul'da tanıştığı bir ya da birden fazla aşık / cariyeden dünyaya gelmiştir. Babasının toplumsal konumuna layık bir tedrisattan geçen Alvise, Venedik ve Padova'da okumuştur (Padova Üniversitesi, rönesans döneminde klasik incelemelerin canlandığı en önemli merkezlerden biri konumundadır). Anlaşıldığı kadarıyla babasının gözdesi konumundaki Alvise, eğitimini tamamlamasının ardından İstanbul'a yerleşmeye karar vermiş ve burada, gerçek anlamda, göz kamaştırıcı bir portre çizmiştir. Nitekim o vakitler sarayının bulunduğu istanbul'un güzide semtinin bugünkü adı, bu sıra dışı adamın lakabından ileri gelmektedir: (bkz: Beyoğlu) (muhtelif tarihçiler Beyoğlu isminin, Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon'u almak suretiyle nihayete erdirdiği Pontus Rum İmparatorluğu'nun hanedan üyelerinin İstanbul'a getirilmeleri ve bilahare mezkur semte yerleşip ticaret ile uğraşmaları sonucunda ortaya çıktığını iddia etmektedir). Velhasıl kozmopolit ve entelektüel 16. yüzyıl insanının en mükemmel örneklerinden biri olan Gritti, tüccarlar ile hümanistlerin ilgi odağı konumundadır ve mütemadiyen hem hristiyanlar hem de hem de müslümanlar için eğlenceler düzenlemekten geri durmamaktadır. Öte yandan Gritti, tıpkı babası gibi başka malların yanı sıra mücevher alım satımı yapan bir tüccardır ve Pargalı onu muhtemelen bu sıfatla Süleyman ile tanıştırmıştır. Ancak Alvise'in Osmanlı imparatorluğu'na asıl katkısı, diplomatik ve askeri alanda olacaktır ... Daniello de Ludovici, 1534 yılında Venedik senatosu'na sunduğu raporda; Gritti'nin, İbrahim'i, veziriazamlığa tayin edildiği esnada deneyimin olmaması hasebiyle "dünya ve devletlerin yönetimi" konusunda eğitmek suretiyle onun gözüne girdiğini ifade etmiştir. Bu süreçte Alvise, Osmanlılar ile birlikte 3 sefere katılmış ve daha da önemlisi imparatorluğun Habsburglar ile sonu gelmez çekişme sahası olan Macaristan'da yürüteceği politikaların mimarlarından biri olmuştur. Nihayetinde bu hayranlık uyandırıcı adam, 1534'te osmanlı için savaşırken Erdel'de asiler tarafından öldürülmüştür. İbrahim'in, Süleyman'ın ihtişamını sergileme programının başlıca danışmanlarından da biri olan Gritti, bu proje için yoğun bir çaba sarf etmiştir. Örneğin; Pargalı, Venedikli zanaatkarlara padişah için dört katlı muazzam bir taç ısmarlamıştır. Burada amaç, Süleyman'ın en azılı rakibi konumundaki Habsburg hükümdarı 5. Karl'ın (bkz: Şarlken) Roma İmparatorluğu üzerindeki hak iddiasına görsel olarak meydan okumaktır. Zira papa 7. Clementius 1530'da Bologna'da Kutsal Roma İmparatorluğu tacını Karl'ın başına taktığı sırada kendisi de üç katlı ikonik papalık tacını giymektedir. Ne var ki 2. Mehmet, 330 yılından itibaren Roma İmparatorluğu'nun merkezi konumundaki Konstantinopolis'i fethederek Roma'nın halefi olma konusundaki kendi hak iddiasını ortaya koymuş durumdadır. Aynı şekilde, Yavuz Sultan Selim'in büyüklüğü, Doğu Akdeniz ve Mısır'daki toprakları fethetmek suretiyle Doğu Roma İmparatorluğu'nu yeniden birleştirmeye dayanmaktadır. Şimdi de Süleyman, atalarının ele geçirdiği mezkur toprakların yegane hakimi sıfatını, kurnaz vezirinin yaptırdığı 4 katlı taç ile somut bir hale getirmiştir. Bologna'da düzenlenen gösterişli geçit törenlerine, osmanlılar, ordunun 1532'de avusturya'ya yaptığı uzun yürüyüş boyunca Süleyman'ın tacını sergilemek suretiyle karşılık vermiş; bu esnada Sırbistan'ın güneyindeki Niş şehrinde bulunan Habsburg elçileri, askeri geçidi bir caminin minaresinden izlemeye mecbur bırakılmışlardır. 1529 yılı itibariyle Pargalı İbrahim Paşa, imparatorluğun kamusal yüzü konumundadır: Osmanlı ordusunun seraskeri, diplomasinin efendisi ve Muhteşem Süleyman imajının emprezaryosudur. Peki ne olmuştur da Pargalı'yı, "hiç yaşamamış bir şekilde" ortadan kaldırma gereksinimi ortaya çıkmıştır ? Kimi tarihçiler İbrahim'in yok oluşuna giden yolda aşırı kibrini sebep gösterirken, kimileri de Safeviler'e karşı girişilen seferde yaptığı bir dizi hatadan dem vururlar. Buna göre; İbrahim'in Serasker sıfatıyla uyguladığı yanlış taktikler doğu cephesinde savaşın uzamasına sebebiyet vermiş ve sert kış koşulları askerleri zayıf düşürerek, bir bakıma savaşmaktan soğutmuştur. Öte yandan Pargalı'nın kudretli Defterdar İskender'i idam ettirmesi de, neticeleri itibariyle onun adına büyük zararlara yol açmıştır. Rivayete göre; Süleyman, vezirine savaş konusunda defterdarın nasihatlerinden yararlanma tavsiyesini vermiş ancak İbrahim bunun yerine, farklı açılardan rakibi olarak gördüğü İskender'i ortadan kaldırmayı tercih etmiştir. Bütün bunlara ek olarak İstanbul ahalisi de Pargalı hakkında pek de olumlu olmayan bir intibaya sahiptir. Yeniçerilerin 1525'teki isyan sırasında onun sarayını hedef almaları, bir bakıma bu durumun göstergesidir. Yine, İbrahim'in 1526'da Budapeşte kraliyet sarayından ganimet olarak alıp getirdiği bronz Herkül, Diana ve Apollon heykelleri de, toplumda kendisine karşı oluşan hoşnutsuzluğun artmasına sebebiyet vermiştir. Şair Figani'nin halkın tepkisini dile getirdiği beyiti, ahvali özetler niteliktedir: "Dünyaya iki İbrahim geldi. Biri putları yıktı. Diğeri putları dikti.". Figani bu hakareti nedeniyle işkence görmüş ve 1532'de asılmak suretiyle idam edilmiştir. Süleyman ile İbrahim'in 1533'te Alvise Gritti'nin ikametgahına 3 saatlik bir ziyaret yapmaları da, İbrahim'in İslam inancının samimiyetine ilişkin kuşkuları yeniden alevlendirmiştir. Aslında ziyaretin bağlamı, Avusturyalı Habsburglar ile yürütülen zorlu antlaşma müzakerelerine dairdir. Sonuç olarak İbrahim'e yönelik eleştirilerin yarattığı olumsuz hava öyle bir noktaya erişmiştir ki, Süleyman'ın ondan kurtulması "zorunlu" ya da "yararlı" hale gelmiştir. Genel olarak bakıldığında (ve şahsi yakınlığı bir tarafa) Süleyman, veziriazamından memnundur. Safevilere karşı düzenlenen seferin başlangıcında onu, tek başına ordunun başına getirmiş ve askeri liderliğine duyduğu saygıyı göstermiştir. Mısır'da ve 1527'de Anadolu'da çıkan karışıklıkların bastırılmasında başarılı bir performans göstermiş olan İbrahim, öte yandan Süleyman'ın batıya karşı elde ettiği zaferlerde, farklı sıfatlarla dahi olsa, her daim ciddi katkılar sunmuştur. Ancak nihayetinde kimse vazgeçilmez değildir ve söz konusu dünyanın zirvesinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu'nun hükümdarı olduğunda, bu düşünce çok daha kolay pratiğe dökülebilmektedir. Velhasıl maktul İbrahim Paşa, 1536 yılının 14 mart'ını 15 mart'a (Gaius Julius Caesar'ın katledilişinin yıldönümü olması manidardır. hicri takvimde 942 yılının Ramazan ayının 22. gününün, 15 marta tekabül ettiğini, İbrahim gibi antik tarihe düşkün olan Süleyman da pekala bilmektedir) bağlayan gece Enderun'daki odasında uyurken padişahın emriyle boğularak katledilmiştir. Pargalı'nın, gözden düşen diğer paşalara hep yapıldığı gibi başkalarının önünde boynunun vurulmayıp, hanedan üyelerine uygulanan infaz yöntemi olan ip ile katledilmesi, Süleyman'ın, "en iyi arkadaşına" son bir jesti şeklinde de okunabilir. Ancak sonraki süreçte cesedinin saraydan gizlice uzaklaştırılması ve kendisine ait herhangi bir mezarının bulunmaması da şerefinin lekelendiğinin açık bir göstergesidir. Bir iddiaya göre, maktulün bedeni Tersane-i Amire'nin arkasındaki bir zaviyenin bahçesine gömülmüş ve mezarının yerine gösteren yegane bir ağaç olduğu söylenmiştir. İbrahim'in ölümün ardından ona saygısını gösteren tek kişi ise Kumkapı'da paşanın anısına bir cami inşa ettiren zevcesi Muhsine olacaktır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Prof. Dr. Tayyib Gökbilgin'den Kanuni Sultan Süleyman, İsmail Hakkı Uzunçarşılı'dan Osmanlı Tarihi - 2. Cilt: İstanbul’un Fethinden Kanuni Sultan Süleyman’ın Ölümüne Kadar ve Prof. Dr. Gülru Necipoğlu'ndan 15. ve 16. Yüzyılda Topkapı Sarayı / Mimari, Tören ve İktidar adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Savaşa Giden Yol / İkinci Dünya Harbi

    Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, o zamanlar 29 yaşında bir piyade olan Adolf Hitler, maruz kaldığı ve geçici olarak kör olmasına sebebiyet veren bir gaz hasebiyle Kuzey Almanya'da askeri bir hastanede tedavi görmektedir. Almanya'nın yenildiği haberleri, Germen ulusu üzerinde büyük bir şok meydana getirmiş durumdadır. Zira dört buçuk yıl boyunca savaşılmış ve zafere çok yaklaşılmıştır. Bakıldığında Deutsches Reich, gerçekten de 1918 sonlarında Fransa'nın batısı ve Rusya'nın büyük bir kısmı olmak üzere geniş bir toprak parçasını işgal altında tutmaktadır. Ancak savaş kahramanı Erich Ludendorff'un batı cephesinde gerçekleştirdiği büyük taarruzdan beklenen başarının elde edilememesi sonucunda kasım '18'de ani bir çöküş yaşanmış ve harp boyunca geri plana atılmış olan donanma mensupları ile greve giden işçilerin çıkardığı isyanlar nedeniyle imparatorluk hükümeti paniğe kapılarak Hollanda'ya kaçmıştır. Hemen akabinde ise iktidar, sol ve müttefiklerinden oluşan yeni bir koalisyonun eline geçmiş ve bu hükümet de 11 kasımda İtilaf kuvvetleri ile ateşkesi imzalamıştır. Mağlubiyetin kabulü karşısında gözyaşlarına boğulan yalnızca onbaşı Adolf değildir. Keza Kasım Ateşkesi, Almanya'nın çektiği acıları sona erdirmemiştir. İngilizler, silahlara veda edilmesinin ardından vakit kaybetmeden Almanya'ya yoğun bir ekonomik kuşatma uygulamış ve bunun sonucunda bilhassa çocuklarda yetersiz beslenmeye bağlı olarak vitamin eksikliğinden kaynaklanan raşitizm görülmeye başlanmıştır (çarpık dizler ve eğri bacaklar). Diğer tarafta ise Fransızlar, ordularının bel kemiğini kıran Verdun'da yaşadıkları travmanın da etkisiyle "onarım gideri" adı altında ödenmesi mümkün olmayan, yüksek meblağlarda savaş tazminatı istemektedirler. Toplam tazminat miktarı 132 milyar alman markıdır ve son taksitler (1920'li yıllarda asıl borç ödendikten sonra) "2010" yılında dek uzayacaktır. Tabii olarak mezkur tazminatın istenmesinin ardında yatan gerçek maksat, Alman ekonomisinin adil bir biçimde toparlanmasını ve ülkenin yeniden silahlanma girişiminde bulunmasını önlemektir. 1. Dünya Savaşı'nın hemen ardından yaşanan gelişmeler, sonraki 20 yıl boyunca tüm Orta Avrupa'yı şekillendirecektir. Harbin gerçek galibi, tartışmasız bir şekilde Amerika'dır. Başkan Woodrow Wilson önderliğinde yeni bir dünya düzeni kurmaya girişen Yankeeler, bu misyonu bir takıntı haline getirecek ve bilhassa 2. Dünya Savaşı sonrası Marshall Planı ile birlikte Avrupa'nın toparlanmasına öncülük edeceklerdir. Fransızların "üçüncü görkemli yıllar" adını verdikleri, Amerikan dolarının yarattığı bu refah dalgası ise 1970'li yılların ortalarında yaşanan petrol krizi ve durgunluk içinde artan stagflasyona dek sürecektir. Velhasıl Müttefiklerin katılımıyla 18 ocak 1919'da başlayan Paris Konferansı'nda barış koşulları müzakere edilmiş, 7 mayıs 1919'da son metin Almanlara deklare edilmiş, 23 haziran'da alman parlamentosu'nca kabul edilmiş ve 28 haziran'da Paris'in Versay banliyösünde imzalanmıştır. Olup bitenleri dikkatli bir biçimde gözlemleyen, harp kahramanı Fransız general Ferdinand Foch'un duruma dair tespiti ise Avrupa'yı bekleyen karanlık günlere dair bir kehanet niteliğindedir: "Bu bir barış antlaşması değil, 20 yıl sürecek bir ateşkestir ..." (bkz: Versay Antlaşması) 1920'li yılların başlarında Almanya genelinde Hitler, tabiri caizse sağı yeniden küllerinden dirilterek ün kazanmıştır. Savaş sonrası ordu onu Münih'te casus olarak kullanmaktadır ve Alman İşçi Partisi (bkz: Deutsche Arbeiterpartei) adı verilen küçük bir siyasi oluşumun toplantısına katıldığı gün, tüm hayatı sonsuza dek değişecektir. Zira orada "olağanüstü" bir özelliğini keşfetmiştir: Hitabet yeteneği. Bugün izlendiğinde çoğumuza gülünç gelen bu nevrotik bozukluktan muzdarip şizofren adamın davranışları ve hitabı, o dönemde koca bir ulusu birkaç sene içerisinde topyekun bir savaşa sürükleyecektir ... Hitler'in iktidar yürüyüşü esnasında güvendiği bir başka unsur da, Yahudi karşıtlığıdır. Bu tavır bazı çevrelerde popülerdir. Zira Yahudiler, savaş sonrası yaşanan ekonomik krizden diğer kesimlere nazaran daha iyi bir durumda çıkmışlardır. İntikam savaşından ve yozlaşmış parlamentoya son verecek milliyetçi bir hükümetten söz eden Hitler için, finans dünyası ile liberal medyada güçlü bir biçimde temsil edilen Yahudilerin aleyhine propaganda yapmak adına bu durum yeterli olacaktır ... Mentoru olarak gördüğü Benito Mussolini'nin izinden gitmek isteyen ve İtalyan modelini benimseyen Hitler, bu bağlamda iktidarı zorla ele geçirmek adına ilk girişimini 1923 yılında gerçekleştirir (bkz: Birahane Darbesi) ancak kalkışma başarısızlık ile sonuçlanır. Polis ile çıkan çatışma sırasında yaralanan Hitler, olaylardan 2 gün sonra tutuklanır ve vatana ihanet suçlamasıyla mahkeme karşısına çıkar. 24 gün süren yargılanmasının akabinde ise 5 yıllığına Landsberg Hapishanesi'ne gönderilecektir. Bu hapis süresi içerisinde boş durmayan Hitler, Almanya'nın sorunlarını teşhis eden ve bir "tedavi programı" öngören Main Kampf isimli bir de kitap yazacaktır. Buna göre Almanya 2 cephede birden savaşma hatasından kaçınmalıdır. Rusya gerçek düşmandır ve onları yenmek, yeni doğuda yaşam alanları (bkz: Lebensraum) bulmak ile hammadde kaynaklarını ele geçirmek anlamına gelmektedir. 1929 yılına gelindiğinde işler yavaş yavaş Hitler'in istediği gibi gitmeye başlamıştır. Aynı yıl yaşanan Büyük Buhran'ın yarattığı ekonomik kriz, Almanya'nın son gerçek parlamento hükümetinin düşmesine sebebiyet vermiş ve Almanlar çektikleri sıkıntılardan dolayı yabancılar ile paralarını ülke dışına çıkardıklarını iddia ettikleri Yahudileri suçlamışlardır. Sonuç olarak Mark baskı altına girmiş ve konvertibl olmaktan çıkmıştır. Öyle ki Londra'ya gidecek olan Prenses Schönburg, dövizi olmaması hasebiyle 3. sınıfta seyahat etmek durumunda kalmıştır. Ulusal ticaret 2/3 oranında düşmüş ve Almanya ihracata dayandığından, kısa sürede 6 milyon kişi işsiz kalmıştır. Berlin korkunç bir karmaşa içindedir ve bu huzursuzluk ile nefret atmosferinin gölgesinde gerçekleşen '32 federal seçimlerinde muhafazakarlar ile yapılan anlaşmanın sonucunda Adolf Hitler ocak 1933'te Almanya'nın yeni şansölyesi olacaktır ... Göreve başlamasının hemen ardından Hitler'in ilk önemli toplantısı generaller ile gerçekleşir ve onlara zaman kaybetmeden yeniden silahlanılması gerektiğini aktarır. Ona göre yeniden silahlanma Alman sanayiine iş imkanı sağlayacak ve işsizlerin bir kısmına istihdam oluşturacaktır. Bu program Versay Antlaşmasına aykırıdır fakat Hitler, savaş yorgunu dünyanın içerisinden geçtiği cendereyi hesap ederek batılı güçlerin herhangi bir tepki gösteremeyeceğini hesap etmektedir. Zaman Adolf'u haklı çıkaracaktır. Alman hava sanayii 3000 çalışanla yılda birkaç düzine uçak yaparak başladığı yeniden kalkınma programı kapsamında, 1939 yılına gelindiğinde 250.000 personel ile yılda 3000 savaş uçağı üreten bir kapasiteye ulaşmıştır. Havacılıktaki bu yükseliş, tarımdaki momentum ile birleşince 1936 yılında Almanların işsizlik sorunu ortadan kalkmıştır. Hitler artık halk arasında çok popülerdir ve bu popülaritesini çılgın fikirlerini hayata geçirmek adına bir kalkan olarak kullanır. Yahudi karşıtlığına yasal dayanak sağlanır ve 6.000 kapasiteli toplama kampları kurulmaya başlanır. Yüzbinlerce Yahudi ülkeden sürülür ve paralarına zorla el konur. '36 yılının yaz aylarında Hitler, Berlin'de düzenlenen olimpiyat oyunlarını paravan olarak kullanarak gerçek niyetini saklamayı sürdürür ve Stalin'in beş yıllık kalkınma planını bir uyarı işareti kabul ederek; Almanya'yı 4 yılda savunma savaşına, 7 yılda ise saldırı savaşına hazırlayacak çok kapsamlı bir başka silahlanma programının startını verir. Hitler aslında burada bir kumar oynamaktadır; zira Almanya'nın bu kadar yoğun bir silahlanmaya yetecek hammaddesi olmadığı gibi, uçak ve motorize savaş araçları için gerekli olan petrol , kauçuk ve demir dışındaki metalleri satın alacak dövize de sahip değildir. Aynı şekilde, sentetik petrol ve kauçuk imali için de büyük ve pahalı bir araştırma programı uygulanmaktadır. Luftwaffe komutanı Hermann Göring'in 4 yıllık organizasyon planı çerçevesinde devasa bir metalürji kompleksi inşa edilmiştir. Ülkenin totaliter yapısı derinleşmiş ve Gestapo '36 yılında Nazi Partisi'nin seçkin unsuru olan ve Henrich Himmler tarafından idare edilen Schutzstaffel yani SS ile birleştirilmiştir. Bütün bunlara ek olarak İspanya İç Savaşı ve Pasifik'teki gerilimler gibi gelişmeler de Hitler'e hamle zamanının yaklaştığını hissettirmektedir ... Hitler ilk adımını Ren havzasına, nehrin batısında kalan Almanya topraklarına doğru atmaya karar verir. Savaş sonrası Fransızlar bu bölgeyi ilhak etmek istemiş ancak talepleri reddedilmiştir. Bunun yerine bölge askeri birliklerden temizlenmiş ve garnizonlar kaldırılmıştır. '36'da Almanlar bölgeye doğru ilerleyişe geçtiğinde Fransızların tepkisine set çekecek olan, trajikomik bir şekilde İngilizler olacaktır. Niyetleri Hitler'e istediğini vererek, onu başka konuları kurcalamaktan caydırmaktır. Bu yaklaşıma verdikleri isim ise "yatıştırma politikasıdır". Kasım 1937'de İngiliz dışişleri bakanı Lord Halifax Berlin'e gider ve Hitler'e, savaş sonrası antlaşmalarda değişiklik yapılması için barışçıl metotlara başvurulmasına "karşı çıkmayacaklarını" ima eder. İngilizler kesinlikle savaş istememektedir. Bunun üzerine Adolf, Berchtescaden'daki konutunda sıradaki hamlesini planlamaya koyulur: Avusturya. 11 - 13 mart 1938 tarihleri arasında Nazi Almanyası, 3 günlük hızlı bir ilerlemeyle Avusturya'yı topraklarına katar ve gerçek anlamda kimsenin kılı dahi kıpırdamaz. Aksine hem kardinal hem de bir zamanların sosyalist cumhurbaşkanı Karl Renner, Nazileri memnuniyet ile karşılarlar. Böylece Avusturya bir Alman vilayetine dönüşürken, Viyana'nın çeyrek milyon Yahudisi de ağır hakaretlere, şiddete ve yağmaya maruz kalır. Gemi iyiden iyiye azıya alan Hitler'in sıradaki hedefi ise Çekoslovakya olacaktır. Burada 3 milyon Alman yaşamakta ve ekseriyeti de Almanya sınırı yakınlarındaki Sudeten'de bulunmaktadır. Mezkur ülke, savaş sonrası antlaşmaların bir ürünüdür ve Çekler, Almanların saldırması halinde yürürlüğe girecek olan Fransızlarla ittifaka güvenmektedirler. Ancak yatıştırma politikası! kapsamında İngilizler bir kez daha devreye girmekte gecikmeyecektir ... 1938 yılının eylül ayında yaşlı İngiliz başbakanı Neville Chamberlain, Mussolini'nin önerisiyle Hitler'in de bulunacağı bir konferansa katılmak üzere Münih'e uçar. Çekler toplantıya davet edilmemiştir. Aynı şekilde, onların en büyük müttefiki olan Sovyetler Birliği de ... görüşmelerin sonucunda ise Chamberlain, Hitler'e Çekoslovakya'nın Almanların yaşadığı bölgelerini vermekte herhangi bir beis görmeyecektir ... Çeklerin fikri dahi alınmamıştır, oysa bu bölgelerde daha başka uluslar da hayatlarını idame ettirmektedirler. Münih Konferansı o tarihten itibaren literatüre utanç verici ve korkakça davranış adıyla giriş yaparken; Chamberlain bir süreliğine, savaşı engelleyen adam olarak çok popüler olur. Londra'daki hükümetin politikalarına en sert tepkiyi gösterecek isim ise Winston Churchill olacaktır. Victoria dönemide ve Blenheim Sarayı'nda, ünlü atası Malborough Dükü'nün tarihi malikanesinde dünyaya gelen Churchill, kariyerinin ilk yıllarında liberal bir profil çizmesine rağmen zaman içerisinde imparatorluk yanlısı bir çizgiye kaymıştır. İngiliz tarihini görece en parlak dönemlerini bilfiil yaşamış ve Britanya İmparatorluğu'nu temsil eden dünyanın üçte birinin tadını almıştır. Cazibesi, zekası, çalışkanlığı ve zaman zaman da zorbalığı ile tanınan Churchill, 1930'ların dünyasında bir muhafazakar olarak ön plana çıkmaktadır. Hitler'den gerçek anlamda nefret eden biri olarak ona taviz vermenin, onu daha da azdıracağı konusunda defaatle uyarılarda bulunmasına karşın çok az kişi söylediklerine kulak asmıştır. Ancak gelinen noktada hasıl olan statüko, onu gündemin ilk sırasına çıkaracaktır ... Bilahare Kristallnacht yani Kristal Gece olarak anılan 9 Kasım 1938 gecesi ve sonraki sabah, Almanya ve Avusturya'da Yahudilere karşı çok ağır şiddet olayları yaşanmıştır. Naziler tarafından dükkanlar yağmalanmış, sinagoglar yakılmış, 91 Yahudi öldürülmüş ve binlercesi toplama kamplarına gönderilmiştir. Açıkça görüldüğü üzere "Münih" artık Hitler'i "yatıştırmamaktadır". Gittikçe daha saldırgan hale gelen Nazi Almanyası, Japonya ve İtalya ile birleşerek bir tür faşist blok da kurmuştur. İşlediği insanlık suçlarına neredeyse kimsenin ses çıkarmaması karşısında kendi yankı odasında dünya hakimiyeti tahayyüllerine kapılan Hitler, daha da ileri gitmekte herhangi bir beis görmez ve mart 1939 Çekoslovakya'nın geri kalan kısmını da işgal eder. Bunu Sovyetler ile kurulan pakt ve 1 Eylül 1939'da Polonya'nın ilhakı takip edecektir. 3 Eylül 1939'da sabah 9 civarı İngilizler Nazilere ültimatomlarını ilettiklerinde, Fransız hükümetinin de kısa süre içinde aynısını yapacağını bildirirler (nitekim aynı gün saat beşte gerçekleşir). Artık zarlar atılmış ve 2. Dünya Savaşı resmen başlamıştır. 1939 yılının mart ayı, İngilizler için bir karar anıdır ve bir daha asla Nazilere güvenmeyeceklerdir. Geriye dönüp bakıldığında tüm bu yaşananlar çılgınca görünmektedir ve aslında Hitler'in faaliyetleri dünyayı, kelimenin gerçek anlamıyla "delirtmiştir". Bir şizofrenin peşine şu veya bu sebepten takılmış kadim bir ulusun muazzam yetenekleri, insanlığı, evrensel bir yıkım sürecine sokmuştur. '39 yılını yaşayanlar, Almanya ile savaşın o yaz zaten başlamış olduğunu ve bahanesinin spesifik bir olay olmadığını söyleyeceklerdir. Bir deli, dünyanın tıpasını çıkarmıştır ve gemi batmak üzeredir ... Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere; birkaç yıl evvel kaybettiğimiz kıymetli hocam Norman Stone'dan İkinci Dünya Savaşı, Basil Liddell Hart'tan İkinci Dünya Savaşı Tarihi ve John Keegan'dan İkinci Dünya Savaşı adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Kuzeyin Sezarı: Büyük Petro ve Rusya’nın Yeniden İnşası

    Bilge ve faydalı bir yönetimin en büyük muhalifi yaratıcısının faniliğidir. İskender'in, Charlemagne'in, Atatürk'ün ve Petro'nun muzdarip olduğu sorun, insan ömrünün muhteşem tasarılar için çok kısa olmasıdır. Bu tasarılar, insanlık tarihine damga vurmuş isimlerin ardından beceriksiz ya da kötü niyetli ellere düşerse, bir eser hüviyetine tam olarak bürünemeden yok olup gidebilir. Her ne kadar Rusya, Petro sonrası dönemde uzunca bir süre başında güçlü ve yetkin bir kişilik olmasa da, kendi ivmesiyle yükselişine devam etmiştir. Bu açıdan Rus Çarlığı, 16. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak 17. yüzyılın sonuna dek devam ettirebileceğimiz zaman aralığındaki Osmanlı devlet otoritesiyle büyük benzerlikler göstermektedir.  Rusya'nın Petro sonrası dönemde ivme kaybetmemesindeki bir başka neden de Petro'nun "tepeden inme" yaptığı devrimlerin sağlam temellere oturtulmuş olmasıdır. Çarlığın 17. yüzyıl sonundaki toplum yapısını incelediğimizde eğitimsiz ve bağnaz bir halk kitlesi görürüz. Ortodoks itikadının pagan unsurlarla çeşnilendiği Slav toplumunda, tabandan "çağdaşlaşmaya" yönelik bir halk hareketi beklemek ya da yenilikçi devrimlerin basit halk kitlelerince kolayca benimseneceğinden medet ummak en basit tabirle abesle iştigaldir. Ancak Petro, çelikten bir irade ve sarsılmaz bir inanç ile başka bir yerde gelişmesi belki de asırlar alacak olan reformlarını "yapay yollarla" bir ömür süresinde gerçekleştirmek için büyük çaba sarf etmiş ve görece başarılı da olmuştur. Bu konuda kendisiyle büyük benzerlik gösteren, bir başka önemli tarihi şahsiyet ise cumhuriyetimizin kurucusu ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk 'tür. Modern Rusya'nın kurucusu Petro'nun iktidarı 1682'de üvey ablası Sophia 'nın naipliğinde ve yine, üvey olan erkek kardeşi Ivan 'ın ortaklığında başlar. 10 yaşındaki Petro; ateşli ve buyurgan bir öfkeye sahip mizacıyla disiplinsiz bir çocuktur. En sevdiği oyuncakları kılıç ve davuldur ve tarihe çok düşkündür. Küçük yaşlarından itibaren büyük atası Korkunç Ivan 'ın hayatı hakkında okumaktan büyük keyif almaktadır. Moskova sokaklarında dolaşmaktan, maceraperest kimselerden yabancı ülkelerin alışkanları ve gelenekleri hakkında tuhaf bilgiler toplamaktan zevk almaktadır ve farklı diyarları görme isteği yaşı ilerledikçe önü alınamaz bir tutkuya dönüşecektir. Arkadaşlarıyla "askercilik" oynamayı çok seven küçük Petro'nun teknelere ve denizlere olan ilgisi de, yine, bu yaş aralıklarında başlayacaktır. 17 yaşına geldiğinde ablasının, kendisini ve annesini ortadan kaldırmak için entrikalar çevirdiğini fark eden genç Petro, bir "Rus saray geleneği" olarak, aynı öykündüğü büyük dedesi Korkunç Ivan gibi, Coup d'Etat düzenler ve ablasını yakalatarak ömrünün geri kalan 15 yılını geçireceği bir manastıra hapseder. Takvim yaprakları 1689'u gösterdiğinde, varlığı ile yokluğu bir olan üvey kardeşi Ivan ile birlikte "gerçek anlamda" iktidarını başlatmış olur. Bir marangoz gibi balta sallayan, bir Kazak gibi kürek çeken ya da seyisleriyle güreşip yere serilmekte bir beis görmeyen Petro, 1693'de ilk büyük icraatını gerçekleştirmeye karar verir ve 200 kişilik geniş maiyetiyle beraber batıdaki Arhangelsk liman kentine gider. Arhangelsk'te ilk tersanenin kurulması emrini verir ve bu şekilde ilk Rus donanmasının yapımına başlanmış olur. Petro'nun hayalleri için çok para gerekmektedir ve genç çar, çözümü, Serflik Sistemi 'nde bulur. Büyük bir toprak reformuna girişen Petro, manastırları ve piskoposlukları vergilendirir. Her "seksen bin" serfe "bir" gemi düşecek şekilde bir düzenlemeye gider. Boyarların vergilerini de arttırmayı ihmal etmez çılgın çarımız. Ancak bu düzenleme, soylularında teşvikiyle, halkta büyük bir tepkiye yol açar. İşte bu noktada Petro, büyük dedesi Ivan'a nazire yaparcasına büyük bir kıyıma girişir. Huzursuzluğa sebep olan elebaşları tespit edilir. Yakalananlar, komplonun mimarının, manastır hayatında rahat durmayan ve Petro'yu iktidardan indirmek için entrikalar çevirmeye devam Sophia olduğunu itiraf ederler. Sophia, Rus devlet otoritesine Korkunç Ivan tarafından hediye edilen ! Sibirya 'ya sürülür. Elebaşları ise parçalara ayrılarak öldürülür. Kurbanların kolları ve bacakları emsal teşkil etmesi adına Moskova'nın uğrak yerlerine asılır. Başkentte huzuru sağladıktan ve iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra Petro, 1697'de 270 kişilik maiyetiyle meşhur Avrupa seyahatleri ne başlar. Bu seyahatlerin amacı hem denizcilik ve donanmaya dair son teknolojiler hakkında bilgi edinmek hem de Avrupa'nın medeniyet anlamında hangi noktada olduğunu gözlemlemektir. Yola çıkmalarından birkaç hafta sonra Petro ve maiyeti Hollanda'ya ulaşır. Çılgın çarımızın ilk işi, maiyetinden kurtulmak ve kimliğini Petro Mihailov olarak gizleyerek Saardam 'da işçi kıyafetleriyle toza toprağa bulanmış bir halde gemicilik sanatının inceliklerini öğrenmek olur. Ressamlarla, subaylarla, mühendislerle ve cerrahlarla görüşen Petro, gördüğü her şeyin bir modelini satın alır. Çatal bıçak kullanımına, halat yapımına, kağıt üretimine, balina avcılığına, cerrahiye ve mikroskopiye ilgi gösteren bu dinamik adam, pazarda zanaatını icra eden gezgin bir dişçiyi hayranlık ile izlemekten de geri kalmamakta ve sonrasında o dişçiyi evinde ağırlayıp ona aletlerini nasıl kullandığına dair sorular sormaktadır. Prusya'nın ilk kraliçesi olacak olan Büyük Elektres Sophia , Petro'yla bir akşam yemeği yedikten sonra anılarında şu cümleleri kullanmıştır: "Doğa ona sonsuz bir zeka vermiş. Ne yazık ki davranışları pek kaba !" Ama Petro, Avrupa aristokrasisinde nasıl bir izlenim bıraktığını umursamamaktadır. Bu 25 yaşındaki deli dolu adamın gerçekleştirmek istedikleri, sıradan insanların tahayyüllerinin ötesindedir. Hollanda, Petro'nun İngiltere'ye gideceğini, orada gemiciliğe dair en iyi eğitimi alacağını ve İngiltere'de, birkaç haftada başka bir yerde bir yılda öğreneceğinden daha fazlasını öğrenebileceğine kanaat getirdiğini duyunca pek de üzülmez açıkçası. Artık çılgın çar, İngiltere kralı 3. William 'ın düşünmesi gereken bir problemdir ! İngiltere saray erkanı da Petro hareketlerini en basit tabirle "tuhaf" bulmaktadır ancak bilge kral William, Petro'nun parlak zekasının ve idrak gücünün, tanıştıkları ilk andan itibaren farkına varır. Petro'nun isteklerini nezaket ile yerine getiren William, çarın ülkesinden memnun bir şekilde ayrılmasını sağlar. İngiltere'den sonra Viyana'ya geçen Petro, ülkesinden rahatsız edici haberlerin gelmesi üzerine apar topar Moskova yolunu tutar. Sibirya'da bile entrikalarını devam ettirmenin bir yolunu bulan Sophia , ülkede bir karışıklık çıkarıp çarın yokluğunu fırsat bilerek oğlu Aleksey 'i iktidara getirmek istemektedir. Bu bağlamda Streltsy ler (milisler) ile boyarları mevcut düzenin değişmesi gerektiğine dair kışkırtmaya başlamış ve isyan teşvik etmiştir. Petro geri döndüğünde Moskova, entrikacı devrimcilerle isyancıların elinde fena halde bir kargaşanın içerisindedir. Petro, bu hizip odaklarına unutulmayacak bir ders vermenin zamanının geldiğine kanaat getirir. Petro, dönüşü sonrası, kendisine saygısını sunmaya gelen bütün soyluları nazikçe selamlar ve akabinde hepsinin derhal tıraş edilmesi emrini verir. Petro'nun ülkeye getirdiği yeniliklerden biri de erkeklerin sakallarını tıraş etmesini zorunlu hale getirilmesidir ve hem halk hem aristokrasi bunu "dine hakaret" olarak görmektedir. Zamanında Petro'nun atası Korkunç Ivan, "tıraş olmak öyle bir günahtır ki tüm şehitlerin kanıyla yıkansanız da temizlenemezsiniz !" dememiş midir?  Ancak kimse "Deli Petro"ya karşı çıkmaya cesaret edemez. Yurt dışındayken öğrendiği zanaatlardan biri de berberlik olan Petro, birkaç uzun sakallıyı bizzat kendisi usturaya yatırır. Bu işi hallettikten sonra ise, çıkartılan isyan ile alakalı geniş çaplı bir soruşturma başlatır. Yüzlerce kişi isyan ile bağlantısı olduğu gerekçesiyle yakalanır. Petro kimsenin gözünün yaşına bakmaz ve " Saardam'ın Korkunç Marangozu " yani bizzat Petro'nun kendisi, baltayla 84 isyancının kellesini uçurur. İnfazlar günler boyunca devam eder ve son gün, "yorulduğu" zamanlarda, baltasını orada bulunan boyarlardan herhangi birine vererek infazlara devam etmesini ister. Askeri başarıları ya da kendisinin kurduğu ve adını taşıyan yeni başkenti Saint Petersburg gibi icraatları da Petro'yu tanımlayan önemli kilometre taşları olmak ile beraber çağının ötesindeki bu adamın en iyi tasviri devrimci hüviyeti altında yatar. İstekli bir "barbarı" bile uygarlaştırmak çok zor bir iş iken, Petro bir topluma "nefret ettiği" medeniyet giysisini giydirebilmek için canla başla mücadele etmiştir. Ona göre; kimse, önünde yerlere kadar kapanmamalıdır. Kendisine bir şey söylemek isteyen herhangi biri; "dik durmalı", duramıyorsa da bastonuna yaslanmalıdır. Halkı, onun "kölesi" değil; "tebaasıdır". Kaftan ve cübbe gibi kıyafetler tarihin tozlu sayfalarına gömülmeli, erkekler sakallarını ustura ile tıraş etmelidir. "Yirmi yedi yerden kilitli" terem (bir peçe türü) kaldırılmalı, kapatıldıkları yerden çıkarılacak olan kadınlar "Avrupalılar" gibi giyinmelidir. Kimse evliliğe zorlanmamalı, nişanlılar düğünden önce birbirlerini görebilmelidir. Petro, yaptığı devrimlerin benimsendiğinden emin olmak gizli bir teşkilat kurar ve reform fermanlarına Petro'nun alameti farikası haline gelen "balta" eşlik eder. Bu olağanüstü adam, huysuz ve öfkeli bir ulusu büyük bir güçle ilerleme yoluna sürüklemektedir. Yabancı dil bilmeyen asilzadelerin doğuştan gelen haklarına el koyar. Şehirlerde yeni ve daha özgür belediye örgütleri kurar ve yurttaşların ayrıcalıklarını genişletir. Çağın gerektirdiği eğitimi veren okullar ve kolejler açılır. Borçlulara verilen korkunç cezalar kaldırılır. Nüfus sayımı zorunlu hale getirilir, miladi takvime geçiş sağlanır. Kilisenin yetkileri kısıtlanır. Dehasının idrakine varamayanlar tarafından "deli" olarak nitelendirilen bu adam, ülkesinin "kurtuluşu" için tembellik ve cehalet ile işte bu şekilde savaşmıştır.  Petro hiç yaşamamış olsaydı, Rusya'nın modern uygarlığa ulaşması ne kadar zaman alırdı ? Rusya için tek umudun, onu bir Asya devletinden Avrupa devletine dönüştürmek olduğunu görebilen, bir "barbarın" kalbiyle bir Avrupalının zekasının birleştiği böyle "sıra dışı" bir adam olmasaydı, Rusya şimdi ne halde olurdu ? Bu soruların cevapları üzerine fikir teatisinde bulunmak bile aslında, Petro'nun hayatını vakfettiği "Rusya eserinin" ne kadar görkemli olduğunun farkına varmamızı sağlayacaktır .. Büyük Petro'nun hayatına ve icraatlarına dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Robert K. Massie'den Büyük Petro adlı eseri tavsiye ediyorum.

  • Doğu’nun Fatihi mi, Batı’nın Maceraperesti mi ? - Haçlıların Asi Prensi Antakyalı Bohemond'un Destansı Yolculuğu

    Bizans imparatoru Aleksios Komnenos'un kızı ve aynı zamanda bir tarihçi olan Anna Komnena, Alexiad adlı eserinde Guiscard Robert'ın en büyük oğlu Bohemond hakkında yazmaya başladığında korkuyla birlikte istemsiz bir saygı duygusunun kendisinde hasıl olduğunu ifade eder. Prensese göre; görünüşü hayranlık uyandıran ve adı düşmanlarına dehşet saçan bir adam olan Bohemond, yine kendisinin ifadeleriyle "görülmeye değer bir mucize"dir. Devasa cüssesi, kibirli ve kurnaz tavırlarıyla Bohemond, birçok açıdan anna'nın eserinin anti hero'su ve Bizans imparatoru 1. Aleksios'un taban tabana zıttıdır. Alexiad'da güney İtalyalı bir normana bu denli geniş bir yer verilmesi ise değildir; zira Komnenos'un 37 yıllık iktidarı boyunca hiç kimse onu Bohemond kadar devamlı bir şekilde rahatsız etmeyecektir. Aleksios'a iktidar yolunu açan Roussel de Bailleul tehdidinin sona ermesi Anadolu'daki norman devlet inşasının bir bakıma sonunu getirmiştir, ancak bu gelişme yakında Hauteville hanesinden gelecek daha ciddi tehditlerin yalnızca başlangıcı mahiyetinde olacaktır. 11. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle güney İtalya'yı tek bir bayrak altında toplamış olan Bohemond'un babası Guiscard Robert, Hautevillelerin bir gün Doğu Roma İmparatorluğu tahtına oturabileceğini tahayyül edebilecek kadar hırslı, azimli ve tabiri caizse maceraperest bir norman asilzadesidir. Bu bağlamda Güney İtalya'nın fethini tamamlamasının akabinde gözünü Adriyatik'in diğer yakasındaki Bizans eyaletleri olan Yunanistan ve İlirya'ya diken Guiscard, 1071'de imparatorluğun Malazgirt'te Selçuklu Türklerine karşı yaşadığı hezimetin akabinde dalında koparılmaya hazır olgun bir meyve durumunda olduğuna kanaat getirmiş durumdadır. Yaklaşan seferlerin kilit ismi ise Alberada'dan (ilk eşi) doğan ilk oğlu Bohemond olacaktır. Yaşadığı dönemde bir efsane haline gelecek olan Bohemond'un gerçek ismi ise Mark'tır. Norman kaynakları bu ismin Guiscard'ın Güney İtalya'daki ilk üssü olan Calabria'daki San Marco Argentano'dan geldiğini aktarmaktadırlar. Mark ismi etimolojik olarak bir norman değil, Grek - İtalyan adıdır ve yeni doğanın ailesi belli ki onun geleceğini İtalya'nın dışında, Bizans topraklarında görmüştür. Ancak verilen isim kadar önemli başka bir konu da Mark'ın hangi ad ile anıldığıdır. Bohemond ismi aslında Guiscard'ın bir ziyafet esnasında hakkında birtakım öyküler duyduğu bir devin adıdır. Mezkur efsanevi figür ile kendi "dev gibi" oğlu arasındaki benzerlikten etkilenen Robert, şölenin ardından genç prensi Bohemond olarak adlandırmaya başlamıştır. Mark ise yeni ismine adapte olma konusunda herhangi bir zorluk yaşamayacaktır ... Bohemond neredeyse her açıdan çağdaşlarının üzerindedir. Anna Komnena eserinde onun en uzun boylu erkeklerden bir arşın (yaklaşık 44cm) daha uzun olduğunu belirtmektedir. Bunun yanı sıra soluk teni ve açık renk saçlarıyla (İskandinav mirasının bir ürünü) Bohemond, bulunduğu her ortamda kaçınılmaz bir şekilde dikkatleri üzerine çekmektedir. Kesin doğum tarihi bilinmemek ile birlikte 1050'li yılların ortalarında doğduğu tahmin edilen Bohemond; ilk askeri deneyimini babasına isyan eden Capualı Jordan ile Conversonolu Goeffrey'nin üzerine sevk edilen birliklerde yer alarak tecrübe etmiş , 1081 yılında ise Guiscard tarafından emrine bir filo verilerek Korfu'ya yani Bizans'a saldırma ve mümkünse anakarada üsler geçirme görevini üstlenmiştir. 4 yıl sürecek olan seferde Güney İtalya normanları kısmi başarılar elde etmiş olsa da, uzun vadede lojistik, levazım ve adam eksikliğinden dolayı Yunanistan'da veyahut Balkanlar'da kalıcı olmayı başaramamış ve nihayetinde 17 temmuz 1085'de Robert Guiscard'ın sıtma ya da vebadan ölmesi hasebiyle bölgeden geri çekilmek durumunda kalmışlardır. Ancak Robert'in Doğu İmparatorluğu hayali Bohemond'da yaşamaya devam edecektir. Aleksios belki mücadelenin ilk raundunu kazanmıştır fakat gelecek günler çok daha büyük sürprizlere gebedir ... Orta Çağ'ın görece en önemli olayı olan Birinci Haçlı Seferi, sonuçları bakımından bugün dahi görülebilen bir miras ortaya çıkarmıştır. Ancak bu önemli hadisenin sıklıkla unutulan bir boyutu da normanlardır. Zira Haçlıların ekseriyeti Normandiya ve Güney İtalya'dan gelmek ile kalmamış, aynı zamanda bu girişimin kendisi de daha önceki norman faaliyetlerinden beslenmiştir. Fatih William ve Robert Guiscard'ın başarıları, Batı Avrupa aristokrasisine yabancı topraklarda riskli girişimler ile neler başarılabileceğini ilk kez göstermiştir. Binaenaleyh erken dönemli norman kazanımları ile Birinci Haçlı Seferi arasında doğrudan bir bağlantı kurulabilmektedir. Haçlıların önde gelen liderlerinden birisi de, yazımızın ana karakteri olan Tarantolu Bohemond'dur. İtalya ve Adriyatik'te kendisine göre bir mirasa sahip olamayan bu maceraperest norman, şöhret ve servet arayışıyla şansını Doğu'da deneyecektir. Bohemond'un yakınındaki anonim birisi tarafından kaleme alınan ve haçlı seferini anlatan Gesta Francorum, norman prensinin hareketten ilk kez 1096 yılının başlarında o dönemde bağlı olduğu lordu ve aynı zamanda üvey kardeşi olan Roger Borsa ile birlikte Amalfi'yi kuşatırken haberdar olduğunu bildirir. Bu haberden ilham alan Bohemond hemen harekete katılma sözü vermiş ve pelerinini kesmek suretiyle kendisine katılmak için akın eden insanlara haç şeklini vermiştir (bkz: coup de theatre). Bohemond'un aklında muhtemelen Kutsal Topraklar'ı kurtarmaktan daha fazlası vardır. 1080'lerdeki balkan seferlerinde yaşanan başarısızlıktan mütevellit Tarantolu'nun Aleksios ile kapanmamış bir hesabı bulunmaktadır ve tarihçi Geoffroi, Bohemond'un sefere uzun zamandır doğu imparatorluğu üzerindeki emellerini gerçekleştirmek adına büyük bir şevk ile katıldığını aktarır. Bizans'ın Papa 2. Urbanus'a yaptığı yardım çağrısı sonucunda gerçekleştirilecek olan bu harekatta imparatorluk hizmetine girmek, Bohemond'un çıkarları ile örtüşmüyor gibi gözükebilir fakat Tarantolu, 11. yüzyılın değişken dünyasında kurtların nasıl kuzuya dönüşebileceğini çok iyi bilmektedir ... Haçlı seferine katılma kararını hızlı bir şekilde vermiş olsa da Bohemond, önündeki ayları sefere hazırlanmak için geçirecek kadar tecrübelidir. Bulunduğu coğrafya sayesinde kuzeyli mevkidaşlarına nazaran daha az yol kat etmesi gerekmekte ve güzergahı çok iyi bilmektedir. Binaenaleyh acelesi yoktur ve nitekim ekim 1096'da Brindisi'den ayrılarak, 1080'lerdeki Balkan seferlerinin çarpıcı bir tekrarı olarak İlirya kıyısındaki Valona yakınlarında karaya çıkar. Bunu yaparken İtalya'dan geçen diğer haçlı gruplarıyla da yollarını ayıran Bohemond'un bu davranışları muhtelif çevrelerde Bizans imparatoruna karşı bir saldırı planladığına dair bir izlenim yaratır. Ancak geleceğin Antakya prensi'nin yola ilk çıktığı zamanki düşünceleri ne olursa olsun nihayetinde Papa Urbanus'un planına sadık kalmaya karar verir. Çevresinde hasıl olan tedirginliğin farkında olan Bohemond, bu korkuları yatıştırmak adına adamlarını yeğeni Tancrede de Hauteville'in idaresine bırakır ve imparator ile görüşmek üzere Konstantinopolis'e geçer. Aleksios ustaca bir diplomasiyle Bohemond'u iş birliği yapmanın her ikisinin de çıkarına olduğuna ikna eder ve Tarantolu da kendi adına Bizans'ın davasına bağlılık yemini eder. Seferin diğer liderlerinden biri olan Godefroy, Bohemond'un ettiğine benzer yeminleri ancak baskı altında kabul ederken, Saint Gillesli Raymond açıkça yemin etmeyi reddeder. Ancak bohemond farklı bir oyun oynamaktadır. Geçmiş yıllarda farklı norman liderleri de doğu imparatoruna sadakatlerini sunmuşladır. Hatta Bohemond'un babası Guiscard dahi 1074'te Nobilissimus olduğunda Bizans'ın hizmetine girmiştir. Dolayısıyla Bohemond yemin etmekten kaçınmak yerine, bunu yapmak için mümkün olan en büyük tavizleri koparmaya çalışmaktadır. Bu noktada maceraperest normanın ihtiraslarını en saf haliyle görürüz: Haçlı seferi onun adına amaca ulaşmak için yalnızca bir araçtır. 1097 yılında Anadolu platosuna geçerek nihai hedefe doğru (bkz: Kudüs) ilk adımı atmış olan baronların liderliğindeki haçlı ordusu, bu süreçte Anadolu Selçuklu devleti sultanı Kılıç Arslan'ın sert direnişi ile karşılaşmış olsa da ilerleyişini sürdürmüş ancak fazlaca yıpranmıştır. İaşe ve lojistik anlamındaki sıkıntılar, adam kayıpları ve verilen sözlere binaen Ön Asya'da geri alınan yerlerin tekrardan Bizans'ın idaresine bırakılması, bir süre sonra komutanlardan başlayarak tüm haçlılar arasında büyük bir huzursuzluğun hasıl olmasına sebebiyet vermiştir. Bu durum beraberinde kaçınılmaz bir şekilde birtakım kopmaları da getirmiş ve ilk adım Edessa'da (bkz: Urfa) Orta doğu'daki ilk haçlı devleti'ni kuracak olan Baudoin'den gelmiştir. Kendi kazanımlarını korumak adına safları bozmak isteyenler için bir model oluşturacak olan bu hadise, aynı zamanda Bohemond'un da beklediği işmar niteliğindedir. Baudoin'in bağımsızlığını ilan etmesinin akabinde Aleksios ile haçlılar arasındaki ilişkiler iyiden iyiye bozulmuş ve ocak 1908'de imparatorun temsilcisi olan Tatikios'un bir daha dönmemek üzere ordudan ayrılmasıyla birlikte gerginlik zirve noktasına ulaşmıştır. Bohemond da tabii olarak vaziyetten kendisine görev çıkarmakta gecikmemiş ve ordunun içinde bulunduğu durumdan Aleksios'u sorumlu tutarak onu bir hain ilan etmiştir. Daha da ileri gitmekte herhangi bir beis görmeyen Tarantolu, Aleksios'un pazarlığın kendisine düşen kısmını yerine getirmemesi hasebiyle haçlıların artık yeminlerine bağlı olmaları gerekmediğini de ileri sürmüştür. Velhasıl taşların yavaş yavaş dizildiği bu strateji oyununda Bohemond'un hedefi artık tüm çıplaklığı ile ortadadır: Antakya. Zor ve uzun geçen bir kuşatmanın ardından Bohemond'un, surların bir kısmının komutanı olan Firuz adlı bir Ermeni ile anlaşması sonucunda 2/3 haziran gecesi haçlıların bir kısmı şehre girmiş ve akabinde ordunun geri kalanına Antakya'nın kapılarını açmışlardır. Haçlılar sıkıntılarında birleşmiş olsalar da zaferin ardından bölünmekte gecikmemişlerdir. Zira Bohemond, son saldırıdan önce verilen sözlere uygun olarak Antakya'nın kendisine teslim edilmesinde ısrar etmektedir. Ancak başta Saint Gillesli Raymond olmak üzere kuvvetin diğer üyeleri bu fikre karşı çıkmışlardır. Anlaşmazlık bir süre daha devam etse de Bohemond'un geri adım atmayı reddetmesi sonucunda Raymond kaçınılmaz olanı nihayetinde kabul etmiş ve ordunun geri kalanı ile birlikte Kudüs yolculuğuna devam etmiştir. Tahmin edebileceğimiz üzere Bohemond'un kariyeri Antakya'yı ele geçirmesiyle sona ermemiş; entrikaları ona büyük bir ödül ama aynı zamanda azılı pek çok düşman da kazandırmıştır. 2 yıl boyunca bölgedeki konumunu sağlamlaştırmak adına faaliyetlerde bulunan Bohemond, ağustos 1100'de beklenmedik bir şekilde Danişmend Türkleri tarafından yenilgiye uğratılmış ve esir alınmıştır. Tarantolu, 3 yıl boyunca esaret hayatı yaşarken ise Antakya'yı yeğeni Tancrede de Hauteville ustalıkla korumuştur. Nihayetinde 1103 yılında geri döndüğünde topraklarını genişletme konusunda çok az ilerleme kaydedebilen Bohemond, 1104 yılının yazında Türkler tarafından tekrar yenilgiye uğratılmış ve tutumunu değiştirmeye karar vererek, adam toplamak adına ülkesi Fransa'ya geri dönmüştür. 1107 yılında harekete geçmeye hazır olduğunda ise beklenenin aksine Antakya'ya geçmek yerine eski ihtiraslarının peşinden gitmiş; açık kalan hesabını kapatmak ve doğu imparatorluğu ile ilgili tasarruflarını hayata geçirebilmek adına Yunanistan üzerinden Aleksios'a saldırmıştır. Ancak Bizans imparatoru geçmiş hatalarından ders almış gibi gözükmektedir ve uzun süren yıpratıcı bir mücadelenin akabinde Bohemond, barış istemek zorunda kalmıştır. Yapılan Diabolis Antlaşması'yla Tarantolu, Antakya'daki Bizans hakimiyetini (yalnızca kağıt üzerinde) kabul etmiş ve Kilikya'daki ihtilaflı bölgelerin hemen hemen hepsini geri vermeye razı olmuştur. Gururlu Hauteville için "Diabolis" tam bir aşağılamadır ve binaenaleyh Antakya'ya dönüp şehrinin Bizanslıların eline geçtiğini görmek yerine 3 yıl sonra öleceği Güney İtalya'nın yolunu tutmuştur. Bu, Bohemond'un Aleksios'a oynadığı son oyun olacaktır. Onun yokluğunda antlaşmanın yükümlülükleri asla uygulanmamış ve Bohemond'un yeğeni Tancrede de Hauteville, Antakya'da hüküm sürmeye devam etmiştir. Tancrede'nin ardından Bohemond'un oğlu 2. Bohemond dizginleri ele almış ve Hauteville ailesi, bölgede önemli bir güç olarak kalmaya devam etmiştir. Bohemond'un hayatına ve icraatlarına dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Ernoul kroniği, Malcolm Barber'dan Haçlı Devletleri Tarihi, Levi Roach'tan Normanlar, İbn Kalanisi'den Şam Tarihine Zeyl, Thomas Asbridge'den Haçlı Seferleri ve Kelly Devries ile Iain Dickie'den Haçlı Seferleri / Dünya Savaş Tarihi 5 adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Filistin - İsrail - İran Üçgeni

    Modern dünyanın temelleri ne zaman atılmıştır ? Tabii olarak konuya dair pek çok muhtelif görüş olsa da, genel itibariyle ekseriyetin 19. yüzyılın ilk yarısı ve ortalarına dair bir mutabakatta olduğunu görürüz. Her ne kadar 18. yüzyılın son dönemleri birbirine paralel olarak gelişen Endüstri Devrimi ve siyasi düşünce akımları bakımından yeni bir devrin başlangıcını teşkil etse de, bu gelişmelerin toplumların yapısında meydana getirdiği transformasyonun daha kristalize hale gelmesi ancak 19. asrın ortalarından itibaren mümkün olabilmiştir. Toplumların iç yapısında meydana gelen bu değişimler, beynelmilel münasebetleri de etkilemiş ve uluslararası ilişkilerde hakim olan unsurların işleyişinde yeni yaklaşımlar hasıl olmuştur. Söz konusu yeni politikalar arasında belki de en önemlisi ise Avrupa'nın sanayileşmiş ve endüstri üretimi çoğalmış memleketlerinin pazar ve kaynak aramak adına faaliyetlerini denizaşırı ülkelere doğru genişletmeye başlamasıdır. Kaçınılmaz bir şekilde bu süreç Türkiye ve İran'ın bulunduğu bölgeyi de etkilemiştir. Bilhassa ileri seviyede endüstrileşmiş ülkelerin bayraktarı konumundaki İngiltere'nin Afrika'dan başka Uzak doğu'ya yönelik girişimleri, mezkur coğrafyanın bir İngiliz - Rus rekabet ve çatışma alanına dönüşmesine sebebiyet vermiştir. Rusya'nın, hepimizin bildiği üzere, sıcak denizlere ulaşmak adına güneye inme çabası, batıdan doğuya doğru uzayan İngiltere ile karşılamasına neden olmuş ve bu suretle Türkiye ile İran'ın bulunduğu bölge bir kesişme noktası haline gelmiştir. Binaenaleyh beynelmilel kuvvet münasebetlerinin bu gelişimi, şartların mütemadiyen değişmesine rağmen, Türkiye ile İran arasında bugüne dek devam edecek olan bir kader birliğini ortaya çıkarmıştır. İki ülke arasındaki benzer yazgı, yalnız koşullar ile de sınırlı kalmamış ve 20. yüzyıl itibariyle her iki memleket de yabancı baskı ve müdahalesinden kendilerini kurtarıp, iç kalkınmaya ve değişime yöneldikleri zaman, çağdaşlaşmayı yürütebilecek iki önemli lidere sahip olmuşlardır: Mustafa Kemal Atatürk ve Rıza Şah Pehlevi. Atatürk ve Pehlevi zamanında gerçekleşen Türk - İran yakınlığının en önemli sonuçlarından biri de bölgesel nitelikteki barışa verdikleri önemdir. Nitekim Türkiye ile İran arasında 1937'de imzalanan Saadabad Paktı da bu durumun somut bir örneğidir. Anlaşma, Akdeniz'den ve güney - batı yönünden bölgeye yönelen tehlikelere karşı barışa korumak adına yapılması icap eden bir ittifak hüviyetindedir. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Güney asya'da Pakistan'ın yeni bir kuvvet olarak belirmesi ve aynı zamanda Türkiye ile İran'ın barış ideallerini benimsemesi ise üç devlet arasında bir barış bloğunun yani Cento'nun kurulmasına olanak tanımıştır. Orta doğu'nun son 100 yıllık tarihini incelediğimizde tabiri caizse bir siyasi istikrarsızlık tablosu ile karşı karşıya kalırız. Günümüz itibariyle bundan sonraki sürecin de soru işaretleri ile dolu olduğu ve bu soruların bazılarına bile olsa dahi cevap verme imkanının "henüz" ortaya çıkmadığı da yine, yadsınamaz bir gerçektir. Söz konusu istikrarsızlığın hasıl olmasında yatan temel sebep ise Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte bölgede oluşan power vacuum yani güç boşluğu ve muhtelif güç odaklarının bu boşluğu doldurma mücadelesidir. 1920li yılların başından itibaren devamlı bir şekilde "kaynaşma" içerisinde olan Orta doğu'nun yaşadığı "istikrarsızlığı" tam olarak kavrayabilmek adına konuyu iki ana başlık altında incelememiz gerekir: Bölge içi faktörler ve bölge dışı faktörler. Bölge Dışı Faktörler Ekseriyetin vakıf olduğu üzere 1920'den itibaren Orta Doğu'da Osmanlı İmparatorluğu'nun yerini İngiliz ve Fransız sömürgeciliği almıştır. Ancak bu gelişme, Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde ve Birinci Dünya Savaşı sırasında bölge halklarının oluşturduğu beklentilerle ters orantılı bir durumun meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. Bölgenin bu çelişkisi haliyle, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz kaynaşmalara ve binaenaleyh istikrarsızlığa neden olmuştur. Mevzubahis kaynaşmaların yani geniş ölçekteki toplumsal hareketlenmelerin odak noktasını ise "bağımsızlık mücadeleleri" teşkil etmektedir. 1930'lardan itibaren, batı sömürgeciliğinin bölgede yarattığı bu çelişkiye, Mihver faktörünün yani Faşist İtalya ile Nazi Almanyası'nın da katılması, çalkantıları daha da arttırmıştır. Mihver devletleri, kaderin bir cilvesiyle baş düşmanlarından Lenin'in emperyalizm teorisinde olduğu gibi, İngiltere ve Fransa'yı sömürgeleriyle vurmak istemişler ve bir yandan bölgenin yakınlığı, diğer yandan bağımsızlık hareketlerinin yoğunluğu ve son olarak bölgenin stratejik niteliği, Mihver'i tüm gücüyle "bölgenin çelişkisini" körüklemeye sevk etmiştir. Tüm İkinci Dünya Savaşı boyunca bölge halklarının ve Arap aydınlarının Mihver devletlerini desteklemiş olmalarındaki temel motivasyon da burada yatmaktadır aslında; çünkü Arap halklarına göre bağımsızlığın gerçekleşmesi, sömürgeciliğin yıkılmasına bağlıdır. Nitekim şunu da söylememiz gerekir ki İkinci Cihan Harbi olmasaydı Orta doğu ülkelerinin "bağımsızlıklarını" kazanması epey bir zaman alacaktı. Ancak yine de savaş sonrası petrol ve Süveyş Kanalı gibi stratejik sorunlar üzerindeki sömürgecilik baskısı, Arap ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmış olmalarına rağmen, hemen ortadan kalkmamış ve bu sorunlar 1950'lerin sonuna dek, bölgeyi krizlere sürüklemekten geri kalmamıştır. Bununla beraber yukarıda bahsini geçirdiğimiz stratejik sorunlar hasıl olmasa dahi "bölgenin istikrarsızlığı" sonraki süreçte de başlıca özellik olmaya kaçınılmaz bir şekilde devam edecektir ancak '45 sonrası oyunun hüviyeti değişmiş ve Orta doğu sahnesinde iki yeni aktör ortaya çıkmıştır: Sovyet Rusya ve İsrail. 1947 yılı itibariyle İsrail devleti'nin ortaya çıkması ve bu olayın doğu-batı mücadelesine paralel olarak cereyan etmesi, Sovyet Rusya'nın da giderek bölgede dinamizm kazanmasına sebebiyet vermiştir. Tabii olarak İsrail'in kuruluşunun etkisi ve sonucu bu kadar ile kalmamıştır; çünkü İngiltere 1945'ten itibaren Filistin sorununun peşini bırakmaya karar verirken (bkz: 1917 Balfour Deklarasyonu) Amerika, tabiri caizse bayrağı İngilizlerden devralmıştır. Şüphesiz ki Amerika'nın davası Filistin değil, Yahudi davası'dır. Bu sebeple 1948 yılından itibaren Amerika'nın Orta doğu politikasının odak noktalarından biri daima İsrail'dir ve bu durum, günümüze dek Amerika'nın Orta doğu politikasının değişmez sabit faktörlerinden biri olagelmiştir. Bölge İçi Faktörler Mevzubahis saiklerin başında Arap milliyetçiliği gelmektedir. Arap milliyetçiliğinin başlangıcını, 20. yüzyılın başlarına, belki de İngiltere'nin Mısır'ı işgaline sebep olan 1881'deki Arabi Paşa Hareketi'ne kadar götürmek mümkünse de bu ideolojinin bir muharrik kuvvet yani itici güç haline gelmesi, 20. yüzyılın ortalarına tekabül eder. Diğer bir şekilde ifade etmemiz gerekirse Arap milliyetçiliğini harekete geçiren olay, 1948-49 Arap-İsrail savaşında, "bir avuç Yahudi" karşısında Arapların uğradığı ağır hezimettir. 1955'ten, Amerika ile Sovyet Rusya'nın Orta doğu'da "iş birliğine" başladığı tarih olan 1973 yılının sonuna kadarki dönemde; 1956, 1967 ve 1973'de olmak üzere İsrail ile Araplar arasında üç defa savaş çıkmış ve bu savaşlar sadece İsrail ile Arapları değil, tabii olarak doğu ve batı bloklarını da karşı karşıya getirmiştir. 1967 Arap - İsrail savaşı ve bunun milletlerarası yansımaları, Orta Doğu üzerindeki doğu - batı mücadelesinin de o dönem için en hararetli noktasını teşkil etmiştir. 1973'ten sonraki dönemde Orta Doğu'daki gerginlikler, İsrail ve Araplar arasında zaman zaman krizlerin patlak vermesine rağmen, tavsamaya ve yüksek tansiyonunu kaybetmeye başlamıştır. 1978 Eylül'ünde imzalanan İsrail - Mısır Camp David Anlaşmaları ve 1979 Mart'ındaki İsrail - Mısır Barış Antlaşması, bazı Arap ülkelerinde tepkilerle karşılanmış olsa bile, Orta Doğu'da yeni bir gelişmenin perdesini açmıştır: İsrail ve Araplar arasında bir "barışın" yapılabileceği ve hatta yapılması gerektiği gerçeği. Yom Kippur Savaşı olarak da isimlendirilen 1973 Arap - İsrail savaşı, 6 ile 25 ekim 1973 tarihleri arasında Mısır ve Suriye liderliğindeki Arap devletlerinin İsrail'e karşı başlattığı bir mücadeledir. İsrail'in, kayıplarına rağmen üstünlüğü ile sonuçlanan savaşın akabinde bölgedeki süper güçlerden batı bloğunun temsilcisi olan Amerika, ne Orta doğu'ya tek başına hakim olabileceğinin ne de münferit olarak harcayacağı enerji ile bölgeye istikrar getirebileceğinin idrakine varmıştır. Nitekim Aralık 1973 gerçekleşen Cenevre Konferansı sonrası Orta doğu'da başlayan Amerika - Sovyet iş birliği, bölgedeki istikrarsızlıkların daha yumuşak bir hüviyet kazanmasında önemli bir rol oynamıştır. Filistin - İsrail meselesi ise son 100 yüzyılda Orta doğu'da yaşanan kaosun bir tezahürü gibidir. 15 kasım 1988'de Filistin Kurtuluş Örgütü'nün başkanı Yasser Arafat tarafından Cezayir'de bağımsızlığını ilan eden Filistin devleti; aralarında Çin, Rusya, Hindistan ve Türkiye'nin de bulunduğu yüzden fazla ülke tarafından resmen tanınmaktadır. Günümüzde sadece Batı şeria ile Gazze şeridi Filistinlilerin kontrolündedir ve bu bölgeler İsrail ordusunun işgali altındadır. 1993 yılında Oslo Anlaşmaları'nın imzalanmasından bir yıl sonra, Batı şeria ve Gazze şeridi'ndeki a ve b bölgelerini yönetmek için Filistin Ulusal Otoritesi kurulmuştur. Akabinde, israil'in Gazze'den çekilmesinden iki yıl sonra yani 2007'de, bu bölge Hamas'ın idaresine geçecektir. Filistin halkı açısından devletlerinin ismi terminolojik olarak bir bütün olarak 1967'den beri İsrail'in işgal ettiği Filistin topraklarının coğrafi alanını ifade eder. Her durumda, toprak veya bölgeye yapılan atıflar Filistin devleti tarafından talep edilen toprakları işaret etmektedir. İkinci dünya savaşı sonrası bölge, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere İngiliz mandası'ndan Birleşmiş milletler'e devredilmiş ve BM tarafından Yahudi, Arap ve uluslararası Kudüs bölgeleri oluşturulmuştur. Bu bölünme, Yahudiler tarafından kabul edilirken bölgedeki Arap devletleri söz konusu düzenlemeye şiddetle karşı çıkmış ve İsrail devleti'nin kurulmasıyla 1948 yılında ilk Arap - İsrail savaşı cereyan etmiştir. Öte yandan 22 eylül 1948'de Mısır tarafında bulunan Gazze'de bir Filistin hükümeti kurulmuş ve bu hükümet, Ürdün hariç diğer Arap Birliği üyeleri tarafından tanınmıştır. Bu düzenlemeyle hasıl olan erk, Filistin'in tamamını (İsrail, Ürdün'deki Batı şeria, Gazze ve Kudüs bölgeleri) yönettiğini iddia etse de aslında sadece Gazze'nin idaresini elinde bulundurmaktadır. Nitekim İsrail, Altı Gün Savaşı sonucunda Mısır'dan Gazze ve Sina yarımadasını, Ürdün'den Batı Şeria'yı ve Suriye'den ise Golan Tepeleri'ni almıştır. İşin esasına bakılırsa, İsrail - Filistin meselesinde bütün Arap ülkelerinin tam bir görüş birliği içerisinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Bir kısım Arap ülkesi, İsrail'in haritadan tamamen silinmesini temenni ederken diğer bir kısmı ise İsrail'in varlığına pekala rıza göstermektedir. Arap ülkelerinin ekseriyetinin mutabık kaldığı konu ise İsrail'in 1967'de işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiği konusudur. Yine, hemen hemen tüm Arap devletleri, bir Filistin devletinin varlığının zaruri olduğu konusunda mutabık olsalar da sorulması gereken asıl soru; Filistin devleti'nin varlığının neticeleri hakkında hepsinin aynı görüşte olup olmadığıdır. Misal bu Filistin devleti'nin sınırları hakkında hepsi aynı şeyi mi düşünmektedir ? Sonuçta bu sınırların çizimi en azından birkaç Arap devletini yakından alakadar edecektir. Nihayetinde, bağımsız bir Filistin devletinin nasıl bir dış politika takip edeceği hakkında bölgedeki diğer devletlerin bir görüş birliği söz konusu mudur ? Yoksa bu "bağımsız devleti" , her ülke kendi menfaati açısından mı değerlendirmektedir ? Şüphesiz bu sorunun cevabı; her devletin kendi çıkarları doğrultusunda yani pragmatist bir hüviyet ile hareket edeceği olacaktır ki tabii olan da budur. Binaenaleyh bir çıkar çatışmasının hasıl olması da kaçınılmaz olacaktır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Prof. Dr. Fahir Armaoğlu'dan 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi ve Larry Collins ile Dominique Lapierre'den Kudüs… Ey Kudüs adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Monarşi ve Cumhuriyet Kavramları Üzerine

    Dünya tarihi, 1783 Amerikan ve 1789 Fransız devrimlerine kadar monarşik bir düzenin ekseninde seyretmiştir. Hatta Fransız devrimi bir imparatorluk hanedanı doğurmuş (bkz: Napoleon Bonaparte) ve bu hanedan, "geçici restorasyon" ile "ikinci imparatorluk" döneminde ülkenin yönetimini elinde bulundurmuştur. Velhasıl 19. yüzyılın ikinci yarısının son demlerine kadar dinleri, felsefeleri, kraliyete verebilecekleri çeşitli biçimler ne olursa olsun büyüklü küçüklü tüm uygarlıkların monarşik bir yönetim altında hayatlarını idame ettirdiğini görmekteyiz. Pek tabii olarak her uygarlığın yöneticilerine atfettiği anlam ve önem, sahip oldukları kültür doğrultusunda çeşitlenmekteydi. Çin'de Göğün oğlu'nun (imparatora verilen isim, Çince karşılığı T'ien - Tseu), Roma'da Palatino tepesi'ndeymiş gibi ülkesini yönetmesi beklenemezdi ya da Aztekli yöneticilerin Charlemagne 'ın kılık kıyafetini üstlerinde taşımalarını beklemek abesle iştigal olurdu. Söz konusu çeşitlilik yalnızca yönetilen toplumun sahip olduğu kültürün monark üzerindeki etkisiyle sınırlı kalmamış, bu etki çift taraflı hasıl olmuştur. Yani toplumun hüviyeti, monarkın gücünün sınırlarını çizmiştir. Bu bağlamda "monarşinin evrensel yasalarına" tezat teşkil eden istisnai iki örnek dikkat çeker: Yunan demokrasisi ve Roma cumhuriyeti. Evvela bir anlam karmaşasına mahal vermemek adına kavramların ayırdını iyi yapmamız gerekir. İlk olarak demokrasi ve cumhuriyet kelimeleri eş anlamlı değildir. Çağdaş demokrasilerde hem Britanya'da olduğu gibi krallara hem de iktidarın kurgusal olarak halka ait olup seçmenlere tek bir listenin sunulduğu cumhuriyetlere rastlanır. Cumhuriyet, demokrasiden farklı hüviyete sahip bir kavramdır çünkü cumhuriyette yönetici sınıf, iktidarı nüfusun önemli bir bölümünü dışlamaya yatkın toplumsal bir teşkilat tarafından tevdi edilen vekalet aracılığıyla icra ederken demokrasi, en azından teoride cinsiyet, mevki, servet veya eğitim seviyesi ayırt etmeksizin, her bireyin kendini ifade hakkını, cinsiyetini tanır. örnek vermemiz gerekirse; Roma, demokratik bir rejim ile değil, cumhuriyetçi bir rejim ile yönetilirdi çünkü yurttaşlar yöneticileri seçmesine rağmen nüfusun ezici çoğunluğu Roma yurttaşlığına sahip değildi. Üstelik köleler de bahsi geçen ezici çoğunluğun dışındaydı. Yunan demokrasisi ise hiçbir zaman "kısıtlayıcı" bir cumhuriyetten öteye gidemedi. Yunan Demokrasisi "Yunan dehası", Girit / Miken'den gelen kralların hükümdarlığı sırasında neşet etmiş ve gelişmiştir (mö 2000-1200). Mö. 8. yüzyıldan itibaren aristokrat sınıfın güç kazanması ile beraber Yunanistan, tabiri caizse kralların boyunduruğundan kurtulmuş ve aristokrasi, kendi bünyesine katmak amacıyla kralların ayrıcalıklarını tedricen ortadan kaldırmıştır. Bu süreç içerisinde yalnızca Sparta, eski rejimini korumuş ancak burada da aynı anda iki kralın varlığı ve rekabeti Spartalıları güçsüz düşürmüştür (takribi mö 550). Atina'da ise servetle ve doğuştan ayrıcalıklı kılınmış aristokratlar ile zenginleşmiş yeni tüccar sınıfı ve daha sonra avam arasındaki husumet zaman içerisinde kentin yönetiminin "halkın desteğiyle" tiranların eline geçmesini sağlamıştır. Atina'da "gerçek anlamda" demokrasinin tesis edilmesi, adına bir yüzyılın atfedildiği Perikles dönemine tekabül eder. Mö 508-405 arasını kapsayan bu zaman zarfı Yunan uygarlığının görece en görkemli dönemidir. Ancak Perikles'in 429'da ölümünden kısa bir süre sonra Atina, Sparta'ya boyun eğer ve demokrasi rafa kalkar. Peloponnessos savaşı akabinde İsokrates, Ksenephon ve Platon gibi filozofların reform ihtiyacını yüksek sesle dile getirmesiyle beraber toplumda monarşiye dönüşün tek çare olduğuna dair kanaat yavaş yavaş filizlenmeye başlar. Politik yaşamın güncel gerçekliklerine rağmen monarşik özlemler, bir şekilde ortaya çıkmaktadır ve artık politikacılara güvenin kalmadığı, demagojiye doyulduğu, ahlaki krizin şiddetlendiği mö. 4. yüzyıl gibi anarşinin hızla arttığı bir dönemde İkinci Philippos fırsatı değerlendirir ve mö 338 itibariyle Atina'yı egemenliği altına alır. Koşullar düşünüldüğünde ahvalin bu şekilde hasıl olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Boşluğu gören Filip, aksiyon almış ve muvaffak olmuştur. Tabiri caizse yaşam onu çağırmıştır. Antik Yunan'ın haşmetli demokrasi tarihi, başladığı gibi, yani kralların egemenliği altında, bu şekilde nihayete ermiştir. Roma Cumhuriyeti Geleneğe göre Roma, Romulus tarafından mö 753 yılında kurulur. Romulus'u müteakiben bir dizi kral tahta çıkar ve bu "ilk krallar", Cicero'nun da ifade ettiği gibi "felsefi ruhlarında taşıdıkları inayet alametleriyle" bir mitin parçasıdırlar. Roma'nın monarşiden cumhuriyet rejimine evrilmesinin altında ise toplumsal bir travma yatar. Kent, mö. 575 civarında Etrüsklerin eline düşer. Söz konusu esaret ile beraber halk, krallara sırt çevirir. Tabi ki toplumda Roma krallarına karşı oluşan memnuniyetsizliğin başka farklı sosyolojik sebepleri de vardır ancak her ne olursa olsun resmi tarihyazımına göre takribi mö 509'da Romalılar monarşiyi lağveder. Ancak bu tarih ile alakalı ihtilaflar mevcuttur çünkü Etrüsklerin Roma işgali mö 475'e kadar sürer. Kimi tarihçilere göre (bkz: Livius) cumhuriyet rejimin başlangıcı için 475 sonrasını göstermek daha doğru olacaktır. Velhasıl Yunanistan'da olduğu gibi asiller yani (bkz: Patrici) sınıfı, monarşinin yıkılmasından açıkça nemalanırlar. Zaferinin tadını çıkarma peşinde olan muzaffer aristokrasi, oligarşiyi tesis edebilmek adına gerekli adımları atar. İlk başta bir çeşit intihabi monarşinin mevcudiyetini düşündürecek makul sebepler vardır. İktidarı temsilen iki eşit konsül, sınırlı bir dönem için atanır. Konsüle ait ayakları "x" şeklindeki "teker iskemle" (bkz: sella curulis), kraliyet tahtından başka bir şey değildir. Halk ise iktidar için bir illüzyondan ibarettir. Roma'da halk (pleb ile karıştırmayalım), yurttaş olmayan bir kitlenin ve kölelerden oluşan daha büyük bir kitlenin bağrındaki bir avuç yurttaşı temsil eder. Aslında Roma halkının tamamı gibi aristokrasi de içinde krala karşı derin bir özlem duygusu besler. Kendi soyu, kökeni ve tarihinden gurur duyan Romalılar, dünyanın cumhuriyet ile başladığına asla kani değildirler. Rejim değişikliğine rağmen ülkede kralların hatırasına her daim saygı duyulur. Örneğin devlet hayatının merkezi olan Forum'da, Romulus tarafından dikildiği rivayet edilen kutsal bir İncir ağacı imparatorluk çağına kadar büyük hürmet görmüştür ve gövdesi kuruduğunda Roma'da 3 gün boyunca yas ilan edilmiştir. (bkz: Minas Tirith) (bkz: The White Tree) (bkz: Yüzüklerin Efendisi) Ziyadesiyle dindar olan Roma halkı, monarşinin ilgasının, Jüpiter'in (Zeus) krallığında yaşayan tanrıların gazabını çekecek ladini bir icraat olduğunun tamamen farkındadır ve onları yatıştırmak amacıyla Rex sacrorum ve eski kralların ayin görevlerini miras alan Pontifex maximus gibi makamların varlığıyla monarşinin "görünürde" devam etmesine verirler. Kimilerinin "fosilleşmiş" dediği, en ufak görevi ifa etmekten aciz, "tabuların ağırlığından başka artık ihtişamına dair hiçbir şeyi elinde tutamayan" bu "cumhuriyetçi monark" makamları, bir "ruhban hükümdar" hüviyetiyle dinin idaresini elinde tutar ve yurttaşlar ile devletin omuzlarına düşen görevleri onlara öğretir. Bu kadim makam daha sonra papalık hükümdarı şeklinde günümüze dek Papalık tarafından da kullanılacaktır. Cumhuriyet rejimi, Platon'un da dediği gibi, sınırlı bir toprak parçası üzerinde ve az sayıda seçmen ile uygulandığı sürece etkili işlemektedir. Bu önermenin en çarpıcı örneklerinden biri olan Roma'da da ülke genişledikçe, yurttaş sayısı arttıkça ve zenginlik "herkese yetmemeye" başladığında çatlak sesler hasıl olmaya başlar. Önce mö 107 ve 86 arasında yedi kez konsül olan Marius ve ardından Sulla ile başlayan "değişim hareketi", mö 23'te Octavius'un Augustus adıyla iktidara gelmesiyle nihayete varır ve Roma'da imparatorluk dönemi başlar. 400 yıldan fazla bir zaman boyunca cumhuriyet rejimi ile yönetilen ve "özgürlük düşkünü" olan gururlu! Romalılar, imparatorluk rejimi hasıl olmasına rağmen "monarşinin ihyasından" dem vurmazlar. Onlar soyluluğun tiranlığına son vermişlerdir! ve bu yeni rejim Romalılar için geleneklere dönüşü, asırların ötesine uzanan gerçek bir ihyayı ifade etmektedir.

  • Fiyat Devrimi'nin Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa Üzerindeki Etkileri

    Madeni paranın başlıca mübadele aracı olmasından itibaren altın ile gümüş ve bu ikisi arasındaki değer oranı beynelmilel ekonomiyi, bu suretle de tüm toplumsal hayatı derinden etkilemiştir. Orta Çağ 'da, bir memlekette para değerinin belirli miktarda değerli maden stokuna bağımlı olması, ekonomiyi ve maliye yi koşullandıran temel faktör olagelmiştir. Yine bu dönemde, ticaretin merkezi olarak konumlandırabileceğimiz Akdeniz 'de ve Orta Doğu 'da değerli maden darlığı ve paranın anormal yüksek satın alma gücü fiyatlarda kendini göstermiştir. Misal; Mısır 'da sultanın emriyle gümüş kap kaçak kullanılması ve harice gümüş çıkarılması yasaklanmıştır. Eldorado yani altın ülkesi hayali, büyük coğrafi keşifler in başlıca motivasyon kaynağı haline gelmiş ve nihai olarak bu çabaların sonucunda 1540'lardan başlayarak Meksika 'daki zengin gümüş madenlerinin Avrupa'ya aktarılmasıyla yaşlı kıta da nisbi bir gümüş bolluğu sağlanmış, binaenaleyh yazımızın da konusunu teşkil eden Fiyat Fevrimi hadisesi hasıl olmuştur. Amerikalı iktisat tarihçisi Earl J. Hamilton 'un hesaplarına göre 1503 - 1660 yılları arasında Amerika 'dan İspanya 'ya 181 ton altın ve 17 bin ton gümüş gelmiş ve bunun sonucunda da kaçınılmaz bir şekilde piyasalarda fahiş bir fiyat artışı gerçekleşmiştir. Tüm bu gelişmeler de Avrupa'da ve tabii olarak Osmanlı impartorluğu 'nda birtakım derin sosyoekonomik hareketlere yol açmıştır. Keza Osmanlı'da 1585'te altın karşısında gerçekleşen büyük devalüasyon un, İspanyol gümüşü nün imparatorluğu istila etmeye başladığı zamanlara tekabül etmesi tesadüf değildir. Doğu ya İspanyol (Amerikan) altın ve gümüşünün geçiş basamağı ise Ceneviz olmuştur. 1580 itibaren Sevilla 'dan Ceneviz'e büyük miktarda kıymetli maden geçmeye başlamış ve bu tempo tedricen artmıştır. Avrupa'da, Amerika'dan gelen "ucuz" gümüşü parayı Osmanlı ülkelerinde altın karşılığında büyük bir kar oranıyla mübadele etmek tabiri caizse "moda" haline gelmiş ve pek çok tüccar herhangi bir ürünün ticaretini yapmak yerine, daha az zahmetli olan mezkur yola yönelmeyi tercih etmiştir. Antonio Serra 'ya göre, 1613'e doğru Venedik , her yıl Levant 'a 5 milyon nakit para göndermektedir. Osmanlı hükümeti de ithal edilen yabancı paradan vergi almayarak bu "para ticaretini" teşvik etmektedir. Nitekim 16. yüzyılın sonunda birçok Fransız tüccarın sınai mamulleri yerine kendilerini tamamıyla para ticaretine vermesi merkantilist Fransız hükümetini kaygılandırmış ve 1614'te 13. Louis 'e verilen bir raporda şu ifadeler kullanılmıştır: "Birkaç yıldır, yalnız gümüş para götürülüyor, sadece Marsilya şehrinden giden para 7 milyon eküdür, başka yerlerden giden bu hesaba dahil değildir." Osmanlıların, Amerika'nın keşfi ve etkilerine merak duymaları da yine bu tarihlere tekabül etmektedir. İspanyolca veyahut İtalyanca eserlerden derlenip tercüme edilmiş Tarih-i Hind-i Garbi adlı eser, 1583'te Üçüncü Murat 'a sunulmuştur. Eserde geniş ölçüde Kristof Kolomb 'un keşiflerinden, Amerika kıtasından ve Hint Okyanusu 'ndaki adalardan bahsedilmektedir. Kitaba sonradan yapılan derkenarlardan birinde coğrafi keşiflerin Osmanlı ekonomisi üzerindeki olumsuz etkilerinden söz edilmesi ise, yine, belirtilmesi gereken önemli bir husustur. Osmanlı ekonomi felsefesi, iç pazarda mal bolluğu ile ucuzluğuna öncelik veren ve binaenaleyh gümrük vergisini asgariye indiren bir ticaret rejimini yeğlemiştir. Yakın tarihimizde Amerikan doları başta olmak üzere, güçlü Avrupa paralarının Türk lirası karşında sürekli yükselişi ve devalüasyon, bir bakıma "Osmanlı deneyiminin" benzeridir. Serbest pazar ekonomisi ve Avrupa birliği ile gümrük bütünleşmesi ise Osmanlı kapitülasyon politikasını andırmaktadır. Bu koşullar da, aşırı yabancı mal tüketimi ve devletin aşırı masrafları sonucunda yine, aşırı bir cari hesap açığı ile dış borçlanmayı beraberinde getirmiştir. Paranın tedavül hızının artmasının (günümüzde kredi kartıyla ziyadesiyle artan aşırı tüketimcilik), enflasyon un başlıca nedeni olduğu kuramı da bu şekilde ortaya çıkmıştır. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere 1600'lerden sonra Osmanlı sanayisinin, bilhassa madenlerde ve tekstilde Avrupa rekabeti karşısında "çöküş sürecine" girmesi haklı olarak fiyat hareketleriyle ilişkili görülmektedir. Hıristiyan dünya ile gittikçe yoğunlaşan Osmanlı ticareti, kapitülasyon rejimi altında büyük "gelişme" göstermiş, sonuç olarak doğu ve batı pazarı bütünleşmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun dünya ticareti içerisindeki rolü, batıya hammadde ve erzak satmak, doğu mallarını bilhassa İran 'ın ham ipeğini aktarmak suretiyle Avrupa'dan aldığı altın ile gümüşü başlıca baharat ve ipek karşılığında Doğu'ya aktarmak şeklinde algılanmıştır. Keza İran ve Arabistan 'da paranın bugüne dek Riyal adını taşımış olması bir rastlantı değildir. 1525 - 1571 döneminde Osmanlı devleti siyasi bakımdan, günümüz tabiriyle, bir süper güç konumundadır. Avrupa'da Fransa 'yı desteklemekte, İspanya 'ya karşı Endülüs lü Müslümanları (bkz: Morisko ) ve Hollanda lı isyancıları bağımsızlık mücadelesinde teşvik etmekte ve Hindistan 'da Gücerat sultanlığı , Sumatra 'da Sultan Alaeddin ile ittifak halinde Portekiz lilere karşı mücadeleye girişmekte, mezkur müslüman devletlere fiilen yardım etmektedir (Sumatra'ya top ve kale yapması için bir Osmanlı uzman heyeti gönderilmiştir). Öteki taraftan Kazan ile Astrahan 'dan Rus ları atmak amacıyla ve bu suretle Don - Volga arasında kanal açabilmek adına bölgeye bir donanma göndermiş, Orta asya hanlarına ise Safeviler ile olan mücadelelerinde yardımcı olabilmesi için ateşli silahlarla donatılmış bir yeniçeri fırkasını sevk etmiştir. Nihayetinde bu dönemde Osmanlı devleti yalnız siyasi değil, ekonomik bakımından da kıtalararası ticarette bir "geçit bölge" olmaya çalışmaktadır. 16. yüzyılın ortasında Avrupa'da baharat ticaretini elinde tutan Yahudi Mendes ailesi 'nin Amsterdam 'dan gelerek İstanbul 'a yerleşmesi de yine bu politikanın bir sonucudur. Aynı şekilde, Kanuni Sultan Süleyman , Fransa kralı 1. François 'ya 100 bin duka altın yardımı yapmış ve onun halefi İkinci Henri , Osmanlı'dan 2 milyon altına varacak bir istikraz (bkz: borç ) yapma girişiminde bulunmuştur. Velhasıl Kıbrıs'ın fethi ni takip eden süreçte kurulan Kutsal Liga 'nın İnebahtı 'da kazandığı zafere dek (7 ekim 1571) Osmanlı'nın dünya devleti hüviyeti devam edecektir. Bu tarihten itibaren ise ekonomik gerilemenin emareleri yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştır. Fiyat Devrimi'nin, Kıta Avrupası'nın ve binaenaleyh insanlık tarihinin çehresini köklü bir şekilde değiştirmesinin en çarpıcı sonuçlarından biri de İngilizler ile Hollandalıların ateş gücü üstün gemileriyle Akdeniz'e gelişi ve Levant ticaretinde Venedik ile Fransa'nın yerlerini almış olmalarıdır. Hint yollarının yeni hakimleri olan Hollandalılar ile İngilizler, şimdi baharatı kendileri " Medeniyet Denizi "ne getirmekteydiler. Levant ticareti artık esas itibariyle Osmanlı İmparatorluğu'nun ihracatı ile batının sanayi mamulatı ve müstemleke ürünleri arasında bir mübadele niteliği kazanmış durumdadır. 1620'ye dek Fransa'nın Levant ile olan ticareti 30 milyon altının altına düşmemiş (bu, Fransa'nın deniz ticaretinin yarısına tekabül etmesi hasebiyle çok ciddi bir rakamdır) ancak İngilizler ile Hollandalıların hakimiyeti ile artık mevzubahis gelirler gerilemeye başlamıştır. Fransızların tekrar sahneye çıkması ise bilahare Colbert 'in geri dönüşü ile mümkün olacaktır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Şevket Pamuk'tan Osmanlı İmparatorluğu’nda Paranın Tarihi, Halil İnalcık'tan Osmanlı İmparatorluğu'nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi ve Christine Laidlaw'dan Levant'ta İngilizler: 18. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğuyla Ticaret ve Siyaset adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Mülkün Temelindeki Hakikat: Adalet Mi Yoksa Güçlünün Menfaati Mi ?

    Adalet, insanoğlunun varoluşundan bu yana üzerinde düşündüğü en temel kavramlardan biridir. Kimi zaman haklı ile haksızı ayıran bir terazi, kimi zaman güçlü ile zayıf arasında köprü kuran bir el olmuştur. Adalet yalnızca mahkemelerde verilen kararlarla sınırlı değildir; insanın vicdanında yankı bulan bir iç ses, toplumun her katmanında hissedilen bir denge unsurudur. İnsan toplulukları ilk kez bir araya gelip kurallar koymaya başladığında, bu kuralların temelinde de adaleti buluruz. Çünkü adalet, insanların birlikte yaşayabilmesinin, hak ve özgürlüklerini güvence altına alabilmesinin vazgeçilmez koşuludur. Bir toplumda adalet sağlandığında, bireyler kendilerini güvende hisseder, haklarına ve yaşamlarına saygı duyulduğuna inanır. Hukukun herkese eşit mesafede durduğu bir düzende insanlar, devlete ve birbirine güvenle yaklaşır. Fakat adaletin zedelendiği, hukukun eğildiği ya da gücün kişisel çıkarlara alet edildiği durumlarda ise toplumsal dokuda çatlaklar oluşur. Güven duygusu zayıflayan birey, kendini toplumun dışında ve korunmasız hisseder. Bu ise yalnızca bireyin yalnızlaşmasına değil, toplumsal çözülmenin hızlanmasına yol açar. Bu yüzden adalet, yalnızca hukuk metinlerinde aranan bir kavram değil; toplumun ortak vicdanını ve düzenin sürekliliğini sağlayan en temel harçtır. Tarihin her döneminde, adaletin varlığı ya da yokluğu, toplumların kaderini belirleyen asli bir unsur olagelmiştir. Antik Mezopotamya’da Hammurabi Kanunları, toplumsal düzeni sağlamak amacıyla hukuku yazılı hale getirirken, devlet otoritesinin adaletle meşrulaştırılmasına zemin hazırlamıştır. Roma İmparatorluğu’nda "Justitia" kavramı, hukukun bireysel ve kamusal alanlarda kökleşmesini sağlarken, yurttaşların vicdanında adaletin ahlaki bir sorumluluk olarak benimsenmesini teşvik etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise "adalet dairesi" anlayışı, sultanın meşruiyetini doğrudan adaletle ilişkilendirirken, “Adalet mülkün temelidir” ilkesini yalnızca bir söz değil, bir yönetim felsefesi haline getirmiştir. Adaletin ihmal edildiği ya da yozlaştığı toplumlarda ise uzun vadede istikrarsızlık ve çözülme kaçınılmaz olmuştur. Roma’nın geç döneminde aristokrat sınıfın çıkarları doğrultusunda adaletin tahrif edilmesi, sosyal gerilimlerin artmasına ve halk kitlelerinin devlete olan güveninin zayıflamasına yol açarak imparatorluğun dağılma sürecini hızlandırmıştır. Benzer şekilde, Osmanlı’nın son dönemlerinde yargı sisteminin merkezi otorite tarafından araçsallaştırılması ve adalet mekanizmasının işlevsizleşmesi, toplumsal güvenin aşınmasına ve imparatorluğun çözülme sürecine girmesine neden olmuştur. Adalet mefhumu, Türkiye tarihinin her döneminde hem halkın hem de yönetenlerin temel referans noktası olmuştur. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişle birlikte adaletin temsili, dinamik bir dönüşüm geçirmiş; sultanın mutlak otoritesine dayanan adalet anlayışı yerini, modern hukuk devleti ilkelerine dayalı bir sistem kurma çabasına bırakmıştır. Ne var ki Türkiye, Cumhuriyet’in ilanından bu yana sık sık adaletin zedelendiği, hukukun üstünlüğünün sorgulandığı dönemlerle karşı karşıya kalmıştır. 12 Eylül askeri darbesi ya da 28 Şubat süreci gibi kırılma anlarında yargının siyasallaştığı ve hukuk normlarının askıya alındığı vakalar, toplumun adalet duygusunda derin yaralar açmıştır. Son yıllarda ise, özellikle yargının bağımsızlığına dair tartışmalar, kuvvetler ayrılığı prensibinin aşınması ve siyasi müdahale iddiaları çerçevesinde yeniden gündeme taşınmıştır. Bugün Türkiye’de adalet kavramı, yalnızca yargının işleyişiyle değil, devletin demokratik meşruiyeti ve toplumsal barış ile de doğrudan ilişkilendirilir hale gelmiştir. Adaletin, bir toplumda yalnızca “hukuki” değil, “siyasal” bir meseleye dönüşmesi ise demokratik bir rejim için ciddi bir alarmdır. Türkiye’de son yıllarda giderek artan şekilde mahkemelerin ve savcılık makamlarının bağımsızlığı tartışmalı hale gelmiş; özellikle yüksek profilli siyasetçiler ve muhalefet temsilcilerine açılan soruşturmalar bu eleştirilerin odağı olmuştur. Yargının siyasal alanın bir enstrümanı gibi algılanması, yalnızca muhalefet seçmenleri arasında değil, toplumun geniş kesimlerinde adalet sistemine dair güven eksikliği yaratmaktadır. Özellikle “seçim süreçlerinde” veya kritik siyasi dönemlerde açılan davalar ya da alınan gözaltı kararları, adalet kavramını daha da kırılgan hale getirmekte ve toplumu kutuplaştırmaktadır. Bu bağlamda, Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması, Türkiye’nin içinde bulunduğu adalet krizinin sembol vakalarından biri haline gelmiştir. Türkiye’nin en büyük metropolünün belediye başkanının bu şekilde adli bir sürece konu olması, yalnızca bir kişiye veya bir siyasi partiye karşı yürütülen bir dava olarak değil, demokratik süreçlere, yerel yönetimlerin özerkliğine ve muhalefetin siyasi alanına karşı bir müdahale biçimi olarak algılanmıştır. Gözaltı kararının gerekçeleri ve hukuki zeminine dair yapılan eleştiriler, toplumun geniş kesimlerinde “yargının siyasetin gölgesinde kaldığı” yönündeki endişeleri güçlendirmiştir. Özellikle İstanbul gibi çok kültürlü ve muhalefetin güçlü olduğu bir şehirde, bu tür bir olay toplumsal kutuplaşmayı daha da derinleştirmiştir. Öte yandan, Ekrem İmamoğlu’na yönelik destek gösterileri ve toplumsal dayanışma, adaletin yalnızca mahkemelerde değil, sokakta ve kamusal alanda da yeniden tartışılmasına neden olmuştur. Bu tür olaylar, yalnızca adli mekanizmaların değil, toplumun “ortak yaşam sözleşmesinin” de sarsılmasına yol açmaktadır. Bireylerin devlet kurumlarına duyduğu güvenin erozyona uğraması, adaletin keyfiyete açık bir hale gelmesi ve hukuki süreçlerin meşruiyetinin sorgulanması, Türkiye’de hem birey-devlet ilişkisini hem de toplumsal barışı tehdit eden unsurlar haline gelmiştir. Türkiye gibi sosyo-politik açıdan kırılgan ve kutuplaşmanın belirgin olduğu bir ülkede, yargıya duyulan güven, demokratik istikrarın vazgeçilmez unsurudur. Ancak toplumsal vicdanda “adaletin siyasallaştığı” algısı derinleştikçe, bu güven zayıflamakta ve toplumsal çözülme riski artmaktadır. Dünya genelinde de adalet mekanizmaları, özellikle otoriterleşme eğilimleri gösteren rejimlerde benzer şekilde siyasetle iç içe geçme eğilimindedir. Macaristan, Polonya gibi Avrupa ülkeleri ile Rusya ve Latin Amerika’daki bazı örnekler, adaletin yıpratıldığı her sistemin uzun vadede sosyal ve ekonomik krizlere sürüklendiğini göstermektedir. Türkiye ise bu anlamda bir yol ayrımındadır: Adaletin evrensel normlara uygun biçimde yeniden bağımsızlaştırılması, hukukun üstünlüğünün güçlendirilmesi ve yargıya duyulan toplumsal güvenin onarılması elzemdir. Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması vakası, Türkiye’de yalnızca siyasi bir figürün yaşadığı kriz değil, aynı zamanda hukuk devleti ilkesinin geleceği açısından da kritik bir eşik olmuştur. Bu olay, Türkiye’nin hem adalet anlayışını hem de demokratik kurumlarının dayanıklılığını sınayan bir test niteliğindedir. Adalet yalnızca bireylerin hak arayışıyla değil, toplumun ortak yaşam iradesiyle de ilgilidir. Türkiye, “adalet mülkün temelidir” ilkesini yeniden içselleştirip, yargı bağımsızlığını tesis edebildiği ölçüde daha adil, demokratik ve kapsayıcı bir geleceğe adım atabilir. Roma’dan Abbasîlere, Osmanlı’dan modern ulus-devletlere uzanan tarihsel örnekler, adaletin zayıfladığı toplumlarda sosyal, siyasi ve ekonomik krizlerin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Gücün hukukun önüne geçtiği her an, kurumlar meşruiyetini, bireyler ise topluma olan inancını kaybeder. Bu nedenle adalet, yalnızca mahkeme duvarları arasında değil; sokağın, iş yerinin ve gündelik yaşamın her alanında varlığını hissettirmelidir. Aksi takdirde, toplumun dokusu gevşer ve en nihayetinde çözülür. Ancak tüm bu karamsar tabloya rağmen, adaletin doğasında onarıcı ve yeniden kurucu bir potansiyel de mevcuttur. Adalet, kaybolduğunda dahi toplumsal vicdan ve ortak irade ile yeniden tesis edilebilen bir değerdir. Tarih, adaletin yitirildiği toplumların çöktüğünü gösterdiği kadar, onun yeniden inşasıyla dirilen medeniyetlerin de tanığıdır. Bu nedenle “adalet mülkün temelidir” prensibi, yalnızca bir uyarı değil, aynı zamanda insanlığın her çağda kendine hatırlattığı bir pusuladır. Yeter ki onu savunacak bir irade, onu hissedecek bir vicdan ve onu yaşatacak bir toplum var olsun.

  • Gerilimden Uzlaşıya: Toplumsal Mutabakat Mümkün Mü ?

    Toplumsal Mutabakat: Bu Süreçten Nasıl Çıkılır ? Türkiye, siyasal ve toplumsal gerilimlerin derinleştiği kritik bir süreçten geçmektedir. Son dönemde yaşanan protestolar, iktidarın sert müdahale politikaları ve muhalefetin bu süreci nasıl yöneteceği meselesi gündemin merkezinde yer almaktadır. Ancak bu gelişmelerin ötesinde, en temel soru ülkemizin bu tür krizlerden bir toplumsal uzlaşı çerçevesinde çıkıp çıkamayacağına dairdir. Tarihsel perspektiften bakıldığında, kriz dönemlerinde belirli asgari müştereklerde buluşmanın mümkün olduğu görülmektedir. Peki, mevcut bölünme ortamında toplumsal mutabakat sağlanabilir mi ? Mevcut Bölünme Ortamında Mutabakatın İmkânı Var mı ? Türkiye’de siyasal ve toplumsal bölünme, tarihsel köklere sahip bir olgudur. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası inşa edilen politik düzen ve bilhassa son 20 yılda derinleşen kutuplaşma, toplumsal mutabakatın önündeki en büyük engellerden biri olarak değerlendirilmektedir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, geçiş sürecinde toplumsal dönüşüm, büyük oranda devletin belirleyici olduğu bir modernleşme paradigması çerçevesinde ilerlemiştir. 1950 sonrası çok partili hayata geçişle birlikte toplumsal fay hatları belirginleşmiş, 1970’lerde ise sol-sağ çatışmaları mutabakat arayışlarını gölgelemiştir. Günümüzde de benzer bir ayrışmanın, bu kez seküler-muhafazakâr ekseninde derinleştiği görülmektedir. Özellikle medya, eğitim sistemi ve hukuk gibi devletin ideolojik aygıtlarının belirli bir siyasi eksen doğrultusunda şekillendirilmesi, ortak bir zemin bulunmasını güçleştirmektedir. Ancak geçmişteki deneyimler, siyasi kutuplaşmanın keskinleştiği dönemlerde dahi toplumsal uzlaşının mümkün olabileceğini göstermektedir. Örneğin, 1990’larda Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği perspektifi etrafında oluşan reform süreci, farklı kesimlerin ortak bir vizyon çerçevesinde bir araya gelebileceğini ortaya koymuştur. Mutabakat Hangi Koşullarda Mümkün Olabilir ? Toplumsal mutabakat, yalnızca belirli grupların değil, toplumun geniş kesimlerinin üzerinde uzlaşabileceği temel ilkeler çerçevesinde şekillenmelidir. Bu bağlamda, Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz ortamında uzlaşının sağlanabilmesi adına bazı temel koşulların yerine getirilmesi gerekmektedir: Hukukun Üstünlüğünün Tesisi: Güçler ayrılığı ilkesinin yeniden tesis edilmesi, toplumsal güvenin inşasında hayati öneme sahiptir. Ekonomik Adaletin Sağlanması: 2001 ekonomik krizi sonrası Kemal Derviş reformları, ekonomik istikrarın sağlanmasının siyasi dengeleri de nasıl değiştirdiğinin somut bir örneğidir. Bugün yaşanan yüksek enflasyon ve gelir dağılımı adaletsizliği, toplumsal mutabakatı zorlaştıran temel faktörlerin başında gelmektedir. Basın ve İfade Özgürlüğü: Bağımsız medya organlarının desteklenmesi, toplumun farklı kesimlerinin birbirini anlamasını sağlayarak kutuplaşmayı azaltabilir. Siyasi Partiler Arası Diyalog: 2015’teki Dolmabahçe Mutabakatı, siyasi aktörler arasında diyaloğun nasıl bir etki yaratabileceğini gösteren önemli bir örnektir. Ancak bu süreç, bilahare iktidarın keskin bir dönüş yapması hasebiyle başarısızlığa uğramıştır. Bugün, siyasi partiler arasında asgari müşterekler etrafında bir iletişim kanalı oluşturulması ise zaruridir. Sivil Toplumun Güçlendirilmesi: 2013 Gezi Parkı protestoları, toplumun farklı kesimlerinin ortak bir talep etrafında birleşebildiği nadir örneklerden biri olmuştur. Ancak güçlü bir sivil toplumun yokluğu nedeniyle bu hareket, sürdürülebilir bir mutabakata evirilememiştir. Sivil toplum kuruluşlarının daha aktif ve bağımsız hale gelmesi, mutabakat sürecinin güçlenmesine olanak tanıyacaktır. Kimler Önderlik Edebilir ? Siyasi Liderler: Kısa vadeli politik çıkarları aşarak, uzun vadeli toplumsal faydayı önceleyen bir perspektif geliştirilmelidir. Misal, 1971 muhtırası sonrası Demirel ve Ecevit’in farklı ideolojik konumlarına rağmen anayasal reformlar konusunda uzlaşmaya varmaları, siyasi liderliğin belirleyici rolünü ortaya koymaktadır. Sivil Toplum Kuruluşları: Toplumun farklı kesimlerini bir araya getirebilecek mekanizmalar yaratmalıdır. 1999 Marmara Depremi sonrası ortaya çıkan dayanışma ruhu, ortak bir amaç etrafında birleşmenin mümkün olduğunu göstermektedir. Bağımsız Medya: 1980’lerin sonlarında Özal döneminde liberal medyanın yükselişi, farklı fikirlerin tartışılabildiği bir ortam yaratmıştır. Günümüzde ise bağımsız medya organlarının desteklenmesi, toplumsal diyalogun yeniden canlanmasını sağlayabilir. Gençlik Hareketleri: 1968 kuşağı veya 2000’lerin başındaki öğrenci hareketleri, gençlerin değişim dinamiklerindeki belirleyici rolünü göstermektedir. Türkiye’de gençlerin siyasetle ilişkisi zayıflasa da, olası bir mutabakat sürecinde kritik birer aktör olmaları, bugün itibariyle kaçınılmazdır. Uluslararası Faktörler ve Dış Dinamikler Türkiye’nin iç siyasi gelişmeleri, küresel dinamiklerden azade bir şekilde düşünülmemelidir. Örneğin, 2002 sonrası AB reform süreci, Türkiye’nin demokratikleşme yönünde önemli adımlar attığı bir dönem olmuştur. Ancak 2016 sonrası Batı ile gerilen ilişkiler, içerideki siyasi tansiyonu arttırmıştır. Türkiye’nin beynelmilel alanda ekonomik bağımlılık ilişkileri de, toplumsal mutabakat arayışlarını doğrudan etkilemektedir. Toplumsal Mutabakata Giden Yol Türkiye’de an itibariyle gerçekleşen protestolar, halkın mevcut yönetime yönelik tepkisini açıkça ortaya koymaktadır. Ekonomik kriz, hukuk sistemine duyulan güvensizlik ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar, geniş halk kitlelerinde derin bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. İktidar, güvenlikçi politikalarla bu dalgayı kontrol altına almaya çalışırken, muhalefet mezkur tepkiyi yönlendirmek adına sahiplenici bir pozisyon almaya çalışmaktadır. Binaenaleyh hasıl olan konjonktür, toplumsal mutabakatın önemini daha da artırmaktadır. Günümüzde Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz ortamından çıkışı ancak geniş bir toplumsal mutabakatın sağlanmasıyla mümkündür. Hukukun üstünlüğü, siyasi diyalog, ekonomik adalet ve özgürlüklerin genişletilmesi gibi temel ilkeler etrafında ortak bir vizyon oluşturulması elzemdir. Mevcut protestolar, toplumun farklı kesimlerinin ortak talepler etrafında birleşebileceğini göstermektedir. Ancak bu enerjinin sürdürülebilir bir toplumsal mutabakata dönüşebilmesi için güçlü liderlik, demokratik kurumların güçlendirilmesi ve sivil toplumun etkin bir şekilde sürece dahil edilmesi gerekmektedir. Bugün atılacak adımlar, yalnızca mevcut krizi çözmekle kalmayacak, gelecekte benzer çıkmazların önüne geçilmesini sağlayacak uzun vadeli bir uzlaşı kültürünün inşasına da katkıda bulunacaktır.

bottom of page