Arama
Boş arama ile 129 sonuç bulundu
- Lozan’ın Siyasi ve Hukuki Mirası
Lozan Antlaşması (24 Temmuz 1923), Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası hukuk nezdinde tanınmasını sağlayan ve Osmanlı'nın Sevr ile parçalanma sürecine son veren kurucu bir diplomatik belgedir. Ancak bu antlaşma yalnızca bir dış siyaset zaferi değil, aynı zamanda yeni ulus-devlet modelinin ideolojik ve hukuki temelidir. Antlaşma, sınırların çizilmesinden azınlık statülerine, ekonomik imtiyazların kaldırılmasından egemenliğin tesisi sürecine dek çok katmanlı bir düzenleme işlevi görmüştür. Ne var ki, Lozan Antlaşması’nın içerdiği bazı maddeler ve yaklaşım biçimleri, günümüzde Türkiye’nin çok kültürlü toplumsal yapısı ve demokratikleşme süreçleri bağlamında yeniden değerlendirilmekte; bilhassa Kürt meselesi, bu tartışmaların merkezinde yer almaktadır. Lozan Antlaşması, yalnızca Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesini tescilleyen değil; aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenlik haklarını ve sınırlarını uluslararası düzeyde tanıtan kurucu bir metin olmuştur. Genç cumhuriyetimizin müzakere sürecinde izlediği politikaların, sadece ideolojik tercihlerle değil; dönemin jeopolitik koşulları ve iç güvenlik tehditleriyle de yakından ilişkili olduğu unutulmamalıdır. Ulusal egemenlik anlayışının içeriği ve azınlıklara dair tutum, büyük ölçüde mevzubahis ahvalde şekillenmiştir. Bu bağlamda Lozan'da azınlık statüsünün yalnızca gayrimüslim topluluklarla sınırlı tutulması, bugünün değerleriyle değil, 1920’lerin dünya düzeniyle birlikte değerlendirilmelidir. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Sevr Antlaşması'nın etnik ve bölgesel parçalanma riskine karşı doğmuş bir siyasi yapıdır. Örneğin; Sevr’in öngördüğü "Kürdistan" ve "Ermenistan" gibi bölgesel özerklik modelleri, ulusal bütünlüğün doğrudan tehdit altında olduğunu açık bir biçimde göstermektedir. Binaenaleyh Lozan’da etnik temelli azınlık tanımlarına "kapıyı kapatmak", sadece bir ideolojik yönelim değil; aynı zamanda devletin bekasını önceleyen bir "güvenlik refleksi" olarak da okunmalıdır. Velhasıl, Kürtler başta olmak üzere Müslüman etnik toplulukların azınlık statüsüne dahil edilmemesi, Türkiye’nin üniter ve merkeziyetçi yapısını koruma çabasının bir uzantısıdır. Bu tercihin ardında sadece dış tehdit algısı değil, içerideki parçalanmışlık görüntüsünü aşma ve ortak bir siyasal kimlik inşa etme ihtiyacı da bulunmaktadır. Cumhuriyetin kurucu kadroları, etnik veya mezhebi temelde ayrışmalar yerine, "vatandaşlık" eksenli bir ulus-devlet modeli öngörmüş; bu da etnik kimliklerin kolektif temsili yerine bireysel haklar çerçevesinde tanınmasını esas almıştır. Mezkur modelde Kürtler, Türklerle eşit haklara sahip "Müslüman yurttaşlar" olarak tanımlanmış; bu nedenle ayrı bir azınlık statüsüne gerek duyulmamıştır. Nitekim dönemin dünyasında Fransa, İtalya ve Almanya gibi pek çok ülkenin de benzer bir bütünlükçü ulus-devlet anlayışıyla hareket ettiği göz ardı edilmemelidir. Bugün Kürt meselesi etrafında sürdürülen tartışmalar, bir bakıma bu tarihsel kırılmanın yeniden ele alınmasıdır. Ancak eleştiri yöneltirken, erken Cumhuriyet’in karşı karşıya olduğu çok boyutlu tehditleri ve ulus-devlet inşa sürecinin yarattığı meşruiyet ihtiyacını göz ardı etmemek gerekir. Lozan’daki azınlık politikası, kendi döneminde "birleştirici" bir strateji olarak görülmüş; ancak zamanla bu modelin sınırları, muhtelif konularda çok kültürlü bir toplumun ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalmıştır. Lozan Antlaşması’nın ardından inşa edilmeye başlanan Türkiye Cumhuriyeti, Sevr’in dayattığı etnik temelli parçalanma tehdidinden yeni kurtulmuş bir devlet olması hasebiyle, güvenlik eksenli politikalarını ulus-devlet inşasının doğal bir parçası olarak değerlendirmiştir. Söz konusu dönemde alınan tedbirler, yalnızca bir iç siyasal tercih değil; aynı zamanda dönemin beynelmilel ve bölgesel tehditlerine karşı bir tür savunma refleksi niteliği taşımıştır. Bu bağlamda, "Kürt kimliği"e üzerinden gelişen bazı hareketlerin bastırılması, sadece etnisiteye yönelik bir inkar politikası değil; çoğu zaman devlet bütünlüğünü hedef alan silahlı, dış bağlantılı girişimlere karşı bir meşru müdafaa eylemi olarak okunmalıdır. 1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı, bu duruma verilebilecek ilk örneklerden biridir. Sözde "dini bir meşruiyet" zeminine yaslansa da, isyanın gerçek niteliği, Türkiye’nin doğusunda etnik ve bölgesel ayrışmayı körükleyen ve doğrudan ülke bütünlüğünü hedef alan bir kalkışma şeklindedir. İngiliz arşiv belgelerinde de yer alan bilgiler ışığında, bu isyanın yalnızca iç dinamiklerle değil, emperyalist güçlerin bölgedeki çıkar hesaplarıyla da şekillendiği görülmektedir. Binaenaleyh Türkiye’nin bu isyan karşısında aldığı sert önlemler, dönemin koşullarında her egemen devletin yapacağı türden meşru müdahale adımlarıdır. Takrir-i Sükun Kanunu, isyanın boyutları göz önüne alındığında, olağanüstü fakat gerekli bir yasal çerçeve olarak uygulanmıştır. Benzer şekilde, 1980'li yıllardan itibaren PKK'nın ortaya çıkışı da Türkiye açısından bir başka büyük güvenlik tehdidi oluşturmuştur. Marksist-Leninist ideolojiyle yola çıkan PKK, sadece silahlı eylemleriyle değil, sivillere yönelik saldırıları, çocuk yaşta militan devşirme uygulamaları ve kırsal bölgelerde kurduğu tahakküm mekanizmalarıyla da uluslararası alanda açık şekilde "terör örgütü" olarak tanımlanmıştır. Türkiye, Birleşmiş Milletler ilkeleri doğrultusunda sınır güvenliği ve ulusal egemenlik hakkını koruma temelinde, bu yapıya karşı yürüttüğü mücadelede beynelmilel meşruiyete sahiptir. Ayrıca PKK’nın kendisini tüm Kürt halkını temsil eden bir yapı şeklinde sunması, Kürt vatandaşlarımızın büyük çoğunluğunun iradesini yansıtmayan, hatta onları da mağdur eden bir dayatmadır. PKK’nın eylemleri, hem ülkemiz içindeki Kürtleri hem de bölgedeki barış arayışlarını istismar eden bir çizgide gelişmiştir. Diğer taraftan, Lozan’ın azınlık statüsü çerçevesiyle doğrudan bağlantılı olarak, terör örgütünün "Lozan’ın meşruiyeti tartışmalıdır" şeklindeki söylemleri de tarihsel olarak yanıltıcı ve tehlikeli bir zeminde durmaktadır. Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını ve siyasal egemenliğini belirleyen uluslararası bir belgedir. Mezkur antlaşmanın meşruiyetini tartışmaya açmanın, yalnızca ülkemizin iç barışını değil; aynı zamanda bölgesel istikrarı da tehdit edebilecek sonuçlar doğuracağı unutulmamalıdır. Yine, PKK’nın fesih deklarasyonunda Lozan Antlaşması’na yapılan vurgu, doğrudan bir silahlı mücadele çağrısından ziyade, Lozan sonrası inşa edilen Türk ulus-devlet modeline yöneltilmiş tarihsel ve ideolojik bir eleştiridir. Bu atıfla örgüt, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu sözleşmesi olan Lozan'ın, Kürt halkını yok sayan, azınlık olarak dahi tanımayan bir sistem kurduğunu savunmaktadır. Örgütün bu söylemini, son dönemde silahlı mücadeleden çok Kürt halkının "statü" ve "hak" arayışını "beynelmilel kamuoyunda etki yaratma çabası" kapsamında okumak da pekala mümkündür. Binaenaleyh söz konusu atfın doğrudan askeri ya da güvenlik temelli bir tehditten çok, "meşruiyet krizi" yaratmaya yönelik bir hamle olması da ihtimaller dahilindedir. Hukuki bağlamda, PKK’nın deklarasyonunda Lozan'a yapılan eleştiri, doğrudan Türkiye'nin anayasal yapısına veya sınırlarına ilişkin bir fiili iddiada bulunmamaktadır. Bu bakımdan mevcut hukuk düzeni içinde PKK’nın Lozan karşıtı söylemi, doğrudan bir tehdit teşkil etmemektedir. Ancak bu açıklama, Lozan'ın meşruiyetini sorgulayan ve alternatif kurucu zeminler öneren bir bakışla yorumlandığında, Türkiye’nin üniter yapısını "normatif" olarak çelişkili hale getiren bir çerçeve sunmaktadır. İşin siyasi boyutunda ise, üniter yapının sorgulanmasına dair kamuoyunda ve bilhassa Kürt vatandaşlarımızın nezdinde "haklılık zemini" yaratma amaçlanmaktadır. Bu çerçevede değerlendirdiğimizde, deklarasyonda Lozan’a yönelik eleştiri: "çok kimlikli, çok dilli ve adem-i merkeziyetçi bir Türkiye modeli"nin savunusudur. Eğer bu öneri toplumsal ve siyasal zeminde yaygın şekilde karşılık bulursa, üniter yapıdan sapma taleplerinin kabul görmesi ihtimaller dahilindedir. Ancak bu potansiyelin fiili bir tehdit haline gelmesi, yalnızca PKK'nın açıklamalarına değil; devletin, siyasal kurumların ve toplumsal aktörlerin mezkur söyleme vereceği karşılığa da bağlıdır. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, Lozan’da Kürtler, resmi azınlık statüsü içinde yer almamış ve antlaşmada sadece gayrimüslim azınlıklar tanınmıştır. PKK, bu durumu "Kürtlerin meşru haklarının gaspedilmesi" şeklinde yorumlayarak, antlaşmanın Türkiye’deki Kürt varlığını ve haklarını tanımadığını iddia etmiştir. Söz konusu anlatı, aynı zamanda bölgedeki diğer Kürt hareketleriyle ve "Büyük Kürdistan" ideolojisiyle de örtüşmektedir. Irak, İran ve Suriye’deki Kürt hareketlerinin bağımsızlık veya özerklik talepleriyle birleşince, ülkemizin ulusal güvenlik perspektifinin, bu tür söylemleri terör ve bölücülük tehdidi olarak algılaması kaçınılmazdır. Türkiye Cumhuriyeti'nin, terör örgütleriyle müzakere yapılmayacağı temel prensibinden hareketle, PKK’nın Lozan söylemi üzerinden meşruiyet kazanma çabalarını reddetmesi, her egemen devletin sergileyeceği doğal bir reflekstir. Öte yandan, PKK’nın kendisini tüm Kürt halkının temsilcisi olarak göstermesi de gerçekçi bir temsiliyet argümanı değildir. Zira Türkiye’deki Kürt nüfusu içinde farklı siyasi görüşler ve talepler bulunmaktadır; büyük çoğunluğu silahlı mücadeleye ve teröre karşıdır. PKK’nın şiddet yöntemleri, Kürt toplumunun tamamını yansıtmak bir yana, halk üzerinde baskı ve korku atmosferi yaratmıştır. Sonuç olarak, PKK’nın Lozan’a yaptığı atfın siyasi ve psikolojik bir araç olarak kullanıldığı görülmektedir. Bu hamle, Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü ve anayasal düzenini zayıflatmayı hedefleyen bir stratejinin parçasıdır. Lozan Antlaşması, Türkiye’nin devlet olarak varlığını ve sınırlarını garanti altına alan uluslararası bir sözleşme olarak geçerliliğini korurken, PKK’nın bu belgeye yönelttiği eleştiriler, esasen kendi terör eylemlerini meşrulaştırmaya ve ulusal bütünlüğü tehdit etmeye yöneliktir. Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal sınırlarını ve üniter devlet yapısını teminat altına alan tarihi bir dönüm noktasıdır. Bu antlaşma, yeni kurulan devletin karşı karşıya olduğu çok sayıda iç ve dış tehdide karşı bir kalkan işlevi görmüştür. Ancak günümüzde, PKK gibi terör örgütlerinin Lozan’a yaptığı atıf, sadece tarihsel bir belgeye yönelik eleştiri değil; aynı zamanda Türkiye’nin temel devlet yapısına yönelik stratejik bir saldırı anlamı taşımaktadır. PKK’nın bu söylemi, devletin ulusal birliğini zedelemek ve bölgesel istikrarı bozmak isteyen radikal ideolojilerin etkisini yansıtmaktadır. Lozan’ın sağladığı meşruiyet, yalnızca geçmişin bir hatırası değil; ülkemizin bugün ve gelecekteki istikrarının da en önemli teminatıdır. Kaynakça: Lozan Antlaşması’ndan Atıfta Bulunulan Maddeler Madde 1-3: Türkiye’nin sınırlarının kesin olarak çizilmesi ve uluslararası toplum tarafından tanınması. Madde 37: Türkiye’de yaşayan azınlıkların hukuki statüsüne ilişkin düzenlemeler. Kürtler bu madde kapsamında azınlık statüsüne dahil edilmemiştir. Madde 39: Azınlıkların dil ve kültür özgürlüklerinin korunmasıyla ilgili hükümler. Madde 61: Türkiye’nin sınır güvenliğinin ve toprak bütünlüğünün korunmasına yönelik devletin yetkileri.
- Orta Çağ Fransası’nda Toplumsal Hiyerarşi ve Siyasal Rasyonalite: Raison d’État İlkesine Giden Süreç
Orta Çağ Fransa sı'ndaki sosyal yapının temelinde "çalışmanın aşağılaştırdığı" dogma sı yatar ve bu anlayış doğrultusunda çalışmaktan kasıt, yalnızca fiziksel emek değil; aynı zamanda servet üretmek ya da maddi bir kazanç sağlamak gibi her türlü davranıştır. Velhasıl onurlu bir kimsenin yaşamındaki yegane amacı "dua etmek" veyahut "savaşmak" olmalıdır ancak hayatta kalma içgüdüsünün bir sonucu olarak bir arada yaşama ilkesini benimsemiş olan insanın temel ihtiyaçlarının karşılanması adına birilerinin izzetinefsinden fedakarlık etmesi gerekmektedir ve binaenaleyh Frankların diyarında toplum, bu zihniyetin bir tezahürü olarak üç sınıfa ayrılır: İlk zümre olarak adlandırılan ruhban sınıfı, ikinci zümre yi oluşturan aristokrasi ya da daha geniş anlamıyla asiller ve Tiers Etat 'ı oluşturan emekçiler ile tüccarlar. Her ne kadar ruhani görevlerine duyulan saygıdan mütevellit ruhban sınıfı, ilk zümre olarak addedilse de asıl hüküm ikinci sınıfta yani asillerdedir. Yazımızın başında da bahsini geçirdiğimiz ve yüksek faziletler olarak kabul edilen dua etmek ile savaşmak mevzubahis iki zümre arasında pay edilmiş durumdadır. Üçüncü zümrenin yani Tiers Etat 'ın asli görevi ise diğer iki grubu desteklemektir ve bilhassa feodalite nin hüküm sürdüğü dönemlerde mülkiyet ve servet bakımından ne varsa bu emekçi sınıf tarafından üretilmektedir. Tiers Etat da kendi içerisinde bir hiyerarşiye sahiptir ve bu piramidin en alt tabakası, serf lerden oluşmaktadır. Bir serf, sahip olduğu her şey ile birlikte (kendisi de dahil olmak üzere) "efendisine" aittir. Basit bir akıl yürütme ile köle olarak kabul edebileceğimiz ancak dönemin Fransız yasalarına göre "özgür insanlar" olarak addedilen serfler, ancak ve ancak belirli kısıtlamalara tabi olarak hayatlarını idame ettirebilmektedirler. Yalnızca ikame ettiği bölge sınırları içerisinde yaşamlarını sürdürebilen ve kendilerinden talep edilen her türü hizmeti (askerlik hizmeti, vergi vb.) yerine getirmek ile mükellef olan serfler, muhtelif sebeplerden mütevellit (bilhassa toprak yoksunluğu) bir zaman sonra "şehirlerde" toplanmaya başlarlar ve bu durum ortaya yeni ve "yarı özgür" bir sınıfın ortaya çıkmasına sebep olur. Çalışmayı onursuzluk olarak kabul etmesine rağmen para harcamakta herhangi bir beis görmeyen mülkiyet sahipleri, belirli bir zaman zarfının ardından lüks ihtiyaçları için daha fazla paraya ihtiyaç duyarlar ve eli darda olan feodal beylerin yardım çağrısına ilk cevap veren, şehirlerde yeni ortaya çıkmış olan yarı özgür sınıf olur. Verdikleri borçların üretime ya da istihdama yönelik bir alana aktarılmayacağının farkında olan bu insanlar, borçlarının karşılığı olarak "efendilerinden" farklı bir talepte bulunurlar: "Bir dereceye kadar kendi kendilerini yönetme hakkı" ve "ayrıcalıklar satın alabilecekleri kadar özgürlük ile imtiyaz". Mevzubahis gelişmeler, Fransa özelinden başlayarak Avrupa'nın toplum yapısında ve sosyal hayatında köklü değişimlerin yaşanmasına sebebiyet vermiş ve " komün" dediğimiz kavram ortaya çıkmıştır. Capetian soyunun beşinci kralı olan Altıncı Louis , 11. yüzyılda komünleri resmen özgür şehirler olarak tanımış ve onlara, haklarını açıkça belirten birtakım imtiyazlar bahşetmiştir. Velhasıl bütün bu gelişmelerin sonucunda "imalatçı sınıf kitlesi" ya da hepimizin bildiği haliyle " burjuva" denilen zümre tesis edilmiş ve siyasetin bir parçası olarak kabul edilmiştir. Altıncı Louis'nin özgür şehirlerin haklarını tanıması, kral ile halk arasında oluşturulmak istenen ittifaka yönelik atılan ilk adım olmuş ve yazımızın bir diğer konusu olan Kardinal Richelieu 'nün Raison d’Etat ilkesiyle kusursuzlaştırdığı mutlakiyetçiliğin, Fransız kralının tahtının etrafında şekillenmesinin tohumları bu şekilde atılmıştır. Orta Çağ Avrupası'nda bilhassa Katolik Kilisesi nin geniş etki alanı sayesinde kabul gören anlayışın yani evrensel devlet ve birlik görüşünün çökmesiyle beraber yaşlı kıtada ortaya çıkmaya başlayan yeni devletler, dinsel önermelerini doğru çıkarmak ve diyaloglarını düzenlemek amacıyla yeni kurallara ihtiyaç duymuşlardır. Bu ihtiyacı isimlendiren ve belirli bir çerçeve içerisine yerleştiren isim ise Richelieu'den başkası değildir. Onun mucidi olduğu Raison d’Etat kavramı, orta çağ ve öncesi din nosyonunun ön planda tutulduğu evrensel çıkarlar yerine Makyavelist bir anlayışla devletin selameti adına kullanılan her türlü materyalin meşru olduğunu belirten bir ilkedir. Ruhban sınıfı içerisinde önemli bir konuma sahip olmasına ve ulus devlet veyahut milliyetçilik gibi kavramların tabiri caizse yeni yeni palazlandığı bir sosyal / siyasi iklimde bulunmasına rağmen Richelieu'nün takdire şayan bir ileri görüşlülük ile hizmetinde olduğu devletin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutması ise ayrıca incelenmesi ve altı çizilmesi gereken bir konudur. Huguenot lu Henry 'nin ardından tahta çıkan 13. Louis 'nin 1622 yılında danışmanları arasında yerini alan Kardinal Richelieu'nün politikasının temelleri, kendi geniş zekası dışında herkesin görüş alanından uzakta yatmaktadır. Amacına giden yolda karşısına çıkan her engeli tabiri caizse ezen ve kader gibi tarafsız olan, sevgi ya da nefret gibi duygulardan azade bu pratik adam, Fransa kralını en az Charlemagne kadar itibarlı hale getirme konusundaki iradesini ister Katolik ister Protestan olsun tüm Fransa'ya bir bir kabul ettirmiştir. Kral Louis, en yakın arkadaşı olan Cinq Mars darağacına götürülürken, erkek kardeşi Orleans dükü Gaston sıradan bir mahkum gibi Bastille 'e atılırken ya da annesi Marie de Medici yoksulluk içerisinde yaşayacağı sürgününe gönderilirken yalnızca izlemek ile yetinir. İngiltere'de Cromwell tahtı yıkıp kralı ölüme yollarken Richelieu, her türden sınıf, akım ve güç ile karşı karşıya olmasına rağmen Fransa'da tahtı zapt edilemez bir hale getirmiş, her şeyin ve herkesin kralın ayaklarının dibinde çaresiz kalmasını sağlamıştır. Dönemin konjonktüründe Kıta Avrupası'nın egemen gücü halindeki Kutsal Roma İmparatorluğu 'nun tahtında oturan Habsburg lu İkinci Ferdinand , din ekseni üzerinden devşirilen siyasi mücadelede Katolikliği dinamik hale getirmek ve Protestanlığı yok etmek istemektedir. Nitekim Habsburglu'nun hırsları, 1618 yılında Otuz Yıl Savaşları 'nın patlak vermesine sebebiyet vermiş ve başta günümüzdeki Almanya'nın toprakları olmak üzere tüm kıta savaş alanına dönmüştür. Fransa'nın bu kanlı mücadeleye taraf olarak müdahil olması ise Richelieu'nün telkinleriyle 1635 yılını bulacaktır. İlk bakışta Katolizmin temsilcisi olarak Kardinal Richelieu'nün, Ferdinand’ın politikalarını onaylaması ve Habsburgları desteklemesi beklenebilir. Ancak kardinal, ülkesinin ulusal çıkarlarını her şeyin üstünde tutmuş ve keskin zekasıyla Habsburg genişlemesinin Fransa’ya yönelik jeopolitik bir tehdit oluşturabileceğini ivedilikle kavramıştır. Ona göre; İspanya ve Avusturya'nın, Fransa ile aynı mezhepte olması onların emperyal amaçlarını ya da ülkesi için tehdit olmalarını engelleyen bir unsur değildir. Bu doğrultuda Fransa, kardinalin yönetimde ağırlığını iyiden iyiye hissettirmesi ile beraber önce dolaylı bilahare ise doğrudan bölgedeki Protestan prensleri desteklemiş ve ekümenik hüviyetteki Katolik Kilisesi'nin zayıflamasını amaçlamıştır. Richelieu ruhban sınıfına mensup olmasına rağmen ve aynı zamanda dönemin ruhuna aykırı olarak dinin sadece insanlar açısından bir önem teşkil ettiğini ancak devletler için bu durumun geçerli olamayacağını dile getirmiştir. Nitekim "insan ölümsüzdür, kurtuluşu bu dünyadan sonradır. Devlet ise ölümsüz değildir; kurtuluşu ya şimdi sağlanır ya da hiçbir zaman." sözleri de konuya dair düşüncelerinin bir özeti niteliğindedir. 1635 yılına gelindiğinde Fransa'nın doğrudan Protestan prenslerin yanında Otuz Yıl Savaşları'na dahil olması tarihin yönünü değiştirmiş ve kardinal 1642 yılındaki ölümüne dek mücadelenin her anını kapsamlı ve dikkatli bir şekilde yönetmiştir. Savaş ekonomisinin neden olduğu sıkıntılar kırsal kesimlerde sık sık isyanlara sebebiyet vermiş, bu durum karşısında Fransa’nın ekonomisine şekil vermek ise yine ona düşmüştür. İstihsal hedefli atılımlar gerçekleştiren Richelieu, bilhassa dokuma sanayiine yatırımı hedeflemiş ve bu bağlamda denizaşırı ticaret şirketlerin kurulmasına önayak olarak endüstriyel üretimi de artırmayı başarmıştır. Fransa'nın Kanada , Senegal ve Madagaskar gibi ülkelerdeki ilk kolonizasyon faaliyetleri yine onun politikalarının bir sonucudur. Temel hedefleri; Fransa’nın çevresinin kuşatılmasını bitirmek ve Habsburgları zayıflatarak ülkesinin etrafında hakim bir devletin oluşmasını önlemek olan Richelieu, bunu yaparken aynı zamanda politikalarının merkezine devletinin çıkarlarını koymayı da ihmal etmemiştir. Raison d'Etat politikasının başarılı olması güç ilişkilerinin iyi analiz edilmesine bağlıdır ve aynı zamanda her türlü gelişme karşısında devamlı bir şekilde hazır olmayı gerektirmektedir. Yine, kendisine atfedilen "mantık, desteklenecek şey ile onu destekleyecek kuvvetin geometrik olarak orantılı olmasını gerektirir." cümlesi de konuya dair düşüncelerini açıklar hüviyettedir. Richelieu'nün yol göstericiliğinde Fransa, Avrupa’da hatırı sayılır bir konum elde etmiş ve dahi topraklarını genişletmiştir. Ortaya koyduğu fikirler, bugünkü modern diplomasinin ve günümüz modern devletlerinin artık özümsemiş olduğu ulus devlet ve laiklik gibi kavramların temelleri niteliğindedir. 4 Aralık 1642 günü, o zamanlar Palais Cardinal olarak bilinen sade ikametgahında yaşama veda eden Richelieu, ölüm döşeğindeyken evini krala armağan eder. Binaenaleyh buranın ismi bilahare Palais Royal olarak değiştirilir. Ancak kardinalin asıl hediyesi, hizmet ettiği hükümdardan bağımsız bir şekilde Fransa tahtınadır ve onun oluşturduğu yapı sayesinde Le Roi-Soleil yani 14. Louis , uzun iktidar yılları boyunca muazzam bir güç ile hükmedecektir. Richelieu'nün hayatına ve icraatlarına dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Roger Price'dan Kısa Fransa Tarihi ve J. M. Roberts'tan Avrupa Tarihi adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Borgia Ailesi: İhtirasın Gölgesinde Güç ve İhanet
15.yüzyıl İtalya’sı, siyasi parçalanmışlığın ve dinsel yozlaşmanın iç içe geçtiği bir dönem olarak dikkat çekmektedir. Şehir devletlerinin kendi aralarında sürekli savaş halinde olduğu bu dönemde, Katolik Kilisesi yalnızca bir manevi otorite değil; aynı zamanda en güçlü siyasi aktörlerinden biri konumundadır. Papalık makamı, "Tanrı'nın yeryüzündeki temsilciliği" iddiasının ötesinde; servetin, iktidarın ve diplomatik nüfuzun merkezi haline gelmiştir. Bu karmaşık yapının en dikkat çekici örneklerinden biri ise hiç kuşkusuz Borgia ailesidir ... İspanya’nın Valencia kentinden gelen Borgia ailesi, ilk olarak 15. yüzyılın ortalarında İtalya’daki siyasal ve dinsel güç dengeleri içinde yükselmeye başlamış, ancak esas itibarıyla Rodrigo Borgia’nın Papa VI. Alexander olarak tahta çıkmasıyla birlikte tarihe yön veren bir hanedan niteliği kazanmıştır. Aile, kısa sürede sadece ruhani bir otoriteyi değil, İtalya yarımadasındaki dünyevi iktidarı da şekillendiren bir güç haline gelmiştir. Rodrigo Borgia'nın papalık makamını kişisel bir hanedan politikası aracı olarak kullanması, hem Katolik Kilisesi’ni hem de Rönesans siyasetini derinden etkilemiş; ardından gelen Cesare ve Lucrezia Borgia gibi isimlerle bu etki daha da genişlemiştir. Borgia ailesinin yükselişi ve düşüşü, yalnızca bir ailenin iktidar serüveninden ibaret değildir. Aynı zamanda, geç Orta Çağ’dan erken modern döneme geçişte Avrupa'daki ahlaki çöküş, dinsel reform çağrıları ve sekülerleşme süreçlerinin sembolü olarak da değerlendirilmelidir. Bu bağlamda Borgia hanedanı, tarihçilerin ilgisini yalnızca entrikalarıyla değil; temsil ettikleri tarihsel dönüşümün karmaşıklığıyla da çekmektedir. Rodrigo Borgia’dan Papa VI. Alexander’a Rodrigo Borgia, 1431 yılında Valencia’da dünyaya gelmiş ve eğitimini hukuk alanında İspanya'da tamamlamıştır. Amcası Alonso Borgia’nın 1455’te Papa Callixtus III olarak seçilmesi, Rodrigo’nun kariyerinde bir dönüm noktası olmuş; onu genç yaşta kardinalliğe yükseltmiştir. İtalya’ya geldikten sonra hem Kilise bürokrasisinde hem de diplomatik görevlerde edindiği deneyim, onu yalnızca güçlü bir entelektüel değil; aynı zamanda etkili bir siyasetçi haline getirmiştir. Ancak Rodrigo Borgia'nın asıl yükselişi, 1492 yılındaki papalık seçiminde, yani "Konklav"da elde ettiği zaferle gerçekleşmiştir. Bu seçim süreci, dönemin papalık makamının ne derece dünyevileştiğini gözler önüne sermektedir. Borgia; maddi vaatler, toprak dağıtma sözü ve önemli konumlara yapılacak atamalar üzerinden birçok kardinalin desteğini sağlamıştır. Bu yolla Papa VI. Alexander olarak tahta çıktığında, maneviyattan ziyade güç dengesinin bir sonucu olarak seçilmiştir. Papalığı boyunca da bu çizgiden sapmamış, Kilise kaynaklarını ailesinin iktidarını pekiştirmek amacıyla seferber etmiştir. Rodrigo Borgia'nın papalığı (1492–1503), nepotizmin olağanlaştığı, dini makamların aile çıkarları uğruna dağıtıldığı ve Vatikan’ın adeta bir hanedan merkezine dönüştüğü bir dönem olmuştur. Oğullarından Cesare Borgia'yı kardinal yapması ve ardından askeri bir lidere dönüştürmesi, siyasi amaçlar uğruna ruhani kuralları ihlal ettiğinin en açık örneklerindendir. Aynı şekilde, kızı Lucrezia Borgia'nın evlilikleri de, diplomatik ittifaklar kurmak adına birer siyasi araç olarak değerlendirilmiştir. VI. Alexander, yalnızca kilise içi hiyerarşide değil; İtalya yarımadasının tamamında siyasi etki yaratmayı amaçlayan bir strateji izlemiştir. Floransa, Milano, Napoli ve Fransa gibi aktörlerle kurduğu karmaşık ilişkiler ağı, onu klasik bir papa figüründen çok, Rönesans döneminin güçlü bir seküler hükümdarına dönüştürmüştür. Ancak bu durum, Papalığın meşruiyetini sarsmış, Luther’in öncülüğünü yaptığı Reform hareketlerine zemin hazırlayan bir ahlaki çöküş atmosferinin oluşmasına katkı sağlamıştır. Rodrigo Borgia’nın mirası, bir yandan Katolik Kilisesi tarihinde bir yozlaşma sembolü olarak değerlendirilirken, diğer yandan İtalya’daki siyasal birlik mücadelesinin ilk hamlelerini temsil eden bir realpolitik ustalığı olarak da ele alınabilir. Bu çelişkili mirasın devamı, büyük ölçüde oğullarından biri olan Cesare Borgia’nın faaliyetlerinde vücut bulmuştur. Cesare Borgia: Kardinalden Prense Cesare Borgia, Papa VI. Alexander’ın en gözde çocuklarından biri olarak, hem Kilise hiyerarşisinin en üst kademelerinde hem de İtalya’nın parçalı siyasal yapısında merkezi bir figür haline gelmiştir. 1475 civarında dünyaya gelen Cesare, başlangıçta papalık politikalarına uygun biçimde dini kariyer için yetiştirilmiş, genç yaşta Pisa Üniversitesi’nde hukuk eğitimi almış ve 1493’te henüz on sekiz yaşındayken kardinal olarak atanmıştır. Ancak kısa sürede ruhani görevleri bir kenara bırakarak siyasetin ve savaşın alanına yönelmiş, kendisini Papalık Devleti’nin dünyevi çıkarlarını silah yoluyla tahkim eden bir condottiere (paralı asker lideri) olarak yeniden inşa etmiştir. 1498 yılında kardeşi Giovanni’nin öldürülmesinin ardından Cesare, hem ailesinin varisi hem de kilise hiyerarşisinden çekilen bir laik prens olarak yeni bir rol üstlenmiştir. Kardinalliği bırakması, dönemin normları açısından alışılmadık bir durumdur. Bu tercih, yalnızca bireysel bir yönelim değil; aynı zamanda babası VI. Alexander’ın papalık makamını doğrudan bir hanedan politikasına dönüştürme arzusunun stratejik bir uzantısıdır. Cesare’nin laikleşmesiyle birlikte Papa, kilisenin ruhani nüfuzunu oğlunun askeri gücüyle birleştirme imkanına kavuşmuştur. Cesare Borgia’nın askeri ve siyasi kariyeri, 1499’dan itibaren doruğa ulaşmıştır. Fransa Kralı XII. Louis ile kurulan ittifak sayesinde hem mali hem askeri destek bulan Cesare, Kuzey ve Orta İtalya’daki birçok küçük prensliği zorla ele geçirmiştir. Romagna, Urbino, Pesaro ve Forlì gibi bölgeler kısa sürede Papalık Devleti’nin otoritesi altına girmiş; bu süreçte Cesare hem acımasızlığıyla hem de örgütlenme kapasitesiyle dikkat çekmiştir. Modern devletin temellerini atan uygulamaları – örneğin; vergi toplama, düzenli ordu kurma ve merkezi yönetim oluşturma çabaları – onu çağının ötesine taşıyan bir figür haline getirmiştir. Machiavelli, "Il Principe" (Prens) adlı eserinde Cesare Borgia’yı ideal hükümdar figürü olarak sunmaktadır. Her ne kadar Cesare’nin başarısı kalıcı olmamışsa da, Machiavelli onun "amaç uğruna her türlü aracı meşru gören" pragmatik yaklaşımını politik kuramın temeline yerleştirmiştir. Cesare’nin kullandığı stratejiler – ihanet, korku salma, düşmanları kandırma – Machiavelli’nin meşhur "bir hükümdar hem sevilen hem korkulan olamazsa, korkulan olması daha iyidir" önermesinde vücut bulmuştur. Bu yönüyle Cesare, tarih yazımı açısından yalnızca bir askeri figür değil; modern siyasal düşüncenin yapıtaşlarından biridir. Ancak Cesare’nin yükselişi, babası VI. Alexander’ın 1503’teki ölümüyle birlikte ani bir düşüşe dönüşmüştür. Yeni papa Julius II, Borgia hanedanına karşı sert bir tutum benimsemiş; Cesare önce hapsedilmiş, ardından sürgüne gönderilmiştir. 1507 yılında, henüz otuz iki yaşındayken İspanya'da bir kuşatma sırasında öldürülmesi, kısa fakat etkili kariyerinin sonunu getirmiştir. Cesare Borgia'nın mirası, yalnızca Papa'nın oğlu olduğu için değil; devlet kurma kapasitesi, yönetim becerisi ve çağının ötesinde bir siyasi vizyon ortaya koymuş olmasıyla da dikkate değerdir. Onun hikayesi, Papalık Devleti'nin bir aile hanedanına dönüşme serüveninin zirve noktasını oluşturmuştur. Lucrezia Borgia: Günah Keçisi mi, Kurban mı? Lucrezia Borgia, Borgia ailesinin en tartışmalı figürlerinden biri olmasına rağmen, tarihsel değerlendirmelerde uzun süre haksız biçimde yalnızca entrikanın ve ahlaki çöküntünün sembolü olarak anılmıştır. 1480 yılında Subiaco’da dünyaya gelen Lucrezia, babası Rodrigo Borgia’nın papalığı döneminde hanedan politikasının merkezine yerleştirilmiş; onun evlilikleri, diplomatik ilişkilerin ve siyasal ittifakların belirleyici unsurlarından biri hâline gelmiştir. Ancak bu stratejik evlilikler ve çevresindeki entrikalar, Lucrezia’nın tarihi portresinin karartılmasına ve bir "femme fatale" mitinin oluşmasına yol açmıştır. Lucrezia’nın ilk evliliği 1493’te Giovanni Sforza ile gerçekleştirilmiş, ancak bu birliktelik siyasal menfaatlerin değişmesiyle 1497’de iptal edilmiştir. Bu süreçte Sforza’nın "impotent" olduğuna dair iddialar Kilise belgeleriyle resmiyet kazanmıştır; ancak asıl amacın Sforza ailesiyle bağların koparılması olduğu açıktır. Boşanma süreci, Lucrezia’nın ahlaki kimliğine yönelik saldırıların da başlangıcı olmuştur. Bazı çağdaş kaynaklarda - özellikle Borgia düşmanı olan çevrelerde - ensest iddiaları dahi ortaya atılmış, Lucrezia’nın babası ve kardeşiyle uygunsuz ilişkiler içinde olduğu öne sürülmüştür. Bu iddiaların tarihsel temeli zayıf olmakla birlikte, Borgia ailesine yöneltilen genel ahlaki eleştirilerle birleşerek Lucrezia'nın imajını kalıcı biçimde lekelemiştir. Lucrezia'nın ikinci evliliği, Alfonso d’Aragona ile yapılmış ve bu evlilik Napoli Krallığı ile Papalık arasındaki yakınlaşmanın bir yansıması olmuştur. Ancak bu birliktelik de uzun ömürlü olmamış ve Cesare Borgia’nın siyasi çıkarları doğrultusunda Alfonso 1500 yılında suikasta uğramıştır. Lucrezia'nın bu cinayete ne ölçüde dahil olduğu belirsizliğini korurken, tarihçiler onun bu süreçte daha çok siyasi gelişmelerin nesnesi olduğunu savunma eğilimindedir. 1502 yılında üçüncü kez evlendirilen Lucrezia, bu kez Ferrara Dükalığı'nın varisi Alfonso d’Este ile birleşmiştir. Bu evlilik, Lucrezia’nın hayatındaki kırılma noktalarından biri olarak değerlendirilir. Ferrara sarayında geçirdiği yıllar boyunca hem edebi ve sanatsal faaliyetlere katılmış, hem de hayır işlerinde bulunmuş; sarayın saygın ve etkili bir hanımefendisi olarak itibar kazanmıştır. Özellikle dini kurumlara yaptığı bağışlar, hastane ve yetimhane destekleri, onun kamusal imajını yeniden inşa etmesini sağlamıştır. Günümüz tarih yazımı, Lucrezia Borgia’nın yaşamını yalnızca Borgia hanedanının yozlaşmış politikaları içinde değil; aynı zamanda patriyarkal bir toplumda bir kadın figürünün nasıl araçsallaştırıldığı bağlamında da ele almaktadır. Onun hayatı, siyasetin aile içindeki kadınlara nasıl roller biçtiğini, bu rollerin dışarıdan nasıl algılandığını ve kadınların kendi varlıklarını bu rollerin ötesinde nasıl inşa etmeye çalıştıklarını gösteren bir örnek teşkil etmektedir. Lucrezia Borgia, artık yalnızca bir “günah keçisi” değil; aynı zamanda siyasal simgeler arasında sıkışmış bir birey, bir kurban ve bir aktör olarak da değerlendirilmekte; onun hikayesi, tarihin yalnızca kazananlar tarafından değil, suskun bırakılanlar adına da yeniden yazılabileceğini göstermektedir. Miras ve Efsane Borgia ailesi, tarih sahnesinde yalnızca bir hanedan olarak değil; Rönesans dönemi Avrupa’sının karmaşık siyasi, dini ve kültürel dönüşümlerinin sembolik bir temsilcisi olarak da anılmaktadır. Papalık tahtında oturan Rodrigo Borgia’dan, hem kilise hem de dünya siyaseti arenasında etkin rol oynayan çocuklarına kadar, Borgia’ların etkisi kısa fakat derin olmuştur. Ailenin yükselişi, nepotizm, rüşvet, entrika ve güç politikalarının Kilise içinde nasıl egemenlik sağladığının en çarpıcı örneklerinden biri olarak değerlendirilmektedir. Ancak bu olumsuz nitelendirmeler, Borgia hanedanının aynı zamanda devlet yönetiminde modernleşme ve merkeziyetçilik çabalarına öncülük ettiğini de gözden kaçırmamalıdır. Cesare Borgia’nın askeri organizasyonları ve siyasal stratejileri, Machiavelli’nin devlet kuramlarına ilham kaynağı olmuş; böylece Borgia ismi sadece skandal ve ahlaki çöküntüyle değil, siyasal düşüncenin gelişimiyle de ilişkilendirilmiştir. Borgia ailesinin tarih sahnesinden silinmesi, 16. yüzyıl başlarında papalık ve İtalya’daki güç dengelerinin değişmesiyle gerçekleşmiş; ancak aile üzerine inşa edilen efsaneler asla sona ermemiştir. Ensest, suikast ve hile iddiaları, zaman içinde dramatize edilerek hem edebiyatta hem de popüler kültürde Borgia mitolojisinin çekirdeğini oluşturmuştur. Bu mit, kimi zaman gerçek tarihi gölgeleyerek Borgia’ları tarihin "kötü adamları" olarak kodlamıştır. Modern tarih yazımı ise bu efsanelere mesafeli durarak, Borgia ailesini dönemin koşulları içinde değerlendirmeye çalışmaktadır. Bu yaklaşım, onları salt ahlaki yargılarla sınırlamamakta; dönemin siyasal yapısının ve Katolik Kilisesi’nin yapısal sorunlarının anlaşılmasında bir anahtar olarak görmektedir. Borgia’ların hikayesi, Rönesans’ın ışığı altında yükselen karanlık güçlerin ve karmaşık insan ilişkilerinin bir panoramasını sunmaktadır. Sonuç olarak, Borgia ailesi hem tarihin trajik hem de öğretici figürleri arasında yer almakta; dönemin siyasi, sosyal ve kültürel dinamiklerini kavramada vazgeçilmez bir örnek teşkil etmektedir. Onların hikayesi, güç, ahlak ve siyaset arasındaki sınırların her zaman net olmadığını, tarihsel kişiliklerin ise çok boyutlu değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatmaktadır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Paul Strathern'dan Borgialar - Tarihin En Kötü Şöhretli Ailesi , Volker Reinhardt'dan Alexander VI. Borgia: Der unheimliche Papst ve Machiavelli'den Prens adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Orta Çağ’ın Kutsal Savaşçıları: Tapınak Şövalyeleri
12.yüzyılın başları, Avrupa Hristiyan dünyası için yalnızca bir dini uyanış dönemi değil; aynı zamanda kutsal savaşların kurumsallaştığı bir çağın da habercisi olmuştur. 1099 yılında Kudüs’ün Haçlılar tarafından ele geçirilmesinden sonra, kutsal toprakların savunulması için hem dünyevi hem de uhrevi gerekçelerle yeni askeri oluşumlar ortaya çıkmıştır. Bu oluşumlardan en dikkat çekeni, 1119 yılında Hugues de Payens öncülüğünde Kudüs’te kurulan ve resmi adı "Christi Pauperes Commilitones Templi Salomonici" (Süleyman Tapınağı’nın Yoksul Mesih Askerleri) olan Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’dır. Başlangıçta Hristiyan hacıların güvenliğini sağlamakla görevli küçük bir birlik olarak ortaya çıkan Tapınak Şövalyeleri, kısa sürede Avrupa'nın dört bir yanında mal varlıkları edinen, Papalık tarafından ayrıcalıklarla donatılan ve Haçlı Seferlerinin kilit aktörlerinden biri haline gelen güçlü bir örgüte dönüşmüştür. Ancak onların yükselişi kadar düşüşleri de keskin olmuş; 14. yüzyılın başlarında Fransa Kralı IV. Philippe’in siyasi ve ekonomik hesapları doğrultusunda tarikat ani bir şekilde tasfiye edilmiştir. İşbu çalışmada Tapınak Şövalyeleri'nin tarihsel evrimi ve ideolojik-teolojik temelleri birlikte ele alınacak, hem Haçlı Seferleri bağlamındaki rolleri hem de Batı Hristiyanlığı içindeki konumları tarihsel belgeler ve mevcut literatür ışığında analiz edilecektir. Bu doğrultuda, şövalyelerin yalnızca askeri bir güç olarak değil; aynı zamanda dinî bir disiplinin taşıyıcısı ve ortaçağ toplumunda benzersiz bir kimlik inşa eden aktörler olarak nasıl şekillendiği ortaya konacaktır. Kuruluşun Arka Planı: Haçlı Seferleri ve Kutsal Topraklarda Güvenlik Sorunu Tapınak Şövalyeleri'nin doğuşu, doğrudan doğruya 11. yüzyıl sonlarında Katolik dünyasında şekillenen teopolitik dönüşümün ve Haçlı Seferlerinin doğurduğu yeni dini-toplumsal ihtiyaçların bir ürünüdür. 1095 yılında Papa II. Urbanus’un Clermont Konsili’nde yaptığı ünlü çağrı ile başlayan I. Haçlı Seferi, yalnızca Doğu’daki Hristiyan toplulukları korumayı değil; aynı zamanda kutsal mekanların – özellikle Kudüs’ün – Müslüman egemenliğinden kurtarılmasını hedeflemiştir. 1099 yılında Haçlı ordularının Kudüs’ü ele geçirmesiyle birlikte, bölgede Latin Hristiyan egemenliğine dayalı bir Kudüs Krallığı tesis edilmiş; ancak bu krallığın coğrafi ve askeri bakımdan kırılgan yapısı, özellikle Müslüman kuvvetlerin kuşatıcı tehdidi altında kalıcı bir güvenlik sorununu beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, Kutsal Topraklara yönelen Hristiyan hacıların güvenliği, erken dönemde Haçlı egemenliğinin en temel sorunlarından biri haline gelmiştir. Avrupa’dan yola çıkan hacılar, özellikle Antakya, Trablusşam ve Kudüs hattında ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalmakta; hem Müslüman akıncılar hem de yol kesen yerel unsurlar, bu seferlerin sürekliliğini tehdit etmektedir. Kudüs’ün dinsel anlamı göz önünde bulundurulduğunda, bu güvenlik açığı sadece fiziki bir mesele olarak değil; aynı zamanda inanç pratiğinin kesintiye uğraması bakımından teolojik bir kriz olarak da algılanmıştır. Tam da bu ortamda, 1119 yılında Fransız asıllı şövalye Hugues de Payens önderliğinde dokuz kişilik bir grup, Kudüs Kralı II. Baudouin’in onayıyla Süleyman Mabedi kalıntılarının yakınında örgütlenmiş ve kendilerini “Yoksul Mesih Askerleri” olarak tanımlamıştır. Bu küçük birlik, başlangıçta kralın koruyuculuğunda faaliyet göstermiş ve esas olarak Avrupa’dan gelen hacıların güvenliğini sağlamakla görevlendirilmiştir. Tarihçiler, tarikatın ilk yıllarına dair kaynakların sınırlı ve parçalı olduğuna dikkat çekmekle birlikte, söz konusu grubun hem dini motivasyonla hem de şövalyelik idealiyle şekillenen yeni bir kurum tipi ortaya koyduğu konusunda hemfikirdir. Nitekim bu yapı, klasik manastır yaşamı ile savaşçı karakteri birleştirmesi açısından Orta Çağ Hristiyan dünyasında benzersiz bir örnek teşkil etmiştir. Tapınak Şövalyeleri'nin “templi” (Tapınak) adını almaları, faaliyet merkezlerinin Süleyman Tapınağı kalıntılarının bulunduğu alana yerleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu adlandırma, hem tarihsel bir kutsallıkla ilişki kurma hem de teolojik bir meşruiyet üretme stratejisi olarak değerlendirilebilir. Tapınağın Yahudi-Hristiyan gelenekteki merkezi rolü, bu yeni tarikatın manevi iddiasına güçlü bir zemin sunmuştur. Binaenaleyh Tapınak Şövalyeleri, kuruluş yıllarından itibaren kendilerini hem dünyevi hacıların koruyucusu hem de kutsal mekanların muhafızı olarak konumlandırmışlardır. Kurumsallaşma Süreci ve Papa Desteği Tapınak Şövalyeleri'nin küçük bir askeri birlik olarak ortaya çıkmasının ardından, tarikatın kurumsallaşması ve Avrupa Katolik dünyasında meşruiyet kazanması süreci büyük önem taşır. Bu dönemde tarikat, sadece Kudüs'te faaliyet gösteren yerel bir oluşum olmaktan çıkarak, beynelmilel bir dini-askeri hareket haline gelme yolunda önemli adımlar atmıştır. Kurumsallaşmanın ilk ve en kritik aşaması, 1129 yılında Fransa’nın Troyes kentinde toplanan konsilde gerçekleşmiştir. Burada tarikat, Papa II. Honorius’un desteğiyle resmi olarak tanınmış ve düzenli bir tarikat yapısı kazanmaya başlamıştır. Bu onay, Tapınak Şövalyeleri'nin faaliyetlerini hem kilise kanunları çerçevesinde yürütmesini sağlamak hem de Avrupa’daki diğer dini topluluklarla ilişkilerini düzenlemek açısından belirleyici olmuştur. Bu süreçte, bilhassa Bernard de Clairvaux'nun rolü büyüktür. Cistercien manastırının önde gelen figürlerinden olan Bernard, 1128–29 yıllarında kaleme aldığı De Laude Novae Militiae (Yeni Şövalyeliğin Övgüsü) adlı eserinde Tapınak Şövalyeleri'ni, yalnızca askeri güç olarak değil; Tanrı’ya adanmış kutsal savaşçılar olarak idealize etmiştir. Bernard’ın bu metni, hem dönemin entelektüel çevrelerinde hem de dini otoriteler nezdinde tarikatın ruhani meşruiyetini güçlendirmiştir. O, Tapınakçıları “Tanrı’nın askerleri” (militia Christi) olarak nitelendirmiş ve geleneksel manastır kurallarıyla savaşçılık meziyetlerini birleştiren yeni bir dini yaşam biçimini savunmuştur. Papalık tarafından verilen ayrıcalıklar da tarikatın kurumsal gücünü pekiştirmiştir. Papa III. Innocentius’un 1213 yılında yayımladığı ferman, Tapınak Şövalyeleri’ne çeşitli vergi muafiyetleri sağlamış ve onların kilise dışı otoritelerin yargısından muaf tutulmasını mümkün kılmıştır. Bu ayrıcalıklar, tarikatın Avrupa’da neredeyse yarı-bağımsız bir güç haline gelmesini kolaylaştırmıştır. Aynı zamanda, Tapınakçılar kiliseye doğrudan bağlı olarak hareket etmiş ve bu durum dünyevi feodal otoritelerle ilişkilerinde kimi zaman çatışmalara yol açmıştır. Tapınak Şövalyeleri'nin kurumsal yapısı, net bir hiyerarşi ve disiplinle şekillenmiştir. Tarikatın en üstünde Büyük Üstat yer almış, onu komutanlar (senyörler) ve bölgesel yöneticiler takip etmiştir. Bu merkeziyetçi örgütlenme, tarikatın farklı coğrafyalardaki geniş faaliyet alanlarını yönetebilmesini sağlamıştır. Kurallar kitabı (Latincede Regula ) ise, manastır yaşamı ve askeri görevlerin dengeli bir şekilde yürütülmesi için bir kılavuz işlevi görmüştür. Sonuç olarak, 12. yüzyılın ilk yarısında Papalık desteği ve entelektüel onay, Tapınak Şövalyeleri'nin yalnızca askeri değil, aynı zamanda dini bir kimlik kazanmasında belirleyici olmuştur. Bu dönemdeki kurumsal ve ideolojik gelişmeler, tarikatın Haçlı Seferleri'nin askeri gücü olarak uzun yıllar boyunca etkin bir aktör olarak kalmasının temelini oluşturmuştur. Askeri Faaliyetler ve Kutsal Topraklardaki Varlık Tapınak Şövalyeleri, kurumsallaşma sürecinin ardından özellikle Kutsal Topraklarda stratejik öneme sahip birçok noktada askeri varlıklarını güçlendirmiştir. Bu dönemde tarikat, yalnızca hacıların korunması misyonunu aşarak, Haçlı Krallıkları'nın savunulmasında ve bölgedeki askeri harekatların planlanmasında kritik roller üstlenmiştir. Kudüs Krallığı'nın kurulduğu 1099 sonrası coğrafi olarak kırılgan bir konumda bulunan Latin devletleri, Selçuklu ve daha sonra Eyyubi Müslüman güçlerinin sürekli tehdidi altındadır. Tapınak Şövalyeleri, özellikle 12. yüzyıl boyunca Akka, Trablusşam, Beyrut ve Antakya gibi stratejik kalelerde garnizonlar kurarak, bu bölgelerin savunmasını sağlamışlardır. Kudüs’ün 1187 yılında Selahaddin Eyyubi tarafından yeniden ele geçirilmesi, tarikatın Kudüs dışındaki askeri faaliyetlerinin yoğunlaşmasına neden olmuş ve şövalyeler, Akka gibi son Haçlı kalelerinde etkin rol oynamaya başlamıştır. Tapınakçılar, askeri açıdan disiplinli ve iyi organize olmuş bir güç olarak tanınmışlardır. Ağır zırhları, beyaz cübbeleri üzerindeki kırmızı haç sembolü ve kılıç kullanmadaki ustalıklarıyla savaş meydanlarında belirgin bir varlık göstermişlerdir. Tarikatın savaş stratejileri, hem savunma hem de kuşatma taktiklerini içermektedir; kalelerin inşası ve güçlendirilmesi, istihbarat toplama ve hızlı manevralarla düşman hatlarına sızma gibi yöntemlerle Haçlı ordularına destek vermişlerdir. Bununla birlikte, Tapınak Şövalyeleri’nin bölgedeki diğer askeri tarikatlarla – örneğin; Hospitalierler ve Teutonik Şövalyeleri – olan ilişkileri, çoğu zaman rekabet ve iş birliği arasındaki hassas dengede seyretmiştir. Her ne kadar amaçları ortak olsa da, kaynakların ve nüfuz alanlarının paylaşımı konusunda zaman zaman sürtüşmeler yaşanmıştır. Ancak bu tarikatlar, Müslüman güçlere karşı düzenlenen büyük çaplı seferlerde çoğunlukla ortak cephede mücadele etmişlerdir. Selahaddin Eyyubi'nin 1187’deki zaferi ve Kudüs’ün kaybı, Tapınak Şövalyeleri’nin askeri stratejisinde önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Kudüs merkezli varlıklarının sona ermesi, tarikatın Kıbrıs adası ve Akka gibi yeni üslerde toplanmasına neden olmuş; bu durum, Haçlı hareketinin doğrudan devamı olmasa da bölgedeki varlıklarının korunmasını sağlamıştır. Ancak 1291’de Akka’nın Memlükler tarafından ele geçirilmesi, Tapınak Şövalyeleri’nin Kutsal Topraklardaki askeri varlığının fiilen sonunu işaret etmiştir. Sonuç olarak, Tapınak Şövalyeleri, Haçlı Seferleri boyunca askeri alandaki etkinlikleriyle Latin Krallıkları’nın savunmasında vazgeçilmez bir unsur olmuştur. Kurdukları garnizonlar, uyguladıkları stratejiler ve diğer dini askeri tarikatlarla olan dinamik ilişkileri, Orta Çağ’ın dini savaş kültürünü anlamak açısından büyük önem taşımaktadır. Avrupa'da Yayılma ve Ekonomik Gücün Artışı Kutsal Topraklardaki askeri başarılarının yanı sıra Tapınak Şövaleleri, 12. yüzyıl itibarıyla Avrupa kıtasında da önemli bir yayılma ve ekonomik güçlenme sürecine girmiştir. Bu gelişme, tarikatın sadece bir askeri birlik değil; aynı zamanda kapsamlı bir ekonomik organizasyon olarak da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Avrupa’daki toprak mülkiyeti ve bağışlar, Tapınak Şövalyeleri’nin ekonomik temelini oluşturmuştur. Bilhassa Fransa, İngiltere, İtalya ve İberya Yarımadası’nda geniş mülkler edinen tarikat, bu topraklarda tarımsal üretimi örgütleyerek hem kendi ihtiyaçlarını karşılamış hem de artan gelirleri sayesinde Kutsal Topraklardaki askeri faaliyetlerini finanse etmiştir. Bu topraklarda kurdukları büyük manastır çiftlikleri ve kaleler, tarikatın yerel nüfuzunu artırmış ve kırsal ekonomide belirleyici aktörlerden biri haline getirmiştir. Tapınak Şövalyeleri'nin ekonomik gücündeki bir diğer önemli alan ise erken dönem bankacılık faaliyetleridir. Tarikat, hacılar ve soylular için güvenli para saklama, kredi verme ve transfer hizmetleri sağlamış; bu fonksiyonlarıyla Orta Çağ’ın proto-bankacılık sistemine öncülük etmiştir. Özellikle hacıların kutsal yolculukları sırasında maddi güvenlik ve likidite ihtiyaçlarını karşılamak üzere geliştirdikleri bu sistem, tarikatın itibarını artırmış ve Avrupa’da önemli bir finansal merkez olmasını sağlamıştır. Bu ekonomik faaliyetler, tarikatın Avrupalı feodal beyler ve krallıklarla olan ilişkilerini derinleştirmiştir. Tapınak Şövalyeleri, önemli bir toprak sahibi ve kredi vereni olarak siyasi güç kazanmış; bu durum kimi zaman feodal düzen içinde gerilimler yaratmışsa da, tarikatın bağımsız statüsünü pekiştirmiştir. Ayrıca, Papa tarafından sağlanan çeşitli ayrıcalıklar sayesinde vergilerden ve bazı sivil otoritelerin denetiminden muaf tutulmaları, ekonomik faaliyetlerini hızla genişletmelerine olanak tanımıştır. Avrupa’daki bu yayılma ve ekonomik güçlenme, Tapınak Şövalyeleri’nin 13. yüzyılda Haçlı Seferleri'nin askeri eksenli misyonunun ötesine geçen çok yönlü bir yapı haline gelmesini sağlamıştır. Hem askeri hem de ekonomik alanda kazandıkları güç, tarikatın Orta Çağ Avrupa’sındaki sosyal, siyasal ve dini dinamiklerde etkin bir aktör olarak konumlanmasına zemin hazırlamıştır. Kutsal Topraklardan Çekilme ve Meşruiyet Krizi 1291 yılında Akka’nın Memlük Sultanı el-Eşref Halil tarafından ele geçirilmesi, yalnızca Haçlıların Levant’taki son kalesinin kaybı değil; aynı zamanda Tapınak Şövalyeleri için de varoluşsal bir dönüm noktası olmuştur. Kutsal Topraklar’daki esas görev alanlarının kaybı, tarikatın meşruiyet temellerini doğrudan sarsmış; zira Tapınakçıların varlık nedeni olarak sunulan “Kutsal Mekanların korunması” görevi artık yerine getirilemez hale gelmiştir. Akka'nın düşüşü sonrası Tapınak Şövalyeleri, faaliyetlerini geçici olarak Kıbrıs adasına taşımış; burada askeri ve idari yapıyı muhafaza etmeye çalışmışlardır. Ancak Haçlı Seferleri’nin artık geri dönülemez biçimde sönümlenmekte olduğu bir dönemde, tarikatın askeri güç olarak varlığını sürdürmesi Avrupa kamuoyunda ve siyasal iktidarlar nezdinde sorgulanmaya başlanmıştır. Zira artık savaşacak bir "Kutsal Toprak" kalmamışken, Avrupa’da geniş topraklara ve servete hükmeden, vergiden muaf ve Papalık dışında herhangi bir dünyevi otoriteye bağlı olmayan bir kurumun varlığı, zamanla tepki doğurmuştur. Bu bağlamda özellikle Fransa Kralı IV. Philippe’nin rolü belirleyicidir. Ağır borç yükü altında bulunan Philippe, hem mali gerekçelerle hem de tarikatın siyasal bağımsızlığını kırmak amacıyla Tapınak Şövalyeleri’ne karşı sistematik bir kampanya yürütmüştür. 1307 yılında Fransa’daki Tapınakçılar tutuklanmış, tarikat üyelerine yönelik işkenceyle alınan ifadeler doğrultusunda sapkınlık, gizli ibadet, Tanrı’ya küfür ve homoseksüellik gibi dönemin ağır dini suçları isnat edilmiştir. Bu iddialar, doğrudan tarikatın ruhani ve ahlaki meşruiyetini hedef almış; kamuoyunun gözünde Tapınakçıların imajı ciddi biçimde zedelenmiştir. Papalık makamı başlangıçta bu suçlamalara temkinli yaklaşmışsa da, siyasal baskıların etkisiyle 1312 yılında Papa V. Clemens tarafından yayımlanan Vox in Excelso fermanıyla Tapınak Tarikatı resmen feshedilmiştir. Bu karar, herhangi bir mahkumiyet kararı değil, “kamu düzenini sağlamak” gerekçesiyle alınmış olup; Tapınakçıların kolektif olarak suçlu ilan edilmeksizin, tarikatın varlığına son verilmiştir. Tarikatın mal varlıkları ise büyük oranda Hospitalier Şövalyeleri’ne devredilmiş, ancak Fransa’da Kral Philippe tarafından müsadere edilmiştir. Netice itibariyle, Kutsal Toprakların kaybı, Tapınak Şövalyeleri’nin meşruiyet zeminini çökerterek, Avrupa’daki siyasi hesaplaşmaların ve ekonomik çıkarların hedefi haline gelmelerine zemin hazırlamıştır. Bu süreç, Orta Çağ’ın askeri-dini kurumlarının kutsal amaçlarla başladıkları serüvenlerinin, sekülerleşen güç ilişkileri içinde nasıl birer siyasal aparat haline gelebildiğini gösteren çarpıcı bir örnektir. Ruhban Savaşçılar: Militia Christi Kavramı ve Teolojik Temeller Tapınak Şövalyeleri’nin özgünlüğü, yalnızca askeri organizasyonları yahut ekonomik kudretleriyle sınırlı kalmamıştır. Esas itibarıyla bu tarikat, Orta Çağ Hristiyan dünyasında ruhbanlık ile savaşçılığı sentezleyen ender yapılardan biri olarak teolojik bir çığır açmıştır. Mezkur yapının arkasında, Militia Christi - yani “Mesih’in Ordusu” - kavramsallaştırması yer almaktadır. Bu kavram, savaşın sıradan dünyevi bir eylem olmaktan çıkarılıp Tanrısal bir misyonla meşrulaştırılmasını mümkün kılmış; Tapınak Şövalyeleri de bu yeni teolojik tahayyülün vücut bulmuş hali olarak kabul edilmiştir. Orta Çağ'da savaşçılıkla kutsallık arasında genellikle bir karşıtlık ilişkisi mevcuttur. Ruhban sınıfın idealize ettiği “kan dökülmemesi” gerektiğine dair öğreti, savaşın günahkar bir eylem olarak değerlendirilmesini de beraberinde getirmektedir. Ancak 11. yüzyıldan itibaren, bilhassa I. Haçlı Seferi’nin Papa II. Urbanus tarafından organize edilmesiyle birlikte, bu anlayışta kırılmalar yaşanmıştır. Urbanus’un Clermont Konseyi’nde yaptığı konuşmada, kutsal toprakların kurtarılmasının “günah çıkarıcı” bir faaliyet olarak ilan edilmesi, savaşın Tanrı adına yürütüldüğünde bir tür ibadet sayılabileceğini ima etmiştir. Bu noktada Tapınak Şövalyeleri, bir ordo militaris (asker tarikat) olarak doğmuş ve bu yeni teolojik meşruiyet çerçevesinde konumlanmıştır. Papa II. Honorius’un tarikatı 1129 yılında Troyes Konsili’nde resmi olarak tanıması, bu dönüşümün kurumsal zeminini oluşturmuştur. Tarikat üyeleri, manastır hayatına benzer şekilde yoksulluk, bekarlık ve itaati içeren üçlü yemin vererek tarikata katılırken; bu ruhbani taahhütleri savaş meydanında, kılıç taşıyarak icra etmişlerdir. Binaenaleyh Tapınakçılar, hem savaşçı hem de ruhban olma niteliğiyle, “kilise için savaşan keşişler” kimliğini kazanmışlardır. Teolojik literatürde Tapınakçılar, Aziz Bernardus’un ( Sanctus Bernardus Claraevallensis ) yazdığı Liber ad milites Templi: De laude novae militiae (Tapınak Şövalelerine Mektup: Yeni Savaşçılığın Övgüsü) adlı eserle doktriner bir zemin kazanmıştır. Bernardus, geleneksel şövalyeliği dünyevi, kibirli ve kana susamış bir yol olarak tanımlarken; Tapınak Şövalyeleri’ni ruhani anlamda yüceltilmiş bir savaşçı sınıf olarak takdim etmiş; onların “günah değil, erdem” işlediklerini iddia etmiştir. Böylece savaş, dünyevi bir ihtiras değil; Tanrı’nın adaletini tesis eden kutsal bir görev olarak yeniden yorumlanmıştır. Bu teolojik yapı, Tapınak Şövalyeleri’ni sıradan bir askeri birlikten ayırarak onları Hristiyan aleminin kutsal savunucuları haline getirmiştir. Savaş alanında ölmek, bir şehitlik mertebesi kazanmak anlamına gelirken; emir-komuta zinciri içinde itaat, tıpkı manastırdaki gibi Tanrı’ya sadakatin bir tezahürü olarak kabul edilmiştir. Tarikatın kullandığı sembolizm - örneğin; beyaz cüppe üzerindeki kırmızı haç - bu teolojik kimliğin görsel dışavurumlarını da içermektedir. Sonuç olarak Militia Christi kavramı, Tapınak Şövalyeleri’nin sadece askeri bir yapı değil; aynı zamanda teolojik olarak gerekçelendirilmiş bir ruhban-savaşçı sentezi olduğunu göstermektedir. Bu kavramsallaştırma, Orta Çağ Hristiyanlığında “kutsal savaş” anlayışının kurumsallaşmasında da merkezi bir rol oynamıştır. Tarikat Kuralları, Yeminler ve Ruhban Disiplini Tapınak Şövalyeleri, yalnızca askeri etkinlikleriyle değil; aynı zamanda katı kurallar bütününe dayanan içsel organizasyonlarıyla da dikkat çeken bir tarikat olmuştur. Bu yapının temeli, 1129 yılında Troyes Konsili'nde kabul edilen ve Cîteaux Tarikatı'nın etkisiyle şekillenen Regula Pauperum Commilitonum Christi Templique Salomonis (Mesih'in ve Süleyman Tapınağı'nın Yoksul Asker Yoldaşlarının Kuralları) adlı metne dayanmaktadır. Bu kurallar, Benedikten manastır geleneğinin etkisiyle tarikat üyelerinin gündelik yaşamını hem ruhbani hem de askeri açıdan sıkı bir disiplin altına almayı amaçlamıştır. Tapınakçıların tarikata katılmadan önce verdikleri üçlü yemin – itaat, bekaret ve yoksulluk – Orta Çağ ruhban hayatının temel yükümlülüklerine denk düşmektedir. Bu yeminler, yalnızca bireysel bir dindarlık göstergesi değil; aynı zamanda tarikatın kolektif ruhaniyetinin yapı taşlarıdır. Özellikle yoksulluk yemini, Tapınakçıların kişisel mal varlığı edinmelerini yasaklamakta ve tüm servetlerini tarikata teslim etmelerini zorunlu kılmaktadır. Mezkur sistem, tarikat içinde katı bir eşitlik anlayışı doğurmuş ve askeri rütbe farklılıklarına rağmen bireysel lüks ve ayrıcalıklar kesin biçimde yasaklanmıştır. Tarikat kurallarına göre, Tapınak Şövalyeleri günlük ibadetleri düzenli olarak yerine getirmekle yükümlüdürler. Her ne kadar doğrudan papaz ya da rahip olmasalar da, manastır hayatının dualar, oruçlar ve ayinler gibi uygulamalarını sadakatle takip etmişlerdir. Günlük yaşam, belirli saatlerde yapılan toplu dualar ( horarium ), ortak yemekler ve düzenli çalışma ile biçimlendirilmiştir. Ayrıca oruç günlerinde et yemek yasaktır ve yeme içme konularında ölçülülük büyük önem taşımaktadır. Yine, lüks giyim ve süslenme kesin biçimde yasaklanmış; şövalyelerin dış görünüşlerinde sadelik esas kılınmıştır. Tarikatın iç hiyerarşisi ise sıkı bir askeri disiplinle şekillenmişti. Tarikatın başında, genelkurmay yetkilerine sahip olan “Büyük Üstat” ( Magister Templi ) yer alırken; alt kademelerde kumandanlar, şövalyeler, serjolar ve rahipler bulunmaktadır. Bu yapı, hem ruhani hem de askeri karar alma süreçlerinde merkeziyetçiliği teşvik etmiş ve tarikatta otoritenin bölünmesini engellemiştir. Kurallara aykırı davranan üyeler, disiplin cezalarına çarptırılmakta; bu cezalar arasında kamusal tövbe, görevden uzaklaştırma ve hatta tarikat üyeliğinden çıkarılma da bulunmaktadır. Bu disiplin yapısı, hem tarikatın iç uyumunu sağlamakta hem de dışarıya karşı bir "ilahi ordu" imajını pekiştirmekte işlevsel bir niteliğe sahiptir. Öte yandan, tarikata katılım süreci de büyük bir ciddiyetle yürütülmüştür. Adaylar, hem fiziksel hem de ruhsal olarak değerlendirilmiş ve tarikata alınmadan önce uzun sorgulamalar ile yemin törenlerine tabi tutulmuştur. Söz konusu törenler genellikle gece gerçekleştirilmiş ve yeni üye, kırmızı haç işlenmiş beyaz bir cübbe giydirilerek tarikatın ruhani savaşçısı olarak ilan edilmiştir. Bu ritüeller, esas itibariyle, Tapınakçıların yalnızca asker değil; aynı zamanda kutsal bir misyona adanmış ruhani varlıklar olduğu anlayışını yansıtmaktadır. Sonuç olarak Tapınak Şövalyeleri, hem manastır hem de ordu yapısını iç içe geçiren katı bir disiplin sistemiyle varlık bulmuş; Orta Çağ Hristiyan dünyasında benzersiz bir teolojik-askeri model olarak kurumsallaşmıştır. Tarikat kuralları, yalnızca bireysel davranışların değil; tüm kolektif yapının "Tanrı’ya adanmışlık ilkesi" çerçevesinde yönetilmesini temin eden bir normatif referans işlevi görmüştür. Simgeler, Ritüeller ve Ezoterik Yorumlar Tapınak Şövalyeleri’nin tarihsel etkisi, yalnızca askeri başarıları yahut teolojik savunuları ile sınırlı kalmamıştır. Tarikatın semboller ve ritüeller üzerinden inşa ettiği kolektif kimlik, Orta Çağ Hristiyanlığında ve sonrasındaki ezoterik geleneklerde derin izler bırakmıştır. Nitekim kullanılan görsel ve törensel unsurlar, hem o dönemde hem de sonraki yüzyılların tarihsel-tasavvufi kurgularında anlam katmanlarına bürünerek Tapınakçıları tarihsel bir figürden fazlası haline getirmiştir. Bu bağlamda en temel sembollerden biri, hiç şüphesiz Tapınak Şövalyeleri’nin beyaz cüppesi üzerine işlenmiş olan kırmızı haçtır. Bu sembol, bir yandan saflığı, Tanrı’ya adanmışlığı ve şehadet arzusunu temsil ederken; öte yandan savaş meydanındaki görünürlüğüyle, tarikatın “ilahi misyonu”nu görsel olarak da ilan etmiştir. Beyaz zemin, ruhani saflığı; kırmızı ise hem Mesih’in kanını hem de kutsal savaşta dökülen kanın kefaret edici doğasını simgelemektedir. Söz konusu sembol, zamanla sadece tarikat üyeliğinin değil; Tanrı adına yürütülen adanmış bir yaşam biçiminin nişanesi olarak da algılanmaya başlanmıştır. Tapınakçılar, aynı şekilde, günlük yaşamlarında ve savaş öncesi törenlerinde de çeşitli ritüeller uygulamışlardır. Bunlar arasında en önemlilerinden biri, tarikata giriş törenidir. Bu ritüel, bir tür manevi doğum olarak kabul edilmiş ve çoğu zaman kilisede, mum ışığı altında, yalnızca tarikatın yüksek rütbeli üyelerinin katıldığı gizli bir ortamda gerçekleştirilirmiştir. Tören esnasında aday kişi, dünyevi giysilerini çıkarmakta ve beyaz cüppeyi giyerek yeni kimliğine bürünmektedir. Mezkur ritüel, yalnızca aidiyeti değil; dünyevi hayattan kopuşu ve ilahi düzene intisabı da sembolize etmektedir. Tarikat içindeki bazı uygulamalar ise dışarıdan bakıldığında mistik yahut ezoterik olarak yorumlanmaya açıktır. Bu durum, bilhassa Tapınak Şövalyeleri'nin 14. yüzyılda yargılanma süreçlerinde iddia edilen “gizli ibadetler” ve “putperest ritüeller” bağlamında daha da belirginleşmiştir. 1307 yılında Fransa Kralı IV. Philippe’in emriyle başlatılan tasfiye sürecinde, Tapınakçılar bazı “gizli figürlere” (örneğin Baphomet adı verilen sembolik bir baş) tapmakla, haç üzerine tükürmekle ve dine aykırı yeminlerle suçlanmışlardır. Modern tarihçiler bu suçlamaların büyük ölçüde siyasi ve ekonomik saiklerle uydurulduğu konusunda hemfikirdir; ancak yine de söz konusu iddialar, tarikatın ezoterik boyutunu tartışmaya açan güçlü bir mitolojik zemini beslemiştir. Bu bağlamda Tapınakçılar, özellikle modern ezoterik hareketlerde ve okült yorumlarda bir tür gizli bilgi taşıyıcısı olarak tahayyül edilmiştir. 18. ve 19. yüzyıldaki masonik yapıların bazıları, Tapınakçılarla tarihsel bağlar kurarak kendi ritüelistik meşruiyetlerini bu eski tarikatın “kaybolan sırlarına” dayandırmaya çalışmıştır. Tapınak Şövalyeleri’nin hem teolojik bağlılıkları hem de kapalı yapıdaki törenleri, onları Batı Ezoterizmi'nin sembolik hafızasında özel bir yere yerleştirmiştir. Velhasıl Tapınak Şövalyeleri’nin sembolleri ve ritüelleri, yalnızca tarikata içsel bir düzen sağlamakla kalmamış; aynı zamanda tarih boyunca onları çevreleyen anlatılar vasıtasıyla çok katmanlı bir yorum alanı yaratmıştır. Bu simgesel evren, bir yandan Orta Çağ Hristiyan mistiği ile ilişkilendirilebilirken, diğer yandan modern dönem ezoterik düşüncesinde mitik bir karaktere bürünmüş; Tapınakçılar hem gerçek hem de tahayyül edilmiş bir gelenek olarak yaşamaya devam etmiştir. Miras ve Efsane Tapınak Şövalyeleri, Orta Çağ Hristiyan dünyasında hem dini hem de askeri kimlikleriyle müstesna bir yer edinmiş; tarihsel süreç içerisinde, yalnızca Kutsal Topraklar’daki Haçlı mücadelelerinin değil, aynı zamanda Avrupa’daki siyasal, ekonomik ve teolojik dönüşümlerin de belirleyici aktörlerinden biri olmuştur. 1119 yılında Kudüs’te doğan bu tarikat, kısa sürede Papa'nın doğrudan himayesine girmiş ve Batı Hristiyan dünyasının en etkili kurumlarından biri haline gelmiştir. Kudüs Krallığı’nın askeri koruyuculuğundan, Avrupa’daki büyük mali ağların yönetimine uzanan geniş bir faaliyet sahasında etkili olmuş; aynı anda hem haç taşıyan ruhban savaşçılar, hem de finansal işleyişi yöneten idari memurlar olarak işlev görmüşlerdir. Tarikatın kurumsal gelişimi ise, yalnızca askeri başarılar ya da kutsal görevlerle sınırlı değildir. Tapınakçılar, katı kurallar ve ritüellerle biçimlendirilmiş içsel bir yapı aracılığıyla, kolektif bir ruhban-askeri hayat tarzını inşa etmişlerdir. Bu disiplin, Orta Çağ’daki dini düzenlemenin ve ruhani adanmışlığın zirve örneklerinden biri olarak değerlendirilebilir. Öte yandan, Tapınakçıların sembolleri ve törensel pratikleri, zamanla onları çevreleyen halk anlatıları ve ezoterik tahayyüllerle birleşerek çok katmanlı bir mitos yaratmıştır. Bu mitos, tarikatın tarihteki etkisinin ötesinde, bellekteki izlerinin daha uzun ömürlü olmasına zemin hazırlamıştır. Tapınak Şövaleleri’nin dramatik çöküşü – özellikle 1307 sonrası başlayan tutuklamalar, işkenceler ve infazlar – sadece bir tarikatın değil; aynı zamanda Orta Çağ kurumlarının kırılgan doğasının da bir göstergesidir. Fransa Kralı IV. Philippe’in siyasi ve ekonomik motivasyonlarla başlattığı tasfiye süreci, Kilise’nin de işbirliğiyle, tarikatın itibarsızlaştırılması ve tüm mal varlıklarına el konulmasıyla sonuçlanmış ve tarikat, 1312’de Papa V. Clement tarafından resmi olarak lağvedilmiştir. Bu süreçte yöneltilen suçlamaların çoğu tarihsel ve hukuki zeminden yoksun olmakla birlikte, Tapınakçı imgesinin karanlık ve mistik bir çehre kazanmasında etkili olmuştur. Günümüz tarih yazımı, Tapınak Şövalyeleri’ne dair bir yandan arşiv belgelerine dayalı nesnel analizler üretmekte; öte yandan bu tarikatı çevreleyen söylenceleri çözümleyerek belleğin ve imgelemin tarihsel rolünü sorgulamaktadır. Bu çerçevede Tapınakçılar, sadece Orta Çağ’a ait bir kurum olmanın ötesinde, modern kültürde de varlığını sürdüren, tarih ile mitoloji arasında salınan bir simgesel form olarak değerlendirilmektedir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Thomas Asbridge'dan The Crusades: The Authoritative History of the War for the Holy Land, Steve Tibble'dan The Crusader Armies: 1099 - 1187 ve Michael Haag'dan Tapınakçılar: Süleyman Tapınağı’ndan Hür Masonlara Tapınakçıların Tarihi ve Kültürü adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Samuray: Japon Tarihinin Savaşçı Kimliği ve Bushido Felsefesi
Japonya'nın tarihsel evriminde samuray, yalnızca savaşçı bir sınıfı değil, aynı zamanda toplumsal yapının en derin katmanlarına kök salmış ve kültürel kimliğin ayrılmaz parçası haline gelmiş bir figürü temsil etmektedir. Samuray kültürü, feodal Japonya'nın en dinamik ve değişken sınıfı olarak, sadece askeri alanda değil, aynı zamanda etik, estetik, felsefi ve sosyo-politik düzeyde de iz bırakmıştır. Bu kültürün doğuşu, Heian Dönemi'nin sonlarına kadar uzanır; ancak onun tam anlamıyla şekillenmeye başlaması, Kamakura Dönemi'ne dek süren bir evrim sürecini gerektirmiştir. Başlangıçta, samuraylar yalnızca savaşçılar değillerdir; ilk dönemlerde, bilhassa feodalite öncesi dönemde, ziraat ve toprak işleme gibi faaliyetlerde de yer almışlardır. Ancak Sengoku Dönemi'nin kaotik savaş koşulları ve feodal yapının derinleşmesi, samuray sınıfını, Japon toplumunun en önemli askeri ve yönetici sınıfı haline getirmiştir. Bushido, yani samurayın yolunu tarif eden felsefe, zamanla sadece bir savaşçı kodu olmaktan çıkmış, bir yaşam biçimi, bir toplum düzeni ve bir kimlik manifestosu olmuştur. Samurayın ideali, yalnızca savaş meydanlarındaki cesaretle değil, aynı zamanda ahlaki değerlere, onura, sadakate ve toplumsal sorumluluğa dayanan bir felsefi bütünlük ile şekillenmiştir. Samurayların kökeninden başlayıp, Bushido'nun felsefi temellerine, roninlerin toplumsal konumuna ve Edo Dönemi'ndeki idealleştirilmiş biçimlerine kadar geniş bir çerçevede ele alınacak işbu yazı, Japon tarihinin en önemli ve en renkli toplumsal sınıfının, kültürel bir mirasa nasıl dönüştüğünü ve modern Japon kimliğinin şekillenmesindeki rolünü incelemeyi amaçlamaktadır. Samuray Kültürünün Doğuşu ve Evrimi Samurayların kökeni, Japonya'nın kabile savaşları ve toprak mücadeleleriyle dolu erken Orta Çağ'ına, özellikle de Heian Dönemi'ne (794–1185) dek uzanmaktadır. Saburai (hizmet eden kişi) teriminden türeyen "samuray" mefhumu, başlangıçta aristokrat sınıfın özel askerleri olarak ortaya çıkmıştır. Görevleri, soyluların topraklarını korumak ve yerel ayaklanmaları bastırmaktır. Ancak zamanla, yalnızca hizmet eden askerler olmaktan çıkıp, kendi siyasal güçlerini tesis eden bir askeri sınıfa dönüşmüşlerdir. 12.yüzyılda gerçekleşen ve Genpei Savaşı (1180–1185) olarak da bilinen büyük iç savaş ise, Japon tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Bu savaşın sonunda Minamoto no Yoritomo, Kamakura'da ilk şogunluğu kurarak siyasi iktidarı imparatorluktan devralmıştır. Bu, samurayların yalnızca savaşçılar değil, aynı zamanda siyasi elitler haline gelmeye başladığı dönemin de başlangıcıdır. Artık güç, saray aristokrasisinden çok, kılıç sahibi savaş beylerinin ellerine geçmiş durumdadır. İzleyen yüzyıllarda, özellikle Muromachi (1336 - 1573) ve ardından gelen Sengoku Dönemlerinde (15. - 16. yüzyıllar) Japonya kaosa sürüklenmiştir. Sengoku Dönemi, "Savaşan Devletler Çağı" olarak anılmış ve neredeyse kesintisiz bir iç savaşlar silsilesine sahne olmuştur. Bu dönem, samuray kültürünün en "vahşi" ve en "pragmatik" şeklini aldığı yıllardır: Sadakat ve onur gibi kavramlar idealize edilse de, pratikte kurnazlık, güç mücadelesi ve ihanet de en az onlar kadar hayatın parçası haline gelmiştir. Ancak 1600'de Sekigahara Savaşı'nı kazanan Tokugawa Ieyasu'nun iktidarı ele geçirmesiyle bu çalkantılı dönem sona ermiştir. Edo Dönemi'nde samuraylar, savaş meydanlarından saray koridorlarına çekilmişler ve "kılıç taşıyan bürokratlar" hüviyetine bürünmüşlerdir. Söz konusu gelişmeler kaçınılmaz bir biçimde, samuray kimliğinin yeniden tanımlama ihtiyacını da beraberinde getirmiştir. İşte bu bağlamda bushido, yani "savaşçının yolu", samuray sınıfına yeni bir ahlaki çerçeve sunmuştur. Bushido, eski savaş erdemlerini - sadakat, şeref, cesaret, adalet duygusu - barış döneminin toplumsal düzeniyle uyumlu hale getiren bir yaşam felsefesi olarak ortaya çıkmış ve binaenaleyh samuray kültürü, yalnızca savaşın değil, aynı zamanda ahlakın, disiplinin ve hizmetin simgesi olarak kalmaya devam edebilmiştir. Sengoku Dönemi: Kılıcın ve Hilenin Çağı Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, 15. yüzyılın ortalarında, Japonya büyük bir parçalanma sürecine sürüklenmiş durumdadır. Merkezi iktidarın zayıflamasıyla başlayan bu karışıklık dönemi, tarihe Sengoku Jidai yani "Savaşan Devletler Çağı" olarak geçecektir. 1467 yılında patlak veren Ōnin Savaşı, bu kaotik çağın kıvılcımı olmuş ve Kyoto şehrini harabeye çeviren mezkur iç savaş, Japonya'nın dört bir yanındaki daimyo ailelerinin kendi bölgelerinde bağımsız güçler kurmasına yol açmıştır. Artık herkes kendi kaderinin efendisi konumundadır ve iktidar için verilen mücadele, ülkeyi tam anlamıyla kana ve ateşe boğacaktır. Sengoku Dönemi'nde Japonya, birbirine rakip düzinelerce küçük hanlığa bölünmüştür. Bu hanlar arasında sürekli ittifaklar kurulmakta, bozgunlar yaşanmakta ve ihanetler hasıl olmaktadır. Sadakat ise çoğu zaman geçici bir çıkar ilişkisine indirgenmiş durumdadır. Bir samurayın efendisine bağlılığı idealde kutsal sayılsa da, pratikte çoğu kez güçlü olan tarafa geçmek bir "hayatta kalma meselesi" haline gelmiştir. Bu nedenle "Sengoku samurayı", yalnızca yüksek faziletleri değil; aynı zamanda siyasi kurnazlığı, stratejik düşünceyi ve zaman zaman acımasız pragmatizmi benimsemek zorundadır. Bu dönemde Oda Nobunaga, Toyotomi Hideyoshi ve Tokugawa Ieyasu gibi büyük savaş beyleri tarih sahnesine çıkmıştır. Oda Nobunaga, geleneksel düzeni yıkmakta tereddüt etmemiş; sert reformları ve acımasız askeri taktikleriyle dikkat çekmiştir. Toyotomi Hideyoshi ise, Japonya'yı yeniden birleştirme yolunda dev adımlar atmıştır. Son olarak Tokugawa Ieyasu, Sekigahara Muharebesi'nde rakiplerini kesin bir yenilgiye uğratarak Edo Şogunluğu'nu kuracak ve Sengoku kaosuna son verecektir. Sengoku Dönemi, Japon savaş sanatlarının, kale mimarisinin ve askeri teknolojinin hızla geliştiği bir dönem olması hasebiyle de ayrıca bir önem arz etmektedir. Popüler kültürde imgeleştirilen samuray figürünün olmazsa olmazları arasında yer alan; kılıç ustalığı, okçuluk, süvarilik ve taktik bilgi gibi mefhumlar da, yine bu dönemin öne çıkan temel unsurları arasındadır. Ancak, bu acımasız gerçeklik, Edo Dönemi'nin barış ortamına girildiğinde geriye yalnızca "nostaljik bir kahramanlık miti" bırakacaktır. Tam da bu nedenle, Edo Dönemi samurayları için Sengoku Çağı hem korkulan bir anarşinin hem de yüceltilen bir kahramanlık çağının temsilcisi olagelmiştir. Bushido felsefesi ise, işte bu yıkıcı çağın hatırasını daha "saf" ve "idealleştirilmiş" bir biçimde kodlamak hasebiyle doğmuştur. Şogun: Kılıçtaki İktidarın Simgesi Şogun unvanı, Japon tarihinde askeri gücün en yüksek temsilcisi anlamına gelmektedir. Tam ifadesiyle Seii Taishogun, yani "Barbarları Bastıran Büyük Komutan" unvanı, ilk kez 8. yüzyılda imparatorluk tarafından sınır boylarındaki kabilelere karşı düzenlenen askeri seferlere liderlik eden generallere verilmiştir. Ancak zamanla bu unvan, yalnızca savaş alanlarında değil, siyasi iktidar arenasında da en büyük otoritenin sembolü haline gelecektir. Şogunluk kavramının siyasi anlamda güç kazanması, esas olarak 12. yüzyılda Minamoto no Yoritomo'nun Kamakura Şogunluğu'nu kurmasıyla başlamıştır. Yoritomo, fiili iktidarı imparatorluk hanedanından alarak askeri yönetimi tesis etmiş ve imparatorluk, sembolik bir kutsallık makamına çekilmek zorunda kalmıştır. Böylece Japonya'nın tarihinde bir ilke imza atılmış; şogunlar, görünüşte imparatora sadık, gerçekte ise tüm ülkeyi yöneten fiili hükümdarlar konumuna yükselmişlerdir. Kamakura Şogunluğu'nu takip eden Ashikaga Şogunluğu (Muromachi Dönemi) sırasında merkezi otorite zayıflamış ve Japonya yavaş yavaş Sengoku'nun kaotik ortamına sürüklenmiştir. Şogun, resmiyette imparatorun askeri temsilcisi hüviyetindedir; fakat pratikte, ülkenin toprak düzenini, vergi sistemini, adalet mekanizmalarını ve daimyo hanedanlarını kontrol eden en yüksek güç pozisyonundadır. Edo Dönemi'nde Tokugawa ailesi bu makama yerleştiğinde, şogunluk kurumu olağanüstü bir istikrara kavuşmuş ve Tokugawa şogunları, 250 yıl boyunca Japonya'yı sıkı bir merkezi otoriteyle yönetmişlerdir. Şogunluğun meşruiyeti, iki temel esasa dayanmaktadır: Geleneksel olarak imparatorun adına hareket ettiklerini iddia etmek ve askeri güç ile siyasi pratik sayesinde gerçek iktidarı ellerinde bulundurmak. Bu çift yönlü meşruiyet yapısı, şogunluk sistemine hem tarihi bir saygınlık hem de fiili bir hakimiyet sağlamaktadır. Ancak Edo Dönemi'nin sonlarına doğru, özellikle Batı'nın Japonya kapılarına dayanmasıyla birlikte, şogunluğun geleneksel yapısı sarsılacak ve "Meiji Restorasyonu" ile bu kadim kurum tarihe karışacaktır. Samurayın Ruhu: Bushido Daha evvel bahsini geçirdiğimiz üzere, Edo Dönemi Japonya'sında, siyasal istikrar ve toplumsal hiyerarşinin katılaşmasıyla birlikte, samuray sınıfı savaş meydanlarından çekilmiş ve bürokratik işlevlere yönelmiştir. Binaenaleyh mezkur dönüşüm, savaşçılık kimliğinin yeniden tanımlanmasını da kaçınılmaz kılmıştır. İşte bu bağlamda, Bushido yani "savaşçının yolu", bir davranış normu, bir ahlaki ideal ve bir toplumsal kimlik manifestosu olarak şekillenmeye başlamıştır. Bushido, samuray sınıfının tarihsel deneyimlerinden ve Japon kültürünün yerleşik değerlerinden süzülerek gelişmiş; doğrudan bir kurucu metne değil, farklı dönemlerde kaleme alınan çeşitli eserler aracılığıyla dolaylı bir biçimde kuramsallaştırılmıştır. Başta Yamamoto Tsunetomo'nun Hagakure adlı eseri ve Miyamoto Musashi'nin Go Rin no Sho su olmak üzere, pek çok metin Bushido'nun farklı yorumlarını sunmuştur. Bushido'nun temel ilkeleri: Gi - Adalet ve Doğruluk: Samuray, adalet duygusunu kişisel çıkarlarının önünde tutmakla yükümlüdür. Doğru olanı yapmak, hayatın merkezinde yer almaktadır. Yü - Cesaret: Ölüm korkusunu aşmak, erdemli bir yaşamın önkoşulu olarak görülmektedir. Ancak bu cesaret, körü körüne bir gözü karalık değil; bilinçli ve ölçülü bir iradenin ifadesidir. Jin - Merhamet: Güç sahibi olanın, bu gücü zayıfları korumak için kullanması gerektiği anlayışı, Bushido'nun derin etik boyutunu yansıtmaktadır. Rei - Nezaket ve Saygı: Toplumsal düzenin ve insan ilişkilerinin temelini saygı oluşturmaktadır. Samurayın nezaketi, zayıflık değil, güçtür. Makoto - İçtenlik ve Dürüstlük: Samurayın sözü, yazılı antlaşmadan daha kuvvetli sayılmaktadır. Verilen söz, samurayın şerefini temsil etmektedir. Meiyo - Onur: Onur, bir samurayın hayatı boyunca koruması gereken en yüce değeri ifade etmektedir. Onurun kaybı durumunda, yaşam da anlamını yitirmektedir. Chügi - Sadakat: Samuray, efendisine karşı koşulsuz bir sadakat içinde olmalıdır; bu sadakat, gerektiğinde hayatını feda etmeyi de kapsamaktadır. Bushido, yalnızca bireysel bir ahlak anlayışı değil; aynı zamanda toplumsal sistemin sürekliliğini sağlayan ideolojik bir çerçevedir. Edo Dönemi'nin barış ortamında, Bushido'nun pratikteki anlamı da dönüşüme uğramış; savaş alanındaki kahramanlık, yerini yönetsel sadakate ve kültürel asalete bırakmıştır. Ancak idealin kendisi, tarihsel gerçekliklerden bağımsız olarak kutsanmaya devam etmiştir. Özünde Bushido, yaşam ile ölüm arasındaki dengeyi arayan bir ruh halini temsil etmektedir. Samuray için ölüm, kaçınılmaz bir son değil; onurlu yaşamanın doğal uzantısıdır. Nitekim bir samurayın değer ölçütü, nasıl yaşadığı kadar, nasıl öldüğüyle de belirlenmektedir. Ronin: Efendisiz Samuray Edo Dönemi Japonya'sında, samuray kimliği büyük ölçüde efendisine - yani daimyo veya şoguna - bağlılık üzerinden tanımlanmaktadır. Bir samurayın sosyal meşruiyeti, sadakatle hizmet ettiği efendisine olan bağlılığı kadar güçlüdür. Ancak, daimyonun ölümüne, görevden alınmasına ya da mülkünün müsaderesine bağlı olarak birçok samuray, efendisiz kalmakta ve böylece ronin, yani "dalgalar arasında savrulan adam" statüsüne düşmektedir. Roninlik kavramı, Bushido ideali açısından da büyük bir paradoks yaratmaktadır. Zira Bushido, efendiye mutlak sadakati ve bu uğurda hayatı feda etmeyi kutsarken; roninler, bir şekilde bu bağlılık zincirinin kopmuş olduğu bireyler konumundadır. Bu durum, Edo Dönemi'nde roninlere karşı hem toplumsal hem de kültürel düzeyde ikircikli bir tutum gelişmesine sebebiyet vermiştir. Teorik olarak bir samurayın, efendisinin ölümünün akabinde harakiri (ritüel intihar) yaparak onurunu koruması beklenmektedir. Ancak Edo Dönemi'nin siyasi ve hukuki düzeni, bireysel intikam ve intiharı sınırlamış, roninlerin varlığını daha kalıcı bir toplumsal olgu haline getirmiştir. Bu yüzden birçok samuray, ideallerine sadık kalmak ile hayatta kalmak arasındaki çelişkiyle mücadele etmek durumunda kalmıştır. Bu ikili durum, Bushido'nun normatif gücünü aşındıran önemli bir sosyolojik gerçeklik olması hasebiyle ehemmiyet arz etmektedir. Ronin olgusunun kültürel temsili ise edebiyat ve tiyatroda dramatize edilerek yeniden kurgulanmıştır. Bilhassa Chushingura hikayesi - 47 roninin efendilerinin intikamını almak için yıllarca ve sabırla plan yapıp sonunda hayatlarını feda etmeleri - ronin figürünü onurlu ve kahramanca bir ışıkta sunarak, Bushido'nun itibarını edebi alanda yeniden üretmiştir. Bu anlatılar, gerçek hayattaki roninlerin yaşadığı aşağılanma ve marjinallik ile romantize edilen ideal arasındaki büyük uçurumu bir kez daha gözler önüne sermektedir. Velhasıl Edo Dönemi'nde roninler, samuray kültürünün kırılganlığını ve Bushido felsefesinin uygulanabilirliğinin sınırlarını açığa çıkarmışlardır. Toplumun gözünde onlar hem düzenin bozulmuş unsurları hem de potansiyel kahraman figürleridir. Bu ikili kimlik, Japonya'nın modernleşme sürecinde dahi ronin kavramının sürekli bir tartışma ve temsil alanı olmasına zemin hazırlamış ve Bushido ideallerinin tarihsel gerçeklik karşısındaki savrulmalarını sembolleştirmiştir. Kaynakça Nitobe, Inazō. Bushido: The Soul of Japan Shinoda, Yoshiko. The Culture of the Samurai: A Study of the Japanese Warrior Class Hurst, G. Cameron. Arming the Samurai: The History of Japanese Weaponry Togo, Shigemi. Samurai Ethics and the Bushido Code: The Origins and Evolution of Japanese Warrior Values Totman, Conrad. A History of Japan
- 29 mayıs 1453: İstanbul'un Fethi'nin Kronolojik Öyküsü
6 - 7 Nisan: İlk top ateşi başlar. Edirnekapı yakınındaki surların bir kısmı yıkılır. Gece vakti savunucular bu gediği kapatırlar. Osmanlı Kuvvetleri tarafından hendeklerin doldurulmasına ve yeraltında lağımlarının kazılmasına başlanır. 9 Nisan: Baltaoğlu Süleyman Bey idaresindeki Osmanlı donanması, Haliç'e girmek adına ilk saldırıyı gerçekleştirir. İkinci Mehmet, Haliç Surları'nı kuşatma dışında bırakmak istememektedir. 11 Nisan: Büyük toplarla surların dövülmesine başlanır ve surlar yer yer yıkılır. Savunucular, ağaç kızaklar ve toprak doldurulmuş torbalar ile siper yapmak suretiyle gediği kapatmaya çalışırlar. 12 Nisan: Baltaoğlu, Haliç'e çekilmiş olan zinciri koruyan Hıristiyan gemilerine saldırı girişiminde bulunur. Denizde gerçekleşen mücadelede, yüksek bordalı Venedik kadırgalarının da etkisiyle, Bizans birlikleri üstün gelir. Bu başarı, kent halkı ile savunucuların moralini ve gayretini yükseltir. Osmanlı ordusunda ise moral bozukluğu baş gösterir. Sultanın emri doğrultusunda havan topuyla Haliç'teki gemiler dövülmeye başlanır ve bir düşman kadırgası, bu atışlar sonucunda batırılır. 18 Nisan: İlk büyük taarruz. O gece, çalan davulların ve meşalelerin eşliğinde top atışları sonucunda surlarda açılan gediğe güçlü bir saldırı gerçekleştirilir. 4 saat süren mücadeleden herhangi bir netice alınamaz. Osmanlı birliklerinin, kazıklarla yapılmış siperi yakma girişimi başarısız olur. 20 Nisan: Papa'nın gönderdiği erzak ve silah yüklü 3 Ceneviz gemisi ile buğday yüklü büyük bir Bizans gemisi Çanakkale'yi geçmek suretiyle cuma sabahı Konstantinopolis önüne gelir. Sultan Mehmet kıyıya dek atını sürerek Baltaoğlu'na gemileri ele geçirmesi veya batırması adına sert emirler verir. Kent halkı ise bu esnada Akropolis Tepesi'ne (Topkapı Sarayı Tepesi) toplanmış, sonucu kaygı ve heyecanla beklemektedir. Tam bu sırada bir lodos çıkmış ve kabaran deniz, Osmanlı gemilerinin manevra kabiliyetini güçleştirmiştir. Öte yandan, yüksek bordalı düşman gemilerinden atılan ok ve kargılar, Osmanlı askerine göz açtırmamaktadır. Donanmasının atıl kaldığını görerek gazaba kapılan genç sultan, atını denize sürerek adeta savaşa bizzat katılmak ister. Nihayetinde akşama doğru rüzgar birden lodostan poyraza çevirir ve yelkenlerini şişiren 4 Hıristiyan gemisi, Osmanlı donanmasını yararak Haliç'e yaklaşır ve geceleyin alçaltılan zincirin üzerinden geçerek şehre ulaşır. Bir Bizans kroniğine göre; bu mücadelede Hıristiyanlar 23, Osmanlılar ise 300 asker kaybetmiştir. Sultanın hiddetine maruz kalan Baltaoğlu azledilmiş ve idamdan güçlükle kurtulmuştur. Donanmanın başına Çakırcıbaşı Hamza Bey getirilir. Bu başarısızlık, Osmanlı ordusunda ciddi bir bozgun havası estirse de, genç sultan itidalini kaybetmez ve ertesi gün bombardımanın şiddetlendirilmesi emrini vererek askerini cesaretlendirir. Öte yandan Mehmet, donanmasını Dolmabahçe üzerinden Haliç'e indirmek için de hareket geçmiş durumdadır. Tursun Beg'e göre bu proje, önceden düşünülmüş ve Galata kara surlarının hendekleri boyunca Tophane'den Kasımpaşa koyuna dek bir yol inşa edilmiş, gemileri çekecek kızaklar hazırlanmıştır. 22 Nisan: Sabahtan öküzlerin çektiği ve yüzlerce kişinin iki taraftan halatlarla dengelediği 70 kadar gemi, kızaklar üzerinde karada seyre başlar. Öğle vakti geldiğinde ise gemiler, savunucuların hayret ve korku dolu bakışları arasında Haliç'e inmiş durumdadır. 28 Nisan: Bizans'ın Haliç'e inen Osmanlı donanmasını yakma girişimi, casusları vasıtasıyla tehditten haberdar olan Sultan Mehmet'in kıyıdan açtırdığı şiddetli top ateşi sayesinde sonuçsuz kalır ve düşman gemilerinden ikisi tahrip edilir. Haliç zaferi, kuşatma esnasında Osmanlıların moralini yükselten mühim bir hadisedir. Keza kent artık Haliç dahil deniz surları yönünden tamamen kuşatılmış haldedir. Cenevizliler, tarafsız görünmek ile birlikte, o güne dek el altından gıda ve asker takviyesi sağlamak suretiyle savunucuları desteklemişlerdir. Osmanlı donanması Haliç'e indiğinde ise "tam tarafsızlığı" gözetmek zorunda kalmışlardır. Sultan, Haliç'in iki yakasındaki kuvvetler arasında ulaştırmayı kolaylaştırmak için Ayvansaray ile Sütlüce arasına bir köprü yapılması emrini verir. Köprü, ivedi bir biçimde, birbirine sıkı sıkıya bağlı büyük fıçılar üstüne kalaslar döşenerek yapılır. Daha sonra köprüye bağlı bulunan platform üzerine toplar yerleştirilir ve Blakhernai (bkz: Ayvansaray) Surları dövülmeye başlanır. Kentte erzak sıkıntısı artmış, dışarıdan yardım gelmediği takdirde teslim olma emareleri kendisini göstermeye başlamıştır. Bizans'ın bütün ümidi, Venedik donanmasının vaktinde yetişmesine bağlıdır. 13 Nisan'da Amiral Aloise Longo'ya verilmiş olan talimat, hızla Tenedos'a (bkz: Bozcaada) gitmesi yönündedir. Orada, Baş Kaptan Pietro Loredano'nun kendisine katılmasını bekleyecektir. Öte yandan Venedik, sultan ile imparator arasında barış yapılma ihtimalini pek de uzak görmemektedir. İtalyanların tasavvuruna göre; eğer donanmaları kente vardığında Osmanlı fethi gerçekleşmiş ise donanmayla beraber gitmiş olan elçi Bartolomeo Marcello, sultana Venedik'in barışsever niyetleri hakkında güvence verecektir. Diğer taraftan Papalık da Venedik'ten kiralayıp Konstantinopolis''e göndermeyi düşündüğü 5 kadırga için acele etmemektedir. O günlerde Bizans İmparatoru, Cenevizliler aracılığıyla Sultan Mehmet ile görüşmek ister. Cenevizlilerin bir barıştan elde edebilecekleri kazanç ayan beyan ortadadır. Sultan, koşulsuz teslim karşılığında kent halkının canı ve malı adına kesin güvence verir. Ayrıca teslimin ardından imparator da serbestçe Mora'ya gidebilecektir. Ancak bu kısa görüşmelerden herhangi bir sonuç alınamaz. Kentin düşmesinin akabinde Lukas Notaras, sultana kenti teslim etmeyi düşündüklerini lakin İtalyanların buna razı olmadıklarını ifade edecektir. Bir ara imparatorun kaçmasını ve Balkanlar'da bir ordu hazırlayarak dışarıdan savaşla kenti kurtarmasını tavsiye edenler de olmuş fakat kentten ayrıldığı takdirde savunmanın çökeceği düşüncesinde olan Konstantin, bu öneriye sıcak bakmamıştır. 7 Mayıs: Osmanlı Kuvvetleri, ağır bombardımanın ardından gecenin ilk saatlerinde Topkapı kesiminde artık doldurulmuş halde olan hendeği aşmak suretiyle büyük bir saldırı başlatmış, 3 saat süren çarpışmadan herhangi bir sonuç alınamamıştır. 12 Mayıs: Gece yarısı, surların zayıf kesimi konumundaki Blakhernai ve Theodosius surlarının bitiştiği yere yoğun bir taarruz gerçekleştirilmiş ancak Osmanlı askeri gedikteki siperi aşamamıştır. 16 - 23 Mayıs: Yoğun top ateşine ve lağım kazma çalışmalarına devam edilir. 18 - 23 Mayıs: Sultan Mehmet'in yeni bir sürprizi: Ağaçtan teşkil bir yürür-kule, Meseteinon (Topkapı) kesiminde surlara doğru yürütülür. Kulenin koruması altında hendeğin doldurulmasına devam edilir. Ancak kulenin savunmacılar tarafından yakılması ve lağımların etkisizleştirilmesi sonucunda mezkur girişim başarısız olur. 23 Mayıs: Bir Venedik Brigantini, Osmanlı gemilerinin takibinden kurtulup Haliç'e girer. Venedik donanmasından veyahut Macarlardan herhangi bir haber yoktur. Şehirde umutsuzluk yaygınlaşır. Öte yandan Osmanlı ordusunda da tedirginlik hakimdir; surların ekseriyeti yıkılmış ancak yağma ilan edilmemiştir ve asker genel saldırıdan alıkonmaktadır. Macar elçileri ordugaha gelir ve evvelce Hünyadi Yanoş ile yapılmış olan anlaşmayı tanımadıklarını bildirirler. Haber, orduda huzursuzluğa sebebiyet verir. 25 Mayıs: Venedik donanmasının Ege'ye vardığı haberi ordugaha ulaşır. Durum sıkışıktır. Konstantin'e, şehri teslim etmesi için İsmail Bey yeniden elçi olarak gönderilir. İsmail Bey, imparatorun elçisiyle geri döner. Sultan Mehmet, 100 bin altın ödenmesini ve kentin teslimini talep eder. İtalyanların ayak diremesi sonucu, görüşmeler yine sonuçsuz kalır. 26 Mayıs: Venediklilerin ve Macarların yardıma gelmekte olduğu haberi asker arasında yayılır, orduda umutsuzluk yaygınlaşır; genç ve tecrübesiz sultana karşı çatlak sesler yükselmeye başlar. Ahvalin bu şekilde hasıl olduğu bir ortamda, son bir genel saldırı için harp meclisi toplanır. Çandarlı Halil Paşa, eski iddialarını yineleyerek çekilme kararı alınması konusunda direnir. Zaganos Paşa bu fikre şiddetle karşı çıkar ve Hıristiyanların birleşip saldırıya geçmeyeceklerini, Osmanlı kuvvetlerinin hem deniz hem de karada düşmandan katbekat üstün olduğunu ve korkmadan saldırıya devam edilmesi gerektiğini vurgular. Turahan Bey ve Şehabeddin Paşa onu kuvvetle destekler. Genel saldırı kararı alınır. Sultan, istemeyerek de olsa "kentin taşı toprağı ve binaları benim, kalanı askerin" diyerek 3 gün yağma izni verir. Haber ivedi bir şekilde orduda ilan edilir. Zaganos Paşa, saldırı gününü belirlemek ve hazırlıkları tamamlamak ile görevlendirilir. 27 Mayıs: Münadiler 2 gün sonra genel saldırı olacağını orduda ilan ederler. 28 Mayıs: Askere istirahat izni verilir. Derviş grupları morali yükseltmek adına neferlerin arasına dağılır. Sultan Mehmet, sabah Dolmabahçe'ye gidip donanmaya son direktiflerini verir. Akabinde ordu saflarını dolaşarak askeri yüreklendirir, öğleden sonra otağında kumandanlarını toplar ve mevcut koşullar altında başarıya olan inancını ifade eder. Zaganos, Blakhernai kesimindeki saldırıyı yönetmek için bölgeye intikal eder. Gece vakti asker istirahate çekilir, Osmanlı ordusu tam bir sessizliğe gömülür. Kenttekiler son anın geldiğini hissederek Ayasofya'da büyük bir dini alay düzenlerler. İlahiler ve çanlar şehre vaveyla verir, imparator son mecliste herkesi savunmaya çağırır. Akşam ayasofya'ya gidip dua etmesinin ardından Blakhernai'daki sarayına çekilir. 29 Mayıs: Gece saat 01:30'da Sultan Mehmet, saldırı emri verir. Savunmadakiler surlar üzerinde savaş pozisyonu alırken, halk kiliselere koşuşmuş dua etmektedir. Osmanlı ordusu karadan ve denizden, tekbirler, davul ve nakkare seslerinin sağır edici gürültüsüyle hareket geçer. İlk saldırıyı yaya ve azeblerden oluşan hafif piyade birlikleri gerçekleştirir, düşman yıpratılır. Onlar çekildiği vakit, İshak Paşa kumandasındaki Anadolu askeri saldırıya geçer. Şafaktan bir saat evvel Urban'ın topu ağaçtan müteşekkil siperde büyük bir gedik açar. O zaman sultanın seçkin kuvvetleri olan yeniçeriler, ok ve kargı atışlarının korumasında sarsılmadan gediğe doğru hücum ederler. Mehmet, hendeğin yanına kadar gelerek askerini yüreklendirir. Yeniçerilerin üstün savaş meziyetleri karşısında gedikte cansiperane savaşan düşman birlikleri çaresizlik içerisinde gerilemeye başlar. Top yıkığı kesiminde savaşan savunma birlikleri başkomutanı Guistiniani ağır bir şekilde yaralanır ve Haliç'te bulunan bir Ceneviz gemisine bindirilerek bozgundan kaçırılır. Artık imparator Konstantin yalnız başınadır. Durumu fark eden, "Fatih" olma eşiğindeki genç sultan, yeniçerilerini "top yıkığı" noktasına yönlendirir. Yeniçeriler gediği ivedi bir biçimde ele geçirirler ve hendeğe giren düşmanı yok ederek surların üzerine çıkarlar. Venedik balyozu esir alınmıştır. O esnada deniz surları tarafından Osmanlı Leventleri de kente girmeyi başarmıştır. Konstantin, saray büyükleri ve değerli eşya dolu sandıklarla Haliç'te bekleyen gemiye doğru kaçarken bir azeb grubu ile karşılaşır ve yaşanan çarpışmada hayatını kaybeder. Fetih ile beraber, 1100 yılı aşkın süredir varlığını devam ettiren Bizans imparatorluğu artık tarih sahnesinden çekilmiş ve şehirlerin kraliçesi konumundaki İstanbul, Fatih Sultan Mehmet'in hükümdarlığı altında, Roma İmparatorluğu'nun mirasını devralan Osmanlıların eline geçmiştir.
- Roma'nın Quasimodosu: Claudius Germanicus
MS 41 ile 54 yılları arasında hüküm süren dördüncü Roma imparatoru Tiberius Claudius Caesar Augustus Germanicus, yanlış bir şekilde aptal ve görece tecrübesiz olduğunu varsayan düşmanları tarafından kolaylıkla bir budala gibi karikatürize edilmiştir. Her ne kadar emin olamasak da muhtemelen beyin felcinden mustariptir ve ailesinin, onun "fiziki ve akli kusurlarından" utanması hasebiyle siyasi veyahut askeri bir kariyeri söz konusu olmamıştır. Aynı zamanda iri yapılı, kekeme ve sefih bir entelektüel olan Claudius'un iktidar yürüyüşü ise, tamamen tesadüfi olarak ve hiç hesapta yok iken, halefi olduğu akli melekelerinden yoksun Caligula'nın Palatium Oyunları esnasında iki Praetor Tribününün liderliğinde bir grup ordu subayı tarafından defalarca bıçaklanarak öldürülmesiyle gerçekleşmiştir. Nitekim suikast sonrası ortaya çıkan dehşet ortamında canını kurtarmak adına sarayda saklanır haldeyken Praetorian Muhafızları tarafından bulunan Claudius'un, tanınmasıyla kışlaya götürülmesi bir olmuş ve halihazırda kaosun hakim olduğu başkentte bir Homo Novus'un hikayesi yazılmaya başlanmıştır. Praetorianlar, kolay görev şartlarından, yüksek maaşlardan, cömert bağışlardan ve başkentin tüm rahatlık ile hoşluklarından faydalanan, imparatorların askerleri arasındaki en şımartılmış unsurlardır. Bu imtiyazlar ayrılmaz bir şekilde Iulius - Claudius hanedanının iktidarına bağlıdır ve binaenaleyh mezkur grup, Caesarcı himaye ilişkilerinin bir ürünüdür. Keza Claudius'un imparator olarak taç giymesi sürecinde, (her ne kadar Caligula'nın katlinin hemen akabinde Capitolinus Tepesi'nde yapılan toplantıda kimi senatörler tarafından Libertas'ın yeniden tesis edilmesi yani cumhuriyetin tekrar kurulması fikri ateşli bir şekilde savunulmuş olsa da) imparatorluk hanesinin hayatta kalan en yaşlı erkek üyesinin Princeps için mevcut en iyi aday olduğuna kanaat getiren muhafızların devletin idaresinde ne kadar etkili olduğunun açık bir göstergesidir. Capitolinus'taki senatörler ile ordu arasındaki çekişme hali çok uzun soluklu olmamış ve gün geceye doğru dönerken artan sayıda destekçi ve dalkavuk, Praetorianların "himayesi" altındaki Claudius'a biatlarını sunmaya gelmiştir. Aynı şekilde, Caligula'nın öldürülmesi sonrası ortaya çıkan heyecan dalgası da yavaş yavaş ivme kaybetmiş ve krizi doğru yönetemeyen senato, Caesarcı kitlelerin Iulius - Claudius hizbinin etrafında konsolide olmasının önüne geçememiştir. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte senatörlerin muktedir görünüşleri dağılmış ve Claudius zafer alayıyla Palatium'daki imparatorluk sarayına taşınmıştır. Hülasa MS 41 Darbesi, Iulius - Claudiusçu kliğin zaferiyle sona ermiştir. Caesar'ın MÖ 44 yılında öldürülmesinin ardından, cumhuriyetçiliğin ezilmesi için 8 yıl gerekmiştir. Caligula suikastinden sonra ise yalnızca 24 saat ... Yeni rejimin kalemşorlarının yapacağı çok iş vardır. Zira Claudius, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, bilhassa senatonun nazarında budala olarak görülmesinin yanı sıra artık aynı zamanda bir gaspçı ve asi askerlerin gönüllü bir aleti olarak kukla bir hükümdar hüviyetindedir. Nitekim tehlike ertesi yıl, hoşnutsuz senatörler ve generallerin Balkanlar'a yerleştirilmiş devasa lejyoner ordularından birini Roma'ya getirmek üzere bir kumpas kurmalarıyla görünür hale gelir. Ancak askerlerin başkente ilerlemeyi reddetmesiyle beraber bu girişim de kısa bir zaman zarfı içerisinde (5 gün) çözülür. Avcı müfrezeleri şüphelileri toplar. Senatoda göstermelik mahkemeler kurulur. Suçluların cesetleri ise Tiber'e atılacaktır. Toplamda ise, yani Claudius'un 13 yıllık iktidarı boyunca 35 Senatör ve 321 Eques ihanet suçlamasıyla idam edilecektir. Claudius, halkın sevgisini "eski yöntemler" ile satın alır. İlk olarak, velinimeti olan Praetorianlara adam başı 5000 Denarii'ye varan bahşişler veren çiçeği burnunda imparator (Caligula yalnızca 500 Denarii vermiştir), ordunun geri kalanına ise yaklaşık 200 milyon Denarii'lik bir ödeme yapar. Bu sayı, aynı zamanda, imparatorluğun "bir yıllık vergi gelirine" tekabül etmektedir. Ayaktakımı nakit sadakalarla, tahıl yardımlarıyla, kamusal inşaat programlarıyla ve gladyatör oyunlarıyla satın alınır. Tüm bu cömertlik devlet hazinesini kurutmanın eşiğine getirse de Caesarcı popülizmin maliyeti, geleneksel olarak, savaş ganimetleriyle karşılanmaktadır ve savaş, tam da Claudius'un danışmanlarının önerdiği şeydir. Yalnızca ganimet için değil; yeni Princeps'e meşruiyet kazandırmak, sadık taraftarları canlandırmak ve hoşnutsuzlar ile muhtemel komplocuları yalnızlaştırmak adına da savaş, iktidar hizbinin altın bileti olarak gözükmektedir. Bariz hedef Britannia'dır. Catuvellaunia Krallığı'nın adanın güneydoğusuna doğru genişlemesi (Romalı bir mahmi kralın aleyhine), elverişli bir "casus belli" politikası teşkil etmektedir ve halihazırda Caligula'nın kurmayları, MS 40 yılında gerçekleşmeyen yeni istila için gerekli hazırlıkları zaten yapmış durumdadır. Britannia; gizemli, tehlikeli, "okyanusun ötesinde" bir yerdir ve bir anlamda Julius Caesar'ın bir asır evvelki seferlerinden bu yana bir türlü "bitirilememiş bir iş" hüviyetindedir. Adaya yönelik bir istila, muhtemelen Germania'da savaşmaktan daha az riskli olsa da, halka, Roma'nın büyük askeri başarılarından biriymiş gibi sunulabilme imkanını da taşımaktadır. Keza Britannia'nın, Claudius'un harcamalarını karşılayacak kadar zengin kaynaklara sahip olduğu da unutulmamalıdır. Velhasıl istila, tahmin edildiği üzere, parlak bir başarı ile sonuçlanır. Aulus Platius ve 40.000 adamı, MS 43 yazının başlarında adaya çıkar ve Roma, kısa süre içerisinde Caratacus'a ve Catuvellaunia Krallığı'nın ana sahra ordusuna karşı iki gün süren bir meydan muharebesini kazanır. Bunun üzerine Claudius, ordunun başında düşmanın başkenti Camulodunum'a (bkz: Colchester) zafer alayıyla girmek ve 11 Britannialı kralın teslimiyetini kabul etmek adına adaya gelir. Britannia zaferi, Claudius MS 44'te yolu üzerindeki batı eyaletlerine de uğrayıp Roma'ya geri geldiğinde; MS 47'de Aulus Platius adadan döndüğünde; MS 49'da zaferin anısına Roma şehrinin sınırları genişletildiğinde ve nihayet MS 51 yılında esir alınan Britannialı lider Caratacus, başkentin sokaklarında gezdirildiğinde tekrar tekrar kutlanacaktır. Claudius'un iç politikada güttüğü siyaset ise, Britannia'dakinin aksine daha muhafazakardır. Yani Augustus'un son dönemlerinde ve Tiberius'un iktidarında olduğu gibi; yeni fetihlerden kaçınmak, sınırları güçlendirmek ve yeni tebaaları asimile etmek. "Budala / gasıp" Claudius, kendisini "Fatih Claudius"a dönüştürür dönüştürmez, "emperyal tasarruf siyasetine" geri dönmüştür. İmparatorluğun gücü kısmen bir yanılsamadan ibarettir. Roma, sağlam ve her yeri fethedebilirmiş gibi gözükse de, devlet adamlarının "prestij" adını verdiği bu profil, imparatorluğun güvenliği için yaşamsaldır. Zira Roma, artık doğal sınırlarına ulaşmış durumdadır. İmparatorluk, topraklarını korku ile yönetmektedir ve bu korku, tebaaya "prestij" ile aşılanmaktadır. Bu doğrultuda da kurbanlar yanıt vermeleri halinde emperyal devletin kendilerini ezecek güce sahip olduğuna ikna edilmiş durumdadır. Roma'nın prestiji ise zafere bağlıdır ve sınırların ötesinde yaşanacak muhtemel herhangi bir askeri yenilgi, mezkur kavramın zarar görmesi riskini taşımaktadır. İmparatorluğun, tebaası konumundaki toplumları aşırı sömürmesi halindeyse, isyan ya da ordunun iç güvenliğe odaklanması gibi olumsuzlukların hasıl olması kaçınılmaz olacaktır. Binaenaleyh Claudius'un Britannia'yı istila etmesinden "şanlı günlerin geri geldiği" anlamı çıkarılmamalıdır. Adaya yönelik sefer yalnızca siyasi gerekliliklerin yol açtığı bir anomalidir. İmparatorluk sarayını tanımlayacak doğru kelime ise entrikadır ve hakim hiziplerin başında Claudius'un iki eşi bulunmaktadır. İlk olarak, Messelina, imparator ile tahta çıkmasından kısa bir süre sonra evlenmiş ve MS 41'de, daha sonra Britannicus adını alacak bir erkek varis dünyaya getirmiştir. Ancak Messelina daha sonra altından kalkamayacağı işlere girişmiş ve kendisine bir "aşık" edinmek ile kalmayarak, bu kişiyle bir de gizli bir evlilik akdi gerçekleştirmiştir. Saraydaki düşmanları tarafından olayın gün yüzüne çıkarılmasıyla beraber "aşıklar" tutuklanmış ve önde gelen azatlılardan Narcissus'un başında olduğu bir muhafız birliği tarafından infaz edilmişlerdir. Claudius'un ikinci karısı olan Julia Agrippina ise, Messelina'dan daha az entrikacı bir hüviyete sahip değildir ve daha önceki evliliğinden olan oğlu Lucius Domitius Ahenobarbus'u (bkz: Nero), Claudius'un meşru oğlu olan Britannicus'un yerine taht varisi yapmak adına elinden geleni ardına koymamıştır. Nihayetinde ise istediğini elde etmiş ve oğlunun meşruiyetini pekiştirmek adına onu, Messelina'nın kızı Octavia ile evlendirmeyi de başarmıştır. Praetor muhafızlarının Praefectusu Burrus ile ittifak kurarak hizbinin gücünü pekiştirdikten sonra Agrippina, Nero'nun hedonist karakterinin Claudius'u başka düşüncelere sevk edeceği korkusuyla kocasını "ortadan kaldırmaya" karar vermiş ve onu bir tabak mantar ile zehirleyerek öldürmüştür. Claudius'un yaşamı ve faaliyetleri hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Gaius Suetonius Tranquillus'tan On İki Caesar'ın Yaşamı, Robert Graves'ten Ben, Claudius ile Tanrı Claudius, Mary Beard'den SPQR - Antik Roma Tarihi, Adrian Goldsworthy'den Roma Tarihi ve Neil Faulkner'dan Roma: Kartalların İmparatorluğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Klasik Dünyanın Sonu: Papalık Ve Manastır Kurumlarının Teşkili
Geleneksel tarihyazımında Roma İmparatorluğu'nun çöküşü, klasik dünyanın ve bir bakıma "uygarlığın çöküşü" olarak kabul edilmektedir. Bu yıkımın ardından, bilhassa Avrupa'da, "Romanistas"tan geriye kalan yegane kurum ise kilise olacaktır. Kilisenin piskoposları, idari deneyime sahip kimselerdir ve en azından, tıpkı diğer yerel otoritelerde olduğu gibi, sorunlarla başa çıkabilmek adına gerekli entelektüel donanıma sahip kişilerden oluşmaktadır. Aynı şekilde, birçok yerde imparatorluk orduları çekildikten ve merkezi idare çöktükten sonra okuma yazma dahi bilmeyen bir yönetici sınıfının içerisinde "klasik mirasın taşıyıcısı", yine, onlar olacaktır. Mezkur kimselerin ekseriyeti, muhtelif bölgelerin önde gelen ailelerinden devşirilmişlerdir ve binaenaleyh aristokrattırlar. Bu durum aynı zamanda ruhani rollerini destekleyebilecek maddi kaynaklara da sahip oldukları anlamına gelmektedir. Yeni bir çağın şafağında olan insanlığa, Romalılardan yadigar kalan kültür mirası, yalnızca yukarıda bahsini geçirdiklerimiz ile sınırlı kalmayacaktır. Klasik dünyanın sonu, Batı Kilisesinden yükselen ve çökmekte olan bir uygarlık ile doğmakta olan bir medeniyetin arasındaki tehlikeli akıntılarda yaşamsal önem taşıyan iki yeni kurumun da neşet ettiğini görecektir. Bu fenomenlerden ilki olan manastırlar, ilk kez Doğu'da ortaya çıkmıştır. Anlatı; 285 yılı civarında, bir Kıpti olan Aziz Anthony'nin Mısır'da bulunan bir çölde inzivaya çekilmesi ile başlar. Bu örneği ise düşünen, dua eden ve dünyevi olan her şey ile oruç ve daha sert disiplinler vasıtasıyla mücadele eden diğerleri izlemiştir. Nihayetinde mevzubahis kimselerin bir kısmı bir araya gelerek cemaatler oluşturmaya başlamışlar ve bu yeni ruhanilik biçimi, bir sonraki yüzyılda başta Doğu Akdeniz ve Suriye'de olmak üzere kurumsallaşmıştır. Bilahare bu fikir, Fransa'nın Akdeniz sahillerine de sıçramış ve 5. yüzyılın çökmekte olan Galya'sında, rahatsız edilmeden ve çileci bir disiplin ile dua ederek ibadete ve tanrıya hizmet etmeye dayanan manastır ideali, feraset ve karakter sahibi birçok kişiyi kendine çekmiştir. Sunduğu idealinden mütevellit kişisel kurtuluşu da "garanti" eden söz konusu cemaatler, değişmekte olan dünyada kendilerine bir sığınak arayan soylulara da cazip gelmiştir. Ancak bu durum aynı zamanda, Roma'nın devlete hizmet düsturundan (bkz: Stoacılık) kaçan ve toplum hayatından el ayak çekerek sorumluluklarına sırt çeviren vatandaşlara yönelik sert eleştirilerin de hasıl olmasına sebebiyet vermiş ve kilise erkanı da kendi cemaatlerindeki en ateşli kişilerin bu şekilde münzevi bir hayat idame ettirmelerini her daim hoş karşılamamıştır. Bunun yanı sıra, muhtelif toprak sahipleri de kendi arazileri üzerine yeni cemaatler kurmaya başlamış veyahut halihazırda sınırlarının içerisinde bulunanlara maddi destek sağlamıştır. Bu gelişme kaçınılmaz bir biçimde, nepotizm ve rüşvet gibi etik olmayan adaletsizlikleri de beraberinde getirmiştir. Bir süre sonra, hakkında başarıları ve mucizevi işleri dışında çok az şey bildiğimiz İtalyan bir keşiş, manastırların ahvalinden fena halde rahatsız olmaya başlamıştır. Bu din adamı, kilise tarihinin en etkili kişilerinden biri olan Aziz Benedict'ten başkası değildir. İşlerin rayına oturması adına radikal kararlar alınması gerektiğine kanaat getiren Benedict, 529 yılında Monte Cassino'da bir manastır kurmuş ve burayı, kılı kırk yararak oluşturduğu yeni kurallar doğrultusunda yönetmiştir. Söz konusu kaideler bilahare, Batı Hıristiyanlığında ve dolayısıyla Batı Uygarlığında geniş ufuklar açmıştır. Otoritenin "başrahibe" ait olduğu manastırda, keşişin dikkati cemaate yönlendirilmiş ve düzenli olarak ibadet ederek dua ile emek çerçevesi içerisinde sahip olduğu görevlere iştirak göstermesi zorunlu hale getirilmiştir. Binaenaleyh o zamana kadarki geleneksel manastırcılığın bireyselliğinden yeni bir insanlık aracı ortaya çıkarılmış ve keşişhaneler zaman içerisinde "Kilise Cephaneliğinin" ana silahı haline gelmiştir. Aziz Benedict, idealleri için çok yüksek bir çıta belirlememiştir ve bu, onun başarısının en önemli sac ayaklarından biridir. Manastır kuralları, tanrısını seven her sıradan insanın yerine getirebileceği türdendir ve keşişler ruhsal ile bedensel olarak kendilerini "sakatlamak" zorunda değillerdir. Benedict'in insanların ihtiyaçlarını tatmin etmek ile ilgili başarısı, manastırların yaygınlaşmasındaki hızıyla kendisini gösterir. Benedikten Manastırları çok kısa bir zaman zarfı içerisinde, bilhassa batıda olmak üzere, pek çok yerde ortaya çıkmaya başlamış ve pagan İngiltere ile Almanya'da misyonerliğin ve Hıristiyanlığa geçisin ana kaynağını oluşturmuştur. Batıda, yalnızca Kelt Kilisesi, kadim çileci keşişlik modeline sıkı sıkıya bağlı kalacaktır. Kilisenin bir diğer büyük destek kolonu da Papalıktır. Aziz Peter'in piskoposluğunun saygınlığı ve havarinin kemiklerinin efsanevi koruyuculuğu Roma'ya, Hıristiyanlığın piskoposlukları arasında daima özel bir yer sağlamıştır. Roma Kilisesi, havarilerden biri tarafından kurulmuş olması bakımından batıda tektir ancak yine de bundan biraz daha fazlasına ihtiyacı vardır. Zira Batı Kilisesi, mezkur dönemde bir alt kol hüviyetindedir ve Asya Kiliselerinin ekseriyeti havariler ile daha yakın bir bağ içerisindedir. Velhasıl Papalığın, Orta Çağ dünyası tarafından kabul edilen haşmetine erişmesi için mümtaz bir dokunuşa ihtiyacı vardır. Bir gerçeklik olarak Roma Şehri, asırlar boyunca dünyanın başkenti olarak görülmüştür. Roma'nın piskoposlarının senato ve imparatorun "iş arkadaşları" olmaları bir tarafa; imparatorluk sarayının Konstantinopolis'e geçişiyle birlikte kilisenin varlığı, şehrin itibarı açısından farklı bir önem kazanmıştır. Bunun yanı sıra, doğu kanadından gelen ve Romalıların, en az barbarlar kadar hoşlanmadıkları yabancı devlet memurları, İtalyan sadakatinin odağının papalığa dönmesini sağlamıştır. Papalık, aynı zamanda zengin bir piskoposluktur ve elindeki mülklerle siyasi iktidara denk bir pozisyondadır. Ayrıca genel idari becerisiyle de imparatorluk yönetiminin dışında her tür yürütmeden daha üstün bir konumdadır. Nitekim bu ayrım sorunlu dönemlerde, barbarlar hasebiyle imparatorluğun idare mekanizması felç olduğunda, varlığını daha net hissettirmiştir. Hülasa Papalığın büyük bir tarihsel güç hüviyetiyle ortaya çıkışının temelinde bu saydıklarımız yatmaktadır. 5. yüzyılda Büyük Leo, Roma Piskoposluğunun yeni gücü açıkça hissedildiği esnada, Aziz Peter'in tahtına oturur. Bu dönemde İmparator 3. Valentinianus, papalığın kararlarının kanun hükmünde olduğunu ilan eder ve akabinde Leo, daha evvel imparatorlar tarafından kullanılmakta olan Pontifex Maximus unvanını kullanmaya başlar. Attila ile görüşmesinin ardından Hunları İtalya'ya saldırmaktan vazgeçirdiğine de inanılan Leo'nun bu davranışı onun, dört bir yandan gelen akınlar ile çöküşün eşiğinde olan imparatorluğun ahvalini doğru bir şekilde kavradığını da göstermektedir. Bütün bu gelişmelere rağmen Roma, Leo'nun idaresi sırasında, dini her şeyden önce hükümdarın görevi olarak gören I. Justinianus'un İmparatorluk Kilisesinin bir parçası olmaktan kurtulamamıştır. Geleceğin Papalık vizyonunu en fazla ortaya koyacak isim ise, aynı zamanda bir zamanlar keşiş olan Büyük Gregory'dir. 590 ile 604 yılları arasında hüküm süren Gregory, kilisenin iki büyük kurumsal yeniliğini bir araya getiren ilk Papadır. Büyük iç görü sahibi bir devlet adamı olan Gregory, Romalı aristokrat bir aileden gelmesine rağmen tüm barbar Avrupa tarafından kabul edilmiş ilk Papa olma özelliğini taşır. Pontifliği ise ileride, klasik dünyadan tam bir kopuş anlamına gelecektir. 596 yılında Canterburyli Augustin'i misyonerlik görevi ile pagan İngiltere'ye yollayan bu dinamik adam, bir yandan Aryan "sapkınlığı" ile mücadele ederken diğer taraftan Vizigotların Katolikliği kabul edişini büyük memnuniyet ile karşılar. Aynı şekilde, Cermenik krallara karşı hiçbir zaman tedbiri elden bırakmazken, Lombardların en sert muhalifi olarak Frankları kendi tarafına çekmeyi de ihmal etmez. Nihayetinde ise İtalyanlar onu, Aziz Peter'in olduğu kadar, Roma İmparatorunun da ardılı olarak görmeye başlayacaktır ... Gregory'de hem Klasik Roma Mirası hem de Hıristiyanlık bir araya toplanmıştır ve her ne kadar bunu kendisi pek göremese de yepyeni bir mefhumu temsil etmektedir. Hıristiyanlık, klasik dünyanın mirasçısı olarak ortaya çıkmış ancak zaman içerisinde ondan uzaklaşmış ve ayrışmıştır. Gregory ile birlikte kilisenin barbarlar ile olan ilişkisi de farklı bir hüviyet kazanmış ve bu hikayenin odağı Akdeniz havzası değil, Avrupa olmuştur. Yeni düzende Yaşlı Kıta, geçmişten tayin edici bir şekilde farklıdır. Roma eyaletlerinin düzenli, okur yazar ve telaşsız hayatının yerini; parçalanmış ve bölgenin eski sakinleriyle kaynaşmış savaşçı bir aristokrasi ile kabile üyelerinden oluşan toplum almıştır. Mezkur kabilelerin kral olarak kabul edilebilecek şefleri, yalnızca kendi yandaşlarının lideri olmalarının ötesine geçmişler ve Roma'dan geriye kalanlarla geçirilen 200 yıldan sonra sadece "barbar" olmaktan çıkmışlardır. Nitekim 550 yılında ilk kez bir barbar kralı, üzerinde imparatorluk mührü olan kendi parasını basmıştır. Daha yüksek bir kültürün kalıntılarının hayal güçlerinin üzerinde bıraktığı etkiyle Roma düşüncesinin bizatihi kendisinin yarattığı faydayla ve kilisenin bilinçli veyahut bilinçsiz çalışmalarıyla bu insanlar, her şey bir yana, uygarlık yoluna çıkmışlar ve sanatlarıyla da bunu kanıtlamışlardır. Formel kültür açısından yanlarında antikiteyle kıyaslanabilecek hiçbir şey getirmemiş olan barbarların, uygar akla da efektif bir katkısı olmamıştır fakat bu durum, kültürel trafiğin örgün düzeyin altında ve her daim aynı yönde aktığı anlamına da gelmemektedir. Clovis gibi kralların Hıristiyanlığı kabulü, idareleri altındaki halkların mezkur itikadı benimsedikleri manasını taşımamaktadır. Nitekim birçokları, mezarlarının da gösterdiği gibi, kuşaklar boyunca pagan olarak kalmış ve dini dönüşüm zaman içerisinde gerçekleşmiştir. Bu doğrultuda kilise, halk büyüsünden yararlanmış ve herhangi bir kutsal mekanın yanına, kırların ya da ormanların asırlık inançlarına saygılı birer aziz eklemiştir. Mucizeler ve mabetlerde azizlerin hayatlarıyla ilgili durup dinlenmeden anlatılanlar, bu çağın ikna edici argümanları haline gelmişlerdir. Böylece toplumun ekseriyeti için insanlık tarihinin büyük bölümünde olduğu gibi, din, bir ahlaki rehberlik veya ruhsal iç görünün koşulu değil; görünmeyen güçlerin yatıştırılmasının "aracı" olmuştur. Hıristiyanlık, kendisiyle pagan geçmiş arasındaki muğlak çizgiyi ancak kan dökerek çekebilecek ve pagan uygulamaları ile kalıntıları bu şeklide Hıristiyanlaştırılacaktır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere J.M. Roberts'tan Avrupa Tarihi, John Merriman'dan Modern Avrupa Tarihi, Henri Pirenne'den Avrupa Tarihi: Kavimler Göçü'nden 16. Yüzyıla kadar ve Ralph Henry Carless Davis'ten Orta Çağ Avrupa Tarihi adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Bir Çarın Portresi: Korkunç Ivan
"Şimdi benim zalim ve öfkeli olduğumu söylüyorlar, peki kime karşı zalim ve öfkeliyim ? Bana zalimlik edenlere karşı zalimim. İyi ! Ah, onlara kendi pelerinimi ve zincirimi veriyorum ben ! Tebaam beni düşmanlarıma satabilirdi. İhanetin büyüklüğünü bir düşünün ! Cezalandırılanlar bunu hak etmedi mi, onlar benim kölelerim değil mi, ben kölelerime istediğimi yapamayacak mıyım ?" Dolgorukiler'in yaşamın akıntısını Kiev'den kuzeye çevirdiği zamandan beri Rusya'da pek çok devrim olmuştur. Ancak tüm bunların içerisinde belki de en önemlisi, Avrupa monarşilerini gölgede bırakacak bir otorite konsolidasyonu ve merkezileşmesidir. Bugünden bakınca 15. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak 16. yüzyılda hemen hemen tüm ulusların karşı konulmaz bir şekilde sürüklendiği bu otokratik akıntıyı görmek kolaydır. İspanya'da Ferdinand ve İsabella, tüm küçük krallıklar ile Mağriplileri tek bir taç altında birleştirmiştir. Fransa'da 11. Louis, feodalizm kumaşını yırtıp, halk ile kurnazca ittifak yaparak aristokrasiyi bastırmıştır. İngiltere'de 8. Henry ve Almanya'da Maximillian ise, mezkur vetirede, otoritelerini sağlamlaştırmışlardır. Aslına bakılırsa bu süreç; Rusya'da Andrey Bogoliubski'nin otokratik amaçlarıyla başlamış fakat değişim çemberinin kapanması ve Rurik soyunun en büyük rüyası olan tek bir Rusya ve birleşik imparatorluk hayalinin gerçekleşmesi, Korkunç İvan'ın babası 3. Vasili'nin döneminde gerçekleşmiştir. Moğollar'a 200 yıldan fazlaca bir süre yapılan dalkavukluk meyvelerini vermiş ve nihayetinde Moskof Prensliği, Vasili'nin, son bağımsız prenslik olan Pskov'a boyun eğdirmesi sonucunda Rusya'nın tek hakimi konumuna gelmiştir. Doğu Roma İmparatorluğu'nun da tarih sahnesinden çekilmesini fırsat bilen hırslı Moskova iktidarı, 1547'de Rus Ortodoks Kilisesi'nin de onayıyla prens unvanını da rafa kaldırmış ve Slavca "Caesar" anlamına gelen "Çar" unvanını kullanmaya başlamıştır. Moskova Büyük Prensliği'nin, Çar unvanını kullanabilme hakkına sahip olmasının ardında yatan sebep ise, Büyük İvan'ın eşi ve Vasili'nin annesi olan Sophia'nın (Yunanca ismi Zoe) Palaiologos soyundan bir Bizans prensesi olması hasebiyledir. Vasili'nin saltanatını tek bir cümle ile özetlememiz gerekirse; iktidarın, "boyarların" yani soyluların elinden Çarın eline geçmesidir. Vasili, babası Büyük İvan'ın başladığı işi bitirmiş ve merkezi konsolidasyonu sağlamıştır. Ancak 1533 yılındaki ölümü ve 3 yaşındaki oğlu 4. İvan'ın iktidarı devralmasıyla beraber soylular, fırsatı ganimet bilecek ve hakimiyetlerini tekrar tesis etmek adına harekete geçecektir. İlk olarak, İvan'ın annesi Elena Glinskaya zehirlenerek öldürülmüş ve oligarşi, 3 yaşındaki İvan'ı yok sayarak hükümeti ele geçirmiştir. Sonraki yıllarda çocukluğunu yad ederken İvan o günleri ; "Yarı çıplaktım, üşüyordum ve açtım. Hayatta kalmamı sağlayan şey kitaplarımdı." şeklinde ifade edecektir. Küçük yaştan itibaren çok okuyan ve gözlem yeteneği yüksek bir çocuk olan İvan, kendisine karşı uygulanan acımasız muameleyi hiçbir zaman unutmayacaktır. 1543 yılına gelindiğinde 13 yaşındaki İvan, bir "coup d'etat" yani "saray darbesi" ile iktidarı tekrar devralmıştır. Muhafızlarına boyarların elebaşını yakalama emrini vermiş ve adamı, huzurunda, köpeklere parçalatmıştır. Artık İvan, "Grozni" lakabı için ilk adımı atmıştır ve gelecek yıllarda yaşanacak olan vahşet düşünüldüğünde bu infaz, İvan'ın dönüşümündeki milat olacaktır. Zaman içerisinde tüm Rusya, Moskof sarayında ihanetin bedelinin pek de "nazik" olmadığına dehşet içinde şahitlik edecektir ... Vahşi bir infaz ile başlamasına rağmen İvan'ın iktidarının ilk yılları sorunsuz geçmiş ve çocukluğunda yaşadığı travmanın da etkisiyle İvan, dışarıya karşı hassas ve tembel bir genç profili çizmiştir. Şehvet düşkünü olmaya meyillidir ve devlet işlerinden çok kitaplarıyla vakit geçirmekten hoşlanmaktadır. 17 yaşına geldiğinde, ilk büyük aşkı olan Romanovlar'dan Anastasia ile evlenir ve yukarıda da belirttiğimiz üzere, Rus Ortodoks Kilisesinin tasdikiyle Rusya'nın ilk Çar'ı olarak taç giyer. Hemen akabinde ise, devleti, dini ve dünyevi yönden idare etmesi için "Adaşev" adlı bir soylu ile Rahip Silvester'i yetkilendirir. Tarihe "Mümtaz Heyet" olarak geçen bu kabine bürokrasiyle ilgilenirken; genç İvan vaktini, büyük atası olan Bilge Yaroslav'ın koyduğu eski yasaları incelemek ve düzenlemek ile geçirmektedir. Bu yıllar İvan adına çok huzurlu geçer. Sevdiği kadın ve kitapları ile beraberdir. Ancak vahşetin zehri, İvan'ın damarlarında dolaşmakta ve kendini göstermek için doğru zamanı beklemektedir. Nitekim hummaya yakalandığı dönemde arkasından çevrilen entrikaları öğrenmesi ve akabinde çok sevdiği eşi Anastasia'nın süpheli ölümüyle beraber derin uykusundan uyanan "Korkunç İvan", dışarı çıkmak için travmalı çarımızın ruhunun kapılarını yumruklamaya başlayacaktır ... Zalim "köle aristokrasisi" tamamen yok olmadığı müddetçe Rusya'nın kargaşadan kurtulamayacağına artık iyiden iyiye kanaat getirmiş olan İvan, 1564'te çocuklarını, maiyetini ve saray hazinesini alarak Kremlin'i terk eder. Bu gidiş halkın gözünde bir muammadır; ancak bütün bu mizansen, İvan'ın planının bir parçasıdır. Nitekim bir yıl sonra "mağrur çar", soylulara ve ruhani liderlere, "soylular ihanet içinde olduğu için Moskova'yı terk ettiğini" yazacak ve mektup, Moskova'da derin bir etki yaratacaktır. Zaman kaybetmeden çarın geri dönmesi adına hummalı bir çalışma başlatılır ve nihayet, iki ayın sonunda İvan "ikna olarak" Moskova'ya döner. Fakat halk, hem dış görünüş hem de davranış açısından dönen kişinin İvan olduğuna inanmakta güçlük çeker; zira çar, 35 yaşında olmasına rağmen ihtiyar bir görüntüyle tanınmaz hale gelmiş ve gergin sinirlerine mütevellit sıklıkla histeri krizleri geçirmektedir. Artık dönüşüm tamamlanmıştır; nazik ve hassas İvan gitmiş, yerine caniliği ile nam salacak olan "Korkunç İvan" gelmiştir. 1571 yılı, İvan'ın katliam yılı olarak takvimlerdeki yerini alır. Aynı yılın mayıs ayında İvan'ın Livonya Konfederasyonu'na karşı Baltık'ta verdiği savaş sırasında Moskova'yı savunmasız bırakmasını fırsat bilen Kırım Hanı Devlet Giray ordusuyla şehre yürür ve başkenti yağmalar. Yağma sırasında çıkan (kimi kaynaklara göre 10.000, kimilerine göre ise 80.000 kişinin hayatını kaybettiği) meşhur Moskova Yangını ve şehrin düşüşü, paranoyak çarı iyiden iyiye çileden çıkarır. Felaketin tanrıdan gelen bir ceza olduğuna kanaat getiren ve tövbe edilip arınılması gerektiğine inanan İvan, uzun süredir yok etmek istediği boyarların ortadan kaldırılması için aradığı bahaneyi artık bulmuştur. 986'sının isimleriyle anıldığı 3475 kişi için kiliseden "dua ister" ve isimleriyle anılan kurbanların yanına şu uğursuz ifadeleri ekletir: "Karısı ve çocuklarıyla birlikte" ya da "oğullarıyla birlikte". Gerçekleştirilen katliam ve başkentin kül olmasına sebebiyet verecek yangın, ileride İvan'ın Rus tarihçiler tarafından "Rusya'nın Nero'su" şeklinde anılmasına da sebebiyet verecektir. İlk eşi Anastasia'nın ölümünün akabinde 7 kez daha evlenen İvan, Katolik Baltık Birliği'ne karşı verdiği mücadele sırasında müttefik arayışı içerisindeyken, iyi ticaret bağlarına sahip olduğu Protestan İngiltere'nin kraliçesi Elizabeth'e, ilişkilerinin geliştirilmesi adına farklı bir teklifte bulunur ve kendisine, 8. karısının ölümüyle boşalan yerin doldurulması adına kraliçenin kuzeni olan Leydi Mary Hastings ile evlenmek istediğini bildirir. Teklif ilk başta kraliçe tarafından olumlu karşılansa da İvan'ın meşhur zalimliği İngiltere sahillerine kadar uzanmıştır ve genç leydi bu evliliğe razı gelmez. İvan'ın iktidarında gerçekleşen bir başka ilginç olay ise Sibirya'nın fethidir. Ölüm cezasına çarptırılmış bir Kazak eşkıya, yandaşlarıyla beraber Ural Dağları'nın ötesindeki topraklara kaçar ve mezkur bölgenin bir kısmını kontrolü altına alır. Bir zaman sonra Kremlin'e İvan'dan af dilemek için geri dönen Kazak eşkıyamız, canına ve özgürlüğüne karşılık olarak çara, Sibirya'yı teklif eder. Bu olay bir "Bilinaya" yani Rus tarihi şiir biçimine de aşağıdaki gibi konu olmuştur: "Ben Don'un soyguncu Hetman'ıyım. Ve şimdi Ortodoks çar, Sana hain başımı getirdim, Yanında Sibirya İmparatorluğu ile birlikte hem de ! Ortodoks çar konuşacak, Konuşacak Korkunç İvan, Demek sen Yermak'sın, Don'un Hetman'ısın, Seni ve çeteni affediyorum, Sadık hizmetlerin adına seni affediyorum - Ve görkemli, ve kibar Kazak'a miras olarak Don'u veriyorum." Gençliğinde, atası Bilge Yaroslav'ın yazdığı kanunlar üzerine incelemeler ve eklemeler yapmış İvan'ın artık sürgüne göndermek istediği kimseler için devasa bir de hapishanesi vardır. Rusların özellikle ceza düzenlemeleri korkunçtur. Örneğin; iflas etmiş bir borçlu, halka açık bir yerde yarı çıplak bağlanmakta, 30 ya da 40 gün boyunca günde 3 saat dövülmekte ve sonra kimse onu kurtarmaya gelmezse, varsa karısı ve çocuklarıyla birlikte köle olarak satılmaktadır. Ancak İvan'ın aklında Sibirya'ya dair daha farklı fikirler vardır. Korkunç çar, Sibirya'yı, devlete karşı işlenen suçlar için bir ceza kolonisi olarak kullanacaktır. İvan'ın bulduğu "Sibirya İcadı", Rus devlet otoritesi tarafından öyle benimsenecektir ki; 19. yüzyılın başından itibaren Sibirya'ya "1 milyon" civarı siyasi sürgünün gönderildiği düşünülmektedir. Ömrünün sonuna doğru İvan, en sevdiği oğlu Çareviç İvan İvanoviç'i bir öfke nöbeti sırasında, kimilerine göre yanlışlıkla, başına vurduğu demir bir asa ile öldürür. Ressam İlya Repin bu sahneyi, 19. yüzyılın sonunda yaptığı "Korkunç İvan Oğlunu Öldürüyor" adlı eserinde çarpıcı bir biçimde tasvir etmiştir. Tabloda; babanın dehşeti, pişmanlığı ve azabı, ve hayatı sönmekte olan oğlunun sakin ifadesi gerçekçi bir şekilde aktarılmıştır. Repin'in, İvan'ın yaşadığı dehşeti yansıtabilmek adına Francisco Goya'nın meşhur "Çocuklarını Yiyen Satürn" tablosundaki Satürn'den (bkz: Kronos) esinlendiği varsayılmaktadır. 1584 yılında 53 yaşında Bogdan Belsky ile satranç oynarken rahatsızlanarak hayatını kaybeden İvan'ın, ölümünden neredeyse 400 yıl sonra açılan mezarından elde edilen kemiklerinde cıva buluntularına rastlanmış ve bu keşif, İvan'ın zehirlenerek öldürüldüğüne dair iddiaları da beraberinde getirmiştir. Farklı görüşler, İvan'ın ağrılarını iyileştirmek adına o zamanın tıbbi yöntemlerine uygun bir biçimde cıvayla tedavi edildiği yönündedir. Modern tıbbın bize söylediği ise, cıvanın deliliğe yol açtığıdır. Velhasıl, belki de bu gümüş renkli element, Korkunç İvan'ın nevrotik ve histerik karakteri ile alakalı pek çok soru ve efsanenin cevabı niteliğindedir. Korkunç İvan'a dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Mary Platt Parmele'den Rusya tarihi, Aleksey Tolstoy'dan Korkunç İvan ve İsabel de Madariaga'dan Korkunç İvan adlı eserleri tavsiye ediyorum.








